@irispage
|
6
ÖFKE
♪ Rage ~ Samantha Margret
Kırıldığı köşeden itibaren boyuna çatlamış olan makyaj aynamın karşısındayken, yüzümün üzerinde duran saç tellerimi elimle başımın gerisine götürdüm. Açığa çıkan tenimin, morgda bir cesedinki kadar beyaz ve solgun duruşunu yadsımamıştım. Yüz hatlarım; burnum, dudaklarım ve kısmen gözlerim de küçük olduğundan, tenim hep en önce göze gelirdi.
Gözaltlarıma çökmüş olan mor halkaları seyrederken beyaz tenimdeki belirgin tek renk olduğunu bir kez daha fark etmek içimi huzursuz ediyor, ama sorun değil, buna zaten uzun süredir aşinayım.
Bir şeye aşina olmak, ona olan hisleri ya da düşünceleri köreltmeye, belki de yok etmeye yetiyor mu?
Birkaç kalp atışı süresince morun ne zamandan beri en sevdiğim renk olduğunu düşündüm. Ancak huzursuzluk etrafımı sarmadan önce, aynadaki yansımamı cevapsız bırakarak sandalyeden kalktım.
Odamın köşesindeki sırt çantamı aldığımda, yatağımın yanındaki komodinin üzerindeki ilaç şişesi çarptı gözüme. Ellerim, omzuma asmaya niyetlendiğim çantamın kalın askısında tereddütle duraksadı. Hafta sonu ilaçlarımı hiç almamıştım, bugün de almasam olur diye geçirdim aklımdan ve fikrimden caymamak adına odamdan çıkıp merdivenleri inmeye başladım.
Alt kata inen merdivenlerin son basamaklarına vardığımda, babam elinde dumanı tüten bir kupayla mutfaktan çıkıyordu. Beni görünce sıcak bir gülümsemeyle gerileyen dudakları, yaş itibariyle kırışmaya başlayan tenini katladı. Günaydınlaşırken gülümsemesine karşılık verdim.
"Kahvaltı hazır," dedi ve kahvesinden cömert bir yudum aldı.
Siyah, ince kayışlı kol saatime göz attım. "Sanırım kahvaltı edecek vaktim yok."
Dışarısı şiddetli yağmurla yıkanmadıkça veya rüzgâr, etrafta ne var ne yok yıkacak kadar hırçın olmadıkça okula her daim yaya giderdim. Bunun rutinine sıkı sıkıya bağlı bir sporcu olmakla alakası yoktu, yalnızca yürümek dengeli düşünmeme yardımcı oluyordu; en çok da yerimde durmama engel olan konularda.
Bu sabah da, güneşli ve kısmen ılık olan havayı kaçırmayacak ve okula giden yolu yürüyecektim. Her zamanki hızımla on beş dakikayı geçmiyordu bu süre.
"Kahveyi yeni demledim, hala tazeyken iç. Seni ben bırakırım, güzel kızım." Kupayı çoktan vestiyerde bulduğu boşluğa bırakmıştı. Lacivert takımının ceketini kollarından geçirdi, vestiyerin boy aynasından bakarken titiz hamlelerle yakalarını düzeltiyordu.
"Olur," diyerek vakit kaybetmeden mutfağa geçtim ve kahveyi içmek yerine termosuma doldurdum. Kahvaltı masası hazır duruyordu ve sandalyesinde oturmadığına göre annem henüz uyanmamıştı.
Babamla birlikte arabaya bindiğimizden beri bir yandan kahvemi yudumluyor, diğer yandan kahvenin acı kokusuyla, iki gün önce bu yolu bir başka adamla dönmenin hatırasını bastırmaya uğraşıyordum.
O gece bana ne yaptığını anlamak için yan etkileri tarafından ele geçirilmemek istemediğim ilaçlarımı almamıştım. Böylece bütün bir hafta sonunu kasvetli düşünceler arasında geçirmiş ve bu yüzden çok az uyku uyuyabilmiştim. Zaten gözümü kapattığım her an, onun bir başka görüntüsüyle yüzleşiyordum. Bazen şeytani gülümsemesi, bazen sert çehresi, bazense dahasını bildiğini vadeden bakışları. Gözlerimi dinlendirmekten dahi kaçınmak zorunda kalmıştım.
Kalabalıkta dilsizi oynardım, kalpsiz gibi davranırdım, bazense orada değilmişim gibi hissettirirdim ancak yalnızken denklem tam tersine dönerdi. Yalnızken kendi kendime konuştuğum anlar olurdu, dünyada kalbi olan tek insanmışım gibi duygularımı yoğun yaşardım, en önemlisi ise yaşadığımı hatırlatır ve hissettirirdim kendime.
Kendimle yüzleştiğim anlarda yıkılacak olmak hiç korkutmazdı beni. Defalarca dağılıp paramparça olmama izin verirdim. Sonra sabahında uyanır, kendimi dağıttım yerlerden toparlar ve dimdik çıkardım insanların karşısında. Bana karşı bir kötülükleri olup olmama ihtimalini değerlendirme gereği hissetmeden herkese karşı temkinli yaklaşırdım.
Bana Buzlar Kraliçesi diyen, soğuk, hatta itici olmakla itham eden insanları haklı çıkaracak yanlarım olduğunu kimi zaman kabul ediyordum; fakat onunlayken kendimi düpedüz bambaşka biri olarak görüyordum. Daha öncesinde kimseyle olmadığı kadar uzun konuşmuştum onunla, hatta konuşmak bir yana dursun ona kendi rızamla gitmiştim. Baskı altında ya da değil, ben gitmiştim ona.
Üstelik arabasına binmiştim, hatta o konuşmalardan sonra bile. Ki Ulaş'la sevgili olduktan sonra dahi ona, arabasında yolculuk edecek kadar güvenebilmem yaklaşık iki aya mal olmuştu.
O gece tek bir damla alkol almama rağmen bir uyuşukluk vardı üzerimde, buğuluydu her şey. Özellikle de beni bana anlatışından sonra çırılçıplak hissetmiştim kendimi, sonra savunma içgüdüm devreye girmişti ve adeta kendimi bulutlar arasına sarmışçasına, etrafımdaki herkes ve her şey puslu bir görüntü almıştı.
Ona dair hiçbir şeyin normal olmadığını söylemiştim. Bu dediğimde fikrim değişmiş değildi fakat kötü yanı, yanındayken bana dair hiçbir şeyin de normaldeki gibi olmamasıydı.
Bir şey vardı onda; insanı savunmasız hissettiren gözlerinde, bir soğuk savaşı sürdüren sözlerinde. Bir şey mutlaka vardı.
Babam, dalgınlığımı fark ettiği için mi bilmiyorum fakat yolculuk sessiz geçti. Sadece ben inmeden önce "İyi dersler," diledi içtenlikle.
"Teşekkür ederim," dedim kapıyı kapatmadan önce ve araç önümden geçip gittiğinde okula giriş kapısına yürümeye başladım.
Normalde ders başlamadan tam beş dakika önce girerdim binadan içeri, bu beş dakika eksik ya da fazla hiçbir zaman oynamazdı. Fakat bugün babam bıraktığı için yol daha kısa sürmüştü ve kol saatim ilk dersin başlamasına on dakika olduğunu gösteriyordu.
İçeriye girmemle bahçedeki öğrenci gruplarının dikkatini çektim, kendi aralarındaki sohbetleri birdenbire sonlanmıştı. Önceleri yaşanan birkaç hadise dışında beni böyle irdeleyici niyetle süzdükleri olmazdı. Ancak bu sabah neredeyse hepsi, senkronize bir şekilde başlarını bana çevirmişlerdi ve meraklı öğrencilerin ilgi odağı haline gelmiştim.
Başımı öne eğmeden doğrudan binaya giriş kapısına yürürken aceleci değildim. Bu anın uzun sürmesinden rahatsızlık duymak bir yana dursun, tek bir bakışı üstüme alınmamış görünüyordum. Elbette hissettiğim bunlar değildi, ancak ne olursa olsun başımı öne eğmeyecektim.
Bina içerisine girdiğimde etrafımı saran ortam sıcaklığı dışında değişen bir şey olmadı, ben de rahatsız edici bakışlar ve fısıltılar altında asansörü beklemek yerine merdivenleri kullanmaya karar verdim.
Üç katı süratle çıktıktan sonra sınıfımın önündeki geniş koridordaki kalabalık, son basamağa geldiğimde duraksamama neden oldu. Destek almak istercesine çantamın askısını sıkı sıkıya kavradım, uykusuzluğumun bahşettiği baş ağrısını kahve bile gidermeye yetmemişken, tüm bunlar besbelli daha da arttıracaktı.
Sınıf kapısına birkaç metre kala durduğumda, etrafımdaki kalabalık açılarak kapının pervazına yaslanmış Berk ve benim için boş, yarım bir daire sundu.
Gelenin kim olduğunu başından beri bilen bakışları, yanında duran arkadaşının üzerinden ayrılıp beni buldu. "Buzlar Kraliçesi nihayet teşrif ettiler," dedi kollarını göğsünde bağlarken, bir bacağını diğerinin önüne atmıştı. "Bu kadar insanı bekletmek tam senlik bir hareketti. İnan bana hiç şaşırmadım."
Onu görmezden gelerek sınıfa gireceğimde kapı, sınıfın içinden birisi tarafından suratıma kapatıldı. Bu durum, arkamda kalan öğrenci kalabalığını güldürmüştü. Omzumun üzerinden Berk'e baktım, kapının kapatılması için işaret veren ondan başkası değildi.
"Beni görmezden gelebilirsin ama herkesi değil, Linacık." Adım ağzında öylesi eğreti duruyordu ki iğrenmeyle suratımı buruşturmama sebep olmuştu.
Bu tepkimi farklı yorumlayıp "Ne o?" derken, alay ettiğini ifade eden kaşları bariz bir hareketle havalandı. "Bizi beğenmedin mi yoksa?"
Onunla aramıza mesafe açmak ve yüz yüze gelebilmek için iki adım geriledim. Sabah sabah bunca gösteriyi neye borçlu olduğuma dair hiçbir fikrim yoktu.
Berk, ellerini çözdü ve doğrulup bana küçük bir adımla yaklaşarak mesafeyi aştı. "Neyse ki artık senin neyi beğendiğini hepimiz gayet iyi biliyoruz. " Alay eder gibi konuşuyor olsa da bakışlarında öfke dışında bir duygu yoktu.
"Ne saçmalıyorsun?" diye sordum, baş ağrım giderek artıyordu ve sesim yorgun çıkmıştı.
"Saçmalamak mı? Sakın bana birazdan da olgun sevdiğini inkâr edeceğini söyleme." Olgun kelimesini vurgulamış ve tükürürcesine söylemişti.
Boş sözlerle günümü mahvetmek ve ilgisini bana bu yoldan göstermeye niyet etmişti. Berk, birinin dikkatini çekmenin en iyi yolunu ona zorbalık yapmak zanneden kalın kafalının biriydi. Bahsettiği kelimenin nereye vardığının bir önemi yoktu onun için—veya bununla beni onlarca akranımın arasında ne kadar küçük düşürdüğünün. Çünkü hiçbir hamlesinin ardını düşünmezdi, üstelik doğru iletişim kurmaktan bihaberdi.
Elimi saçlarımın arasından geçirdim ve yerimde kıpırdanmaya başladım. Bizi dinlerken herkes öylesine sessizdi ki verdiğim gürültülü nefesim duyuldu. "Bitti mi?"
"Yeni başlıyoruz." Dişlerini o kadar çok sıkıyordu ki çene kası belirgince seğirdi.
Gözkapaklarımı örttüm yavaşça, başımda daha büyük bir tehlike varken bir taraftan da bu zorbalıklarla başa çıkmaya çalışmak çok zordu.
Gözlerimi açtığımda telefonu yüzüme sokarcasına yaklaştırmıştı, biraz geriye çektiğinde ekrandaki görüntü netleşti ve o ilk anda kalbim duracak sandım.
Oldukça net seçilen bu fotoğraftaki kişiler, ben ve Erez Kozahan'dan başkası değildi.
Sık nefes alışlarımla göğsüm kabarıp inmeye başladığında, tutunacak yer arama ihtiyacı hissetsem de olduğum noktada dikilmeye devam ettim. Bu fotoğrafın tamamen aklımdan çıkmış olmasına inanamıyordum.
Sırtım kamera açısına dönük olsa da yüzümün sağ tarafı biraz görünüyordu ve bu bile o bar taburesinde oturanı tanımaya yetiyordu. Karşımda oturan adam ise bana çevirdiği bütün bir vücudu ve yüzüyle oldukça net fark ediliyordu.
Telefonu yüzümün hizasında hafifçe sallarken "Kim bu?" diye sorguladı. Benden bir cevap alamayınca da telefon ekranını koridordaki öğrencilere çevirdi. Fakat hepsinin fotoğrafı çoktan gördüğüne şüphem yoktu, her şey şimdi rayına oturmaya başlıyordu. "Siz tanıyor musunuz arkadaşlar?"
Kalabalıktan olumsuzluk ifade eden kelimeler ve mırıldanmalar yükseldi. O an Erez Kozahan'ın anılarımdaki sesi kalabalığın gürültüsünü bastırdı ve kulaklarımda yer edindi. "Beni tanımazlar."
Bunda haklıydı ve haklı olması bir bakıma iyiydi fakat beni tanıyorlardı. Ve haliyle tüm bu yük de benim omuzlarıma çökecekti.
"Ben de tanımıyorum ama her kimse sikimde bile değil." Telefonunu formasının cebine tıkıştırırken bana döndü. "Hem belki böylesi onlarca vardır Buzlar Kraliçesi'nin takıldığı!"
Berk gerek gür sesli çıkışıyla, gerek seçtiği kelimelerle bana karşı biriktirdiği nefretini kusuyordu. En başından beri bana duyduğu şeyin sevgi olmadığının bilincindeydim, fakat bunun bu denli bir nefrete dönüşeceğini kestirememiştim.
Bir insanın gözü kör hırsı, bir başkasında içi kor hasarlar bırakabiliyor.
Herkesin duyabileceği şekilde "Bu doğru değil!" diye itiraz ettim hiddetle. Bu direnişim kendimde bulduğum gücün son damlalarıydı belki de.
"Yoksa gerçeklerin açığa çıkmasından hoşlanmadın mı?" diye karşılık verdi o da. "Ayrıca bunca zaman hepimiz seni yanlış tanımışız. Sen buzlar kraliçesi değil, ateşler kraliçesiymişsin!"
Bu nefret dolu sözlerden kaçınmak ister gibi aramıza birkaç santimlik mesafe koydum, fakat bu onun aşağılık sözlerinin önünü kesmeye yetmedi.
"Hatta belki de ateşe eriyen zavallı bir buz parçası!" Kendini onaylar şekilde delirmişçesine başını salladı. "Evet, evet. Bu tanım sana daha çok uydu."
Giderek daha da iğrenç bir hal alan sözlerini "Kes sesini!" diyerek bastırmaya çabaladım, fakat o beni duymuyordu bile.
Bunu hak etmiyordum, onu reddettiğim için bütün bu aşağılamayı hak etmiyordum. Bir başka adamla her ne şartta olursa olsun oturmam, konuşmam benden başkasını ilgilendirmiyordu. Eğer memnun değilsem de bu yalnızca benim meselemdi, hayatımda bir hiç kadar yeri olmayan kişilerin değil.
Başından beri ettiği kötü, bayağı sözler yetmemiş gibi bir yenisi gözünü hırs bürümüşken ekledi. "Başından beri anlam vermekte zorlanıyordum, ama işte şimdi her şey anlaşılıyor." Gözlerini kıstı. "Demek ki beni bu herifle sürttüğün için reddettin."
Genelde tepkim mimiklerimden anlaşılır, kelimelere dökme zahmetine dahi girmem. Sınırlarımı zorlayan, benden kötü de olsa bir tepki, en azından bir belirti almaya çabalayanları amacına ulaştırmam. Çünkü böyle öğrendim. Düzeltiyorum; böyle öğrenmek zorundaydım. Ancak şimdilerde sabrım tükendiğinden ötürü mü yoksa sabah ilaçlarımı almamanın talihsizliğinden midir bilmiyorum ama, koridorda yankılanacak şiddetteki tokadım Berk'in yanağında patladı.
Öyle ki avuç için sızım sızım sızlamaya başladı ve çıkan tok sesin ardından gelen şaşkınlık nidalarıyla herkes sessizliğe büründü.
Sessizlik iyidir. Ciddiyim. Bazen dipsiz bir okyanus şekli alıp sizi içine çeker, boğar, yok etmeye çabalar; ancak yine de insanların kendini bilmez sözlerini işitmekten pekâlâ daha iyidir.
Dudaklarımda şekillenen gülümsemeye mani olamadım.
Berk, gülümsemem onu daha da delirtmiş olmalı ki öfkeli bir boğa hırsıyla üzerime atıldı. Kaçınmama gerek kalmadan, koridorun başındaki bir öğretmenin yaklaşan sesi onu durdurmuştu. "Neler oluyor burada? Dağılın! Geç yavrum sınıfına." Birkaç saniye sonra orta yaşlardaki kadın öğretmenin, öğrenci kalabalığını yararak bize yaklaştığını gördüm. "Siz ikiniz! Kapının önünde dikilmiş ne yapıyorsunuz?"
Temiz, ütülü kıyafetleri, abartılı olmayan fakat özenle yapılmış günlük makyajı ile tam olarak bu özel liseye ait görünüyordu. Hışımla yürüyüşünden dolayı, maşayla kıvırdığı sarı saçları oval suratının iki yanında yele misali salınıyordu. Yanımıza vardığında azarlamaya niyetlenerek aralanan dudakları, Berk'i görmesiyle kapandı. Biraz öncesinde koridorda yankılanan sesi bir parça yumuşadı ve beraberinde de uyarıyla çatılan kavisli kaşları düzeldi. "Ders başlıyor Berk, sen de sınıfına geç hadi."
Elini kızaran yanağına koyan Berk, öğretmene bakmıyordu bile. 'Bittin sen' dedi dudaklarını oynatarak ve omzuma sertçe çarparak uzaklaştı.
Öfkemi bütünüyle olamasa da bir kısmıyla yansıtmak bile rahatlamış hissetmeme yardımcı olmuştu. Tepki göstermek o kadar da kötü bir şey değilmiş, diye düşünmeden edemedim.
Derse geçmek yerine koridorun sonundaki lavaboya geçtim, içeride olanlardan bihaber iki kız vardı. Onlar aynadan kendilerini kontrol ederken ben de kabinlerden birine girip kapıyı kilitledim. Sanırım biraz yalnız kalmaya ihtiyacım vardı.
Dakikalar sonra kapının açılıp kapanma sesini işittim, içerisi hala sessiz olduğuna göre kızlar çıkmış olmalıydı. Gerginliğim giderken omuzlarım çöktü, ilk dersi ekecektim.
Hesap edemediğim bir süreyi geride bıraktığımızda telefonuma gelen mesajla irkildim. Biraz önce olanların kulağına gitmiş olma ihtimali ne derece mümkündü?
Telefonu çıkarıp gelen mesaja bakana dek bir sürü ihtimal geçti aklımdan ancak hiçbiri doğrulanmadı. Ki mesaj aslında hiç beklemediğim birindendi.
Ulaş: Konuşmamız lazım.
Bir süre inanamadığımdan mesajda yazana bakakalmıştım. Haftalardır kaç kez ondan haber almayı denemiş olsam da bir kez olsun geri dönüş sağlamamışken, şimdi bu da neyin nesi oluyordu?
Aslında onun bana yaptığı gibi karşılık verip görmezden gelmek istedim fakat bu konuşmayı ondan önce benim yapmam gerekiyordu. Doğru düzgün vedalaşamamıştık bile ve hala ona sormak istediklerim vardı.
Lina: Bugün?
Ulaş: Olur. Okul çıkışında, her zamanki kafede.
Lina: Tamam.
Lavabodan çıktığımda teneffüs olmuştu, fakat neyse ki koridordaki kişi sayısı sabah olduğundan çok daha azdı. Sınıfa girdiğimde birkaç kişi kendi aralarında benim hakkımda, duyacağımı bildikleri şekilde konuştular fakat kulak asmadım.
Geri kalan dersleri tamamlamak havasız kalmaktan farksız hissettirmişti. Yalnızca bir kez, öğle molasında yemekhaneye inmek için çıkmıştım sınıftan. Onda da Berk'le denkleşmemiştim. Belki de daha büyük bir rezaletle benden intikam almayı planlıyordu ancak en azından bugün olmaması bile yeterliydi.
Son ders biter bitmez çantamı toplayıp okuldan çıkmıştım. Bugün olmasa da en yakın tarihte o fotoğrafı çekip yayan kimse bulacaktım. Sadece o değil, Berk de bu yaptığına fena halde pişman olacaktı.
Ulaş'la birlikte olduğumuz dönemde sıklıkla, benim okuluma yürüme mesafesinde olan bir kafede buluşurduk. Bazense ben onun üniversitesinin yakınlarına giderdim.
Ulaş benden sadece iki yaş büyüktü ve diş fakültesinde öğrenciydi. Onunla bir arkadaşımız vasıtasıyla tanışmıştık.
Kafeden içeri girdiğimde etrafta onu aramama gerek kalmadı, zaten içerideki dört kişiden biri de oydu. Masanın başına geldiğimde doğruca oturmak yerine beni fark etmesini bekledim.
Başını telefonundan kaldırdı ve söze nasıl gireceğini bilemiyormuş gibi bir süre sessiz kalsa da "Merhaba," dedi.
"Uzun zaman oldu," diye mırıldandım karşısındaki sandalyeye otururken.
Telefonunu cebine atarken "Öyle oldu," dedi kuru bir sesle.
"İyi görünüyorsun," dedim samimiyetle. Benim aksime. Dağılmış, yıpranmış, mücadele etmek zorunda kalmış ve yapayalnız kalmış gibi değil de sadece iyi görünüyordu.
Bunu bir iltifat olarak almak yerine konuyu değiştirdi. Aynı şekilde karşılık veremeyeceğindendi belki de. "Sipariş için seni bekledim."
"Bir şey almayacağım, teşekkürler."
İtiraz edecek olsa da yüzümün aldığı mesafeli hal onu durdurdu. "Pekâlâ." Sıkıntılıyla nefes verdi. "Aramalarına karşılık vermediğim için üzgünüm."
"Önemli değil," dedim sakince. Bir zamanlar önemliydi aslında, ama artık aşinasıyım. Alışkanlık kazanmak hisleri köreltiyor olmalı.
Başını belli belirsiz salladı. "Yine de konuşma teklifimi kabul ettin, teşekkür ederim."
"Ne hakkında konuşmak istiyordun?" diye girdim konuya. Yeterince samimi hissettirmeyen sözcüklerle vakit kaybetmek doğru bir fikir değildi. Bir bakıma da geçmişte bıraktığım ne varsa orada kalsınlar istiyordum. Doğru olan buydu. Geçmişimde kalan bir insan mevcut zamanımdan çalamazdı.
Bu tavrıma bozulmuş gibi kaşları kalkıp indiyse de duruşunu düzeltirken hızla ifadesini de sildi. "Konuya nasıl gireceğimi bilmiyorum ama..." Elini ensesinde gezdirdi. "Hatta bunu söylemeye hakkım da yok."
"Söyleyebilirsin," diye rahatlattım onu.
Kahverengi gözleri yüzümü bulduğu anda "O adamla görülmüşsün," dedi, sanki üzerine düşününce bunu söylemekten vazgeçecekti.
Duyduklarım kaşlarımın ortasına bir çukur kazdı. Cümlenin öznesini çok iyi bilmeme rağmen "Kim?" diye sorguladım.
"Erez Kozahan."
Üzerine gelmekte olan çığı kışkırtmamak isteyen bir insanın tedbirini giyen sesiyle getirdiği isim karşısında suskundum. Her şeyi başlatan, aslında en başa dönersek, her şeyi sonlandıran o isim.
Haftalardır cevabını bekleyen sorum ben düşünmeden ağzımdan çıktı. "Onu nereden tanıyorsun?"
Elini ensesine götürüp bakışlarını kaçırdı, kahverengi saçlarını karıştırmaya yeltense de benle göz teması kurduğunda yanlış bir şey yapmış gibi elini çekti. Anlamamı istiyordu ancak geri çekilmesine gerek olmadan onun bu jestiyle strese girdiğini anladım. Her ne zaman bir durumdan, olaydan veya konuşmaktan kaçınacak olsa, geliştirdiği bu alışkanlığı istese de yenemiyordu.
"Nereden tanıdığım önemli değil, diyeceklerime odaklan."
Başımdan geçenlerin kaynağı olan, Ulaş'ın onu neden ve nereden tanıdığı bilgisini öğrenmek için direteceğim bir şeyler dillendireceğimde benden önce davrandı.
"Bunu söylemeye hakkım olmadığını söyleyeceksin ve bunda sana katılıyorum da. Sonuçta biz ayrılalı bir ay oluyor. Arkadaş kalmadığımızı da biliyorum fakat bugün bunu duyduğumda—" Gürültülü bir nefes verdi, hal ve tavırları aceleciydi. "Seni uyarmak zorundaydım, anladın mı?"
"Ne konuda?" dedim neredeyse sinirli bir üslupla. Onun da bildiği üzere, bu bir bakıma 'Ne zamandan beri umurundayım?' demekti.
"Şu an bana öfkeli olduğunu biliyorum, ama söylediklerime güven lütfen. Bir zamanlar nasıl bana güvenebildiysen, şimdi de iyiliğin için konuştuğuma güven."
Güven, güven, güven... Güven diye bir şey yok ki. Hiç var olmadı. Bir zamanlar var mıydı sahiden de? Kalbimin yanılsamasıydı sadece, gerçek bir duygu bile değildi nihayetinde.
Bütün bir hayatım boyunca ilk kez ailemden olmayan birine, sana güvenen hatalı kalbim adına üzgünüm.
Duygulara yer yok, duygular insanın ayağına takılan çelmelerdir. Duygusal bir insan yolun ne kadarını yarılayabilir ki? Birini sevmekle, ona güvenmekle ne kadar ilerlenebilir?
Kalbine tıka basa sığdırdığı her duygu günün birinde nefrete dönüşecekse eğer, bir hevesle o yola neden çıkar insan?
Daha çok kaybedebilmek içinse şayet, dahasıyla birlikte kendimi de kaybetmiştim.
"Ulaş—" diye susturmak istedim onu. Boğazımda gittikçe büyüyen bir yumru vardı. Gözyaşlarımı geri göndermeye çabaladım bir müddet.
"Son kez Lina, son kez dinle beni," diye yalvardı.
Devam edeceğinde masaya bıraktığım telefonumun titreşmesiyle ekranı açıldı. Erez Kozahan arıyor...
Ulaş ekrana bakmak üzereyken kaçırırcasına telefonu elime aldım. Arama çoktan sonlanmış olsa da saniyeler sonra ise ismi mesaj kutuma düştü.
O gün beni adının gerçek olduğuna inandırdıktan sonra, tüm gece ismini aratmıştım internet sitelerinde, ulaşabildiğim her yerde. Hiçbir şey yoktu. Ne bir haber sitesinde hakkında yazılmış birkaç satıra rastladım ne de fotoğrafına. Aklıma gelen her kombinasyonu denesem de adına açılmış herhangi bir sosyal medya hesabı da bulamamıştım. Bir hayalet gibiydi internet ağında. Bu beni ismi konusunda yeniden şüphelendirse de fırsatını bulabilirsem, numarası üzerinden araştırmak için ismini kaydetmiştim.
Erez Kozahan: Neden yanlış bir şeyler yapmak üzereymişsin gibi hissediyorum?
Paranoyak bakışlarımı kafenin içerisinde gezdirmeye başladım, ancak içeriye girdiğimde olan kişiler aynen duruyordu. Tatlı tezgâhının arkasında bıkkın bir suratla kahve siparişi hazırlayan önlüklü, genç yaşlarda bir kız vardı. Başka kimseyi göremedim etrafta.
Ulaş'ın "Ne oluyor?" sorusunu duymazdan geldim ve parmaklarım klavyede hızla gezindi.
Lina: Burada mısın?
Erez Kozahan: Neredesin de bunu sordun?
Bilmezden geliyordu, ona inanmadım.
Lina: Dışarıda mısın?
Erez Kozahan: Gergin soruların yanlış şeyler yaptığını doğruluyor.
Lina: Beni izlediğini biliyorum.
Ulaş bir şeyler söyleyip dikkatimi çekmeye çalışıyordu fakat ne dediğini duymuyordum bile, tüm dikkatim ekrana gelecek bir sonraki mesajdaydı.
Erez Kozahan: Ve buna rağmen yapmaman gereken şeyler yapıyorsun.
Erez Kozahan: Belki de sınırları aşan cesaretini cezalandırmanın zamanı gelmiştir.
Bir süre ekrana bakakaldım.
Erez Kozahan: O masadan kalk.
"Her şey yolunda mı, Lina? Rengin attı," dedi Ulaş tedirgince. Bir ona bir mesaja baktım. Ne ara sipariş ettiğini bilmediğim bir bardak suyu önüme bıraktı. "Biraz su iç istersen."
Bu fikre yanaşıp suya uzanan elimi, ansızın gelen bildirim duraklattı.
Erez Kozahan: Hemen.
Ne yaptığımı bilmeden ayaklanırken "Üzgünüm," dedim alelade. "Gitmem gerekiyor."
"Sorun ne?" Benimle birlikte ayağa kalktığında gerçekten endişeli gözüküyordu. "Yardımcı olabilirim."
Onu şüphelendirmemek adına aklıma gelen ilk şeyi söyledim. "Randevu saatime geç kaldım."
"Arabayla bırakabilirim."
"Hiç gerek yok," dedim çantamı takarken. "Başka zaman konuşuruz, olur mu?"
Bir anda gelişen aceleci tavrıma şaşırsa da başını sallamak zorunda kaldı. Gergince dikilen omuzları yenilgiyle düşmüştü. "Peki... Tamam."
Arkamı döndüm ve şüpheli gözükmeyecek hızda yürüdüm kafenin çıkışına. Dışarıda hava rüzgârlıydı ve güneş batmak üzereydi. Kafe düz bir arazide konumlanıyordu, etraftaki salaş bir pub ve iki ayrı butiğe rağmen burası ıssız sayılırdı. Bu yüzden dikkatle baksam onu bulabilirim sandım, lakin bunda sonucun başarısız olduğunu kabullenmem dakikalarımı aldı.
Erez Kozahan: Orada boşuna vakit kaybetme. Ancak göndereceğim adrese gelirsen beni bulursun.
Terasta ve barda yanına gittim diye bundan sonra her istediğinde ona gideceğimi mi sanıyordu? O akşam etrafta hem tanıdığım insanlar hem de başkaları olmasına güvendiğim ve bazı amaçlarım olduğu için kabul etmiştim. Şimdi bunu nasıl söylüyordu, kafayı mı yemişti?
Lina: Geleceğimi düşünüyorsan delirmiş olmalısın.
Erez Kozahan: Hala aklım yerinde olduğu için şanslısın. Yarın akşam 8'de hazır ol.
Ekran kapanana dek gözlerimi mesajdan alamadım. Başımı kaldırdığımda gerginliğim yüzünden bilinçsizce bulunduğum yerden uzaklaştığımın yeni farkına varıyordum. Neyse ki ters yönde değil, evimin olduğu yokuşun başındaydım.
Geleceğimden öyle çok emindi ki beni de derhal ona gideceğime dair kendimden şüphe ettirmişti. Nasıl bir belaya bulaşmıştım ben?
Benden şüphelendiğini kabul etmemişti ve sebep bu değilse aklıma uygun başka bir şey gelmiyordu. Onun bu denli ilgisini kazanacak ne öğrenmiş olabilirdi hakkımda?
Eve giden yol boyunca bütün bir hayatım gözlerimin önünden film şeridi misali akıp gitti. Belleğimde yer edinen bilgilerin hiçbirinde, onun gibi bir adamın tutunacağı türden bir kayıt yoktu. Neticede voleybolla ilgilenmek dışında fazla bir aktivitem, doğru düzgün bir arkadaş çevrem de yoktu. Başkalarını aracı kılıp benimle bağ kurabileceği kimse yoktu.
O an aklıma geride bıraktığım eski erkek arkadaşım geldi. O gece Ulaş'a soyadıyla hitap etmişti, yani onu ben söylemeden önce de tanıyordu. Bunu daha önce düşünmüştüm fakat Ulaş'ı, kendi birliğine—ya da nasıl adlandırıyorlarsa, oraya dahil olduğu için tanıdığı kanısına varmıştım. Şayet öyleyse Ulaş neden beni onunla alakalı uyarmak istiyordu? Erez Kozahan'dan bahsederken neden bu kadar tedirgindi? Adını bile kısık bir sesle, dili ateşe değmişçesine söylemişti.
Peki ya o? O neden beni Ulaş'la görmekten memnun olmamıştı? Onun bana söyleyeceklerinden mi çekiniyordu? Bu düşünce mantıklı gelmeyince kaşlarım çatıldı, o herhangi bir şeyden çekinecek bir adama benzemiyordu.
Ulaş'ı iyi tanıyordum, diş hekimliği ikinci sınıf öğrencisiydi ve yasal olmayan hiçbir şeyle işi olmazdı. Öyle ki üniversite için alacağı kitapları diğer arkadaşları kopya bastırırken o orijinal baskıları almayı tercih etmişti. Hak hukuk konularını bu denli ciddiye alırken, illegal bir örgüte katılmış olması mümkün müydü?
Saniyeler içinde onlarca ihtimal geçirdim aklımdan, hiçbiri beni mutlak doğruya götürmedi. Yerine oturmayan taşlar vardı. Bir fikirde karar kılıyordum, sonra hemen onu çürütecek başka bir tanesi geliyordu aklıma.
Peki ya o, kafamda yarattığım profilde bir adam değilse? Ya bunca zaman onu gerçek bir şeytan kadar kötü kabul eden bensem? Aslında sandığım kadar tehlikeli bir adam değilse?
Anılarımdan birinde Erez Kozahan, beni dikkatle seyrederken başını yana eğdi. 'Burada yargı benim.'
Bir başka görüntüde, gri duman dağılarak ürkütücü çehresini açığa çıkardı. 'Öldürürüz,' diyordu tereddüt etmeden. 'Böylece her şeyi unutur.'
Buz kadar soğuk hissettiren sesiyle, her şeyi bir kâbus olarak kabul etmek isteyen bana 'Gerçek,' diyerek karşı çıkıyordu. Fakat ben çoktan kendimi kaybetmiştim. 'Aklını yitirmene sebep olacak kadar gerçek.'
Adımlarımın yavaşlamasının aksine nefes alış verişim hızlandı. Az önce geliştirdiğim, onun kötü bir adam olmayacağı fikrim delilikti.
Bu kez tüm bir akışa ters olarak yeterince kötü olmayan bir anı zihnimi kurcaladı. Ölmeyeceğime dair söz veriyordu bana. 'Bu zamana kadar bir ölüydün, bundan sonra yaşayacaksın ve bu benim sayemde olacak.'
Daha yakın tarihteki bir zaman diliminde, ortak nefesi soluyacağımız kadar yakınken, kendisini bana karşı sakin davranmaya ne kadar çok zorladığından bahsediyordu.
Neden bana karşı sakin davranmak zorundaydı? Onun gibi gücü ayakları altında ezen bir adamı, benim için farklı davranmak zorunda bırakan neydi?
Tüm bu anların peş peşe gelmesiyle başıma dayanılmaz bir ağrı saplandı, az kalsın yenilgiyle yolun ortasına çökecektim. Evin sokağında olduğumu fark ettiğimdeyse aceleci adımlarla evin önüne yürümeye başladım.
Eve girer girmez kapıyı kapattım ve birkaç kez kilitledim. Kapının sırtında yere çöktüğümde bir harabeden farksızdım. Ancak kafam o kadar çok karışmıştı ki ağlamıyordum bile.
Dakikalar sonra zihnimi okuduğunu sandığım bir mesajla kafamı daha da karıştırdı.
Erez Kozahan: Ulaşabileceğin tek gerçek benim, Lina Sezer. Doğruyu yanlış insanlarda arama.
✕
Yıldızı doldurmayı unutmayalımm ☆ Kitaplarımla alakalı soru/cevap yapabilmemiz için tumblr hesabı açtım, ayrıca karakterler ve bölümlerle ilgili görselleri de orada paylaşıyorum. Hepinizi beklerim. Tumblr: withiris
|
0% |