@irispage
|
Selam. Uzun bir bölüm, yıldızlamayı unutmayalım ve bolca yorum bırakmayı ⭑.ᐟ
8 KAN
♪ See you bleed ~ Ramsey
Her şeytanın kör bir gözü, günah işleten son bir sözü olur.
Öfkeli bir insanı, şeytandan farklı kılan tek şey güçlü bir hafızadır. İnsan, yaptığı her şeyin an ve an hafızası tarafından kopyalandığını, bu kopyaların günü geldiğinde hatırlatılıp kendisini kör edeceğini bilir. Bu yüzden yeminlerini bozar, kaçınır planladıklarından ve en çok da öfkesinin kurbanı olmaktan.
Tabii, kilit vurmadığı bir vicdanı varsa.
Geçmişimde bir noktada çiçek toplamaya devam eden o küçük kız, durduğu yerden başını kaldırmış kanlar akan elime bakıyordu dehşetle. O kız çığlık atarak kaçıyordu zihnimden, ben kaçamıyordum kendimden.
Ben, kendi hilekârlığının kurbanı olup solan yeşillere, dolu dolu gözlerle bakmaktan fazlasını yapamıyordum. Ben ağlamayı da beceremiyordum, oysa elimdeki bıçak kan ağlıyordu.
Koyu kan, kâğıt beyazı tenime mürekkep gibi ağır ağır akıp ince bir çizgi çiziyordu.
Ben kıpırdayamaz hâlimle dimdik duruyordum, ancak onun belini büken acı, boynuma iki yandan kızgın demirler sokuyordu. Bir yandan ise elimin arasında sıkışıp kalan gerçek yüzünden sarsılıyordum. Kirpiklerim, dudaklarım, bedenim ve kalbim tir tir titriyor; canavarın ahı göğüs kafesimin içinde buzdan bir dağa dönüşüyor, üzerinden ter damlaları halinde dökülen sular kalbimi boğuyordu.
Canavar için ederi birkaç damla su taneciği olan vahşet, yarattığı kurbanı boğmaya yetti.
Kendime karşı doğurduğum endişe, bıçağı tutan elimden başlayarak bedenimdeki tüm kanı geriye çekti ve bir teselliye avunan kalbim, topladığı kan zerreleriyle başa çıkamadı.
Kalbim kendine noksan, ama bana en ağır yüktü.
Bıçağı geriye çekemiyordum, çeksem onu daha mı çok yaralarım düşüncesi kasırgalar estiriyordu beynimde. Açtığım yara, omurgasını kırmışım gibi üzerime eğilmesine sebep olmuştu. Kuruyan dudaklarını çok az araladığı zaman, sıcak nefesi dudaklarıma çarptı. Bir şey söylemek istediğini anladım; bu yüzden kulaklarımı onun sesi haricinde kalan her şeye sağır ilan ettim, bekledim.
Ağzına gelen her neyse bunu doğrudan, gerekirse beni yıkacak sertlikte söylesin, duyduğumda yıkılan ben olayım, yeter ki yukarıdan bakan yine o olsun istedim. Öylesine değil, gerçekten istedim bunu, derinden hissettim kalbimdeki darbelerini ve gözlerimden bir damla yaş düştü göğsüme. Bir damla yaş, alevlerle yanan göğüs kafesimi yararak içeriye girdi sanki. O küçük su damlası içimde büyüdü, büyüdü ve damarlarımda akanın kan değil buz gibi bir su olduğunu hissettim.
Yoksa bende akan kan olsa, gözümü kırpmadan buna sebep olur muydum?
Fütursuz, hırçın ve tıpkı kana susamış katil soğukkanlılığıyla, bıçağı onun tenine yakıştırır mıydım?
Açık renkli teninin al renge boyanmasını garipsedim. Dudaklarının her zamanki pembeliğini kaybetmesi ve kanının çekilmesinden ötürü mor rengi sahiplenmesi zihnime aksettiğinde kaşlarım derinlemesine çatıldı.
Acının rengi mor olmaz ki. Mor, en sevdiğim renk.
Erez Kozahan'ın gözünün akına yıldırım gibi düşen kılcal damarlarını, titreyen kirpiklerini gördüm ve hırıltıya dönen nefesi kulaklarıma kazıdı izini. Karşımda ölü nezaketine sahipti; canımı yakmıyordu, çünkü buna gücü yoktu.
"Ne yaptın?" dedi, kalın duyulsa da çatlayan sesiyle. Canı yandığı için her zamankinden daha yavaş konuşuyordu.
Titreyen dudaklarımı birbirine bastırıp başımı iki yana sallarken, gözyaşlarım yanaklarımdan ipini koparmış gibi süzülüyorlardı. Konuşacak gücü bulamıyordum kendimde, ağzımı açsam boğazımı yırtacak bir çığlık kopartacağımı biliyordum.
Yüzüne bakarken yüzüm dağılıyor gibiydi. Gözlerim sağanak yağmur gibi yağıyor, dudaklarım paramparça oluyor, kalbim titriyor, dilim tutuluyor ve mahvoluyordum. Ona yaptığım değil, vicdanıma astığım yük yüzünden mahvoluyordum.
"Pişman olacaksın, Lina," dediğinde, bir idam urganını boynuma geçirdiğini hissettim.
Kemikli elini, elimin üzerine koyduğunda irkilsem de engel olmadım. Elimi geriye çekerken, avucumdaki bıçak da saplandığı et parçasından koparak geriye çekiliyor ve kanın uğursuz sesi kulaklarıma izini kazıyordu. Dişlerimi çenemi kopartacak kadar sertçe birbirine bastırdığımda, bıçak tamamen yaradan kopmuş ve kan, fışkırırcasına tahta zemine dökülmeye başlamıştı.
Bir cesetten farksız ayakta dikilirken, bıçak titreyen parmaklarımda tutunmaya devam edemeyerek düştüğünde, çıkan tok sese dahi irkilmiştim fakat gözlerimi o noktadan ayıramıyordum. Kanın metalik kokusu, damağımda baskısını hissettirdi.
Kumaş yırtılma sesini işitmemle, baygın bakışlarımı yerden kaldırdım. Yakalarından itibaren yırttığı siyah tişörtünü, üzerinden sıyırarak dikkatle baktığı yarasının üzerine bastırdığında çenesi kaskatıydı. Kolundaki damarlar, stresin ve acının çağladığı bedeninden kurtulmak ister gibi kaslarının üzerinden derisini zorluyordu. Hırıltılı solukları karanlık odaya dağılarak yok olurken, tişörtü yaranın üzerine tampon yapmak isteyerek bastırdığında acıyla inledi. O aralıkta dudaklarının arasından sert bir küfür firar ettiğinde, ne yapacağımı bilemeyerek ona bakakalmıştım.
Bundan sonrasında başıma ne gelecekti?
Karanlık ormanın bekçiliğini yapan bu evde, kılıcını çıkartarak savaşı ilk başlatan ben olmuştum; oysa o, en başında kazananın kim olacağını açık etmişti. Onu bıçaklama girişimim, bilediğim kılıçla kendi sonumu getirme kararını infaz etti.
Sarsakça gerileyerek birkaç metre arkasındaki koltuğa oturdu, yarasına tampon yapmayı sürdürüyordu. Tişörtü bastırdığı noktadan anlaşıldığı üzere, adonis kasının birkaç santim yukarısını bıçaklamıştım. Kan yayılarak karın kaslarının arasına sızıyordu ve karanlıkta görünümü katran karasıydı. Sanki damarlarından yayılan bir zehir, tenini sonsuz bir belanın koynuna yatırıyordu.
Diğer eliyle koltuğun başındaki sehpaya uzandığında, sarı tonlu ve yetersiz bir ışık kaynağı, vintage abajurdan yayıldığı küçük bir bölgeyi ve onu aydınlattı.
İlk kez bu anda, sağ kolunu boylu boyunca kaplayan dövmeyi bütünüyle gördüm. Detayları çok belli olmasa da tam kolunun üst tarafının kenarını hizalayan kısımda, dişleri kana susamış gibi sivri olan ejderha suratı vardı. İki yandan uzayan ince bıyıkları, kalın çatık kaşları, iri boynuzları ve iblisi akla getiren gözleriyle; gerçekte hiç var olmamış bu yaratık, sanki tam şu anda capcanlı duruyordu karşımda. Kolunun devamında; iki yandan ejderhanın sivri tırnaklı pençelerinin, derisini yırtıyor görünümü veren tırnak izlerini seçtim. Bütününde başka detaylar da vardı, ancak o kısımlar gölgede kaldığından ötürü anlaşılır değildi.
"Masanın üzerinden telefonumu getir," dedi, dişlerinin arasından. Olduğum yerde dururken bakışlarımı siyah mürekkeple işlenmiş dövmedeki tek renk olan, ejderhanın yeşil gözlerinden çekemiyordum. "Dediğimi yap!" diye bağırarak beni kendime getirdiğinde, harekete geçtim ve masanın üzerine bırakmış olduğu telefonu aldım.
"Rehbere gir ve Efsun'u ara." Dediğine uyarak telefonun kilidine bastım ve şifresiz ekranın anında açılmasıyla, beyaz ışık gözlerimi acıttı. Rehbere tıklayıp E harfine gittim, onlarca ismin arasından Efsun yazısını bulmamla üzerine tıklamam bir olmuştu. Aramayı başlattıktan sonra koltukta onun oturduğu kısmın önüne kadar ilerledim.
"Hoparlörü aç." Gözleri sık sık yarasının olduğu noktaya dönüyor, ara sıra tişörtü kaldırıp kontrol ediyordu.
Hattın öbür ucundan gelen mırıltıları duyduğumda, çabucak hoparlörü açtım ve telefonu ona yaklaştırdım. Uykulu, ince bir kız sesi, "Efendim Erez," diye cevapladı.
"Yaralandım," dedi uzatma faslına girmeden. "Evimdeyim, gelmen lazım."
Mahmurluğunu kırıp dağıtan, "Ne!" diye bir gürültü kopardı. Arkadan çeşitli nesnelerden gelen takırtıları işittiğimde, ayaklanıp yataktan çıktığını tahmin ettim. "Ne yarası?"
"Bıçak," dedi, düşünmeden. "Karnımdan bıçaklandım."
"Bıçak hâlâ olması gereken yerde mi peki?" diye sordu, olumsuz bir cevap almaktan korktuğu apaçık anlaşılıyordu. Buna hak veriyordum, çünkü bıçağı çıkarması benim de en son beklediğim şeydi. Bunun ona daha çok zarar vereceğini bilmiyor olamazdı, fakat yine de tek bir an tereddüt etmemişti.
"Çıkardım." Kuruyan dudaklarını diliyle ıslattı. "Damarım yırtılmış olabilir."
"Hayır, hayır! Neden çıkarttın?" diye söylendi, dehşete kapılmıştı. Bir saniye dahi kaybetmek istemiyor gibi konuşmaya aceleyle devam etti. "Yalnız mısın? Değilsen ateşini kontrol ettir. Eğer ateşin çıkmışsa iç kanama riskin var demektir ki elimden bir şey gelmez, hastaneye gitmek zorunda kalırız. Sonrasını biliyorsun..."
Duraksadım. İç kanama riski, doğru anda müdahale edilmezse ölüm demekti.
Gözlerini kaldırıp bana baktığında, ne yapmam gerektiğini bilerek üzerine eğildim ve elimin tersini alnına koydum. Damla damla biriken terlerle nemlenen teninde, hissedilir derecede sıcaklık yoktu. Aksine soğuk olduğunu bile söyleyebilirdim.
"Ateşin yok," diye fısıldadım. Gözleri yüzümde dalıp gitti ama bu uzun denemeyecek, kısa olmak içinse fazla duygu yüklü bir andı.
Efsun adındaki kız son durumu kontrol edercesine endişeli bir sesle, "Erez?" diye yokladı.
Erez, sesini toparlamak adına hafifçe öksürdü. "Ateşim yok."
Efsun'un rahatlayarak verdiği ıslıklı nefes, hoparlörden pürüzlü duyulmuştu. "Bu iyi. Ben gelene kadar düzgünce pres yap yaranın üzerine, ayrıca sakın hareket edeyim de deme. Evdeyim demiştin değil mi? Beş dakikaya oradayım."
"Tamam," dedi ve başıyla telefonu kapatmamı işaret etti. Aramayı sonlandırarak telefonu koltuğun üzerinde bıraktığımda, şaşkınca olanları takip ediyordum. Efsun, neyi oluyordu bilmiyordum, fakat her nedense bıçaklanmasını abartılı bir tepkiyle karşılamamıştı. Bu diyalogu daha önceden de yapmış olduğunu düşündürecek yönergeleri rutin bir sırayla gelmişti.
Karanlık, sebep olduğum şeyi gizlediği gölgeler ardından örtülü şekilde gösteriyordu bana, oysa ben çıplak bir gözle apaçık görmeyi istiyordum. Her bir sahneye ait kareleri birer birer hafızama kazımayı, eğer bu evden sağ çıkabilirsem kendime hatırlatmayı istiyordum. Çünkü kendimin ne olduğunu bilmem gerekiyordu, bilirsem başa çıkmam daha da zor olacaktı evet, ama vicdanımı köreltirsem sonu gelmezdi kan kokularının. Ve bilediğim bıçakların ucu bir gün kalbime dönerdi elbet.
Avizeyi açmak için etrafta lamba anahtarını aradığımda sanki aklımı okumuştu. "Işığı açma."
Başımı ona çevirdiğimde, tişörtü olması gereken sertlikte bastırmadığını, bu yüzden derisinin giderek kanla kaplandığını fark etmiştim. Kan kaybı yüzünden gücü tükenmiş, ten rengi bir ton atmıştı.
Derin soluklu bir nefes alıp çekingence yanına yaklaştım ve doğru olanın bu olduğunu kendime hatırlatarak yanına oturdum. Gözlerini kaldırıp yüzüme baktığında, yutkundum ve bir şey söylemeden elimi tişörtün üzerine koyarak yaranın havayla temasını engelledim. Kan kokusu bu yakınlıktan burnumu yakacak kadar keskin ve yoğundu.
Al renge boyanmış elinin üzerine kapanan ellerimdeki baskıyı, canını acıtmayacak kadar artırdığımda, yine de acısını hissetmiş olduğundan dudakları arasından kısık bir inleme firar etti. Gözlerini sertçe yumarak başını gerisin geri koltuğun sırtına yasladığında, güçlükle yutkunması yüzünden derisini zorlayarak olduğu yerde kayan âdemelması, nefesinin doğurduğu bir kasırga kadar şiddetliydi.
"Sahiden damarın yırtılmış mıdır?" diye sordum, korkunun kırdığı kelimeler odaya dökülürken. Efsun, söz ettiği sürede gelirse, o kan kaybından ölmezdi belki, ama ben yine de kalıcı bir hasar bırakmış olabileceğim konusunda endişeliydim.
Niyetim onu öldürmek değildi.
Nihayetinde ben, birini öldürebilecek bir insan da değilim. Buraya gelmeden önce çok düşündüm, aslında o mesajı aldığımdan beri tek yaptığım eylem düşünmekti. Zor da olsa davetini kabul etme karar aldığımda, olacak her ihtimale karşı kendimi korumak için bir araç veya yardımcı olabilecek herhangi bir şey yanımda bulundurmam gerektiğini biliyordum. Ben de evimizin bodrumundaki bahçe makasları arasından bulmuştum o bıçağı, yeni bilenmiş olduğu her halinden belliydi ve üzerinde pas yoktu, parıldıyordu. Elime almış, ağırlığına alışmaya çalışmıştım birkaç dakika boyunca. Bahçedeki otları temizlemek için kullandığım makaslara benzemiyordu, biraz daha ağırdı ve bir yönden daha hafif hissettiriyordu. Çekmeceden çıktığı için küf kokusu sinmişti ve tozluydu. Kıyafetime silerek temizlerken, 'Önlem olarak alıyorum. Eğer kullanmak zorunda kalırsam da yalnızca yaralamak için' diyordum içimden. Hukuki şartlarda da kendi canını koruyorsan, birini yaralamak nefsi müdafaa kapsamına girer. Bunu da göz önünde bulundurunca öncelik her daim kendi canım olmalı, bunda kötü bir taraf yok.
Gözlerini açmadan sinirle güldüğünde, âdemelması yerini yadırgayarak hareketlendi. "Oyuncak değildi karnımı deştiğin bıçak. Bunu bir oyun mu zannediyorsun, küçük?"
"Ölür müsün diye merak ettim sadece." Sertçe söylediğim cümle, gözlerini aniden açmasına neden olmuştu. Gerçekten böyle düşünmüyordum elbette, ancak bir anlık sinirle söyleyivermiştim.
Başını dikleştirdiğinde "Öldürmek istiyorsan kalbime saplayacaktın," diye hırladı. İstemsizce elim yarasına baskı yaptığında dişlerini sıktı. "Bana açtığın savaş ölümümle sonlanmayacaksa, bundan kendi ölümünü istediğini çıkartırım."
Kaskatı kesildiğimde, acımadan devam etti sözlerine. "Seni öldürmeyeceğim, sözüme güvendiğini biliyorum." Kesik bir nefes aldı, kaşları çatıktı. "Hâlbuki bir insanın ölümü, ölmeyi arzulamasından daha dehşet verici değildir."
Tehdidinin manası kesik kısımları, gözümün önüne dehşet veren başka türlü sahneleri resmediyordu. Her sahne bir diğerinden daha acımasız, daha korku salan cinstendi. Onun sınırları zorlayan davranışları, göğüs kafesime demirden yumruklarını indiriyorken, kalbim çekildiği köşesinde kesik kesik kan pompalayarak, acı kanı tüm vücuduma sevk ediyordu.
Artık acı her yerdeydi.
Acı, yavrusunu kaybeden bir annenin bağrında; savundukları uğruna işkenceye maruz kalan kimsenin kemik çıtırtılarında; adaletten yoksun topraklarda, parmaklıklar ardında soluyan masumun ışığı solan gözlerinde... Acı, her yerde vardı, her yürekte de ateşi hârdı.
"Ciddi değildim." Kelimeler, iki dudağımın arasında beceriksizce yuvarlanıp durduğunda olduğum yerde sıçramama neden olan, dış kapıya ardı ardına atılan yumruk sesleriydi.
İkimiz de aynı anda başımızı koridora çevirdiğimizde, tekrardan kurulu bir saat gibi eş zamanlı göz göze geldik. "Efsun olmalı," diye mırıldandı. "Kapıyı aç."
Ellerimi dikkatle yarasına bastırdığım tişörtten çektiğimde, karanlığa alışan gözlerle salon çıkışını bulup koridora çıktım. Ben kapıyı açana kadar birkaç kez zile basan Efsun, beni gördüğünde çok kısa bir an başını kaldırıp yüzüme baktı; ardından beni es geçerek koşar adımlarla içeriye girdi. Başını sağa sola çevirip bir mutfağa bir de salona bakmasının üzerine, en sonunda onu görmüş olmalı ki tek bir an daha oyalanmaksızın salondan içeriye girmişti.
Olduğum yerde kendime gelip kapıyı örttüm ve sırtımı kapıya çevirerek birkaç saniye kendime zaman tanıdım. Efsun'un girmesinden sonra salondan çıkan ışık, koridora ve karşısındaki mutfaktan içeriye kadar uzanmıştı.
Pekâlâ, artık içerideki her ayrıntı daha net gözüküyor olmalıydı. Ayrıca istediğim de buydu zaten, öyle değil mi?
Öyleyse ayaklarım neden bedenimi taşımıyordu?
Kaçmayı seçenek olarak görmüyordum, çünkü tüm bu olanlar bir yana dışarısı da en az içerisi kadar ölüm kokuyordu. Şimdi çıkıp koşsam zifiri karanlığın kollarına, evime giden yolu bulana dek ya bir çakal sürüsüne yem olacaktım, ya bir kurt için akşam yemeği, ya da herhangi bir hayvan için kaçırılamayacak o av.
Salondan içeri attığım tek adımı da sekteye uğratan, açık yarasının olağanca çıplaklığıyla karşımda duruyor olmasıydı. Karnına yayılan kan kurumaya yüz tutmuşken, bıçak sırtında kalan kısımda sürekli yenilendiğinden ötürü tazeydi. Öyle ki net görmek iç bulandırıcı kokuyu yoğunlaştırmıştı sanki. Erez, yayılarak oturduğu koltukta başını yaslamış olmasına rağmen uzun boyundan dolayı gövdesi hâlâ neredeyse dik bir açıdaydı ve bu yüzden sıvılığını koruyan yenilenmiş kanın, pantolon kumaşına değin sızmasına ramak kalmıştı.
Efsun, deri koltuğun üzerine açtığı çantasından çıkartmış olduğunu tahmin ettiğim bezi, dört kat katladıktan hemen sonra bir makasın ucuna takarak, yaranın çevresini temizlemeye koyulmuştu. Her iki elinde de steril beyaz eldivenler takılıydı, açık kumral saçları tepeden karman çorman bir topuzla toplanmıştı ve muhtemelen üzerinden çıkarmaya vakit bulamamış olduğu bej rengi şişme montu, seri hareket etmesine zorluk çıkartıyordu.
Beynim, kalbime durması komutunu verdiğinde kalbim durmadı. Hatta aksine öyle çok atmaya başladı ki dışarı çıkabilmek uğruna, onu hapseden göğüs kafesimdeki sıralı tüm kemikleri çatır çatır kırdığını hissetmeye başladım. Ancak kalbim, o parmaklıklardan çıktığı anda özgür olmayacağını, tam tersi esaretinin başlayacağını bilemeyecek kadar aptaldı.
Kalp aptaldı, sonra beyin olanları izlemek zorunda kaldı.
Efsun'un ucuna oturduğu sehpanın bir köşesinde beyaz plastik bir şişe, kapağı açılmış duruyordu. Sanırım bunu bezin üzerine dökmüştü, emin değildim. Kamburu çıkacak şekilde yaraya doğru eğilmiş pürdikkat işini yapmayı sürdürüyorken, onun bu denli soğukkanlı oluşuna hayran kalmamak elde değildi.
İşte tam da o sehpanın ayaklarının dibindeydi kan gölü, tam üzerinde duruyordu bıçak. İçim çekilirken göğsümü kabartan bir nefes çekip koşar adımlarla, neredeyse kaçarcasına şöminenin önüne kadar gittim. Odanın genişliği kadar da son derece uzun oluşunu, adımlarımın seyri bitmek bilmezken fark edebilmiştim. Önünde soluk soluğa durduğum şöminenin ateşi bacaklarımı yakıyorken, gözlerim pencereden dışarıya asılı kalmıştı. Biraz ısınıyorum sanıyordum, hemen sonra onun acısının doğurduğu kısık sesli inlemeleri kulaklarıma varıyordu ve bumbuz oluyor, sanki güneşin yaktığı çölün birinde soğuktan donan da ben oluyordum.
"Şu an tek sevinebileceğimiz şey iç kanamanın olmaması, yalnızca deri dikişi yapacağım," dediğini duydum, Efsun'un. "Canın biraz yanacak."
Tahammülsüz tavrıyla, "Gerekeni yap," dedi, Erez.
Dudaklarımı kanatacak kadar sertçe dişleyerek gözlerimi yumduğumda, acı dolu bağırışını duymaya hazırlamıştım kendimi fakat hiç ses gelmiyordu. Belki de sandığım kadar kötü değildi yarası. Belki de.
Sahiden mi? O kadar kan şov olsun diye dökülmedi ya.
Ya acı duyarlılığı yüksekti ya da Efsun'un kullandığı kimyasal sıvı, deriyi uyuşturarak acıyı aza indirgemişti. Her iki durumda da bu gerçekten berbat bir andı. Bu benim hayatımda sebep olduğum en berbat andı.
Yüzümü onlara döndüğümde Efsun yine aynı pozisyonunda; bir elinde pense, diğerinde ucundaki iğneyi tutan makasla dikiş atıyordu. Dilim damağım kupkuru olduğunda, sehpanın üzerindeki şırıngayı gördüm. Belli ki öncesinde uyuşturmak için bunu kullanmıştı. Yine de sıfır hisle atlatılacağını asla sanmadığım bu durum karşısında, Erez'in yerinde olmak istemediğimden emin oldum.
O an ışıkla birlikte her şey yeteri kadar netken, kendime hâkim olamayarak tekrar dövmesini inceledim. Şu anda ilk gördüğüm andakinden daha netti ve her detayı zihnime kazımayı istiyordum, fakat bir yanım ona uzun uzun bakmamam gerektiği konusunda uyarıyordu.
O yanımın dilini kopartarak, gözlerimi dövmesinde gezdirmeye devam ettim. Ejderhanın boynunun altında şeytani bir surat konumlanıyordu; burnu sivri, çenesi düzdü, ağzı tüm bir suratını kaplıyor ve köpekdişleri ağzından taşıyordu. Kafasındaki koca şapka ise yüzünün büyük bir kısmını örtüyordu. Kızılderili şapkasını andıran bu şeyin, tam ortasından iki ayrı boynuz çıkıyordu, o iki boynuzu ayıran noktada alev şeklinde katmanlı bir tüy bulunuyordu. Başındaki çelik şapkanın etrafı da, aslan yelesini andıran daha uzun tüylerle çevriliydi.
Bu şeyin, Erez'in bileklerinin üzerinde kalan bölgede çelikten elleri olduğunu, yumduğu elinin arasında da çenesine kadar uzanan kılıcı gördüm.
Gözlerimi kaçırıp durduğum dakikaların sonunda Efsun dikişi tamamlanmış, üzerini sargı beziyle kapatmıştı. Eşyalara hiç dokunmadan gözden kaybolduğu zamanın ardından da elleri temiz bir şekilde geri dönmüştü. İlaç şişesini almak üzereyken gözleri bıçağı buldu ve donmuş bir ifadeyle ona baktı. "Bıçağı burada mı çıkardın?"
İşte geliyor... Sanırım artık benim yaptığımı öğreneceği kısma geçmiştik ve sonrasını tahmin etmeme gerek bile kalmıyordu. Kısaca; iyi şeyler olmayacaktı.
Ağız arası "Evet," diye mırıldandı Erez.
"Evet?" Tek kaşı havada, ilacın kapağını döndürerek kapattıktan sonra çantaya koydu ve karşısında dikeldi. Sonrasında sesi yüksek ve hiddetliydi. "Evinde mi bıçaklandın Erez? Ne evet?"
Erez, kaşlarını yorgun bir ifadeyle çattı. "Sorgulanacağımı bilsem hastaneye gitmeyi seçerdim."
Efsun kabul etmez tavırla, işaret parmağını bir ok gibi uzatarak bıçağı işaret etti. "Parmak izi için alacağım."
Kanım donmuş gibi bakarken, rengimin soluk bir sarıya kaçtığından emindim.
Erez, dayanamayarak bıkkın bir nefes verdi ve avcunu koltuğa yaslayarak hafifçe doğruldu. "Sahiden de polisçilik oynamaya devam edeceksin, değil mi?"
"Farkındaysan, anlatmayacağını bildiğimden ötürü ne olduğunu sormuyorum sana. Ama bunu kimin yaptığını kendim öğrenmeme de engel olama—"
"Efsun," dedi, uyarır nitelikte. "Bundan kimsenin haberi olmayacak."
"Neden peki?" İnanamaz gibi kaşlarını kaldırmış, ellerini iki yana açmıştı. "Bıçaklanmışsın Erez, milimlik bir oynama olsa ölebilirdin de. Bunu görmezden gelmemi mi istiyorsun benden? Gerçekten mi?"
"Ölmedim," dedi, soğuk bir tonda. Üslubu bir arkadaşa karşı olamayacak kadar otoriterdi. "Yapmam gerekenin ne olduğunu bilmiyormuşum gibi konuşmayı bırak. Senden yardım istedim, sen de geldin ve bitti. Kapıdan çıktığın an, tüm bunları unuttuğun an olacak."
Efsun, kınadığını ayan beyan belli edecek şekilde başını iki yana salladı. "Ben söylemesem bile yaralı olduğunu kimseden gizleyemezsin. Elbette öğrenirler."
"Öğrenmeyecekler," dedi, aksine izin vermeyen bir netlikle. "Şu an kimse öğrensin istemiyorum ve öyle de olacak."
Efsun, sıkıntı içinde elini alnına koyarak başını çevirdi ve o an benimle göz göze geldi. Duraksamıştı. Sanki bu beni ilk görüşüydü. Sonra bakışları sırayla; önce iki yanımdan sarkan kanlı ellerimde, darmadağın olan saçlarımda, kanla lekelenen kazağımda oyalandı. Gözleri ağır ağır Erez'e döndü, sonra tekrar beni buldu. Aklından ne geçiyordu bilmiyordum ancak iki kaşının arasında oluşan çukurun ardında, kafası karışmış gibiydi.
Kısık gözlerle "Merhaba?" diye selam verdi, sorar cinsten.
O sıra dilim tutulmuş olduğundan, benim yerime konuşan Erez oldu. "Lina o."
Efsun, onun beni tanıtmasına anlam veremeyerek kaşlarını kaldırdı. Kuşkuyla, "Peki," derken yavaşça başını sallıyordu. "Lina."
"Bu kadar," dedi Erez, oldukça net bir tutum sergilemişti. "Sakın tek bir şey daha sorayım deme."
Efsun, ince dudaklarını birbirine bastırdığında soru işaretlerinin yansıdığı hareleri yüzümde konakladı. "Sen iyi misin?" diye sordu bana.
"Gayet iyi."
İkimiz de aynı anda cevabı benim yerime veren Erez'e dönmüştük. Nereden bulduğunu anlamadığım bir havlu peçeteyle alnındaki terleri silerken, sorgulayışımızı umursuyor görünmüyordu. Sonra yüzünü kaldırdı bana bakmak için. "Ellerini yıka, sağdaki odada lavabo var."
Ondan açık etmesini umduğum bir ifade aradım, yoktu. Yalnızca o kadar tükenmiş duruyordu ki gözlerinin parlaklığı yitip gitmişti. O an her şeyi bir kenara bırakabilmiş olmak için hızlı adımlarla odadan çıkarak tarif ettiği odaya attım kendimi. Nefes nefeseydim. O iki çift sonsuzluk kurşununu gördüğüm an, her şey başa sarmıştı. Tüm hislerim geçtikleri yollarda bıraktığı izleri tekrarlamış; korkum, üzerini örten toprakları kazıya kazıya mezarını yarıp dışarıya çıkmış ve kan kokusu yeniden zihnime damgalanarak yerini tazelemişti.
Yutkundum.
Elimi önünde durduğum duvarın üzerinde gezdirdim, çıkıntılı bir nesneye dokunduğumda lambayı açmıştım. Aydınlanan odada başımı kaldırdığımda, karşımdaki duvara yaslanmış ahşap çerçeveli boy aynasından kendimle göz göze geldim. Buz mavisi irislerim, önünü örten sisle birlikte puslu bakıyordu.
Bir yabancıyla yüzleşiyordum o aynanın üzerinden. O yabancı ki, hislerimi birebir taşıyor olsa bile benim aksime yıkılmazmış gibi bakıyordu. Omurgası demirden, hisleriyle yoğrulan kalbinin zarı ateşten, geride bıraktıkları küldenmiş gibiydi.
O yabancı ki, içinde öldürdüklerine has, kendine yas bir yaşanmışlığı taşırken bile omuzlarını çökertmiyordu.
Kapının çaprazındaki siyah demirli başlığı toz olmuş yatağın yaslandığı duvara, iki raflı küçük bir kitaplık montelenmişti. O an içeriyi biraz daha gözlerimle taradıktan sonra, çok küçük geldiğinden dolayı buranın anca bir misafir odası olabileceğini düşündüm. Odaya girdiğim kapının bağlı olduğu duvarın, bir metre yanında koyu kahverengi kapalı bir kapı daha duruyordu. Kapalı kapının kulpunu indirerek içeriye göz attığımda, küçük lavabosu ve duş kabini olan, tamamı beyaz bir banyo karşıladı beni. Sakince girip ellerimi sıcak suyun altına tuttuğumda, gidere dökülen su kırmızıya tonlanıyordu. Öylesine durduğumda çıkmayacağını anlayarak ellerimi ovaladım ve sabunla köpürtürken, derim kızarana kadar suyun başından ayrılmadım.
Kare siyah çerçeveli aynanın yanındaki dolabı açıp, hiç kullanılmamış olduğu anlaşılan havlu yardımıyla ellerimi kuruladım. O anda banyodan içeriye birinin girdiğini fark etmemle ellerim havada kalmıştı.
Efsun, odadaki baskınlığının aksine çekingen bir tavır sergileyerek ellerini kotunun arka cebine sokmuştu, yüzünde her an söylemeye hazır olduğu birkaç soru cümlesinin anahtarı asılıydı. Başımı biraz kenara çevirerek ona neden geldiğini açıklaması gereken bir ifade içinde karşıladığımda, yalnızca gülümsedi.
Havluyu lavabonun altındaki çekmecenin kulpuna sıkıştırdıktan sonra tamamen ona çevirdim kendimi. Montunu çıkartmış olduğundan üzerinde yalnızca açık kahverengi, balıkçı yaka bluzu vardı. Köprücük ve hatta göğüs kemiğinin varlığı anlaşılacak kadar zayıf olmasına rağmen, ince kollarındaki ufak dalgalanmadan kaslarını da fark edebiliyordum. Anlaşılan o ki dengeli bir beslenme rutini olmasa da spor yapıyordu.
İncelememin sonunda, bluzu, damla damla sıçramış kan lekelerinin koyu renkle sarmaladığını görmüştüm. Hatta birkaç küçük nokta da açık mavi kotunun üzerinde belirgin izler bırakmıştı.
Bal rengi gözlerini, gözlerimin rotasında indirerek yorgun bir ifade içinde kaşlarını kaldırdığında alnı gerildi. "Kıyafetlerimin bu yönde feda olmasına alışkınım."
Cümlesinden pek fazla anlam çıkartabilirdim, fakat yalnızca "Doktor musun?" diye sordum.
"Henüz değil, ama olacağım." Beklenmedik bir anda keyiflenişi, konuşurken ki heyecanının, ses tonunu olduğundan da fazla inceltişinden ve öncesinde yorgun bakan gözlerinin aniden parıltılarla aydınlanışından belliydi. Dudaklarını ıslattı ve elini kotunun cebinden çıkartarak duygularını kontrol altına aldı. "Okuyorum yani, dördüncü sınıf."
Yaşının daha fazla göstermediğinden sebep, buna şaşırmamıştım. Bu yüzden başımı anladığımı belirtir cinsten sallamakla yetindim.
"Neden geldiğimi merak ediyorsundur," demesiyle birlikte, ciddiyeti yeniden mimiklerine bulaşmıştı. "Ben gelmeden önce neler yaşandığını bilmiyorum, ama senin de orada olduğunu anlamak zor olmadı. Farkında olmadan yara aldıysan yardımcı olabilir ve eğer istersen sana, rahat edebileceğin birkaç parça kıyafet getirebilirim."
Kelimeler anlam bakımından iyilik meleğinin ağzından çıkmış hissiyatı verebilirdi, ancak ben iflah olmaz şüphecilerdendim. "Teşekkür ederim ama gerek yok, zaten burada kalmayacağım," diyerek mırıldandığımda, duraksadı ve kaşlarını hafifçe kaldırıp indirdi. "Ayrıca sandığın gibi olay anında yanında değildim. Geldiğimde böyle buldum onu," diyerek tamamladım sözlerimi.
Olayı bilmiyorsun, söylemeyeceğinden emin olduğundan Erez'e de sormuyorsun ve bu durumda aralayabileceğin tek sır kapısı ben oluyorum. Ya da yalnızca sen öyle zannediyorsun.
Erez, içerideyken beni yaptığım konusunda açık edebilirdi ama bundan uzak durmuştu. Bu, tarafından bıçaklandığı kişinin ben olmasından mı kaynaklıydı, yoksa dediği gibi olay mı çıkartmak istemiyordu bundan emin olamıyordum. Ancak karşımdaki kızın, öğrendiği takdirde bana asla gülümsemeyeceği, aksine kuyumu kazmak ve beni o kuyuya tekmeleyerek itmek isteyeceği aşikârdı.
"Enteresan," dedi, kısık tonlamayla. Karşısındaki duvarı seyre dalmıştı.
Sormadan edemedim. "Enteresan olan nedir?"
"Birinin bıçağı karnına kadar sokabilmesi için dibine girmesi gerekir ki, o bunu mutlaka anlardı." Gözlerini duvardan kaldırarak bana yönlendirdi. Sesi düşünceliydi. "Erez gibi birinin buna savunmasız kalmasına neden olan neydi ve neden refleksleri zayıfladı, anlaması güç."
Hiç fire vermeden fikrini sordum. "Sence ne olabilir?"
"Bilmem," diyerek omzunu silkti. "Onun dikkatini dağıtabildiğine göre ustaca planlanmış bir plan bu." Bir süre düşünceli tavrını korudu ve bunu bozan verdiği gürültülü nefesi oldu. "Her neyse, gerçeği öğrenmemiz yakındır." Banyo girişinden ayrılarak odaya girdiğinde, gözlerim şaşkınca sırtında asılı kalmıştı.
Ustaca planlamamıştım bu planı, aksine olağanca gelişmişti ve tek yaptığım, dikkatini sözlerimle dağıttıktan sonra gözlerinin içine bakmaktı. Dikkatle bakmak.
"Neden saklıyor ki?"
Merakıma yenik düşerek arkasından odaya girdiğimde, eğilmiş hâlde yatağın üzerindeki eşya çantasını toparlarken buldum onu. Eğdiği başını kaldırmadan göz ucuyla bana baktı. "Kişisel meselesi olabilir, henüz açıklamasını erken bulduğu bir sebepten kaynaklanıyor olabilir, ya da..." Gözlerini kıstı, sözünü tamamlamadan önüne dönerek çantasını düzenlemeye devam etti.
"Ya da?"
"O kişiyi koruyor olabilir."
Ucu iğne kadar sivri bir buz sarkıtı, alnımı hedef alarak beynime saplandı ve açtığı oyuktan, düşüncelerim, kana bulanmış kar taneleri gibi akmaya başladılar. Kar taneleri düştüğü noktada eriyor, kanlı düşüncelerim yüzüme bulaşıyor ve ben, bu sebepten donan yüz ifademi gizleyemiyordum.
Beni neden korumak istesin?
Onu bıçaklayan benken, ne türden bir sebep onu, beni korumaya itebilir? Ve asıl soru: Beni neyden koruyor?
"Yanlış bir şey mi söyledim?" Endişeli bakışları üzerimde dolaştığında, silkelenerek kendime gelmem uzun sürdü.
"Hayır," dedim, afallamış bir sesle ve düzelterek tekrar ettim. "Hayır, yalnızca dediğine bir miktar şaşırdım. Kim kendini bıçaklayanı korumak istesin ki?" Bu bir sorudan ziyade, hayret cümlesiydi.
"Erez işte, ne düşündüğünü anlayamıyorsun." Çantasının fermuarını çekecekken bir anda durdu. İçerisinden bir ilaç kutusu çıkarttığında, doğrulup bana uzatmıştı. "Neredeyse unutuyordum, bunu ona verir misin?"
Ona nasıl baktığımı bilmiyordum, fakat neredeyse ilacı geri çekecek gibi olmuştu. "Yakın olduğunuzdan sıkıntı olmaz sanmıştım, çıkarken ben verebilirim."
"Yok, sıkıntı olmaz," dememle, ilacı elinden söker gibi almam bir olmuştu. Muhabbetin daha fazla uzayacak olmasını istemiyordum.
"Peki," dedi, uzatarak. Fermuarı çektikten sonra çantayı omzuna astı. "Ağrı kesici ilaç, bu akşamdan itibaren kullanmasını söylersin. Ayrıca biraz da ısrar edebilirsen sevinirim, ilaç içmeme gibi bir prensibi var da..."
Kaşlarımı kaldırdım. "Israr mı edeyim?" Kuşkuyla bakacak gibi olduğunda, çabucak konuştum. "Israr edeyim."
Onaylayarak odadan çıkışını yaptığında, başka yolum olmadığını bilerek ben de arkasından çıktım. Efsun, tek bir söz daha etmeden koridoru aşıp da açtığı kapıdan dışarıya çıktığında, olduğum yerde kalmaktan öteye geçemedim. Avcumdaki ilaç kutusu, asıl olması gereken kişiye ulaşmayı bekliyorken, benim beklediğimse onun bana gelmesiydi. İçeriye hiçbir şey olmamış gibi girmek tuhaf olacaktı.
Fakat tam olarak öyle yaptım.
İçeriye girdiğimde onu ayakta sırtı dönük dururken buldum, kaslı gövdesi hâlâ çıplaktı ve geniş omuzlarıyla heybetli gözüküyordu. Deri döşemeli uzun koltuğun yanı başındaki abajurun ışığını yakmış, oda lambasını kapatmıştı. Tam olarak abajurun önünde durduğundan ışığı kesiyor ve onun yaklaşık dört metre gerisinde duran ben karanlıkta kalıyordum.
Botlarımın değdiği tahta zemin gıcırdadığında, kafasını omzunun üzerinden çevirip sakince bana baktı. Tekrar önüne döndüğünde, odanın ortasına yaklaştım.
"Gitmedin," diye mırıldandı, dakikalar öncekinin aksine ses tonu güç kazanmıştı.
"Gitmedim." Ellerimi önümde birleştirip gerçekten ilgiliymişçesine ilaç kutusunu elimde evirip çevirerek gözlerimi yazıda gezdirdim, ancak zaten loş ışıktan okunmaması bir yana tüm dikkatimi onun sesine vermiştim.
"Akıllanmışsın." Ettiği ukala söze karşın gözlerimi devirdim, başını tekrar çevirip baktığında sanırım sesimi yutmuştum. "En azından beni bıçaklamana değecek bir şeyler," diye belli belirsiz söylendi.
"Beni en başında buraya ne için getirmiştin?" Vücudunu döndüğünde elinde ekranı açık bir telefon vardı, telefonu kapatıp siyah kotunun arka cebine sıkıştırdı. Gözüm istemsizce, bir parça sargıyla kapanan yarasına kaydığında, yutkunup yüzüne baktım. "Hayır, benden gizlediğin o şeyi sormuyorum," diye açıkladım, çünkü çehresinde sorgulayıcı bir ifade çoktan yayılmıştı. "Beni buraya ne amaçla getirdiğini soruyorum."
"Bunu yaşayıp görmen için bir şansın vardı," dedi, sesi zihnimde sert adımlarla gezinen bir melodiye benziyordu. Bana aitken bile çok uzaklardan gelen bu melodi, bir parça vahşet içeriyor olsa da asıl dehşet veren cazibesiydi.
"Riske girmeyi istemedim."
"Bu yaptığın daha az riskli olan mıydı?"
"Kendimi koruyordum, amacım sana saldırmak değildi."
"Vicdanınla konuşuyor gibisin, Lilith," dediğinde duraksadım, aniden tek kaşımı kaldırmıştım. Bana ilk kez, onunla tanıştığım gecede böyle hitap etmişti. İkimizin karşılaşmasını Lilith ve Şeytan'ın hikayesine, beni de doğrudan Lilith tasvirine benzetmişti.
"Öyleyse başına geleni hak eden bir vicdanım var." Sessizliğimde dudağımdan çıkmak için yerini bekleyen kelimeler birbirine karışarak açılması zor düğüm oluşturduğunda, asıl söylemek istediklerimin yolunu kestim. "Ayrıca şunu demeyi kes."
Gözlerim, tahta diziliminden oluşan yüksek tavanda, şöminenin yanındaki duvarı kapatan devasa kitaplıkta, yemek masasındaki siyah şamdanda dolandı. Gözlerim ondan uzunca bir müddet kaçtı.
Kastetmiş olduğum şeyi gayet net anlamış olmasına rağmen "Neyi Lilith?" diye sorduğunda, kaçmakta ısrar eden gözlerim pes etmişti.
Açıklama uğruna tek bir söz sarf etmediğimde, avuç içimi terleten ilaç kutusunu anımsayarak aramızdaki sehpanın üzerine bıraktım. "Bunu sana bırakmamı istedi."
"Ne düşündüğümü söylemeyeceğim," dedi sert bir sesle. Çok yüksek bir ihtimalle benim çift kişilikli olduğumu düşünüyordu, ancak öyle olan kendisiydi.
"Benimle dalga geçer gibi oynuyorsun, tehdit ediyorsun beni, sana karşılık verdiğimde de resmen seni öldürmediğim için kızıyorsun bana." Tıkanan nefesim cümlelerimi keserek onları yarım bırakmıştı. "Şunu bil ki, istediğimi vermediğin müddetçe benden de aynı türden karşılığını alacaksın."
"Doğru hamlenin ne zaman yapılması gerektiğini bilmiyorsun ve vicdanının sesini, suçunu bana yükleyerek bastırmaya çalışıyorsun." Önceki bütün ruh hallerine nazaran şu anki öfkesi daha diriydi, daha belirgin ve hissedilirdi. Bu beni sakin duruşundan daha az ürküttü, çünkü belirsizlik yerine gerçek duygularla yüzleşmek daha kolaydı.
An itibariyle yüzüm, dehşet duygusunun ete kemiğe bürünmüş hâliydi. "Kriminal olduğunu tahmin etmem dışında herhangi bir bilgiye sahip olmadığım bir birimin üyesi tarafından, belirli aralıklarla tehdit edilirken, doğru zamana karar veremediğim için kusura bakma. Niyetini daha anlaşılır kıldığında ben de sıralamayı doğru yapacağımı temin ederim."
"Saldırganca davranmak yerine durup dinleseydin sana bilmen gerekenleri söyleyecektim."
Ağzım şaşkınlık içinde açıldığında bir şey söyleyecek oldum sonra geri kapattım, duyduklarım zihnimi bulandırırken ağzımı bir kez daha açmıştım, fakat elimden gelen yalnızca "Ne?" diye sormak oldu.
Karmaşa, ortamıza atılan bir sis bombası gibiydi. Yelkovanın başladığı noktaya döndüğü her bir an için, o karmaşa açılarak kömür rengi sis dalgasını tüm bir çevremize yaydı. Önce gözler arası iletişimi kopardı, kör etti, sonra bedenlere sindi ve giderek büyürken kaosa dönüştü.
Kaos, o ve ben arasında akan seslerin ta kendisiydi. Ancak daha fazlasının yaklaşıyor olduğunu fısıldayan yanım, olacakları beklememi söyledi.
Bana doğru bir adım attı, siyah mat rengi postalın zemine vurduğunda yarattığı ses kaosu besledi. Kaos kulaklarımı mimleyerek zihnime mührünü bastığında, kaçmak için odanın bir ucuna doğru sarsak bir adım da ben attım.
"Kaçmak neden?" diye sordu, karanlık bir sesle. "Baskıyla başa çıkamıyor musun?"
Bir adım daha attı, bir adım daha uzaklaştım.
"Kes şunu," diye tısladım.
"Neyi?"
Tıkanan nefesimin ses tonumu örselediği kadarıyla, "Üzerime gelme," diyebildim.
"Oysa benden kaçmanın fayda etmeyeceğini anladın sanıyordum."
Bazen, bazı anlar yaşanması zorunlu olandı. Çünkü sebeplerinin yaşatılması gerekiyordu insana, kaçması gereken duyguları taşıması gerekiyordu insan. O duyguları sahiplenmek, alışmak, hazmetmek lazımdı. Yoksa kaçmak kolay olan, hâlbuki kaçan her zaman mahrum kalandır.
Cehenneme pencere olan o yeşil gözlerden tek bir an olsun kaçmadım, tılsımlı alevlerle kül olana dek yanmak için bekledim, ateşten tılsımının etkisini kalbimin ekseninde hissettim.
Küçük bir mesafeyi ezer gibi aştığında, uzun parmaklarıyla boğazımı sardı ve hızlı hamlesiyle beni arkamdaki kitaplığa sertçe yasladı. Hezimete uğrayan kitaplığın raflarından, intiharını gerçekleştiren sayısız kitaptan birkaçı üzerimize çarparak etrafımızdan yeri boyladığında, gürültülü sesin ardından kitaplardan bazısı birbiri üstüne devrilmiş, bazısının rastgele sayfası açılmıştı.
Kemikli parmaklarının baskısı nefesimi kesecek kadar yoğun değildi belki, ancak ben nefesimi tuttuğumdan ötürü ciğerlerim kasılarak yanıyordu. Kitaplık ve onun arasında kaybolmuştum, çenemi kaldırarak üzerime eğildiğinde ılık nefesi dudaklarıma çarparak içimi uyuşturuyordu. Başım rafın çıkıntısına temas ediyor olduğundan, tepe noktasında yoğun bir sızı hissetmeye başladım.
"Sana yapacaklarımın bir sınır var mıdır dersin?" Kalbimi eşeleyen bir kriz dalgası, sesinden alıntıladığı kor parçasını oyduğu deliğe yerleştirdi ve lavlar akıtarak üzerini örttü. "Çok basit bir hamleyle o ince boynunu kırsam mesela, tam avuçlarım arasında atan nabzın bir anda dursa?"
Dudaklarını ıslattı, mistik kokusu vakur bir tavırla nefesime karıştı. "Ve sonra da vicdanımın sesini kessem, daha iyi hisseder miyim?" Fısıldaması karnıma ağrılar sapladı, susmadı devam etti. "Sen daha iyi hissedebildin mi?"
Daha iyi hissedemedim diyemedim, berbattı, kendimden kaçmak istedim diyemedim. Diyemezdim.
"Söylesene!" diye gürlediğinde, kirpik uçlarım titredi. "Herkesin gördüğü sessiz sakin, içine kapanık, masum o kız olmadığını söyle!"
Dilim damağım kurumuşken, istesem bile konuşamazdım. Başımı kaldırdığımdan ötürü derisi gerginleşen boynumu, avucu arasına hapsettiğinde, parmakları bir zindanın demirleri gibi aşılması imkânsız olandı.
Göz çukurlarıma sızan damlaların varlığını, gözlerimi her kırptığımda hissediyordum, gözümün beyazı da çoktan kızarmış olmalıydı. Gözlerimi bir kez daha kırptım, sol gözümden sıyrılan bir damla yaş, yanağımın yarısına kadar vardığında tenime yayılarak silindi. Sonra kısa bir an odanın bir köşesine takılan bakışlarımı aniden ona çevirdim, düşünmeden, hissetmeden, itiraz etmeden. Onu bıçaklarken olduğu gibi, lakin bu kez hissettiğimin aksine arsızca, adeta kabahatimden gurur duyuyor gibi bakıyordum.
"Değilim," dedim fısıltı gibi duyulan sesimle. "İnsanların yakıştığırdığı o sıfatlardan hiçbiri değilim. Masum değilim, pişman değilim, üzgün hiç değilim."
Normalde asla yetişemeyeceğim, ama eğilmiş olduğundan bana yakın ensesine elimi sararak onu kendime çektim. Bu bir meydan okumaydı.
"Hadi bana sınırsızca istediğini yapsana." Bütün bir tavrımı saran yanıltıcı ihtiras duygusu, cümlelerimden daha etkindi. "Parmaklarının baskısını bana gerçekten hissettir, canımı yak, acıyı tenime resmet. Çünkü ben senin canını yakarken bir an olsun tereddüt etmedim. Duymak istediklerin tam olarak bunlardı değil mi? Öyleyse itiraf ediyorum işte, senin kanını kendi tenimde görmek tahmin edemeyeceğin kadar haz uyandırdı bende."
Yemyeşil gözlerinin ekseninde bir ejderha genişçe yayıldığı yerden kudretle kalktı, gerinerek devasa kanatlarını açtı ve içinde biriktirdiği o hiddetle hareketlendirdiği kanatlar, fırtınalar estirip ne var ne yok yıktı.
Geri durmadı.
"Haz aldığın tek şey kanım mı?"
Çenesini yanağıma yasladı ve şakağıma kadar çıkarttı. Çene kemiğinin sertliğini hissedebileyim diye bilhassa bastırmıştı tenime. Burnundan, duyulabilecek kadar derin bir nefesi içeriye çektiğinde, ensesindeki elim kıpırdandı. Onu kışkırtırken, amacım kesinlikle bu değildi fakat şimdi o da bana yaptığımın cezasını ödetiyordu.
"Ben senin için bir tehdidim," diye araya girdim. "Ben senin öldürmenin yasaklı olduğu, çok büyük bir tehdidim ve sen bu yüzden beni yanından ayırmak istemiyorsun."
"Sen benim için tehdit olamayacak kadar küçük bir sorunsun," diye mırıldandı, boğazımdaki parmaklarını gevşetti.
"Buna kendin bile inanmadın."
"Oysa senin de inanmak istediğin tam olarak bu."
Başımı kaldırdığımda çenesini şakağımdan çekti, ona alttan alttan bakıyorken ikimiz de duygularımız silinmiş kadar sakindik. "Seni bıçakladım," dedim, bilinen bir gerçeği dillendirmiştim. "Ve tek yaptığın boğazıma sıkmak mı?"
"Nefesini kesmemi mi istiyorsun?"
"Söylemek istediğimin bu olmadığını biliyorsun."
"Ne o zaman söylemek istediğin?" Sesi gürültüsüzdü. "Canını gerçekten de yaksam beni bıçaklamak bir yana, bunu düşünemezdin bile."
"Evet," derken başımı salladım, değindiğim kısma gelmiştik. "Bunda haklı olman, beni de az önceki savımda haklı çıkarıyor."
"Bir tehdit olsan seni çoktan ortadan kaldırmış olurdum," derken geri çekildi.
Kendimi toparlama ihtiyacı hissetsem de duruşumdan taviz vermemeye gayret ettim. "O halde bana düşmanlık beslemiyor musun?"
Gözlerinden, bu söylediğimin mantık akışında tıkanıp kaldığını düşündürten bir ifade geçti. Başka bir konudan bahsederken sorum havada asılı kalmıştı. "Buraya neden geldin?" Kollarını göğsünde topladı.
Sorusu beni hazırlıksız yakaladı, zira çağıran bizzat kendisiydi. "Sen çağırdın," dedim durgunca.
Başını yana eğdiğinde pembe dudakları, bana varlığımı sorgulatan bir gülümsemeyi kafesledi. "Sırf bu yüzden mi?"
Bu tavrına karşı bile sakindim fakat bu sona gelişin dinginliği gibiydi, zira öte yandan evin karanlık atmosferi tarafından yutuluyordum.
Başını dikleştirdi, gülümsemiyordu artık. "Yolunu kaybetmiş bir kedi gibi seni her çağıranın peşine mi takılıyorsun?" Suskunluğum, sınırlarımı aşma izni vermişti ona. "Şayet öyleyse bu benim fena halde canımı sıkar."
Çenemi kaldırdım. "Hayır."
"Güzel," diye mırıldandı o da. "Yalnızca benim adımlarımı takip eden bir kedisin o halde."
Başımı iki yana salladım. "Durumun bununla alakası yok. Her durumdan kendine pay biçme işinden vazgeç."
"Ne ile alakası var?" diye sordu kollarını çözerken. Bu cümleme bozulmuş gözüken bir yanı yoktu. "Neden evimdesin?"
Dudaklarımı ıslattım. Buna vereceğim cevap üzerinde düşünmemiştim ve onu oyalamakla da zaman kazanamamıştım, bu yüzden dürüst oldum. "Öğrenmem gereken şeyler vardı."
"Sana işimle alakalı soramayacağını söylemiştim, nasıl öğrenecektin?"
"Aslına bakarsan..." Gurur duyan bir halde ekledim. "Artık işine dair birkaç tahminim var."
"Ne gibi?" Şöminenin yanı başındaki tekli koltuğa geçip oturduğunda, onun tarafına döndüm.
"Buraya ilk geldiğimde gördüğüm kişiler biraz fikir sahibi olmamı sağladı." diye söze girdiğimde heyecanıma engel olamadım. "Başta bir silah hakkında konuşuyorlardı. O silah bir tanesinin elindeydi ve çok iyi olduğunu söylerken diğerlerine de gösteriyordu. Hatta bir başkası da onlara, o silahı zor elde ettiğinden bahsetti."
"Ve sonra?"
Sargı bezine kısa bir bakış atmadan edememiştim, bunu fark etse de bir şey söylemedi. "Bir deste bıçağı paylaştılar kendi aralarında. Sıradan bıçaklara benzemiyorlardı. Sanırım..." Kaşlarımı çattım, nasıl ifade edeceğimi dahi bilememiştim. "Onlar sanki özellikle birine zarar vermek için üretilmiş türdendiler. Hatta savrulsa havayı bile bölebilecek kadar keskin gözüküyorlardı."
"Bıçaklardan anlıyorsun yani?" Sorusundaki alaycı alt metinle başımı yerden kaldırıp ona diktim. Dirseğini koltuğun kolçağına yaslamıştı, bir eli çenesindeyken dikkatle beni seyrediyordu.
"Ne gördüğümü anlatıyorum," dedim ters bir tutumla.
"Betimleme şekline bakılırsa sadece görmekle kalmamışsın," dedi o da iğneleyici bir şekilde. "Onlarla neler yapılabileceğini çoktan hayal etmişsin bile." Duraksadı. "Gerçi sen o cesareti zaten gösterdin, değil mi?"
"Şunu yüzüme vurmaktan vazgeç."
"Rahatsız mı oluyorsun?"
Dudaklarımı olumsuz anlamda büküp belli belirsiz başımı salladım. "Bunu sırf zarar verme niyetiyle yapmadığımı biliyorsun."
Erkeksi bir kahkaha attı. "Zarar vermek demişken, bilinçli yaralanmak sürpriz olandan daha çok can yakıyormuş," dedi, yaşadığı deneyimi paylaşmak istiyor gibi. "Çok ilginç değil mi? İnsan beyni geleceğini bildiği acıya duyarlılığını arttırdığından ötürü, bilinçsiz olandan daha çok hissediyor."
Sorusunu es geçerek asıl anladığım konunun üzerine donakaldım. "Seni bıçaklayacağımı biliyor muydun?"
"Sen beni, basit bir tahrik etme girişimiyle kandırabileceğin bir adam mı sanıyorsun?"
"Neden beni durdurmadın?"
"Aslında son ana dek cesaret edebileceğine ihtimal vermedim." Gözleri şöminedeki ateşi buldu, bakışları sakindi. "Sonrasında da ne kadar ileri gidebileceğini görmek istedim ve sana izin verdim."
"Ben—"
"İtiraf etmeliyim ki sen sandığımdan daha yürekliymişsin," diyerek araya girdiğinde bakışları beni bulmuştu. "Neredeyse beni gururlandırdın."
"Gururlanmak mı?"
"Doğru kişi olduğunu biliyordum."
Bu dediğiyle iyice kafam karıştı. Yoksa dalga mı geçiyordu?
"Ne konuda?"
Onu bıçaklayarak gururlandırmıştım ve o da bu yüzden doğru kişi olduğumu düşünüyordu. Bu nasıl bir ironiydi böyle?
"Merak ettiğim bir kısım var," diyerek sorumu duymazdan geldi, başka zaman olsa bu beni öfkelendirirdi ancak şu anda yalnızca şaşkınlık dolduruyordu beynimin kıvrımları. "Beni neden öldürmedin?"
Durmaksızın konuyu onu öldürmeme bağlaması beni her seferinde ilk andaki kadar dımdızlak bırakıyordu.
"Seni öldürmek istemediğimi söylemiştim," diyebildim. O da bir zaman beni öldürmeyeceğinin sözünü vermişti, fakat güncel durumdan sonra bunun hâlâ geçerli olduğundan şüpheliydim.
"Evet," dedi. "Ama başına daha büyük bir dert aldığını düşünmüyor musun?"
Avuç içimi kotumun sert kumaşına sürttüm, onun önünde ayakta dikiliyordum ve hem derin bakışları hem de irdeleyici sözleriyle bana kendimi çırılçıplak hissettiriyordu.
Göz temasını bozdum ve onu yok sayma niyetiyle arkasında kalan masadaki şamdana odaklandım. Farklı boyutlardaki mumların boynunu bükmüş iplerini seyrederken, başımı iki yana salladım.
"Sana seni öldürmeyeceğimin teminatını vermem, bundan güç bulup sınırlarını aşabileceğin anlamına gelmiyordu." Azarlandığımı hissetsem de tam aksine sesi sakince odaya dağılıyordu. Ona bakmama konusunda direndim. "Tüm bir hayatın boyunca kabuğundan çıkmayı mı bekledin, küçük?"
Son söylediğiyle aniden ona bakmıştım. Yüzünde alt mesajı aradım ancak dümdüz duruyordu.
"Beni insanlarla hiç iletişime geçmeyen, asosyal, nefret dolu bir ergenin teki mi sanıyorsun?"
Üzerime gitme ve beni köşeye sıkıştırma niyetiyle "Alındın mı?" diye sordu, söylediğimden yalnızca bunu yakalamıştı sanki.
Dişlerimi sıktığımda, ince bir katmanla temiz yüzünü pürüzleştiren sakallarında gezdirdi parmak uçlarını. "Hayatı boyunca, içine gizlendiği sert kabuğu kırıp gerçek kendisini ortaya çıkarmayı beklemiş olan ve bulduğu ilk fırsata tam bir acemi aptallığıyla atlayan bir kız." Parmaklarını yüzünden çekip çenesiyle beni işaret etti. "Sen bu musun?"
Her ne kadar her bir kelimesi damarıma tek tek bassa da, "Benim hakkımda böyle konuşamazsın," demekten öteye gidemedim.
"Neden? Sen bundan daha fazlası olduğun için mi? Tamam, bir düşünelim." Bir es verdi. "Öfkeni gizlemek konusunda çoğu zaman başarılı olsan da sen yine de pek kibar bir kız sayılmazsın. Sonuçta henüz 16 yaşındayken okul arkadaşlarından birini, senin hakkında asılsız bir iddia ortaya attığı gerekçesiyle, kızlar tuvaletinde yakalayıp defalarca kez yüzünü aynaya çarptın ve burnu kırıldı. Oradaki kızlar araya girip onu senden kurtarmasalardı ya kan kaybından ya da beynine aldığı hasardan hayatını kaybedecekti." Başını, bu yaptığımı kınadığını açık eden bir tavırla iki yana salladı. "Zavallı kız, canı gerçekten yanmış olmalı."
Şokla aralanan dudaklarım uyuştu, sakindim, hala sakinim ama beynimin içinde ardı arkasına bombalar patlıyor, yıkılıp parçalanan sadece düşüncelerim değil, aynı zamanda değer yargılarım. Kendime karşı ördüğüm duvar. Kendime karşı aldığım önlem.
İnsan, kendi zihninden kaçabilir mi?
Kaçamazsın, boşuna koşup nefesini tüketme. Doğduğun o günden bu yana var ettiğin her şey, öğrendiklerin, tecrübe edindiklerin, yenilgilerin ve başarıların. Varoluşunun bütün çıplaklığıyla sen.
Varlığını kucaklamaya cesaretin yoksa kaçamadığın o bedende, bir esir olarak nefes tüketmeye devam etmek canını hiç yakmıyor mu? Her şey bir gün kendin olabilme umudu için mi?
Olamayacağını kabul edince de zihnine sıkıca bir duvar örersin, umudun da duvarın ardında bir yerdedir, ama çoktan son nefesini vermiştir. Umudunun cesedini ne zihninden ne kalbinden atmaya da cesaret edemezsin sen, hiç olmazsa olduğu yerde çürüsün istersin, çünkü itiraf edemesen de son zerrelerine kadar hâlâ muhtaçsın ona.
On sekiz koca seneyi eksilttim ömrümün uçurumunda. O uçurumda beni ben yapanlar, o uçurumda sevemediğim anılarım, hatalı adımlarım, sevmekten korktuklarım, söylediklerim ve söylemeye cesaret edemediklerim var. O uçurumda ben varım, bu gecede olamadığım kadar oradayım.
Bir sırrı yutmak zorunda bırakılmıştım. Ne anlama geldiğini tam anlamıyla bilmesem bile gördüklerimi, işittiklerimi hiç yaşanmamış gibi, bir daha kaldırmamak üzere zihnimin bir köşesine atmak zorunda bırakılmıştım. Her şeyin orada, yaşandığı yerde kalmasını bekliyordu benden. Onu ihbar etmeyeceğimden en başından beri emindi, hatta ben de. Ağzımdan çıkan her sözcüğün alnıma dayadığım namlunun kurşunu olacağını biliyordu, ben de biliyordum.
Ancak yaşanan bir şeyi geride bırakmanın zorluğunu tatmış olduğumdan, dayattığı bu şeyin beni ne kadar tüketeceğini bilsin istemiştim. Daha çok susmak zorunda kalacağımı, daha az duygularımı göstereceğimi ve bir daha asla anlaşılmayacağımı. Bilsin istiyordum, aslında biliyordu da. Ona sorduğumda yanıtlamamıştı, ancak bir bedel ödemek zorunda kalacağımı da biliyordum ben.
Oturduğu yerde dikleşti. "Seni suçlamıyorum."
İlk andan beri ağzından çıkanlardan anladığım tek şey beni yargılamasıydı, ancak şimdi aksini iddia ediyordu. Ona inanmadığımı açıkça sunan çehremi görmesine rağmen konuşmayı sürdürdü.
"Hatta seni buraya çağırma sebeplerimden biri de birkaç soruna cevap bulabilmen içindi." Ayağa kalktı ve bir adımla koltuktan uzaklaşarak bana yaklaştı. Kaşlarım havalandığında sessizce devam etmesini bekliyordum. "Ama bu gecelik bu kadarı senin için yeterli."
İlk cümlesiyle yarattığı umudu bir sonraki cümlesiyle yok ettiğinde, merakıma yenildim ve yanımdan ayrılacakken engel olmaya çalıştım. "Anlatmanı istiyorum," dediğimde duraksadı. "Lütfen."
Odanın diğer ucuna doğru yürümeye başladığında hızlıca ona yetiştim ve tam önüne geçtiğimde durmak zorunda kaldı. "Ve ben de bunun için gelmiştim," diye itiraf ettim. Cevaplar almak, bir şeyler öğrenmek ya da hiç olmazsa ipucu edinebilmekti amacım.
"Yersiz bir drama yaratarak şansını kaybettin."
"Hayır, dinle." Ancak o kalıp dinlemek yerine, yanımdan geçip gidecekti ki bu kez iki elimle kolunu tutarak karşı çıktım. Omzunun üzerinden onu sıkıca saran parmaklarıma ters bir bakış attı.
"Özür dilerim," dedim ansızın.
Özrümü beyhude bulduğunu belli etti. "Senden bir özür beklemiyordum."
"Yine de..." Omzumu silktim, bu onu ikna etmeye yarar diye düşünmemiştim fakat yine de söyleme ihtiyacı hissetmiştim. İnsanlar birine kötülük yapınca, telafi etmek pek mümkün değilse de en azından kendini rahatlatmak için özür diler.
Gitmesin diye hâlâ kolunu bırakmıyordum. "Bana hiç olmazsa ne için doğru kişi olduğumu söylemelisin."
"Bütün bir mesele de bu zaten," diye soğuk bir şekilde cevapladı. Fazlasını söylemek istemiyordu.
Onu daha fazla sinirlendirmemek için kolunu serbest bıraktım, ama yerinden ayrılmak yerine tüm vücudunu bana çevirdi. "Burada kalmaya devam etmek yerine evine gitmek istemiyor musun?"
"Gitmeden önce bana birkaç şeyin cevabını vermelisin," diyerek onu ikna etmeyi denedim. Heves ettiği oyuncağı almaya çabalayan bir çocuğa benziyordum.
"Hayır."
Vazgeçmedim. "Ulaş'ın benimle konuşmasını neden istemedin?" Sert ifadesi dağıldığında doğru noktaya parmak bastığımı düşünerek devam ettim. "O yalnızca beni uyarmak istemişti, ama sen buna izin vermedin. Neyi öğrenmemi istemedin?"
"Ondan gerçekten bir şey öğrenebileceğini mi sanıyordun?"
"Yeterli olmasa da illa ki anlatacakları vardır," diye karşı çıktım. "Nihayetinde o gece o da partideydi. Öncesiyle alakalı hiçbir şey bilmese de orada neler olduğundan bahsetmesi bile kayda değer şeyler öğrenmeme yardımcı olur."
"Artık yardımcı olamaz."
Afalladım. "O ne demek?"
Sorumu cevaplamak yerine salonun çıkışına yürüdü ve karanlık koridorda gözden kayboldu. Koşarcasına arkasından gittim ve karanlığa alışan gözlerim, onu dış kapının önünde buldu. Nereden çıkardığını anlamadığım bir tişörtü başından geçiriyordu, bu yarasını sızlatacak olmasına rağmen özen göstermemişti.
Endişeyle, "Yoksa ona bir şey mi yaptın?" diye sorarak yanına vardım.
Elini dağılan saçlarından geçirerek toparladı.
"Eğer ona zarar verdiysen..." Yutkundum.
"O kafanın içini olasılıklarla doldurmak yerine ceketini alıp gel, dışarıda bekliyorum," dedi ve kapıyı açıp çıktı.
O hatırlatana dek ceketim aklıma bile gelmemişti. Geri dönüp şöminenin önünde yere bıraktığım ceketimi giydim, salondan çıkana dek gözümü tek bir saniye bile onu bıçakladığım noktaya değdirmemiştim.
Bahçeye vardığımda aracını kapının önüne çekmişti ve önünde dikiliyordu. Evin kapıyı kapatıp yanına giderken beni seyrettiğini hissetsem de ona bakmadım, ancak önünde durduğumda konuşmak için beklememiştim.
"Efsun seni kaç yıldır tanıyor?" Ansızın gelen bu soruyu beklemiyor olmalıydı. "Seni bıçaklayan kişiyi, yani o bilmese de beni, koruyor olabileceğini söyledi."
Yüzünü alacak ifadeyi ölçmek isteyerek dikkatle baktım ona, duyduklarıyla kaşları çok hafif bir eğimle yukarıya doğru hareketlenmişti, dudaklarını konuşmak için araladı. "Yanlış söylemiş," diyorken, sanki geçiştirmek isteyen bir tavrı vardı; bu yüzden üzerine gittim.
"Tüm olanlar değerlendirildiğinde, bu durumu neye benzetiyorum biliyor musun?" Cevabını beklemeden konuşmayı sürdürdüm. "Sen sonu gelmeyen kanlı bir savaşın ortasındasın ve ben elindeki keskin kılıcım, beni savursan tüm tehlikeyi yok edebileceğini biliyorsun, ancak sen kılıcın seni kanatması pahasına onu elinde sıkıca tutuyor, asla kullanmıyorsun." Bir es verdim. "Bu savaş senin zihninde, bu yüzden çevren kalabalık olsa bile sen orada yapayalnızsın."
Sağlıklı derisinde doğan gerginlik gözle görülemeyecek kadar az olsa bile ben onu öyle detaylı inceliyordum ki, hareketlenen çenesinden ötürü bükülen yanak kıvrımını dahi fark edebilmiştim.
"Bu savaş benim zihnimde, bu doğru," diye kabul etti. "Ancak sen kendimi savunmak için kullandığım bir kılıç değilsin." Bunu söyler söylemez çok kısa bir süre sessiz kalmıştı. "Zihnimde olan savaşta istersem o kılıcın kendisini dahi kanatabilirim, oysa ben kılıçla savaşmak yerine kılıç için savaşıyorum."
"Öyleyse bu, kılıcın değerli olduğu anlamına gelir," diye bir tespitte bulundum.
"Hayır, savaşa son vermek istemediğim anlamına gelir." Yaslandığı yerde rahat bir tavırla öne eğildi. "Çünkü zihninde başlattığın savaşa son veren sen olursan kaybettiğin ilk şey kendin olur."
Söylediklerine karşın apaçık bir mana oluşturulması mümkün değildi, çünkü ben zaten belirsizliğin içinde kıvranıyor, attığım her adımda yalpalıyordum. Ancak beni bir şekilde koruyor olduğunu artık kabul etmişti, bu benim için hâlâ inanılması güç olandı, sebebi ise gayet açıktı.
"Pes etmemek gibi mi?" diye mırıldandım. Metaforlar üzerinden konuşma başlatmak akıllıca bir fikir miydi emin değilim, ama anladığımı düşündüğüm birkaç şeyden dolayı yüzümde farkındalıkla oluşmuş bir donukluk hâkimdi. "Gölgeler gibi savaşlar da tesadüfen oluşmaz. Her sebep tıpkı gölgeyi ortaya çıkartan ışık gibidir."
Ağzını bıçak açmadı, bense dilim tutulacak olmasına karşın konuşmaktan geri durmuyordum; çünkü esrarı bir ucundan yakalamıştım ve kuvvetle çeksem, gerçeği öğrenecektim. "Bu hikâyedeki ışık ne oluyor? Ya da kim?"
"Sandığımdan daha kıvrak bir zekan var," dedi, alçak bir ses tonu kullanırken. Onun da yüzü soğuk yemiş gibi kıpırtısız, sesi duygusuz ve bakışları ruhsuzdu. "Ancak bunca zaman atladığın bir nokta oldu."
En başından itibaren her sahne gözlerimin önünde geriye sarıldı, tekrar tekrar döndü ve kaçırdığım noktayı aradım, bulamadım. "Ne olduğunu söylemeyecek misin?"
"Başından beri bana tek sorduğun senin hakkında öğrendiğimin ne olduğuydu." Başını hafifçe eğdi, gür kirpikli gözlerini kıstı. "Hatta bu uğurda beni bıçaklayacak kadar ileriye gittin, ama hiçbir zaman seni bulmam ve Tanrının yazdığı kaderin akışındaymış gibi sende kayda değer bir şeyler çıkmasını hiç sorgulamadın." Böyle bir tesadüf olma ihtimali bile yeterince saçmaymış gibi yüzünü buruşturdu. "Ben klişelerle işi olan bir adam değilim."
Bu karanlık yola ilk girişimde beni gören ilk göz, onun yangın gözleriydi ve ben bu nedenden dolayı daha yolu tamamlayamadan o yangında cayır cayır yanacağımı ve küllerimi savuran rüzgârın dahi beni yolun sonuna ulaştıramayacağını kabullenmiş, kendimi buna olağanca inandırmıştım. Lakin şimdi onun sırlarla dolu zihninden diline damlayan bir parça kıvılcım, beni o yolun sonundaki ışığın varlığına inandırmış ve ona varabilen yolda zorlansam bile sonunu göreceğimi aşılamıştı.
"Hatırlıyor musun? Ben sana değil, sen bana geldin." Başını salladı. "Bu gece ve öncesinden değil, o eve ilk gelişinden söz ediyorum. Önce seni alıkoymam gerekti, sonrasında bir sebepten ötürü serbest bıraktım, ama asıl bilmen gereken şu ki; sen bana hiç gelmeseydin bile ben seni mutlaka o yoldan geçirecektim."
İrkilerek kendimi geriye çektiğimde çamurların üzerinde kayıp düşmek üzereydim ki yalpalamakla kaldım.
Yeşil hareleri, güneşi arkasına almış ayın ta kendisiyken, gözlerine bakarak tutulan bendim.
Sözcükleri ise zihnimi aralıksızca yıkan yeminlerdi. Sözleri doğruydu, bundan şüphem yoktu. Ancak her gelen bir cümle, çıkışı bulduğumu sandığım labirentin boyutunu genişletiyordu ve ben orada defalarca kez kaybolup duruyordum.
"Çünkü o gece beni ilk kez görüşün değildi..."
Gerçekler aklımda birden fazla ağızdan çıkan fısıltılar gibi birbirine karıştı, fısıltılar gürültüyü doğuruyorken her şey o kadar karman çormandı ki kelimeleri ayıklayıp algılaması git gide zorlaşıyordu. Bir gerçek vardı, ancak o gerçek bir fısıltıdan ibaretti ve diğer tüm sesler yüzünden onu seçemiyordum.
"Şimdilik daha fazlasını söylemeyeceğim," dediğinde bilinçsizce başımı salladım. Gözlerini yere indirdi, derin bir soluk aldığında yeniden bana bakıyordu. "Yalnızca, buna dahil olmayı kabul ettikten sonra, istesen de benden uzaklaşamayacağını bilsen yeterli."
Yanaklarımın içine sertçe dişlerimi geçirdiğimde, saniyeler sonra kanın sıvılığı dilimi ıslattı. "Ben..."
"Sen bir tek benim yanımda güvendesin," dedi, aniden lafımı bölerek. "Yoksa o siktiğimin bıçağını bana sokmanın çok ağır bir bedeli olurdu."
Gücenmişçesine kaşlarım büzülerek derin bir çukur oluşturdu ve dudaklarım aralandı. Öyle bir anın içindeydim ki, dünyadaki tüm dillerden hiçbir kelime hislerimin tercümanı olmaya yetmezdi.
"Seni bıçakladım," dedim tekrar ederek, başımı sallıyordum ve sesim ruhsuzdu.
"Kurulu bir robot gibi aynı şeyi söylemeyi kes, benim de sabrımın tükendiği bir nokta var."
"Ama bunu gerçekten yaptım," diye mırıldandım, geçmişte sakladığım bir olayı yeniden anımsamış gibiydim. Hislerimi tarif edemiyordum.
"Sus artık," diye hırladığında, şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım.
Her şey o kadar ani ve o kadar hızlı gelişiyordu ki beynimin kıvrımlarında akan kan gürlüyor, uğultusu düşüncelerime ulaşmama engel oluyordu ve bu beni ruhsuz kılıyordu.
"Beni anlamanı beklemiyorum," diye nihayetinde konuştuğumda sesim kısıktı. Gözlerimin yeni odağı, çıplak kolundaki kılıç dövmesinin birkaç santim ötesindeki pusula görünümlü çizimdi. İçerisinde ise yönler değil de Zodyak Çemberi vardı. "Yaşananlar senin tarafında net, oysa ben parçaları birleştirerek anlamaya çalışıyorum ve her şey çok fazla geliyor."
"Sana şimdilik bilmen gereken her şeyi söyledim," dediğinde gözlerimi yüzüne çıkarttım.
"Çevrendekilerin neden orada olduklarını bilmiyorum." Bu konuşmanın içindeyken, bir parça sicimin üzerinde yürüyormuşçasına kontrollüydüm, lakin devrilmem her an mümkün olduğundan endişe içindeydim. "Yani senin, hepinizin ne için bir arada olduğunuzu."
"Bunu sana açıklamam için çok erken, öncesinde sana güvenmem gerekiyor."
"Bir insana güven duymak bazen bir asır kadar sürebilir." Boşlukta asılan kollarımı bedenime sardım. "Hatta bazen bir asrın sonunda bile güven duymaz, hayatından silip atarsın."
"Bu bir asır sürse ve ben sonucunda sana güvenmeyecek de olsam, sen yine olman gereken yerde, benim yanımda olursun."
"Ait olduğum yer senin yanın değil." Konuşurken neredeyse kekelemek üzereydim.
"Seni seçmem demek, bana ait olduğun anlamına geliyor. Bunu kabul etmiyorsan, seni evine bıraktığım andan itibaren hayatından çıkarım ve sen de tüm bunlar bir rüyaymış gibi geride bırakarak yoluna devam edersin."
"Neden?" Aslında sorum şuydu: Neden beni seçtin? Neden sana ait olmam gerekiyor? Neden kabul etmezsem beni hayatından çıkaracaksın? Neden seni bıçakladığımı gizlemek istedin? Neden istediğin kişiye dönüşmezsem her şeyi geride bırakmak zorundayım? Neden? Neden buradayım?
Çığlık çığlığa bağırmak istesem de sesim çatlamış ve fısıltıdan öteye geçememiştim. "Bana fiziksel bir acı vermiyorsun diye, ruhumu defalarca kez parçalayabilme hakkını buluyorsun kendinde."
Burnundan soluyordu, her nefes alışında belirgin köprücük kemikleri omuz bağlarında dikleniyordu. Kolumu tutarak beni kendine çektiğinde, hızımı alamayarak bedenine tosladım. "Dinle," dedi, çenesi kaskatıydı. "Beni hiç tanımadığından, sana ne kadar çok tahammül ettiğimin farkına varamıyorsun. Ancak eğer şansını biraz daha zorlayacak olursan seni tutmam, bıraktığımdaysa başına geleceklerden sadece kendin sorumlu olursun."
Yakınlığımızdan ötürü başımı öyle çok kaldırmam gerekmişti ki ensem ağrıyordu, yine de ağzından çıkanlar daha ağır bir yüktü benim için.
"Şimdi sana son kez söylüyorum," dedi. "Son kez. Tekrar etmeyeceğim," dedi bastırarak. Belli belirsiz başımı salladığımda, onay almış şekilde devam etti. "Yanımda durup her şeyi öğrenmeye hazırsan istediğin sonuca ulaşmanı sağlarım, ama şimdiden söylüyorum ki bu kolay olmaz. Eğer kabul etmezsen de—"
"Ediyorum," dedim aniden sözünü kesip. "Kabul ediyorum; her ne olacaksa."
"Emin misin?" diye sordu, tek kaşını kaldırmıştı. Aniden bu fikre yükselip kabul ettiğimi sanıyordu, oysa ben başından beri buna hazırdım.
"Eminim," dedim, hiç düşünmeden. Dudaklarıma yağmurun habercisi damlalar dokundu, bedenim su ihtiyacıyla kasılıyordu. İhtiyatlı kelimeler dudaklarım arasından firar ederken, bu ondan almak istediğim bir sözdü: "Sen de şunu unutma ki, çoktan başlamış bir savaşta kılıcını geride bırakırsan ölürsün."
Gök gürüldedi, yağmur bir anda bastırmaya başladığında aracın yüzeyini döven damlalar yoğunlaştı. Onu görmek için kaldırdığım yüzüm yağmurla yıkanırken, ıslanan kirpiklerinin arasından bir süre beni seyretti.
Sonrasında yaşananlar bir kâbusta devinim yapan sahneler kadar silik, bulanık, parçaları kırıktı. Aklımda o kadar çok şey vardı ki o araca nasıl bindik, ormanın bağrından geçen yolda nasıl akıp gittik bilmiyordum.
En sonunda aracı durdurmasıyla yolun bittiğinin, evimin biraz gerisinde durduğumuzun farkına varmıştım. İnmeden evvel bir şeyler daha söylemek istedim ona, biraz daha kurcalamak istedim bilgilerini. Ancak bunu daha fazla sürdüremeyecek kadar bitkindim. Başımda, şakaklarımı zonklatan bir ağrı hüküm sürüyordu ve bedenim yorgunluktan bitap düşmüştü.
İnip kapıyı arkamdan kapatmadan önce son kez seyrettim yüzünü, ancak o bana bakmıyordu. Dimdik oturmuştu koltukta, dirseğini ne ara açtığını anlamadığım cama yaslamıştı ve dümdüz ileriyi izliyordu. Muhakkak o benden daha çok yorgundu, nihayetinde acı çekmiş ve kan kaybetmişti. Üstelik sorularımdan da sıkılmış olmalıydı. O yüzden daha fazla uzatmak yerine kapıyı kapattım ve ben eve girene dek araç olduğu yerden ayrılmadı.
ᯓ★
Tahmin ve görüşlerinizi bekliyorum ✨
|
0% |