Yeni Üyelik
9.
Bölüm

7. KATRAN

@irispage

 

 

 

 

7

 

 

 

 

KATRAN

 

 

 

 

 

i could be your goddess - Cashforgold

 

Hayatta tutunabileceğiniz tek bir dalınız dahi yoksa sıfır noktasından başlamak için doğru zamanı beklemeniz gerekmez, şanslısınız. Kayıplarınız ve kazançlarınız eş değerde tartılıyorsa yalnızca herhangi bir insansınız demektir, bu da pek kötü sayılmaz. Ancak tüm varlığınız tek bir kazanç hırsıyla kayba dönüşüyorsa tamamen battınız, sıfırla çarpılamayacak kadar eksidesiniz.

 

Tam da o noktadayken denklemi hiç olmazsa sıfıra eşitleme niyetiyle atacağınız her bir hamle hayati önemdedir. Ya biraz olsun o felaketten burnunuzu çıkarma fırsatı yakalarsınız ya da daha da dibe batarsınız ve son. Oyun bitti. Tek cana sahip bir beşer olarak sonunuzu getirdiniz.

 

Taksi, ormanlık alanda karanlığı ön farlarıyla yarıp geçerken, su damlalarıyla bezenmiş camdan dışarıyı seyrediyorum. Akşam vakti olduğundan gökyüzü karanlık, çok değil bir saat kadar önce yeryüzünü yıkamak istercesine yağan yağmur nedeniyle asfalt yol ve yemyeşil bitkiler hâlâ ıslak. Dağbilgin Ormanı ise her zamankinden daha da ürkütücü. Yağmur ona yakışıyor, ancak akşam vaktinde burada bulunup ormandaki tüm yırtıcılar inlerinden çıkmaya hazırlanıyorlar hissine kapılmamak elde değil.

 

Ve ben, bu ormanın en tehlikeli yırtıcısına gidiyorum.

 

Yeniden.

 

Bu kez herhangi bir baskı altında kalmadan. Bile isteye.

 

Onun bana taktığı gülünç 'minik kedi' lakabının aksine, bir insan olduğumdan dokuz canım yok ve ben o bir canımın sınırlarını da epey zorluyorum.

 

Bana o mesajı attığı günün ertesinde, Bursa'da olan voleybol maçımız süresince tam bir faciaydım. Maçın ilk dakikaları fena gitmiyordum, fakat ikinci setin ortasından itibaren dengem hepten alt üst olmuştu. Devamındaki setlerde bir türlü kendimi oyuna veremediğimden ötürü, maçın hırslı ve mücadeleci ruh haline bürünememiştim ve bu performansımın hızla dibe vurmasına neden olmuştu.

 

Hatta bana geldiğini görmeme rağmen, hızına yetişemediğim bir seferde topu suratımın ortasına yemiştim.

 

Seren, takım kaptanı olarak gidişatımın kötüye döndüğünü fark ettiği andan itibaren set arasında takımdakileri kendi aralarında yeniden koordine etmişti. Böylelikle son setlerde pozisyonumu korumaya devam ederken, aslında orada yoktum da. Seren, bu hamlesiyle teknik olarak beni oyunun içindeyken oyun dışında bırakmıştı. Ve bu profesyonel kurtarışı sayesinde kaybettiğim dört sayıya rağmen, küçük bir puan farkıyla takımımız kazanmıştı.

 

Maç sonrası okulun ayarladığı otobüs ile İzmir'e dönüş yolumuzda, kızlar açtıkları son ses müzikle dans ederek eğlenirken ben Seren'den azar işitmekle geçirmiştim. Aslında o konuşuyordu ve ben de camdan dışarıyı seyrederken o mesajı düşünüyordum. Yine de sesi müziği bile bastırarak ara sıra dalgınlığımdan sıyrılmama sebep olmuştu.

 

Otobüs, on beş dakika süreyle yalnızca bir kez ara verdikten sonra, ben de yerimi kızlardan biriyle değiştirmiştim. Yol devamında başımı geriye yaslayıp gözlerimi kapatmıştım, ama ne kadar denesem de tek bir an dahi uykuya dalamamıştım.

 

Telefonumun ekranını açtım, saat 20.21. Erez Kozahan, daha erken bir saatte gelmemi istemişti ve ben henüz yolun yarısındaydım. Bu durumu nasıl karşılar emin değildim ancak bu kez isteyerek geç kalmamıştım. Babam hali hazırda yurtdışı uçuşundaydı, annemin de gece mesaisi için evden çıkmasını beklemem gerekmişti.

 

Canımı değil de onun geç kalmama olan tepkisini düşünmem hiç normal değildi, şu anki durumuma bakılırsa ben de pek sağlıklı bir ruh halinde değildim.

 

Dakikalar sonra araç durduğunda, kırklarındaki esmer taksici dikiz aynasından bana baktı. "Geldik."

 

Ürkek bakışlarımla camdan dışarıyı inceledim, hava puslu ve karanlık olduğundan çevreyi ayırt etmek pek mümkün değildi. "Burası olduğuna emin misiniz?" diye sordum.

 

"Adres burayı gösteriyor," diye onayladı.

 

"Ama etrafta hiçbir şey yok," dedim neredeyse ağlamaklı bir halde. Hayır, hayır. Henüz varmışken pişmanlık hissedemezsin.

 

Bana gönderdiği adres dışında başka hiçbir mesaj daha atmamıştı. Ben de o gece gittiğim üç katlı, havuzlu eve çağırdığını zannetmiştim. Hatta belki o geceki gibi başka birileri de olur ve onunla baş başa konuşmak zorunda olmam sanmıştım. Oysaki insanları geçtim, burada bir ev hatta kulübe bile yoktu!

 

"Adres doğru hanımefendi. Yine de geri dönmek isterseniz—"

 

"Hayır, ineceğim," diye böldüm onu çabucak. Cümlesini tamamlasa pes edip kabul edecektim.

 

Çantamdan güç bela arayıp cüzdanımı buldum ve taksimetrede yazan ücreti ödeyip araçtan indim. Bir adım ne ileriye ne geriye atıyordum ve her an her yerden bir saldırı gelebilirmiş gibi etrafı kolaçan ediyordum.

 

Taksi, geri dönüp gittiğinde ortamdaki kayda değer tek ışık kaynağından da olmuştum. Dikkat çekip hedef olmamak için başta tereddütte kalsam da telefonumdan feneri açtım. Yolun kenarında dikilmeye devam ediyordum hala. Bu akşam saatinde beni çağırdığı yer bir hiçliğin ortası mıydı? Benimle dalga geçiyor olabilir miydi?

 

İleride bir ışık huzmesi yakaladığımda, kuşkulu bir tavırla gidebildiğim kadar gittim ağaçların arasında. Aynı yerde kalmak yardımcı olmuyordu.

 

"Taksiciyi göndermemeliydim," diye söylendim kendi kendime. Fena halde aptallık etmiştim. En azından bir şey bulamazsam onunla geri dönerdim. Oysa şu anda bir başka taksi çağırsam burayı tarif edemezdim bile. Nasıl anlatacaktım? Ağaçlar, çiçekler, bitkiler ve biraz daha ağaçlar var mı diyecektim?

 

Islak toprak ve bitki kokusu harmanlanarak rüzgârla birlikte etrafımı sardı ve deri ceketimi uçuşturarak ince kazağımı açığa çıkardı. Hiç olmazsa hava biraz ılıktı. En azından soğuktan ölmeyeceğim.

 

Biraz daha ilerledim, sık ağaçların arasında seçebildiğim kadarıyla bir ev bulunuyordu. Evin etrafındaki aydınlatma olmasa, karanlıkta kamufle olan siyah yapıyı fark etmem mümkün değildi.

 

Şayet bir kaçkın gibi ormanda yaşamıyorsa, konumda kastettiği yer buradan başkası olamazdı.

 

Çamurlu patika yolda bata çıka ilerleyerek, evin geniş bahçesine girmeden ağaçların sonlandığı yerde durdum. Terk edilmiş kiliseyi andıran ev üç katlıydı, ancak o geceki parti evine benzer şekilde devasa uzunlukta bir yapı değildi. Dik bir açıyla yükselen çatı katı, alttaki iki katın yarısı kadar sayılmazdı. Taş ve ahşapla inşa edilmiş mimaride hâkim renk siyahken, evin gövdesi yemyeşil sarmaşıkların cazibesiyle sarılıyordu.

 

Bir şey bulma umuduyla karşımdaki mistik yapıyı incelemeye devam ediyordum. Orta kattaki geniş ve yüksek pencerelerin aksine, alt kat için nispeten daha düşük ölçülerde pencereler takılmıştı. Ahşap bölmeli camların arkasındaki ışık, evin içini görmeye yetmese de içeride birilerinin olduğunu ortaya çıkarıyordu.

 

Karanlıkta kalan kısımda park edilmiş halde birkaç araba ve bir motosiklet de evin içerisinin kalabalık olduğunu işaret ediyordu.

 

Rahatlama ve daha da gerilme arasında bir kararsızlıkla eve biraz daha yaklaştım. "Bunu yapabilirim," diye sesli bir şekilde telkin ediyordum kendimi. "Hiç olmazsa güvencem var."

 

Eve yaklaştıkça müziğin sesini duymaya başlamıştım, iki kanatlı ahşap kapının bir kanadı açıldığında far görmüş tavşan refleksiyle donakaldım. Kalbim ağzımda atıyordu.

 

Tanıdık bir yüz göreceğimi zannederken benim yaşlarımda bir çocuk çıktı kapının önüne. Gri kotunun arka cebinden aceleci hareketlerle bir şey ararken homurdanıyordu. Nihayetinde çabası sonuç bulduğunda, çıkardığı şeyin sigara paketi olduğunu fark ettim. İç gıdıklayıcı rüzgâra rağmen üzerinde soluk siyah bir tişört vardı sadece. Tişört, rüzgârın hamleleriyle ikinci bir deri misali gövdesine sarılıyor, hemen sonra dalgalanarak bollaşıyordu. Kısmen zayıf bir bedeni vardı.

 

Bir dalı dudaklarının arasında sabitledi, paketin içinden çıkardığı çakmakla ucunu alevlendireceği sırada beni gördü ve eli havada kaldı. Kahverengi düzensiz kaşları çatıldı, gözlerini kıstı ve yüzümü seyretti çok kısa bir süre. Bir şey söyleyeceğini beklerken nefesimi tutmuştum, ancak o sadece sigarasını yaktı ve yanakları, çektiği derin nefesle içeriye çökerken, bakışlarını ormanın ilerisine dikti.

 

Beni görmezden geliyordu. Fakat kimdi o?

 

Kapıyı açtığından beri müziğin sesi biraz daha duyuluyordu, ancak yine de yüksek sesli değildi. Dışarıya dağılarak ormanın uğultusuna karışan parça, hareketli olmadığından ötürü içeride dans eden kimse yoktu. Daha doğrusu uzun koridorda biri yere çömelmiş, diğeri duvara yaslanmış iki kişi vardı sadece. Onların da ilgisi bende değildi.

 

"Ben, sanırım buraya davet edildim." Ağzımdan çıkan cümlenin tezatlığıyla yüzümü buruşturdum. Sanırım da ne demek oluyordu? Çocuk beni eve sokmayıp kovsa haklıydı.

 

Ancak cevap vermedi, duymamış da olabilirdi. Bu yüzden basamaklara az kala durdum ve başımı ona kaldırırken daha geçerli bir neden sundum. "Beni Erez Kozahan çağırdı."

 

İsmi duymasıyla ışık hızıyla gözlerini üzerime çevirdi, ürkütücü bir dikkatle yüzümü seyrederken sessizliğini korudu.

 

Ya konuşamıyorsa?

 

Basitçe seninle konuşmak istemiyor da olabilir, diye hatırlattım kendime. Yine de "Yanlış mı geldim?" diye sormadan edemedim. Tamam, konuşmak istemiyor olmasına saygı duyarım, ancak en azından bir mimik veya baş hareketiyle kendini ifade edebilirdi.

 

"İçeriye girmemde bir sakınca var mı?" dedim bu kez, yavaşça sinirlenmeye başlıyordum. Ona sormuştum çünkü ev sahibi olabilirdi, bilmiyorum. Yanlış gelmişsem girmeme gerek kalmadan öğrenmeliydim.

 

"Davet aldıysan ne diye bana soruyorsun?" dedi ters ters. Sanki bir iki kelime de olsa konuşmasına neden oldum diye beni her an boğacakmış gibiydi.

 

Bir bakıma haklıydı, ancak ben de adresten tam emin olamamıştım, yoksa ondan izin alacak değildim. Yine de en azından yanlış gelmediğimin onayı almıştım nihayetinde, bu yüzden onu es geçerek içeri girdim.

 

Eve girer girmez de iç dizaynın kasvetli atmosferi tarafından ele geçirildim. Dış cepheden daha da ürkütücüydü belki de. Kapalı kapı kanadının arkasında konumlanan vestiyerin üst kısmında tek bir ceket asılıydı, alt kısmında da iki kapaklı bir dolap yer edinmişti. Sağdaki siyah duvara farklı boyutlarda birkaç karakalem çizimi asılıydı. Üst köşelerindeki çivilerden bir tanesinin düşüp gerisinde bir oyuk bıraktığı altın çerçevelerden biri aşağı doğru eğikti.

 

Mavi gözlerim duvar boyunca aşağıya kaydığında yere tünemiş kızla göz göze geldim ve olduğum yerde titredim. Varlığını unutmuştum ve onu bir anda görmek, evi incelediğim sürede yalnız olmadığımı hatırlatıp beni ürkütmüştü. Dışarıdayken yanında gördüğüm adam, şimdi ortalıkta yoktu.

 

Kıza tereddütle bakarken eğreti bir gülümseme şekillendi hafif dolgun, yuvarlak dudaklarımda. Bomboş bakan gözler dışında herhangi bir tepki alamadığımda, kaçar adımlarla ondan uzaklaştım ve koridorun ortalarına gelinceye kadar da durmadım.

 

Uçurumun kenarına gelmiş gibi parmak uçlarımda bir anda duraksamıştım. Solda kapısız, duvar açıklığında geniş bölmeden içerisinin mutfak olduğunu görmüştüm, ancak dahası için incelemedim. Çünkü asıl olay sağ taraftaydı. Yüksek tavanlı salon, epeyce geniş olduğundan içerideki kalabalığa rağmen dolu gözükmüyordu. Bu iyi mi kötü mü bilemedim çünkü daha çok dikkat çekmem olasıydı.

 

Burası da mutfak kısmı gibi kapısız olduğundan, biraz daha yaklaştığımda içeriyi inceleme fırsatım olmuştu. Rustik tarzda dekore edilen salonun giriş kısmının karşısında, camın önünde köşeleri ağaçtan oyma gibi gözüken uzun bir yemek masası vardı. Masanın etrafındaki sandalyelerde üç kişi oturuyor ve bilgisayar ekranından bir şeye yoğun bir dikkatle bakarken, kendi aralarında sakince tartışıyorlardı.

 

Tavandan sarkan avize, görkemli olmasına rağmen içeriyi aydınlatma konusunda yetersizdi, ancak orta sehpaya dizilen içki şişelerini, çerez tabaklarını ve çoğu kullanılmış bardakları görebilmiştim. Sehpanın arka tarafında kalan uzun koltuk doluydu. Hatta bir iki kişi koltuk kolçaklarında bir bacağını yaslayarak oturmuşlardı.

 

Benim gibi ayakta dikilenler de vardı, ellerindeki içecekleri yudumlarken kimisi kahkahalarla sohbet ediyor, kimisi yerinde salınarak şarkıya eşlik ediyordu.

 

Görünmez sandım kendimi, tek bir çift göz olsun yakalamamıştım bana dönen. Belki koridorda ve karanlık tarafta durduğumdan fark etmemişlerdi beni, ancak yine de imkân verememiştim buna. Her şey çok garipti. Her şey.

 

Hem birbirlerinden bağımsız, hem de çok uyumluydu her biri. Bütün bir ortama garip kalan da yalnızca bendim aslında.

 

Ne için, daha doğrusu kim için geldiğimi unutmuştum. Ancak bunca kişinin arasında o yoktu. Nasıl olur? Zar zor da olsa doğru geldiğimi teyit etmiştim üstelik.

 

Bir kilik sesi işittiğimde ritmi artan şarkıdan geldiğini sandım, ancak sonra "Siktir!" diyen sesin sahibine döndüğümde, elinde bir silah tuttuğunu fark ettim. Ayakta duruyordu. "Felaket bir parçaymış!" diyerek avuçları arasındaki silahı meraklı gözlerle inceliyor, bir yandan da koltukta oturan arkadaşlarına gösteriyordu.

 

"Belamın sikilmesine değdi," dedi kaba sesli bir adam. Tekli deri koltuğa genişçe yayılmıştı, orta yaşlardaydı ve vücudunun açıkta kalan her kısmında, hatta kalın kaşının üstünde de bilmediğim bir tür uzun namlulu silah dövmesi vardı.

 

Ondan görece daha genç bir adam "Ödül mü bekliyorsun yavşak?" dedi ve masaya uzanıp çerezlerden birini ağzına atıp çiğnemeye başladı.

 

İkinci bir çerez için uzandığında, dövmeli adamın botunu sertçe dirseğine geçirmesiyle inleyerek kolunu çekmişti. Fiziksel zarar vermek yetmemiş gibi bir de "Kıskanç velet," diye homurdandı adam.

 

Diğer eliyle kolunu ovuşturan genç "Bir sonraki toplantıda aramızdaki bunakları eleme teklifini sunacağım," diye söyleniyordu. Birkaç kişi buna gülerken, lafını ettiği adam ise duymazdan geldi.

 

Ayakta silahı incelemeye devam eden kişi, iki eliyle kavradığı silahı koltuğun kenarında oturan bir kızın alnının tam ortasına hedefledi. "Üçten geriye say, kıvırcık," dedi genişçe sırıtırken.

 

Korkuyla yutkunurken gözlerim büyüdü. Ancak kız, göğsünde topladığı kolları ve dik oturuşuyla yerinden kıpırdamazken, benim aksime alnına tutulan silahtan biraz olsun etkilenmiş durmuyordu. "Bire gelmeden kurşunları boğazından aşağı boşaltmış olurum," dedi sakince.

 

Açık renkli düşük bel bir kot, omuzlarını açıkta bırakan asimetrik kesim triko kazakla çevresine yaydığı enerji, soğuk bakışlarının aksine sıcaktı. Simsiyah kıvırcık saçları, geniş fakat biçimli burnu, dolgun dudakları ve kahve teniyle o tam bir melezdi. Eğer onu görmemiş olsam, aksansız Türkçesi sayesinde bir yabancı olduğunu anlamazdım.

 

Yenilgiyle silahı indiren adam "Seninle de eğlenilmiyor, Sylvia," diye homurdandı. Silahın emniyetini açtığını düşündüğüm hızlı hareketiyle birlikte, olası bir tehlike ortadan kaybolmuşçasına rahatladım.

 

Masadaki laptoptan başını kaldırıp doğrulan orta boylu adam "O ergen nereye kayboldu?" diye seslendi etraftaki herkese. Kaşları çatılıydı.

 

Odanın diğer tarafındaki esmer bir kadın "Küstürdün çocuğu," diye yanıtladı. Kırklarının başındaki zayıf bedeni hala diri ve güçlü gözüküyordu. Kendine sürahiden bir bardak su doldururken başını kınayan bir tavırla iki yana salladı.

 

"Dik kafalıları terbiye etmenin en iyi yolu o koca kafalarını biraz ezmektir," diyen adam öfkeli görünüyordu ya da bütünüyle doğal tavrı öyleydi. Kalın boynunu saran yara izleri, esmer teninden daha açık renkli olduğundan, ölçekli harita çizgileri gibi derisine yayılmışlardı. Ürkütücü görünümüne asıl sebep olan durum ise, bu izlerin geçmişini kafada tasarlamaktan kaynaklanıyordu.

 

"Sadece öğrenme aşamasında bir toy olduğunu unutma. Ona biraz şans tanı," dedi sandalyedeki gözlüklü adam. Pürdikkat laptop ekranına bakarken, parmaklarının seri hareketiyle klavyeyi tuşladığından ötürü konuşanın o olduğunu geç fark etmiştim.

 

Gücenmiş gözükerek "Bana kimse şans tanımamıştı," dedi adam.

 

"Sen çok daha beterdin ve onun aksine söz de dinlemezdin," dedi esmer kadın. Suyunu yarıladıktan sonra bardakta kalanı olduğu gibi adama fırlattı.

 

Adam, yüzünü elinin tersiyle sıyırırken gizlemeye gerek duymadan ağzından sert bir küfür firar etti. "Bu ne içindi?"

 

Basitçe "Ayılman için," dedi kadın.

 

Beklediğimin tersine ikisi de mevzuyu büyütmedi ve aralarında herhangi bir kavga çıkmadı. Anlam vermeye çalışırken kaşlarım çatıldı, aslında biraz da şaşkınlıkla. Hepsi hem sıkı birer dost hem de sağlam düşmanlara benziyorlardı. Birbirlerini uzun zamandır tanıdıklarına şüphem yoktu.

 

Biri arkadan kolumun kenarına çarptığında, irkilerek salona doğru geriledim. Elinde tepsiyle içeriye giren kız, bana bakma zahmetine bile girmeden neşeyle salonun ortasına ilerledi.

 

Tepsinin üzerinde farklı tip ve boyutlarda bir deste bıçak vardı.

 

"Elbette ilk ben seçeceğim, çünkü kırk dakikadır mutfakta bunları bileme ve temizleme işini yapıyordum." Oval tepsinin kenarıyla sehpanın üzerindekileri iteleyerek açtığı boşluğa dikkatle tepsiyi koydu. Çoktan birine göz koymuş gibi kalın kabzası işlemeli olan bıçağı eline aldı ve ışığa doğru kaldırdı. "Şuna bakın! Elime bu kadar çok yakışacağını biliyordum."

 

"Dakikalardır içeride provasını yaptığındandır," dedi ilk kez konuşan bir adam ve göz ucuyla incelediği bıçaklardan birini aldı. Ağırlığını parmakları ucunda tarttıktan sonra uygun bulmuş olmalı ki, emniyetin parmağının kenarıyla kapatıp cebine soktu.

 

Devamını izlemeye dayanamayarak geri geri ilerledim ve botlarımın çarptığı yerle duraksadım. Merdivenlerin basamağına çarpmıştım. Elimle kazağımın yakalarını çekiştirdim, son kez etrafa bakınırken daha önce hiç tatmadığım garip hislerle cebelleşiyordum.

 

Her şey yolunda gözüküyordu, fakat hiçbir şey yolunda değildi.

 

Kaçma ihtiyacıyla, daha fazla düşünmeden üst kata giden merdivenleri hızla çıkmaya başladım, ahşap merdiven botumun kalın tabanıyla her buluştuğunda gıcırdıyor ve huylandırıcı bir gürültü çıkarıyordu.

 

Üst kata geldiğimde soluk soluğa kalmıştım ama yorulduğumdan dolayı değildi, delicesine korktuğum için sanki gizlenmeme yardımcı olabilirmiş gibi nefesimi tutmuştum. Ancak elbette ki hiçbirinin bana göz ucuyla dahi bakmamasında etken olan neden bu değildi. Sanki varlığım onların açısından görünmezdi. Salona son giren kızın nezaket gösterip özür dilemesini beklemiyordum; ancak dönüp kime çarptığına bakacak kadar bile önemsememişti.

 

Tepede topladığım topuzdan kaçıp terleyen alnıma yapışan saçlarımı, avuç içlerimle bastırarak geriye ittim. İçerideki ısı, dışarıdaki havadan sadece birkaç derecede fark edecek kadar fazlaydı, ama ben çoktan kazağım ve ceketimin içinde su gibi olmuştum.

 

Gördüklerim de neydi öyle? Nasıl bir yere gelmiştim ben? Kimdi onlar?

 

Her şey nasıl hem bu kadar gerçekçi hissettirirken hem de bir o kadar yanılsama gibi gelebilirdi?

 

Karanlık koridorun başındaki kapısı açık lavabonun sarı ışığı, koridoru bir nebze aydınlatıyordu. İçeride kimsenin olmadığından emin olduğumda, kendime gelme niyetiyle koşar adımlarla lavaboya geçip kapıyı kapattım. Ne olur ne olmaz kilitlemiştim.

 

Evdeki koyu renge eş olarak lavabonun yer yer boyası sökülmüş duvarları siyahtı. Bir köşede duşakabin, diğerinde klozet vardı. İkisinin ortasında kalan kısımda, duvarın tepesindeki küçük pencereden rüzgârın uğultusu geliyor ve baykuş ötüşü mistik bir yankı yapıyordu.

 

Sesler tarafından hipnotize olmak üzereyken kendime gelme isteğiyle başımı salladım ve lavaboya döndüm. Bir ayna bulmayı beklerken boş duvarla karşılaşmıştım. Burnumdan sert bir soluk verdim, detaylar üzerinde durmamam gerekiyordu.

 

Altın işlemeli eski tip musluğu açtığımda, buz gibi su dökülmeye başladı titreyen avuçlarıma. Suyu ardı ardına birkaç kez, kızardığını bildiğim yüzümle buluşturdum. Sonra ateşe tutulmuş gibi yanan ensemi ıslattım. Bir an önce içinde bulunduğum buhrandan çıkmam gerekiyordu.

 

Üst katta hiç kimse yoktu ama o muhakkak bu evde bir yerde olmalıydı. Sonuçta beni buraya çağıran kendisiydi. Gerçekleri öne sürmüştü beni buraya getirebilmek için. Başarmıştı da. Beni buraya getiren yalın bir merak duygusu değildi, Ulaş'ın her zaman görmeye alışkın olduğum o sakin ifadesinin ilk kez öylesi bir endişeyle sarmalanmasıydı. Beni her şeyden çok tedirgin eden buydu. Kafedeki hali geldi gözümün önüne. Her zaman beni yatıştıran, öfkemi dizginlemeye çabalayan, iyi şeylerden bahseden, motive eden hep o olmuştu. Fakat aylardır tanıdığım o kişi bu kez bana iyi gelmiyor, gelemiyor. Güven veren bakışları artık ürkek, sıcak tebessümü yok, bir felaketi dillendirmeye hazır gibi oturuşu beni de huzursuz ederken ağzından bu kez hiç olumlu sözler çıkmıyor.

 

Yanlış yoldasın diyor mantığım, adeta dile gelip geri dönmem konusunda beni uyarıyor. Aşinası olduğum şeyler artık yok, hayatımdaki o insan da artık yok ve dolayısıyla bir zamanlar onun sayesinde edindiğim arkadaş çevrem de onunla birlikte hayatımdan silindi. Her şey ve herkes tamamen değişti.

 

Alışkanlıklarımın dışına çıkan biri olmadım hiçbir zaman, fakat son birkaç haftadır eylemlerimin sorumlusu ben değilim sanki. Çerçevenin dışından kendime bir yabancı gözüyle bakarken neredeyse kınayan bir tutumla ben olsam böyle yapmam diye geçiyor aklımdan. Yapmaz-dım.

 

Neden buradayım?

 

Beni bu noktaya kadar sürükleyen şey delilik değilse ne? Kendimi mantıklı bir açıklamam olduğuna ikna etmiştim evden çıkmadan evvel, şimdiyse mantık sınırlarına yakın hiçbir işaret yok.

 

Yere çöküp kollarımı bacaklarıma sardığımı henüz fark ediyorum. Başımı dirseğimin arasına gömdüğüm boşluktan kaldırdığımda, tepedeki ampul bir saniyeliğine titreyerek düşük ışık salınımı yapıp düzeliyor. Sanki her şey beni daha da huzursuz etmeye yemin etmiş gibi.

 

Lavaboya tutunarak ayaklarımın üzerinde doğruldum, su hala akmaya devam ediyordu. Savunma içgüdüsüyle olduğum yerde küçülürken kapatmayı unutmuş olmalıydım.

 

Musluğu çevirip kapatmadan önce ceketimin iç cebindeki küçük ilaç kutusunu çıkardım ve farklı boyutlarda iki hapı dilimin üstüne koydum. Avuçlarıma dolan suyu içerken boğazımın ne kadar kuruduğunu henüz fark ediyordum.

 

Birkaç derin nefes alıp vermeyle kendimi sakinleştirdiğimde, kilidi çevirip kapıyı biraz aralamıştım. Artık müzik sesi gelmiyordu ve göründüğü kadarıyla bu katta hala kimse yoktu.

 

Cesaretimi toplayıp koridora attığım bir adımla lavabodan çıktım ben de. Alt kata inecek ve her neredeyse onu bulacaktım. Bulamazsam da oradakilere sorardım. İçlerinden biri de olsa cevaplardı illa ki.

 

Bir yarım dönüşle alt kata giden basamakları, olması gereken inme süresinden fazla uzattım. Elim tırabzan boyunca aşağı kayarken dış kapı kapalıydı ve karanlık koridor sessizdi.

 

Salona açılan duvar boşluğunun önünde durduğumda aklımı yitirdim sandım. Gözkapaklarımı sıkıca yumdum, birkaç kez açıp kapattığımda değişen hiçbir şey olmadı.

 

Hiç kimse yoktu.

 

Hiç kimse.

 

Biraz önce salona dağılmış kadın-erkek karışık gruplardan hiçbiri yoktu. Buradaydılar; eğleniyor, tartışıyorlar ve bir şeyler yiyip içiyorlardı. Hepsinin yüzünü çıplak gözlerle görmüştüm. Sesleri neredeyse hala kulağımdaydı. Ancak onlar yoktu.

 

Her bir detayı hatırlıyordum. Arayan gözlerle salonu incelemeye başladım. Masanın üzerindeki laptop artık orada değildi ve etrafındaki sandalyeler düzenle yerleştirilmişti. Biraz önce zar zor sığdıkları uzun siyah koltukta kimse yoktu. Tıka basa dolu olan sehpanın üzerinde tek bir şey bırakmamışlardı, bir ufak çöp tanesi dahi yoktu göze çarpan.

 

Başka bir iz bulma ihtiyacıyla biraz daha ilerledim. Karşıda, iki pencerenin ortasındaki duvarı tamamen kaplayan devasa kitaplığın raflarında bir silah ya da bıçak bırakmışlardır diye baktım; ancak raflarda zaten başından beri kitaplar dışında bir eşya yoktu.

 

Salon, henüz temizlenmiş kadar temizdi ve her şey yerli yerindeydi. Göze batan tek bir uyumsuzluk zerresi yoktu.

 

Başım dönmeye başladığında koşarak salonun sağ ucundaki pencereye vardım, avuç içlerimi cama yaslayıp dışarıya bakındım. Geldiğimde bahçeye park edilmiş araçlardan tek biri bile yerinde değildi.

 

Ormanın ürkütücü derinlikleri, rüzgârla salınan ağaçlar ve tepedeki bulanık görünümlü ay dışında bir hareketlenme aradıysam da bulamadım.

 

Beş dakikayı çok geçmemişti lavaboda harcadığım vakit, girip çıktığım saate bakmamıştım fakat aşağı yukarı bu kadar sürmüştü. En fazla on dakika, ama kesinlikle daha fazlası değil. Buna eminim.

 

Yalnızca on dakikada kadar bir sürede nasıl izlerini tamamen silebildiler?

 

"Bu mümkün değil," diyordum, dehşete kapılmıştım. Geri geri gitmeye başladığımda kot pantolonumun çevrelediği bacaklarımı bir sıcaklık sardı. Şöminenin önündeydim. İçine dizilmiş iri odunların çevresi kömürden griye dönerken ateş patladı ve bir kor parçası ayaklarımın dibine uçtu.

 

Bir nokta kadar olan kor zerresinin tahta zeminde sönmesini seyrederken kulaklarım uğulduyordu. Alnımdan terler boşalmaya başladığında ellerim benden bağımsız ceketimi buldu, bir çırpıda üzerimden çıkarttığımda omuzlarımdan düşüp yeri boylamıştı.

 

Midemin katlanıp sıkıldığını hissetmeye başladığımda düşüncelerimi kontrol edemiyor, hissettiklerimle başa çıkamıyordum. Karnıma sert bir ağrı saplandı, huzursuzluk baş gösterdi ve odunların birbirlerine bağlandığı tepede yükselen alevler, gözbebeklerimi kırmızı turuncu ışık oyunlarıyla kamaştırdı.

 

Avuç içlerimi, basınçla tıkanan kulaklarıma bastırdım. Fakat gözlerimi yumacak cesareti bulamadım kendimde.

 

Saniyeler sonra bir el, kulağıma dayadığım elimi çekmek için bileğime sarıldığında boğuk bir çığlık kulaklarıma doldu, bu benim korku dolu çığlığımdı.

 

Dibine kadar girdiğim şömineye sırtımı döndüğümde kocaman açtığım gözlerim, bu gece burada olmamın asıl nedenini buldu.

 

Erez Kozahan, bana bir metre kadar uzaklıkta, capcanlı karşımda dikiliyordu.

 

"Ne... ne yapıyorsun?" diye sorabildim zar zor. Başka bir sürü şey geçti aklımdan, onlarca soru ama kelimeler düzene girdiğinde, bedenim gibi titreyen sesimde bir tek bu cümle can buldu.

 

"Beni duymuyordun," dedi sakince. Kızıl ateşin aydınlattığı açık tenli yüzü ifadesizdi.

 

Kaşlarım derince çatıldı, duymayı beklediğim cevap bu değildi. Elimi neden kulağımdan çekmeye yeltendiğini açıklıyordu sadece, neden başından beri bana bunları yaşattığını değil.

 

"Nasıl oldu bu?" Sorumu tatmin edici bir cevap için yetersiz bulacaktı muhtemelen, bu doğrultuda da kısa bir cevapla yetinecek ya da susacaktı. Ancak beklemediğim bir şey yaptı ve bana biraz yaklaşarak aramızdaki mesafeyi azalttı.

 

Yakınlığını görmezden gelerek "Herkes nerede?" diye sordum.

 

"Kimler?"

 

"Tanımıyorum," dedim ve çıkış yolu bulmuş gibi bir umutla ekledim. "Ama sen onları biliyor olmalısın."

 

"Gittiler," demekle kaldı.

 

"Nasıl?"

 

Ucu açık soruma elbette bir başka soruyla karşılık verdi. "Neden bahsediyorsun?" Başını hafifçe yana eğdi, buz mavisi gözlerimin derinliklerine daldı.

 

"Buraya ilk geldiğimde hepsi buradaydı." Yutkundum. "Lavaboya çıkıp geri geldiğimdeyse hiçbiri yoktu. Onlara dair tek bir iz bile yoktu. On dakikadan fazla geçmediğine eminim. Bu nasıl mümkün olabilir?"

 

Anlattığım onca şeye karşın gözlerini kıstı dikkatle, konuşmadı.

 

Kesik kesik nefesler alırken "Cevap ver," diye direttim. Ondan daha fazla uzaklaşamazdım, bacaklarım zaten ateşe yakınlığımdan neredeyse yanıyordu. "Sadece on dakika içinde çıktılar mı?"

 

"Öyle olmuş olmalı," diye mırıldandı, düşünceli bir hali tavrı vardı. Esasında bana cevap vermiyor, kafasının içinde bambaşka şeyler geçiriyordu sanki.

 

"Olmalı? Nasıl tam olarak bilmiyorsun?" diye yükseldi sesim korkuyla. Ardından en başından beri onun başka bir yerde olabilme ihtimali düştü zihnime, üst katı aramamıştım ama belki de buraya yeni geliyordu. "Neredeydin?"

 

"Buradaydım."

 

"Hayır," döküldü kuruyan dudaklarımdan. "Burada seni aradım, yoktun. Hatta üst kata çıkma sebebim lavaboya gitmek değildi..." Gördüklerimden kaçmaktı ve "seni arıyordum."

 

"Başından beri buradaydım, küçük," dedi başını doğrulturken. "Burası benim evim."

 

Benim evim. Ev. Burası onun evi. Ben bu akşam, bu ormana ve karanlığa rağmen ikinci kez ona geldim. Dahası bu kez direkt evine geldim, şeytanın inine.

 

"O zaman—" Durdum, gözlerim ortamızda bir noktaya saplandı. "Nasıl bilmiyorsun ne zaman çıktıklarını?"

 

"Sorun ne?" diye sorduğunda uyuşukça başımı kaldırdım.

 

"On dakikada çıktılar, üstelik kalabalık bir grup olmalarına rağmen tek bir—" diye anlatırken beni böldü, ona bakıyordum ama gözlerim dalgındı.

 

"Sorun ne, Lina?"

 

Tekrarladığı soruyla dalgınlığımdan sıyrıldım ve gözlerinin içine bu kez daha net bakmaya başladım. Kaşlarım çatıldı cevaplarken. "Anlattım."

 

"Asıl sorunun ne olduğunu soruyorum. Buraya geldiğimde iyi görünmüyordun, sana seslendim ama duymadın." Biraz daha yaklaştığında aramızda santimler kalmıştı. "Onlar mı korkuttu seni? Yalnız kalmak ya da karanlık mı yoksa?"

 

"Hayır," diye reddettim her birini. Kafam allak bullaktı. Sonra bir anda zihnim açıldı ve beni dımdızlak yakalayan hiddetimle nefesim kesildi. "Sen... sen bunu..."

 

Buna nasıl cesaret edebiliyordu? Savunma mekanizmamı kendine has sert hamleleriyle kırıyor, geri dönüşü olmasın diye kökünü eziyordu. O gece beni konuşturması da zaaflarımı öğrenmek için miydi? Besbelli beni savunmasız bırakmak içindi hepsi.

 

Sımsıkı bir yumruğa dönüşen elime uzandığında, alelacele kendimi kenara atarak ondan uzaklaştım. "Dokunma bana! Sakın!"

 

Ellerini, temkinli bir yavaşlıkla omuzları hizasında havaya kaldırdı. "Dokunmuyorum... Sakin."

 

Yenilgiyle omuzlarım çökerken "Neden yaptın?" diye sordum. Daha fazla mücadele edecek takatim kalmamıştı.

 

Ellerini indirdi, aramıza koyduğum mesafeyi aşmıyordu. "Neyi?"

 

"Aklımla oynadın," dedim fısıltıya dönüşen sesimle. Paramparçaydım. Bitkin hissediyordum ve bunun yaşadığım adrenalinle uzaktan yakından bir ilgisi yoktu.

 

Düz kaşları çatıldığında ışığın ulaşamadığı yerler, kırışan teninin çukurlarını gölgeyle doldurdu. "Neden böyle düşünüyorsun?"

 

"Beni savunmasız bırakmak için yaptın." İç çektim, ağlamayacağımı biliyordum fakat boğazımda yer edinen ısrarcı yumru ve acıyan gözlerim beni yanıltmaya hazırdı.

 

"Seni savunmasız bırakmaya çalışmıyorum," dediğinde, ona inanmadığımı alenen gösteren bir mimik, koyu renk kaşlarımı şekillendirdi. Bu tavrımdan alması gereken mesajın üzerinde durmadı. "Buraya da onun için çağırmadım."

 

Ne için çağırdığının artık önemi yoktu, çünkü benden ne istediğini biliyordum. Yer yer düğüm atılmış uzunca bir halat vardı önümde ve ben güç bela da olsa bir ucundan yakalamayı başarmıştım. Onun ulaşılmaz zihnini okuyamasam da ilk düğüme bir adım daha yaklaşmış, yeni bir çıkarıma varmıştım.

 

Onun dürüstlüğü bile hileliydi.

 

"Sana istediğini vereceğim," dedim. Karlı bir tepe gibi altında yatan her duyguyu örtüyordu çehrem, az sonrasında gelmeye hazırlanan çığdan bihaber rolünü oynuyordu.

 

Her giz, kendi yaratacağı yıkımın öncesinde zavallı kurban rolünü oynar.

 

Bana tepeden bakmaya devam etmeden evvel, mekanik bir hareketle başını yana eğip kasılan boynunu kütletti. "İstediğim ne?" diye sorguladı mesafeli bir üslupla. Biraz önce derinden gelen sakin sesi, son cümlesinde daha vurgulu ve sertti.

 

"Benden..." Yutkundum. Bunu yapmak kadar dile getirmek de çok zordu. "Senin önünde dizlerimin üzerine çökmemi istemiştin."

 

Her bir kelimeyle kendimden ödün verişim, gururumun parçalara ayrılarak canıma batmasına neden oldu. Geriye itmeye uğraştığım yaşlar, gözlerimi amansızca yakıyordu.

 

Dik duran geniş omuzlarının gerilmesine ve sert hatlı çenesinin seğirmesine şahitlik ettim. Bu duyduğu hoşuna gider sanmıştım, onu keyiflendirir ve sırıtır diye beklemiştim. Oysaki bundan rahatsızlık duymuşa benziyor, devam etmemi istemiyor gibi bakıyordu.

 

Kuruyan dudaklarımı ıslattım, ensemde bir alev topu büyüyüp patlayarak tüm uzuvlarıma dağıldı. Ona birkaç sarsak adımla yaklaştığımda, bedenlerimiz arasındaki boşluk varla yok arasındaydı.

 

Erez Kozahan'ın orman yeşili gözlerindeki ışık huzmesinin kırılmasını seyrettim, gözbebeklerindeki karanlık büyüdü, büyüdü ve tüm bir yüzüne dağıldı. Alnıma çarpan nefes alışverişi titiz ve yavaştı. Çıplak boynundan yayılan yoğun amber kokusu, sinsice içime sızarak ciğerlerimi yaktı.

 

Önünde usulca eğilirken kızıl kahve, asi bir saç tutamı görüş açıma düştü. Zayıf bedenim sıtmaya tutulmuşçasına titriyor ve üşüyordum.

 

Tüm bir yaşantınızı kazanmakla geçirseniz bile sıfır noktasına varamayacak durumdaysanız, kontrolü biraz kaybedip kuralların dışına çıkmayı dert etmezsiniz. Daha açık konuşmak gerekirse, karanlığa doğru giden yolda önce birazıyla başlayan serüveniniz, tünelin sonuna vardığınızda gözünüzün beyazını dahi katran karasına çevirir.

 

Yaşantım adına aynısını söylemem doğru olmaz, kaybım çok büyük değil. Ancak karşımda sarsılmaz bir dağ gibi dikilen, bana yukarıdan bakan adamla olan savaşımda sıfır noktası sadece bir hayal.

 

Bu yüzden kazanmak için kontrolü kaybetmem gerekti.

 

Sol dizimin üzerine çöktüğümde göz temasımızı bozmadım, bakışlarını anlamlandıramayacak kadar kendimden geçmiştim ve heyecandan dizlerim şiddetle titriyordu.

 

Karanlık henüz tüm hücrelerime istila edemeyecek kadar taze, fakat yaklaştığını her zerremde hissetmeye başlıyorum. Bu ıstırap dolu, yabani ve şiddetli duyguları yaratan katran karasından çok daha vahim olanı varsa o da kan karasıdır.

 

Kan kırmızısını tanırsınız, dikkat çekmek doğasında vardır. Bir sanatçının ifadeyi vurgulamayı amaçladığı fırça darbeleriyle izini bırakır, kimi kültürün hatta ritüelin önemli bir parçasıdır ya da onu bir kadının dudaklarını boyarken görürüz. Adını aldığı kan halindeyken de kimisinin midesini bulandırır, bazen bir filmde görmek bile bayılmaya yeter, kimisinde ise hiç tepki yaratmaz, fakat bazılarında bastırılmış dürtüleri uyandırır. Sonuç olarak öyle ya da böyle kanın kokusuna, rengine hâkimsinizdir.

 

Kan karası ise çok daha farklıdır, herkes ilk görüşte bu rengi bilmez. Kan karası, acımasız katillerin tanıdığı tek renktir. Diğer tüm renklerin aksine bir kimliği, yarattığı bir izlenim yoktur; çünkü katilin eline bulaştığı anda hislerden ve varoluşa dair her zerreden arınmıştır.

 

Bir şey hariç.

 

İntikam.

 

Kalpsizlerin bile göğüs kafesinde beslediği tek bir duygu varsa o da intikamdır.

 

Şakaklarının tam ortasında, göğüs kafesinde, kanlı gözlerinin çukurunda.

 

Bir gece yarısı, en korkak olanınızı dahi harekete geçirebilecek o kıvılcımdır intikam.

 

Diğer dizimin üzerine çökmeye yeltenirken sağ elimi botumun içine soktum, kenarına sakladığım ve elimden daha soğuk olan metal nesne, sarsılacak kadar ürpermeme neden oldu. Göz açıp kapayıncaya kadar çıkardığım bıçağı, bir an daha düşünmeden karnına sapladım.

 

Şimdiyse buz tutan avuçlarının arasında.

 

 

 

Bu bölüm, özellikle de bu sonla birlikte Zodyak evrenine tam anlamıyla giriş yaptık diyebiliriz. Bundan sonraki bölümler daha uzun ve daha hareketli olacak.

 

Bu satıra, buraya kadar okuduklarınız hakkındaki görüşlerinizi bırakmanızı istiyorum. Karakterler, olaylar ya da çıkarımlarınızla alakalı olabilir.

 

Gelecek bölümde görüşmek üzere!

 

 

 

 

Loading...
0%