@irispage
|
5 ANLAŞMA
♪ Oracle ~ Tender
Yolunu bir kere şaşırınca insan, gururunu bir kenara koyarak başını önüne eğip geri dönmesini bilmeli.
Ben dönmem.
Gururunun kibrinden olduğu düşünülecek kadar dik başlı, soğuk bakışlı ve açık sözlüyüm. Birinden hoşlanmıyorsam mesela, bunu anlar. Konuşmak istemiyorsam ağzımı bıçak açmaz. Yanında huzursuzlanıyorsam, canım sıkkınsa suratım asık olur ya da çoğu zaman olduğu gibi ifadesiz. Bir hiç gibi. Hiç kimse gibi.
Hiçlik.
Bu kelime birçok kez benken, bazen tam aksine benden bir o kadar bağımsızdı.
Şimdi arkadaşlarımın olduğu masaya yürürken başım dik, adımlarım kararlı ve ne yaptığımı biliyor gibi gözüküyorum. Aklımdansa tekrar tekrar, ilk an duyduğum kadar canlı ve kendinden emin o tek bir cümle geçiyor. "Onlara gecenin geri kalanını benimle geçireceğini söyle."
Başta duyduğuma sarsılacağımı sansam da hareketsizce ona yandan bakmaya devam etmiştim. Sonra elimi ondan kurtarıp ters bir tavırla neden bahsettiğini sormuşsam da, sakinliğinden hiç eksiltmeden sadece konuşacağımızı hatırlatmıştı yeniden.
İtiraz etmeye niyetlenecek olduğumda "Burada, insanlar etrafımızdayken konuşacağız. Bu fikir bile seni ürkütmeye yetiyor mu?" demişti üstten bir bakış eşliğinde.
Beni hafife alarak bana meydan okuyordu açık açık. Kışkırtıyordu belki de. O geldiğim yolu geri dönmem lazımdı, gururumu kırmalıydım, hatta beni bir korkak olarak görmesine izin vermeliydim. Ama ben ne yapmıştım? Başta onunla görülmek istemediğimi belirterek itiraz etmiştim. Sonrasında yüzündeki inanmayan o küstah bakış yüzünden, bu tarz şeylerin beni ürkütmeye yetmeyeceğini, söylemiştim ona, kabul etmiş bulunarak.
Sadece konuşacaktık, hem de nezih bir mekanda, onca insanın arasında. Bunda bir sorun yoktu. Yoktu, değil mi?
Oturduğum sandalyenin kenarına astığım siyah çantamı alıp omzuma taktığımda kızların meraklı bakışları bana döndü.
"Ayrılıyor musun Lina?" diye bir soru geldi içlerinden birinden.
"Saat daha erken, henüz on bile olmadı," diye itiraz etti bir başkası, ardından bu fikri komik bulmuş olmalı ki güldü. "Yoksa balkabağına mı dönüşeceksin?"
Masadan bir iki kişinin eğlenen kahkahaları yükselirken, diğerleri komik bulmayıp tepkisiz kalmışlardı. Bense başlarında dikilmeye devam ediyordum, bu tatsız şakaya bozulmamıştım.
Bu kez bir başkası daha ciddi, hatta endişeli diyebileceğim bir sesle dahil oldu. "Sevgilisinden ayrılalı bir ay bile olmadı. Bırakın da yalnız kalıp depresyonunun son günlerinin tadını çıkarabilsin."
Hepsi bir ağızdan gülüştüler.
Seren, onların eğlencesine ortak olmaya tenezzül etmemişti. Çenesi birbirine bağladığı ellerine yaslıyken sakin bakışları altından "Geleceğini dahi düşünmemiştim," diye bir itirafta bulundu.
Tek kaşım havaya kalktığında sesim, onun kendinden emin ifadesini bir çırpıda silecek sertlikteydi. "Beni kariyerimle tehdit ettikten sonra bile mi?"
Kızlar, bu duyduklarıyla birlikte aptal kahkahalarını sonlandırdılar.
Seren önce bozulduğunu gizleyemedi, sonra ukala suratında eğreti duran sahte gülümsemeyle bakışlarını tek tek kızların üzerinde gezdirdi. "Şakalaşıyorduk."
İkimizin asla şakalaşmayacağını ve Seren'in bunu yapacak kadar gaddar bir insan olduğunu da bildiklerinden, bu samimiyetsiz açıklamaya inanmadıklarını biliyordum ama bir şey söylemediler. Hatta ona yaranmak isteyen bir iki tanesi, bu komikmiş gibi gülüp onaylayan şeyler zırvaladılar.
Onlara tek bir açıklama yapmadan arkamı döndüm ve topuklu botumun çıkardığı tok sesler, restoranda çalan hafif müziğin sesini bastırdı.
Hakkımda konuşmaya devam ettiklerini duyabiliyordum, ama umursamadan yürümeye devam edip uzaklaştığımda sesleri yavaşça kesildi. İnsanlar çoğu zaman tam da böyledir. Siz arkanızı döndüğünüz andan itibaren, gitmenizi bile beklemeden hakkınızda konuşmaya başlarlar.
Sorsam takım arkadaşları arasında olurdu böyle şeyler, ne vardı yani benim üzerimden şaka yapıp sohbetlerine renk katmak istemişlerse yani?
Çok kısa bir an masaları inceledikten sonra bar bölümündeki taburelerden birinde otururken buldum onu. Neredeyse yemek salonunun diğer ucunda sayılırdı. Bej rengi tezgâhın yönünün yan tarafına, biraz önce ayrıldığım masaya dönüktü. Tüm bir sahneyi izlemişti şüphesiz. Kızların kendini bilmez, hatta biraz alkolden çakırkeyif ayarlayamadıkları sesleri yüzünden konuşulanların hepsini de duymuş olmalıydı.
Deri ceketini çoktan çıkarmış, sağ kolunu kapladığını henüz fark ettiğim dövmesini gösteren siyah tişörtüyle duruyordu. Yüzünde neredeyse, tüm bir sahnenin onun canını sıktığını düşündürecek sertlikte bir ifade vardı. Ancak o, kendisini gördüğüm ilk andan beri böyle gözüküyordu zaten. Bunun için hiç çaba sarf etmese de kaşları sanki çatılı gibi ifadesi sert, bakışları birkaç saniyeden uzun bakılamayacak kadar ürperticiydi.
O yüzden üstüme alınmak yerine hemen yanındaki yüksek tabureye oturdum. Oturmadan önce demir tabureyi biraz çekmemden ötürü aramızda hatırı sayılır bir mesafe vardı. Çantamı tezgâhın üzerine bırakırken arkamdakilerin meraklı, hatta şaşkın bakışlarını sırtımda hissediyordum.
Bir an onun aslında kim olduğunu unutarak "Çoktan kendine bir şey söylemişsin bile," diye mırıldandım, önündeki viski bardağına bakarken. Bu küçücük düşüncesizliğe neredeyse kırılmış gözükmüştüm. Elbette buna bozulacak samimiyetim yoktu onunla, hatta olsa da böyle ufak şeylere önem vermezdim ama bu cümle öylece çıkıvermişti ağzımdan.
Asıl tepkimin ona olmadığını anlamış olmalıydı, fakat düz bir sesle "Arkadaşlarınla vedalaşman daha uzun sürer diye düşünmüştüm," diye cevapladı.
Nefesimi burnumdan tek seferde verirken, istemsizce alay eder gibi gülümsedim. Tüm olanlara şahit olmamış gibi davranacaktı demek. Pekâlâ. Bu beni iyi hissettirecekmiş gibi davranabilirdim.
Barın diğer tarafında, bize birkaç metre uzaklıkta işiyle ilgilenen yirmilerinin sonundaki barmen nihayet yanaştı ve nazikçe ne istediğimi sordu. Hiçbir şey istemesem de her şey yolundaymış izlenimi vermek için aklıma ilk gelen alkolsüz kokteyli söyledim, sesimi ona karşı aynı seviyede nazik tutmaya çalışmıştım.
Oturduğum ilk andan beri ona bakmıyordum ama sağ tarafımdan dikkatle beni seyrettiğini fark edebiliyordum. "Gergin görünüyorsun," diye bir tespitte bulunduğunda da bakmamakta ısrarcıydım.
"Hayır, değilim." Biraz öyleydim ama bunu bilmesine izin vermedim.
Üstelemeden başka bir konuya, yani asıl konumuza geçti neyse ki. "Seni bu konuşma için ikna etmem gerekeceğini düşünmüştüm," dedi doğrudan, bu kez tüm ilgimi çekmişti.
"İkna etmekten kastın senin dilinde tehdit etmekse, belli ki savurmaya alışkın olduğun o tehditler dahi normal şartlarda bunun gerçekleşmesi için yeterli olmazdı," dedim herkese karşı gösterdiğim o soğuk ve üstten tavrımla.
O ormanda takıldığı küçük çaplı bir çetesi mi vardı? Bu umurumda bile değildi artık. Ki zaten, o iki haftada da hiçbir şey yapamadığında anlamıştım tehditlerinin altının boş olduğunu. Yemlemişti kendince beni, o parti evindeki alıkoyma cüretini ihbar etmeyeyim diyeydi hepsi. Hatta belki de hakkımda önemli bir şey ya da birkaç şey öğrendiğini ima etmesi de basit bir blöften ibaretti.
Evet, artık ondan o geceki kadar korkmuyordum.
Yine de bu konuşmayı kabul etmiştim beni zorunda bırakmasa da. Belki onunla tıpkı bana yaptığı gibi biraz alay eder, egosunu kırar ve o yüzündeki kendinden emin ifadeyi dağıtırdım bu konuşmayla. Bir yandan da doğum günü gecemde bana yaşattığı o korku dolu anların bedelini ödetirdim böylelikle.
En çok da o orman yeşili gözlerindeki alevin anbean söndüğünü ve yerini uçuşan soluk gri küllere bıraktığını seyretmek istiyordum.
Sonuçta artık onun bölgesinde değildik, medeni insanların içindeydik ve o pek medeni bir adam olmasa da burada onlardan biri gibi davranmak zorundaydı.
Kelime seçimime vurgu yaparak "Normal olmayan ne?" diye sordu.
"Sana dair her şey."
Gülümseyecek gibi yanakları gerilse de ifadesini bozmadan kehribar rengi alkolden keyifli bir yudum aldı. "Normal olmayan şeylere karşı koyamadığın ilgini düşünürsek bu senin dilinde bir övgüydü," dedi, bu kez üstünlüğün ona geçtiğini belli edercesine.
İtiraz edecek bir şeyler söylemekte tıkanmak üzereydim ki barmen mor kokteyl dolu bardağı önüme bıraktı ve böylelikle rahat bir nefes verdim. Neredeyse lafı yemiş de suspus kalmış gözükecektim, bunun yerine bardağı ellerimin arasına alıp pipetinden yavaş bir yudum içtim. Buraya geldiğimde hep bunu içerdim zaten ama o an sanki ilk kez tadına bakıyormuş kadar ilgiliydim.
Araya boğucu bir sessizlik çökmesin istediğimden "Bu konuşmayı yapmayı neden istedin?" diye sordum, bardağın kenarındaki süsleri izliyordum. Ve aslında bunca zaman sonra neden gelip konuşmak istediğini merak ettiğim için sormuştum.
"Seni tanımak istediğimden bahsetmiştim, bunu seninle konuşmadan yapamam," diye sabırla tane tane açıkladı, sanki bir aptala anlatıyormuş gibiydi.
"Benden şüphelendiğin için mi beni tanıman gerekiyordu?" Pipetle oynarken umursamıyor gibi gözüksem de tam aksiydi, hatta aklım biraz yerinde olmasa art arda sorularla bıktırırdım onu.
"Hayır," dediğinde kaşlarım çatıldı. Birinden şüphelendiysen onu tanımalısın demişti ve ben de daha sonradan defalarca kez o gece olanlar hakkında düşünürken, benim hakkımda öğrendiği o şey her ne ise bu onu şüphelendirdi diye bir çıkarıma varmıştım.
Yaşantısı içinde buyurmaya alışkın biri gibi "Konuşurken bana bak," diye emir verdiğinde kaşlarım daha da çatıldı ama yine de ona baktım. Çenesi kasılmıştı, ne diye sinirlenmişti buna? Hemen sonra sadece yüzüne bakmam tatmin etmemiş olmalı ki "Gözlerime bak," dedi bu kez de.
O söylediği için değil ama emretmesine olan öfkemden gözlerim anında onunkileri buldu. Gözlerimizin buluşmasıyla sanki aramızda soğuk savaş başlamış gibi uzun bir süre öylece bakıştık.
Sonra kendime engel olamayarak bakışlarımı kaçırdım ve kuruyan boğazımı içeceğimden aldığım bir yudumla ıslattım. "O zaman ne için?"
"Bana durmadan soru sormana izin verdiğimi hatırlamıyorum," dedi soğuk bir tavır takınarak. Ona döndüm, irisleri hala üzerime dikiliyken viskisinden ağır ağır bir yudum alıyordu.
"Konuşma denen şey böyle olur, biri sorar diğeri cevaplar," diye öğrettim ona. Çünkü anlaşılan onun bildiği tür konuşmalarda istediğini elde eden tek taraf kendisi oluyordu.
Kristal bardağı tezgâhla buluştururken başını yavaşça aşağı yukarı salladı. "Ben soracağım ve sen de cevaplayacaksın."
"Sorular karşılıklı olur," diye itiraz ettim hemen. "Bu bir sorgu değil."
Ona karşı çıkma girişimime kaşlarını kaldırarak karşılık verdi. "Bunun sıradan akışta bir sohbet olacağını nereden çıkardın?"
Gerilen boynumu kaşıdım ama geri adım atmamakta kararlıydım. "Ancak ben de sorarsam ve sen de cevaplarsan kabul ederim," diye pazarlık yaptım. Tek kaşım havada büründüğüm duruşla, bu söylediğimin aksi olmayacağını belli ettiğimi umuyordum.
Dudağının bir kenarı beni hafife aldığını ayan beyan gösterme niyetiyle yukarı kıvrıldı. "Benimle anlaşma mı yapmaya çalışıyorsun, küçük?"
Cüretkâr bir edayla "Nasıl adlandırmak istersen," diye yanıtladım, ama sesim kısıktı.
Bu tavrım dudağındaki aşağılayıcı kıvrılmanın karanlık bir gülümsemeye dönüşmesine neden olmuştu. "Şeytanla anlaşma yapacaksan ruhunu ortaya koymalısın." Gülüşü silindi. "Senin buna değer bir ruhun var mı?"
Kalp atışlarım hızlanmaya başladığında içimde bir yerlerde var olmaya devam eden o huzursuzluk, bastırdığımı sandığımdan daha çok gün yüzüne çıktı. Yutkunmama engel olamadım, ama yine de dik bakışlarımı ondan çekmemeye direndim. Bu hikayenin şeytanı oydu değil mi? Bense yolunu şaşırmış bir zavallı. Bu yüzden benim ona değer biri olmam gerekiyordu. Bir anlaşma yapılacaksa da ben daha çok ödün veren taraf olmalıydım. Nihayetinde bu hikayede yetersiz, zayıf, korkak biri varsa o bendim.
Böyle mi sanıyordu?
"Seni bu gece buraya, ayağıma kadar getirdiysem, belli ki sandığından daha değerliyim," dedim bir anlık cesaretle.
Ona ve söylediklerine öyle çok odaklanmıştım ki peşimden buraya gelip beni seyredenin o olduğunu unutmuştum. Bir şey almak isteyen ve bu istediği şeye sahip olan da ben olduğuma göre, gücü elinde taşıyan bendim ve ödün vermesi gereken bir taraf varsa bu da kendisiydi.
Cesaretimden ötürü bedenim de huzursuzluğa savaş açmış gibi terlemeye başlamıştı.
Bir anda öne doğru davranarak oturduğum taburenin altını kavradı ve beni hızla kendisine çekti. Şimdi iki bacağının arasında, bacaklarım bacaklarına değerken yoğun bakışları altında hareketsizdim.
Kokusu bu yakınlıktan her şeyi unutturacak kadar baskındı; amber, bergamot, belki biraz baharat... Ayırt edebildiğim bir sürü esans sıraladım zihnimden, etkisinden çıkmaya ve ona odaklanmamaya gayret ediyordum. Ama nafileydi, ona bu kadar yakın olup onu yok saymak ateşte yürüyüp yanmamak kadar imkansızdı.
"Bu küçük başkaldırıların beni yıldırmaz, sadece sana karşı daha çok kışkırtır." Verdiği ılık nefes alnıma çarptı. İrislerinde bir yılanın kıvrılmaya başladığı illüzyon sezdim. "Ve en başından beri kendimi, sana karşı sakin davranmaya ne kadar çok zorladığıma dair hiçbir şey bilmiyorsun."
Sarsıcı itirafı nefesimi keserken ellerimi nereye koyacağımı bilemez halde birbiri üstüne attığım bacaklarımın üzerinde yumruk yaptım.
"Kendi sikik normal şartlarımın altında, o küçük ağzını bana cevap vermek için oynatıyor olmazdın."
Kendimi kaybedip bayılacağımı sandım, ama o buna izin verecek zamanı tanımadan konuşmaya devam etti. "Bir şey istersem onu dilediğim her şekilde alırım. Bu yüzden beni kışkırtmak yerine, düzgünce konuşmayı tercih etmeme ayak uydursan iyi edersin."
Sözlerinin aksine bakışları biraz olsun yumuşadı, ama ben onun beni saran varlığının altında daha da küçülüyordum. Dingin bir tavırla "Yine de cesaretini takdir ettiğimden anlaşma yapma isteğini kabul ediyorum," dedi ve bana nefes alabileceğim kadar alan bırakarak geri çekilip içkisinden bir yudum aldı.
Bende bıraktığı tesiri seyrederken, aynı noktada mimik oynatmadan donmuş kalmıştım. Sadece konuşarak beni bir arabayla üzerimden geçmiş gibi hissettirmişti ve dakikalar önce kazandığımı sandığım cesaretim, bedenimi saniyeler içinde terk etmişti.
Henüz konuşacak dermanım olmadığını fark ettiğinden midir bilmem yeniden söze girdi. "Tek soru, tek cevap. Yalan söylediğini anlarsam sorduğun hiçbir soruya cevap vermem."
Gözlerimi birkaç kez sıkıca yumup açtığımda biraz önce görüntümü örten bulanıklık kayboldu ve genzimdeki sızıyı kuru bir öksürükle bertaraf ettim. İç gıdıklayan dürtümü bastıramayıp ona teslim oldum, bu şeyi devam ettirecektim. "Ben senin doğruyu söylediğini nereden bileceğim?"
"Bilemezsin," dedi basit bir şekilde. "Ama dürüst olacağımı temin ediyorum."
"Bundan önce değil miydin?"
"Yeterince değildim."
"Şu an öylesin?" diye sorguladım.
"Şu an öyleyim, evet," diye yanıtladı.
"Öncesinde neden yeterince dürüst değildin?"
"Kafanı karıştırmam gerekiyordu," dedi, olağan bir durumdan söz ediyordu sanki. "Ve işe yaradı da."
Konuşabilmek için kuruyan dudaklarımı ıslattım. "Neden?"
"Bu soru için."
Zafer elde etmişçesine verdiği cevap anlamam için yeterli olamasa da anlamadığım ortaya çıkmasın diye, bir başka neden sorusu ya da türevlerinden kaçındım.
"Sen başla," dedi şeytan, kim bilir aklından neler geçiriyordu.
Tuzağına düşmemek için o ne söylüyorsa tersini savunma yanlısı olacaktım. Bu yüzden "Bu adil olmaz," diye itiraz ettim. Onunla alakalı adil olan hiçbir şey yoktu ama bu gidişatı değiştirmem gerekmişti.
"Adalet perisi," diye dalga geçti soğuk bir tonlamayla.
"Sporcu ahlakı," diye iğneledim onu, özellikle de onun yoksun olduğunu bildiğim ikinci kelimeme vurgu yaptım.
Saçımın önündeki tutamları geriye sabitlemek için taktığım minik mor tokayı, saçlarımı bozmamaya uğraşarak dikkatle çıkardım. Bu esnada pürdikkat hareketlerimi seyrediyordu.
Çiçekli tokayı biraz havaya fırlatıp avucumun içinde yakaladım ve yumruk yaptığım elimi ortamıza koydum. "Çiçek mi düz mü?"
Yeşil irislerini benimkilerden çekmeden "Çiçek," dedi.
Gözlerimi devirecek olsam da sadece avucumu açtım. Çiçek.
Sormaya o başlayacaktı, ben de o ne soruyorsa aynı yönde ilerleyecek ve onun yaşantısını kurcalayacaktım. Belki—küçük bir ihtimal ama, ona karşı kullanacağım bir koz elde ederdim.
"Eski sevgili saçmalığı yüzünden kendi tatlı canını tehlikeye atacak kadar aptal bir kız olmadığını biliyorum. O gece bunu yapmandaki motivasyon neydi?"
Sorusuna hazırlıksız yakalanmam karşısında, hala onun dizinin dibinde olmak bir kafesteymişim hissiyatı doğurdu ve bundan kaçmak istedim ama öylece kaldım. "Bu şeyin benim özel hayatımı kapsayacağını bilmiyordum," dediğimde rahatsız olduğum her halimden belliydi.
"Ne sanıyordun?" diye sorguladı bardağını doldururken. "Voleybol kariyerinle alakalı bir röportaj gibi mi?"
Ellerim rahatsızca kıpırdanırken, "Hayır ama—" diyecek olduysam da beni böldü.
"Soruma cevap vermedin," diye irdeledi.
Yenilgiyle omzumu silktim. "Sadece emin olmam gerekiyordu."
"Neyden?"
"Bu ikinci soru oluyor," diye uyardım sakince.
"Üstü kapalı sözleri cevap olarak saymıyorum," dediğinde tek kaşımı kaldırdım bu ukala tavrına.
"Beni aldatmadığından," diye yanıtladım sonra, isteksiz çıkan kuru bir sesle.
Bu dediğim onun yüzümü bir süre seyretmesine, dahası gözlerimin ardını okumaya çalışmasına sebep oldu. Fakat kaçmak yerine buna izin verdim. Sebebini mi görmek istiyordu? Bu saatlerce de sürse sadece bakmakla göremezdi.
Havadaki bu garip atmosferi ilk seferi olmayan sorumla bozdum. "Hakkımda neyi öğrendin?"
Bu soruyu yeniden duymak onu etkilemişe benzemiyordu, ama beni ilk sorduğum o ana götürdü. O yatağın üstünde darmadağın halimle, çaresizce ondan cevaplar beklediğim o ana.
"Pek çok şey," demesiyle öfkeyle suratına tokadı çarpacağımı sandım.
Kaşınan avuç içime tırnaklarımı batırdım. "Bu yeterli bir cevap değil."
"Oldukça yeterli." Karşı çıktıktan sonra sanki beni delirtmek istiyor gibi bir uyuşuklukla içkisini yudumladı.
"Hayır, değil!"
Çıkışmam birkaç metre uzaklıktaki bir masada oturan ailenin dikkatini çekti. Ancak o, özellikle de sesimi ona yükseltme cüretimi, sinirli olmayan sert bir sesle uyardı. "O sesini olur olmadık anlarda yükseltme."
Baş ağrısına dönüşen öfkemi bastırmaya çalışma niyetiyle şakaklarımı ovdum. Ona karşı koymak sandığım kadar kolay olmamıştı.
Gergince salladığımın farkına bile varmadığım bacağımı, dizime hafifçe bastırdığı eliyle durdurduğunda şaşkınlıkla elimi şakaklarımdan çektim. "Tatmin edici cevaplar duymak istiyorsan doğru soruyu sorduğundan emin ol," diye öğretti ama tüm odağım bacağımdaki elindeydi.
Derin nefesler alıp vermeye başladığımda elini çekmişti. Ben kendi sorumu yutarken sıra yeniden ona geçti. "İhanete uğramak mı yoksa aptal yerine konmak mı seni daha çok öfkelendirir?"
"Bu ikisi farklı şeyler değil," dedim ters bir sesle. Hala sakinleşmiş değildim. Ama yine de onun bu soruyu sormasının altında derin anlamlar ve cevap doğrultusunda da o derinlikte tespitler çıkacağı hissine kapıldım ve bu beni epeyce savunmasız hissettirdi.
"Birini aptal yerine koymak, arada sevgi ya da güven bağı olmasını gerektirmiyor," diye farkı açıkladı.
Biraz düşündükten sonra "Aptal yerine konmaktan nefret ederim," diye cevapladım. Biraz da onu taşlamak, cehennemde bir krallığın olsa da beni hafife alma demek istemiştim.
Sorma sırası yeniden bana geçince biraz keyif, biraz heyecan yansıdı her halime. "Uğraştığın o iş ne? Geziler, gizemli haller ve belge diye tahmin ettiğim kağıt parçalarını ateşe vermeler vesaire. Bundan söz ediyorum."
"İşimle alakalı soramazsın."
"En başında böyle bir uyarı geçmedin!" Hayrete düşmüştüm. "Anlaşma zırvalığını da bu yüzden kabul ettim."
"Şu an söyledim," dedi, benim aksime çok rahat gözüküyordu.
"Bu hiç adil değil, bunu kabul etmiyorum. Tamam mı?"
"Adil olacağına dair söz vermedim." Dirseğini tezgâha yasladığında odağım asıl meseleden koptu ve pozisyon nedeniyle kabaran kaslarının üzerindeki dövmenin detaylarına kaydı. "Sadece benimle alakalı sormana izin veriyorum."
"İşin de tam olarak seninle alakalı," dedim hala dövmelerine bakarken. Tişörtü kolunun üst kısmını örtüyordu ve dövme karmaşık olduğundan geri kalanı zihnimde tamamlayamıyordum.
"Özel hayatımı kapsamıyor," dediğinde istemeyerek de olsa dövmesinden çektim bakışlarımı ve ona baktım.
"Mızıkçılık yapıyorsun," diyebildim, onunla olan diyalog uzadıkça kafam karışıyordu.
"Öyle çocukça şeyler yapmam." Onu işiyle alakalı bilgi alma konusunda ikna edemeyeceğimi kabullenince çantamı aldım. Kalkacağım esnada bacaklarını birbirine yaklaştırarak beni iyice sıkıştırdı ve üzerime eğildi. "Bitmedi," dedi sert bir fısıltıyla.
"Gideceğim."
"Ben diyene kadar burada oturmaya devam edeceksin." Çantamı elimden alıp tezgâhın kendi tarafına, uzanamayacağım bir noktaya bıraktı. "Anlaşma yaptık, unuttun mu?"
Ellerimi saçlarımdan geçirdim ve onları köklerinden tutup çekiştirmek yerine kollarımı göğsümde topladım. Madem sorumu kabul etmeyip cevaplamamıştı, o halde sorma sırası hala bendeydi.
"En büyük korkun ne?" dedim meydan okuyan bakışlarımın altında. "Ben hiçbir şeyden korkmam gibi cevaplar verirsen bu kez gerçekten gideceğim."
"Önce o tehditkâr tavrından vazgeç, hoşlanmam. Ayrıca sorduğun sorunun cevabını beklemek yerine sabırsızca önyargını dile getirme. Çünkü çizdiğini sandığın imajın aksine bu, seni hırsına yenik düşen zayıf biri olarak göstermekten başka etki yaratmıyor."
Bilmiş tavırlarının beni ne kadar delirttiğini anlamış olmalıydı ki hep böyle cümleler kuruyordu. Sinir bozucu olduğunu bildiğim şekilde karşılık vermeyi uygun buldum. "Senin de yatırım tavsiyelerin bittiyse cevabı alsak?"
"Bu üslupla benden hiçbir şey alamazsın."
Gözlerimi devirdim istemsizce. "Cevabı alabilir miyim rica etsem?"
"Böyle daha iyi," diye yatıştırır tonda onayladı üslubumu, yeniden göz devirmek üzereydim ama yapmadım. Hemen sonra düz bir sesle "Kontrolü kaybetmek," diye yanıtladı.
Dürüst itirafı karşısında diretecek bir şey bulamadım ama durup düşünme ihtiyacıyla kasıldım. O günkü otoriter tavrından sözü geçtiği belliydi. Kontrolü kaybetmek onun için ciddi bir sorun, hatta korkuysa belli ki o küçük çetede—sanırım çeteydi—lider ya da yönetici gibi bir vasfı vardı.
"Cesaret edebiliyorsan sen de aldatma mevzusuna neden bu kadar takıldığını itiraf et," diye dürtülerimi harekete geçirecek bir cümle söyledi. "Edemem diyorsan anlarım ve başka bir soru sorarım."
Bu anlayışlı tavrı oynaması samimi değildi. Benim ona yaptığıma karşılık o da benim zaafımı öğrenmek istiyordu.
Olduğum yere sinmek yerine cevap vermeyi tercih ettim ve çenemi dikleştirdim. "İhanete uğramayı asla affetmem. Bu değer verdiğim insanlarla aramdaki güvenle alakalı."
Dürüsttüm ancak itirafımda asıl nedeni sunacak kadar derine inmemiştim. Sonuçta şeytanla anlaşmada hile yapan tek kişi değildim.
Işığın altında parlayan yeşil gözlerinden birkaç farklı anlam geçti fakat hiçbirini yakalayamadım.
Sıra bana geçince önce "Beni tanıyınca bırakacağını söylemiştin. Bununla kastettiğin neydi?" diye sordum. Ancak cevabını beklemeden önce sorumun içini açmak ve böylelikle vereceği cevabı da detaylandırmak istediğimden devam ettim. "Sonuçta birini karşına alıp sorular sormakla tanıyamazsın."
"Bu kadarıyla kalacağımı sana düşündürten ne?"
Seviyeli tutmaya çalıştığım bir tutumla irdelemeye devam ettim. "İstemediğimi söylesem ne yapacaksın peki? Beni zorla mı konuşturacaksın?"
"Şu an zorla mı konuşturuyorum seni?"
Soruma soruyla cevap vermesinden hoşlanmamıştım. "Pek memnun olduğum da söylenemez."
Elbette altta kalmadı. "Terasta da barda da yanıma gelen sendin. Memnun olmadığın kısım neresiydi?"
"Beni mecbur bıraktın!" Tabii ki mecbur bırakmıştı, bense uymak zorunda kalmıştım ve sonra da bu mecburiyeti lehime çevirmeye çalışmıştım sadece.
Boğazından erkeksi, boğuk bir mırıltı duyuldu. "Nasıl yaptım onu?"
"Arkadaşlarımın yanına gelmekle tehdit ettin beni."
"Onlar gerçek arkadaşların bile değil, ne düşündükleri neden umurunda?"
"Takım arkadaşlarıyız," diye bir şeyler geveledim ağzımın içinde, haklısın diyecek halim yoktu ve aklıma uygun bir bahane gelmedi.
Omzumun üzerinden ileriye bakıyordu. "Şu an fotoğrafımızı çeken de arkadaşın mı?"
Gözlerim şokla yuvalarından fırlayacak oldu, hızla arkama dönecektim ki omzumdan tutup beni kendine bakmaya zorladı. "Bakarsan daha çok şüphe çekersin, bırak iyi bir iş çıkardığını zannetsin."
"Fotoğrafımızı çekti ama?" diye ayak diredim, tutuşu güçlü olmasa öfkeyle kalkıp o masaya gidecektim.
"Arkadaşsınız sonuçta, daha sonra silmesini rica edersin," dedi beni geçiştirmek istercesine. Bu durum elbette ki beni endişelendirdiği kadar onu etkilemiyordu. Hatta değişmeyen tutumuna bakarsak hiç umurunda bile değildi.
Arkadaş olduğumuzu söylememe pişman etti beni, çünkü arkadaş olsak fotoğrafları silmesini rica etmeme kalmadan o her kimse beni gizlice çekiyor olmazdı. Yine de dediği doğruydu, bir hışımla masaya geri dönsem kızlar yanımdaki adamla alakalı sorularla beni bastıracak ve fotoğraf olayı arada kaynayacaktı.
Bu işi sonraya bırakmam gerekiyordu.
Sorusunu sormasını beklerken tanıdık bir sesin "İyi akşamlar," dediğini duydum ve başımı yan tarafa çevirdim. Konuşan Seren'di. Kızların bir kısmı salonun çıkışına giderken diğer kısmı onun yanındaydı.
Bulunduğum pozisyonu bozmadan gözlerimi kıstım. Fotoğrafı çeken o olsun ya da olmasın, ben ona iyi dileklerde bulunmayacaktım. Seren de bunu fark edince dikkatli bakışlarını üzerimden çekti ve yavaş adımlarla diğerlerine yetişti. Hep birlikte çıktıklarında, sanki asıl tehlikenin kanatları altında değilmişim gibi bir rahatlamayla omuzlarım çökmüştü.
"Sana neden böyle davranıyorlar?"
Kastettiği kişileri gayet net anlasam da anlamamış gibi yaptım. "Kimler?"
"Takım arkadaşların," dedi ve duraksayıp ekledi. "Okuldakiler."
"Nasıl davranıyorlarmış bana?" Tıpkı onun yaptığı gibi ben de onun fikrini, kendi sorusunu irdeleyerek öğrenecektim. Sonuçta karşısında aklı başında birini görmek istiyordu, değil mi?
"Onlardan uzak durmaya çalıştığının farkındalar ve bunun için sana alan tanımak yerine üzerine gelmeye devam ediyorlar. Bilmelerine rağmen hoşlanmadığın şeyler yapıyorlar. Soğuk bakışların ve bazen, hatta nadiren, sert sözlerinle karşılık veriyorsun onlara ama çoğu zaman sessiz kalıp ilgilerini kaybetmelerini bekliyorsun."
O iki haftayı boş geçirmeyip beni gözlemlediğini ifade etmenin bir başka yolu olarak hakkımda çıkarıma varmıştı. Bu beni deney altındaki bir fare kadar çaresiz hissettirdi.
Gözlemindeki yanlış tespite karşın kaşlarım küçümsemeyle kalktı. "Onlardan korktuğumu mu düşünüyorsun?"
Şeytani bir tavırla gülümsedi. "Korku eşiğin o kadar düşük değil."
"Peki neden geri duruyorum sence?"
Yüzünü yüzüme yaklaştırdığında alkolün keskin kokusu burnumu sızlattı. Onun her halinde, bakışlarında, sesinde, kokusunda bile ürpertici bir şeyler vardı. Sanki varlığı dünyaya ait değildi, onun biz normal insanlarınkine benzer hisler taşıyabileceğinden bile şüphe ettim.
"Öfkeni görmelerine izin vermiyorsun," diye mırıldandı, alkol müydü sesini uyuşturan yoksa başka bir şey mi emin olamadım. "Çünkü onların senin öfkene dahi değer olduklarını düşünmüyorsun."
Bir şey söylemek için dudaklarımı aralamak üzereyken devam ederek buna engel oldu. "Ama her şeyden önemlisi; ellerini böyle yumruk yapıp sıktığın, bakışlarını diktiğin ve rahatsız olduğunun her halinden belli olduğu o anlarda, içten içe kendini sakin kalmak için telkin ediyorsun. Çünkü öfkenin gerçek boyutundan kendin bile çekiniyorsun."
"Bunu nereden çıkardın?" Kelimeler parça parça duyuldu çünkü nefes nefese kalmıştım, başım dönüyordu, midem bulanıyordu ve yumruk halindeki ellerim kasılmaya başlamıştı.
Düşük desibelli, erkeksi bir kahkaha terk etti dudaklarını. "Senin soluğunda olacağımı söylemiştim," dediğinde dudaklarıma doğru çarptı nefesi. "Eksik söylemişim. Senin zihninin en karanlık noktalarında olacağım ve sadece orada olanları bilmekle de kalmayacağım. Bazen aklına gelen bir fikri sen mi düşündün, yoksa şeytan mı sana fısıldadı ayırt edemeyeceksin bile."
Büyük sözler ediyordu, çok büyük, çok ağır —yıkıcı, yıpratıcı—mahveden türden sözler. Nasıl yapıyordu bunu? Nasıl kendimden bile sakladığım karanlığımı avuçlarının arasına hapsedebiliyordu?
Ve tüm bunlar, başından beri sorduğu sorular neyin nesiydi? Sıradan akışta bir sohbet olmayacağını temin etmişti fakat yine de... Bana son sorduğu sorunun cevabını kendisi, belki de benden de iyi bilerek cevaplamıştı.
En başından beri cevabını bildiği soruları mı soruyordu bana?
Elim giysimin yakalarına gitti ve beni sıktığını hissetmeye başladım, ama saatlerdir üzerimdeyken böyle bir boğuculuk olmamıştı. Nefes almam gerekiyordu. Temiz hava. Sıcak, soğuk—fark etmez, bir şeyler hissetmem gerekiyor. Yanmalı ya da buz tutmalıyım. Temiz hava, hem de dışarısı yeterince soğuk diye geçirdim aklımdan, en hızlı buna ulaşabilirim.
Kalkmaya niyetlendiğimde kolumu tuttu, çekiştirdim derhal. Terasa gitmem gerekiyordu, hemen şimdi. Nesini anlamakta zorlanıyordu?
Kolumdan tutarak beni kendine yaklaştırıp "Sakin ol," diye fısıldadı kulağıma, ama bunu nasıl yapacağıma dair bilgilendirmedi beni.
Kolaysa sen yap, sadece söylemekle olmuyor gibi şeylerle itiraz ettim kafamın içinden ama sesimde can bulamadı bu kelimeler. Bu yüzden hala kolumun üzerinde duran eline, serbest duran elimin tırnaklarını geçirdim. Sesimi çıkaramadım ama bu şekilde tepki verebildim.
Ondan istediğim şeyi anladı mı bilmiyorum, ama elini benden çekmeden içecekler için tezgâha yüklü bir para bıraktı ve kalkıp ayaklandı. Gidecek sanmıştım birkaç saniyeliğine ama beni yanılttı. Yavaşça tabureden indirdi beni ve deri ceketiyle omuzlarımı örttü. Ceketindeki kokusu buram buram ciğerlerime istila ediyordu.
Benim kendi ceketim var, sadece alt katta almışlardı. Bırakırsan gidip geri alabilirim, diye itiraz etmek istedim ama sadece kaşlarım çatıldı.
Çantamı tezgâhtan almış, ben kolları arasındayken adımlarımı asansöre yönlendirmişti. Düğmeye bastığı anda kapılar açıldı ve önce beni içeri soktuktan sonra arkamdan kendisi de kabine girdi. Aynadaki yansımamla yüzleştim o sırada, neredeyse çığlık atacağım sandım ilk anda. Kaşlarım olanları anlamlandırmaya çalışır gibi çatılı, dudaklarım birbirine kenetli ve mavi gözlerim kıyamete tanıklık etmiş kadar çökük, paramparça ve savrulmuş.
Kendimi çoğu zaman böyle görmeye alışkınım ama insanların içinde değil. İnsanların içinde olmaz, insanlar kötü niyetlidir, onlara zaaflarımızı yansıtmamalıyız. "Gülümse Lina, neredeyse nefretin can bulup insan öldürecek," dedi hatıralarımdan bir ses. Yapamıyorum, kaslarımı hareketlendirmeye gücüm yetmiyor diye cevap verdim içimden.
Kendi gözlerimde kaybolmak üzereyken, kolunu oldukça kibar şekilde sardı yanında küçücük kalan bedenime ve yavaş adımlarla restoranın çıkışına yürüdük.
Soğuk rüzgar, kesici hamleleriyle yüzüme çarptığında ayılmış kadar iyi hissettirmişti ve biraz olsun uzaklaştırmıştı beni zihnimin derinlerinden.
O gece beni kaputuna oturttuğu devasa cipe yaklaştığımızda soru dolu bakışlarımla ona döndüm. Dışarıya bir şey yansıtmak istemediğini düşündürten sıcak bir gülümseme şekillendi dudaklarında. "Seni evine bırakacağım, minik kedi," diye bilgilendirdi yatıştırıcı bir sesle.
'Minik kedi' Neden bana böyle söylüyordu? Bazense sadece 'küçük' diye hitap ediyordu, ama bunu genelde sinirli olduğunu düşündüğüm anlarda diyordu. Sonra küçük başkaldırın demişti bir keresinde. Ve de küçük ağzın...
Bir yetmiş boyumla elbette kısa değildim fakat o yine de benden epeyce uzundu, omuzlarına anca ulaşıyordum. Sırf bu yüzden mi beni ve bana dair her şeyi küçük buluyordu?
Yolcu koltuğunun kapısını açtığında araç ve onun arasındayken, ansızın omzumun üzerinden dönüp gözlerine baktım. "Ben küçük değilim," dedim, düşüncelerim dışa vurmuştu.
Anlam veremediğim birkaç şey geçti gözlerinden. "Hmm," diye mırıldandı ama bu itiraz mı kabulleniş mi ayırt edemedim. Beni belimden tutup koltuğa oturttuğunda çantamı da kucağıma bırakmıştı.
"Boyum uzun, ben bir voleybolcuyum," dedim o kapıyı kapatmadan hemen önce.
Saniyeler sonra diğer taraftan dolanarak geçip koltuğa oturdu ve kapıyı kapattı. Aracı çalıştırıp yola koyulduğunda içerisi yavaşça ısınmaya, soğuktan ve yaşananlardan kasılan bedenim gevşemeye başladı.
"Adını bile bilmiyorum ama ikinci kez arabandayım. Bu hiç benlik değil." Kaşlarım çatılıydı ve o bana bakmıyordu, yola odaklanmıştı.
"Adımı söylemiştim."
"Doğru olduğuna inanmıyorum. Belki de ihbarda asılsızlık oluşturmak ve izini gizlemek için söylediğin herhangi bir isimdi."
"Bu isimde başka biri yok."
"Sonuçta uydurmuş olabilirsin," diye söylendim dalgınca.
Yandan bir bakış attı, bu bana saçmaladığımı düşündürtmüştü. "Bir daha benim için yalan söylemek gibi zayıf insan eylemlerini kullanma."
"Ne?"
"Hiçbir zaman yalan söylemeye ihtiyaç duymadım." Kusursuz bir hamleyle birkaç aracın arasından sıyrılıp sola saptı ve trafikten çıktı. "Hatta can sıkıcı derecede dürüst biriyimdir."
Son dediği ikna olmam için yeterliydi, çünkü buna ne şüphe, o sadece can sıkıcı değil aynı zamanda rahatsız edici, bunaltıcı, çarpıcı derecede dürüsttü.
O anda kızlardan birinin—hangisi olduğunu bile görmemiştim—fotoğrafımızı çektiği aklıma düştü. Kim bilir beni ne bekliyordu, yeniden sıkıntı çöktü içime. Düşünceli bir halde "Seninle görülmemem gerekiyordu," diye mırıldandım, daha çok kendi kendime konuşuyordum.
"Neden?"
Ciddi mi diye ona baktım, aniden bakışlarını yoldan alıp bana çevirdiğinde kalbim tekledi. "Seni tanırlarsa bu iyi olmaz. Burası küçük bir yer, her haber hızlı yayılıyor."
"Beni tanımazlar," dedi ve önüne döndü.
"Nasıl yani? Tanınan bir çeten olduğunu sanıyordum," dedim dürüst bir şekilde. Ulaş da onlara ulaşabildiğine göre bu böyle olmalıydı.
Sokak lambaları yüzünü soluk ışıklarıyla bir nebze olsun aydınlatırken güldüğünü seçebildim ve bunu doğrular gibi boğazından erkeksi bir ses duyuldu. Kelime dilinin ucuna ilk kez düşüyormuşçasına "Bir çete," diye mırıldandı, bu söylediğimi yersiz bulmuştu sanırım.
"Tamam, çete değilse, o zaman biri için mi çalışıyorsun? İnsanların kirli işlerini mi yapıyorsun? Kiralık bir ka—" Devamını getirmek yerine sustum, konuştukça kendi kendime korkumu besliyordum.
"Kimse için çalışmam," demekle yetindi.
Bu cevap pek yardımcı olmamıştı ama daha fazla sormaya çekindim, zaten işiyle alakalı sormamı istemiyordu. Araç evimin olduğu sokağa girdiğinde beni kaçırmadığı için rahatlamıştım. Dağbilgin Ormanı yazan tabelanın önünde durdurdu, biraz daha ileriye gidip evimin önünde durmak yerine. Ailem evde olduğu için böylesi daha iyi olmuştu.
Arkaya uzandığında ne yaptığına bakmak istedim ama hemen sonra aldığı şeyi kucağıma bıraktı. Bu şey benim ceketimdi. Çıkmadan onu almış mıydı? Çalışanlardan biri beni görünce ona vermiş olmalıydı, o an bunu fark etmeyecek kadar kendi zihnimde kaybolmuştum.
Üzerimde olduğunu dahi unuttuğum ceketinin varlığı omuzlarıma ağırlık yapmaya başladı ve çıkarıp ona verdiğimde alıp arka koltuğa fırlattı.
Oyalanmadan kapıyı açıp yerden oldukça yüksek araçtan dikkatle indim. Bu gece olan her şeyi hafızamdan silecektim, silemesem de bir daha onunla rastlaşmayacağıma emin olacaktım. Bilmem gerekenleri öğrendiğim ve merakımı bir parça olsun dindirebildiğime göre, artık onu başımdan savabilirdim.
Kapıyı kapatacağım sırada konuşmasıyla kulpu tutan elim durdu.
"Görüşmek üzere minik kedi."
✕
Erez Kozahan'ı da biraz olsun tanımaya başladık. İlk izlenimleriniz nasıl?
Ve sizce Lina'ya sorduğu sorularla neyi öğrenmeye çalışıyor?
|
0% |