@irispage
|
Bu uzun bir bölüm, sizden bolca yorum bekliyorum 💖 İyi okumalar!
9
RANDEVU
♪ lose my breath ~ Rhea Robertson
"Arkadaki o sesler de ne? Neredesin?"
Kamera açısı değişerek birkaç kişilik bir grubu gösterdi. Birinin elinde çekiç vardı ve devamlı olarak bir nesneye vuruyordu. "Hadi toparlanalım, az sonra başlıyoruz."
Orada neler döndüğünü anlamaya çalışırken bu kez de açı, sağa kayarak etrafı beyaz bir örtüyle sarılmış nesneleri gösterdi. "Onlar ne?"
"Bunlar mı? Kafatasları."
"Ne için?"
Abim, kamerayı kadavralardan alıp kendisine çevirdiğinde, "Burun ameliyatı yapmayı öğreneceğiz," dedi. Saniyeler sonra çoktan pişman olmuş bir yüzle dudaklarını birbirine bastırdı. "Sanırım bunları sana göstermesem daha iyi olurdu. Hassas bir bünyen var."
"Sorun değil, gözükmüyorlardı," diye mırıldandım. "Bu dersi alman için erken değil mi? Uzmanlıkta öğreneceğini sanıyordum."
"Doğru biliyorsun güzelim, benim dersim değil," dedi. "Fakülte hocamdan rica ettim, o da vereceği bir dersi seyredebileceğimi söyledi. Ne büyük şans, değil mi?"
Gülümseyerek muzipçe başımı yana eğdim. "Şansa ihtiyacın mı var, Yalçın Sezer? Ben de bir profesör olsam senin gibi önü açık bir öğrenciyi yanımdan ayırmazdım." Göz kırptım. "Her öğretmen başarılı öğrencisiyle biraz övünmeyi sever."
Başını geriye atarak kahkaha attı. "Güzel kız kardeşimden bu kadar güzel sözler duyacaksam her şeyi başarmaya hazırım." Bir yere yaslandı. "Sen nasılsın? Keyfin yerinde gözüküyor."
"İyiyim," dedim, bu soru düne kadar sorulsa cevabı çok daha farklı olurdu. Beni evime bıraktıktan sonra doğruca duşa atmıştım kendimi. Bütün kan lekelerinden, üstüme sinen kokulardan, omzuma binen yükten... Hepsinden arınmam dakikalarımı almıştı, ancak bir ömür sürse de o sıcak suyun altında eriyip buharlaşmak istediğim bir an olduğunu hatırlıyorum. Belki öylesi daha kolay olurdu. "Okuldayım şimdi. Birazdan antrenman yapacağız."
"Yoğun bir dönemden geçtiğini biliyorum, ama kendine de vakit ayırmaya çalış olur mu? Hiçbir şey senden daha önemli değil."
Başımı salladım. "Haftasonu dinlenmek için bolca vaktim olacak."
Çarşamba günü okula gelmediğimi bilmiyordu, çünkü annemden de gizlemiştim bunu. O gece duştan çıktıktan sonra annem odama gelmiş, neden o saatte hâlâ ayakta dikildiğimi sormuştu. Ama tüm yaşananlar, yorgunluğum ve hatta sıcak bir duş bile uykumu getirmemişti. Fakat hemen uyuyacağımı söylemiştim, annem lambayı kapatıp odamdan çıktıktan sonra sabaha kadar yatakta tavanı seyretmiştim. Günün ilk ışıklarında annemin evden çıktığına işaret eden kapı sesini işittiğimde de yatakta uzanmaya devam ediyordum. Sonra ne kadar süre geçti hatırlamıyorum, ama yatakta sızıp kalmıştım ve uyandığımda akşam saatleriydi.
Abim, "Final maçın ne zamandı?" diye sordu.
"Önümüzdeki hafta cumartesi günü."
"Annem, maçın Ankara'da olacağını söyledi. Neden bana haber vermedin?"
Biraz mahçup hissettim kendimi, çünkü abim hayatımdaki gelişmelerle gerçekten ilgileniyordu ve böylesi önemli bir olayı benden duymaması hoş olmamıştı. Aslında gizlemek değildi amacım, yalnızca vakit ayıramazsa kendisini kötü hissetmesin istemiştim. "Gelemezsin diye düşündüğüm için söylemedim sana."
Böyle düşünmeme şaşırmış olduğunu belli ederek kaşlarını kaldırıp indirdi. Bu beni daha kötü hissettirecekken genişçe gülümsedi. "Sana her an bir sürpriz yapabilirim."
Heyecanla sordum. "Gerçekten mi?"
"Ders programımı ayarlamaya çalışacağım. Birkaç saat de olsa seni görebilirim."
"Harika olur," dedim, keyfim biraz yerine gelmişti. Onunla geçireceğim bir saat de olsa bana iyi geleceğinden şüphem yoktu, çünkü o diğerleri gibi telkin edici sözlerle değil, sadece varlığıyla bana huzurlu hissettiriyordu. Abim, merhametlidir, insanları incitmekten çekinir, herkese saygıyla konuşmaya özen gösterir ve onu sinirli görmek pek mümkün değildir. Bir hekim olmak, herkesten çok ona yakışacak.
Arkada bir hareketlenme olduğunda oraya baktı, ardından kameraya döndü ve "Hocamız geldi, kapatmam gerekiyor," dedi aceleyle. "Maç saati için beni bilgilendir olur mu?" Başımı salladım. "Görüşürüz, kendine iyi bak."
"Sen de."
Görüntülü konuşma kapandığında telefonu da tamamen kapatıp soyunma odasındaki dolabıma koydum. Okulda telefon kullanımı yasaktı, ancak üzerimizi aramadıklarından eğer yeterince iyi gizleyebiliyorsanız telefonunuzu kullanabileceğiniz anlamına geliyordu. Tabii bu, yakalanırsanız disipline sevk edilip bir gün müddetle uzaklaştırma almayı da göze aldınız demektir. Kötü yanı uzaklaştırma almak değil, ailenizden işiteceklerinizdir. Herkes için durum böyle midir bilmiyorum fakat benimkiler için bu pek hoş karşılanmaz. Hatta eğer vakit ayırabilecekleri ana denk gelirse, en az okulu asıp madde kullanmışım kadar kınarlar. Yani babamın değilse de annemin tepkisi aşağı yukarı böyle olur.
Dolabımı şifresiyle kilitleyip ceketimin fermuarını çekerken soyunma odasının kapısı açıldı. Sırtım dönük olsa da bir anda odaya yayılan şekerli, boğucu parfüm kokusundan gelenin kim olduğunu tahmin etmem zor olmadı.
Neşeli duyulmasına gayret ettiği anlaşılacak şekilde, "Günaydııın!" diye şakıdı. Gayret etti diyorum, çünkü Irmak'ın 'ortamın neşesi' olarak anılma konusunda ciddi bir hevesi var.
Sesi, yüksek tavanlı ve az eşyalı soyunma odasında yankılanırken, "Günaydın," diyerek ona döndüğümde tam arkamda duruyordu.
Garip yakınlığımızı bozmadan, "Hey! Neden mutlu görünmüyorsun?" diye neredeyse bağırdı. Yuvarlak parlak suratı, inanılmaz bir durumla yüzleşiyor gibi şekillendi. "Yoksa gruba gelen mesajı okumadın mı?"
"Ne mesajı?"
"Huh! Sahiden de okumamışsın," dediğinde hâlâ abartıyla karşıladığı durumu duymayı bekliyordum. Neyse ki daha fazla uzatmadı. "Bugünkü antrenmanı uzun tutacağız, ama iyi haber şu ki sonraki derslere girmek zorunda değiliz. Veee..." Müjde verecekmiş gibi duraksayarak heyecan yaratmaya çalıştı. "Diğer hafta da derslerden muafız!"
Bu iyi olmuştu, yalnızca fiziksel değil mental olarak da kendimi toparlamam gerekiyordu. "Sevindim."
"Hiç öyle gözükmüyorsun," diye burun kıvırdı. "Her neyse, ısınmadan önce bir kahve içeceğimizi haber vermeye geldim. Kantine bekliyoruz."
Çıkmasına engel olarak, "Baksana," dediğimde durdu. İfademi yumuşatıp ilgili gözükmeye çalıştım. "Olanlardan haberin var mı?"
Tek kaşını şüpheyle kaldırdı. "Ne o?"
"Dün yemekhanede konuşulurken duydum—" Duraksayıp sesimi alçalttım, bir sırrı vermek üzereyken böylesi gizem yaratmak uygundu. "Pınar ve Kerem ayrılmışlar."
"Eee? Bunu herkes biliyor."
İlgisini kaybetmemesi için başımı salladım hemen. "Ama neden ayrıldıklarını herkes bilmiyor."
Bu söylediğim işe yaradı, arkasındaki kapıyı kapattı ve bana samimi bir şekilde yaklaşıp fısıldadı. "Nedenmiş?"
Zaferle gülümsemek üzereyken dudaklarımı kenara büktüm, niyetimi anlamaması lazımdı. Yanından geçip gitmeye yeltendiğimde, "Söylemeyecek misin?" diye yakındı.
"Bir kahve içmeden mi?" Onunla eğlenirken keyfim yerine gelmişti, kimsenin olmadığı koridorda arkamdan gelip bana yetişti ve yanımda yürümeye başladı. Herkes derste olduğu için ortalık sakindi.
"İlgisiz falan gözüküyorsun ama her yerde de kulağın var." Ona yandan bir bakış attığımda panikleyip beceriksizce durumu toparlamaya çalıştı. "Yani dikkatli bir insansın, bundan bahsediyorum."
Adımlarımı hızlandırıp onu geçtiğimde, "Bu çok iyi bir özellik! Keşke bende de olsa," diye zırvaladı. Beni sinirlendirdiğini ve ona söylemekten vazgeçtiğimi düşünüyordu, fakat normalde olmadığı kadar bu sabah keyfim yerindeydi. Bunun için birkaç nedenim vardı, ama yapmayı kafaya koyduğum bir tanesi henüz gerçekleşmemişken bile hepsinden daha sağlam bir motivasyon hissi veriyordu.
Kantine girdiğimde takımdan birkaç kız çoktan bir masanın etrafında toplanmış sohbet ediyorlardı. Birkaç öğrenci daha vardı. "Bir filtre kahve—"
"Bana da bir latte," dedi Irmak, kantinciye gülümserken nefes nefese kalmıştı. Ellerini tezgâha yaslayıp bana döndü. "Birlikte bir kahve sohbeti iyi gider diye düşündüm."
Başımı salladım, çabuk oltaya geliyordu. Ya da ben sadece kimin neyle dikkatini çekebileceğimi iyi biliyordum.
Siparişlerimiz hazırlanana dek sessizce bekledik. Cüzdanımı çıkardığımda Irmak önüme geçip beni durdurdu. "Kahveler benden." İtiraz etmeye hazırlandığımda, "Lütfen," diye kibarca engel oldu. Sonra kahveleri bir tepsiye koyup elime tutuşturdu. "Masalardan birini geç, hemen geliyorum."
İtiraz etmeden cam kenarı bir masaya tepsiyi koyup oturdum. Hava güneşli ve güzeldi.
Kahveden bir yudum aldığımda Irmak karşıma geçip oturdu. Önce ellerini bağlayıp masanın üzerine koydu, fakat sandalyeye yaslı olduğumdan aramızda olan mesafeyi aza indirmesi gerektiğini hisseder gibi dirseklerini masaya yaslayarak bana biraz yaklaştı.
"Eee?" dedi hevesle.
"Ne eee?"
"Şey işte..." Kaş göz yapıp ifade etmeye çalıştı. Başımı sorgular gibi salladığımda, gözleriyle iki masa çaprazımızda oturan arkadaşlarımızı işaret etti. Duysunlar istemiyordu, ancak bu yalnızca şu an için geçerliydi, çünkü benden öğrendiği anda duyuran bizzat kendisi olacaktı.
"Pınar ve Kerem'in ne için ayrıldıklarını mı merak ediyorsun?"
Etrafa temkinle bakıp uyarırcasına işaret parmağını dudaklarına taşıyıp "Şhh!" dedi. "Bir duyan olacak."
Kahveden büyük bir yudum alıp karton bardağı masaya bıraktım ve onu taklit ederek dirseklerimin üzerinde öne eğildim. "Korkma, hepsi haberi ilk senden duyacak."
Hemen her okul için açılan ve 'itiraf sayfası' adı altında hedef gösteren, yalan yanlış fark etmeksizin insanları yaftalayan hesaplardan biri bizim okul için de vardı. Sayfanın sahibinin ise uzun bir süredir Irmak olduğunu düşünüyordum, çünkü okulda tanıdığı-tanımadığı kim varsa olaylarıyla ilgilenirdi ve kulaktan kulağa oynamayı çok severdi.
Bir an kalakalsa da dudaklarını ıslatıp geriye çekildi, ben de yeniden arkama yaslandım. Can sıkıcı faslı atlattığımıza göre tatlı sohbetimize kaldığımız yerden devam edebilirdik.
"Kerem'in, Pınar'a çocukluk arkadaşım diye tanıttığı kızla fotoğrafları çıkmış," dedim tek seferde. Irmak'ın gözleri şaşkınlıkla büyüdü. "Öyle çarpıtılacak türden kareler de değil, her birinde epey yakınlarmış."
Irmak, iki elini yan yana getirip şok içinde açılan ağzına örttü. Elleri altından boğuk çıkan sesiyle, "Ne diyorsun?" dedi hayretle. Ellerini çekip hevesle atıldı. "Sen de fotoğraf var mı peki? Varsa hemen göster, hemen. Ay çok merak ettim!"
"Ne fotoğrafı?" diye tersledim. "Magazinci miyim ben? Duyduklarım bunlar işte."
"Haklısın," dedi yeniden yaklaşırken. "Ay aman neyse, bu haberi duymak bile yeterli. Fotoğraflara ulaşma kısmı kolay."
Takdir edercesine dudaklarımı büküp küçük bir açıyla başımı çevirdim. "İstihbarat konusunda gelişmişsiniz."
"E herhalde, canım." Gururla göğsü kabardı ve iş atan türden bir göz kırptı. "Nihayetinde bu piyasaya dün gelmedik ya."
Samimiyetsiz şakasına sahte bir gülüş bahşettim. "Hmm, nasıl oluyor o işler?"
Muzipçe gülümsedi. "Senin de ilgini çekti, değil mi?" Çoktan soğumuş olan kahvesinden keyifli bir yudum içti. "Sonuçta bazen eğlencenin yolu, birilerini rahatsız etmekten geçer."
Hadsizliğinden kabahat duymadan söylediği bu cümleyle rolü uzatamadım ve suratım kaskatı kesildi. Irmak, bunu fark edemeyecek kadar yeni avıyla yapabileceklerini düşünmeye kaptırmıştı kendini.
Tıpkı geçen hafta, tam da bugün, benim fotoğraflarımı çekip pazartesi olur olmaz tüm okula yayması gibi.
Üzerinde biraz düşündükten sonra yapanın o olduğunu anlamıştım, hatta sonra bunda yanılmadığımı gösteren bir kanıt da elime geçmişti. Şimdiye kadar öfkemi onunla konuşarak çıkartırım diye düşünmüştüm, fakat bu tavrı o fotoğrafın yüzüme çarpılıp herkesin önünde aşağılandığım anda hissettiklerimi tazelemiş ve katlamıştı.
Hisler unutulmazdır.
Küçüklüğüme dair anıların birçoğunda sahneler kesik kesik, bazısında sesler boğuk, kelimeleri seçmek imkansız. Birkaç sahnede ise bedenlerin sadece yüzümün hizasına kadar olan kısmını görebiliyorum, devamı ve yüzler tamamen silinmiş ama her bir hatıramda çocuk bedenimin taşıdığı hiçbir hissi unutmuyorum.
Hisler unutulmazdır.
Bir çocukken bedenimi aşan o öfkeyle, bu yaşımda hissettiğim öfke ikiz. Belki tek fark var, diğer tüm duygularım gibi öfkem de benimle birlikte büyüdü, artık daha şiddetli ve ben de yaşadıklarıma eskisi kadar soğukkanlı kalamıyorum.
Hisler unutulmazdır.
Güvenimin kırıldığı ilk olayda hissettiğim hayal kırıklığını, son olaydakinden daha net anımsıyorum.
Irmak, kahvesini bırakıp sandalyesinden kalktı. "Antrenman başlıyor, gidelim," demesiyle diğer kızların da çoktan kantinin çıkışına vardıklarını fark ettim.
Demek beni hedef haline getirme cesaretini taşıyan oydu. Kadın, erkek fark etmez cesur insanları severim. Ben cesur muyum? Yeterince öyle miyim emin olamasam da kinci biri olduğum kesin. Bana bir kötülük mü yaptın? Sorun değil, sadece alevlerle yıkanmaya hazır ol. Bunu yapabileceğimi temin ederim, çünkü ateşi tanır ve yanmanın nasıl hissettirdiğini iyi bilirim.
Hiçbir şey belli etmeden onunla birlikte dışarıya kadar eşlik ettim. Çoktan telefonuna sarılmıştı. Ancak faydası yoktu çünkü biraz önce dedikodu diye verdiğim o bilgi doğru değildi. Hatta bildiğim kadarıyla o çiftin ayrıldığı bile yoktu, ama o bunu bilmiyordu ve haliyle yalan bilgi yaymaktan başına bela alacaktı.
Etkisi başına açacağım asıl dert kadar olur muydu emin değilim, fakat canını sıkmaya yeteceği kesin.
Voleybol sahasına vardığımızda Koç takımı etrafına toplamış, ciddi bir tutumla konuşma yapıyordu. Beni görünce aradığını bulmuş gibi, "Hey Lina, gelsene," diye seslendi. "Arkadaşlarına söyledim, sana da söyleyeyim. Ankara'ya planladığımızdan erken gideceğiz. Cuma sabah 8'de aracımız okuldan kalkacak."
"Tamam," dedim ama bir an duraksadım. "Son antrenman cuma sabahı olmayacak mıydı?"
"Derslere bu yüzden katılmayacaksınız. Dört gün için sıkı bir program hazırladım size. Cuma günü de dinlenme fırsatınız olur." Güldü. "Haftasonu da kendinizi çok rahat bırakmayın tabii."
"Elbette," diye onayladım yeniden.
Koç, stratejiler ve program üzerine detaylı bahsederken aklımızdaki diğer soruları da sormuş ve her şeyi kağıt üzerinde netleştirmiştik. Aynı zamanda Koç, bir diyetisyenle çalışıp bize bu hafta için bir yemek listesi hazırlatmıştı. Liste hafif yiyeceklerden oluşuyordu, çünkü herhangi bir zehirlenme durumunun önüne geçmemiz gerekiyordu. Çoğunlukla protein, çorba, yeşillik ve yeteri miktarda karbonhidrat içeriyordu. Diyet listeleriyle problemim yoktur, fakat bazen yemek düzenim benden bağımsız alt üst olur. Buna engel olmak ve maç öncesi oluşabilecek herhangi bir komplikasyonu önlemek adına listeye birebir uymaya gayret edecektim.
Isınma hareketlerini yaparken kulaklığımı takabilmiş olmayı diledim, çünkü beynimdeki düşünceleri müziğin sesiyle bastırmak odaklanmama yardımcı oluyordu. Ancak kulaklığımı kullanamıyor oluşumdan istifade ederek bir farklılık yapıp kızların sohbetine dahil olmayı seçtim.
"Cuma alışverişe çıkmayı planlamıştım, bu gidişle hiç vaktim olmayacak," diye yakınıyordu Seren.
"Haftasonu yaparsın?" diye bir teklif sundu kızlardan biri.
Seren, parmak uçlarını bacağına uzatırken eğdiği başını kaldırmadan ters bir bakış attı. "Sence haftasonu planım çoktan hazır değil midir, tatlım? Bir öneri verirken benim bunu zaten düşünmüş olabileceğimi kendine hatırlat." Kibar bir ses tonu kullanıyordu ama küçümseyen bir tavrı vardı, yine de muhattabı buna takılmış gözükmüyordu. Bu yüzden, "Haklısın. Yoğun olduğun aklımdan çıkmış," diye anlayışla karşılık verdi.
Kısa bir sessizliğin ardından, "Kızlar," diye söze girdi Irmak, yüzünde keyifli bir sırıtış vardı. "Bence itiraf sayfasını bir kontrol etmek istersiniz."
Seren, ciddi bir yüzle, "Ne oldu?" diye sordu.
"Söylemekle olmaz, bakmanız lazım."
Kızlardan biri kenara bıraktığı şapkasının içinden telefonunu çıkarıp etrafı kolaçan etti. Koç, biraz önce geri geleceğini söyleyip çıkmıştı ve bizden başka kimse yoktu.
Hızlıca bir şeylere tuşladıktan sonra parmakları ekranın üzerinde durdu ve ağzı bir O şekli aldı. Telefonu, esneme hareketine son veren Seren'e çevirdiğinde o da önce şaşırmış, ardından kaşlarını çatmıştı.
Doğrulup yaklaştım. "Bakabilir miyim?"
Ekran bana çevrilince durdurulan videoyu açtı, görüntüdeki yer okulun laboratuvarıydı. Kamera yakınlaştırma yaptığında Pınar'ın, içi boş beheri Kerem'e fırlattığını gördüm, cam nesne omzuna çarpıp yere düşerken kırılmıştı. Pınar hızını alamayıp bulduğu başka bir şeyi daha fırlattıktan sonra etrafındakiler aynı anda girişe bakıyor ve video bitiyordu. Muhtemelen öğretmen girmişti.
"Video bu sabahtan mı?" diye sordum inanamayarak.
"Evet." Irmak bana göz kırptı. "Nasıl olduysa Kerem'in Pınar'ı aldattığı yayılmış, Pınar da acısını çıkartıyor işte. Zaten video yeni yüklendi, muhtemelen çektikleri gibi atmışlardır."
"Bir kanıt var mıymış peki?"
Irmak, bu dediğimi saçma bulmuş olmalı ki garip sesler çıkararak güldü. "Ne kanıtı?"
"Hemen inanmış mı yani?"
"Mm şöyle ki," diyerek elini omzuma koydu, benden uzun olduğu için yüzüme eğilmişti. Sessizce fısıldadı. "Yeterince tutarlı bir yalan, zaten sallantıda olan bir ilişkiyi kolayca devirir."
"Yalan mı?" Ona söylediğim doğru değildi, ama bunu bilmiyordu sonuçta.
"Bana söylediğini daha inandırıcı kılmak için birkaç şey eklemiş olabilirim." Kıkırdadı. "Sansasyon yarattım yani."
Ne eklediğini soracakken Seren, kızlara "Bu kadarını beklemezdim," diyordu. "Bunu nasıl yapmış olabilir?"
"Değil mi?" Irmak, topuklarının üstünde yarım tur dönüp onlara baktı. "Hayır madem o kızı çocukluk arkadaşım diye tanıttın neyse de, en azından aylarca başka bir sürü kızla aldatmasaydın."
"Ne?" dedim şaşkınca. Bir adımda Irmak'ın yanına geçtim.
"Tabii," diye başını salladı. "Ah zavallı Pınar! Ahlaksızca şeyler yapan Kerem, ama ayakta uyutulmasıyla dalga geçilecek olan kendisi."
Kızlar, tüm bunların uydurma olduğundan habersiz kendi aralarında durumu değerlendirmeye aldılar.
"Erkeklerin hatalarının bedelini bile kadınlar ödüyor."
"Pislik herif ya, güzelim kıza yapılacak şey mi bu?"
"Güzel olmasa ne fark eder? Bir insana yapılmaz bu."
"Haklısın."
"Pınar çok yıpranacak."
Birikmiş bir öfkeyle, "Gerekirse Kerem'i linçletme girişiminde bulunmalıyız," dedi içlerinden biri.
"İşe yarar mı dersin?" diye sordu bir başkası.
"Neden olmasın? Zaten konu önemli değil, insanlar linçlemeye malzeme arıyor."
Konuşmalar devam ederken dayanamayıp Irmak'ı kolundan tutup kenara çektim. "Ne yaptığını sanıyorsun sen? Neden aralarını bozdun?"
Sanki çok alakasız bir şey söylemişim gibi, "Aralarını bozmak mı?" diye sordu. "Haberin yok galiba, bunlar zaten son birkaç haftadır sürekli tartışıyorlardı. Eninde sonunda son büyük kavgayla kesin olarak biteceği belliydi, ben biraz erkene çekmiş oldum sadece."
"Ayrılacaklarsa da bu şekilde olmak zorunda değildi." Elimi başıma götürüp alnımı ovdum. "Pınar'ı üzdün, Kerem'i de hedef haline getirdin."
"Ben mi?" Güldü. "İkimiz."
Üzerime çamur sıçramış gibi geri çekildim. "Ben sana bunu yapmanı söylemedim." Söylememiştim. Amacım Irmak'ın sadece biraz ortalığı kurcalamasını sağlayıp sonra da asıl olayı kendi başına patlatacak olmasıydı. Tabii Pınar'ın buna kolayca inanabileceğini hiç hesaba katmamıştım.
"Ama bu haberi ortaya atan sendin sonuçta," dedi. "Neyse sağol, maç öncesi bize de bir eğlence lazımdı."
"Düzelt bunu," diye işaret ettim telefonunu. "Yazdıklarının doğru olmadığını söyle."
İnanamıyormuşcasına kaşları havalandı. "Nedenmiş?"
"Doğru değil çünkü!"
"Sen öyle zannet. Kerem, daha bir ay önce, Pınar'ı gece kulübünde tanıştığı bir kızla aldatmıştı. Hem de o gerçekti! Zaten bu habere de Pınar bu yüzden sorgulamadan inandı."
Şaşırdıysam da bu beni rahatlatmaya yetmedi. "Bu—"
"Of Lina! Akışa bırak biraz," diye söylenerek kızların yanına döndü. Yeniden konuşacak olduğumda Koç, salonda yankılanan bir alkış sesi çıkararak içeriye girdiğini belli etti.
"Hadi kızlar, yerlerinizi alın!" dediğinde prova maçı için pozisyonlarımıza geçtik ve konuyu da burada kapatmak zorunda kaldık.
Güne iyi başlamıştım sözde, fakat şimdi kendi sebep olduğum şey yüzünden başkalarının da başını yakmıştım. Keyfim tamamen kaçarken suratım asıldı ve maçın geri kalanı boyunca bu durumu nasıl toparlayabileceğimi düşündüm.
Gün bitmeden ve her şey daha kötüye dönmeden tüm bunlara bir son vermem gerekiyordu. Ben de bu yüzden maç biter bitmez kızlardan önce soyunma odasına gidip telefonu aldım ve duş almadan, neredeyse koşarak spor sahasından çıktım. Onlardan birkaçının arkamdan seslendiğini duyuyordum ama kulak asmadım. Bir ders sonra öğle arasıydı ve elimi sıkı tutmazsam olay daha da yayılırdı.
Konferans salonunun çift kanatlı kapısının önüne yaklaşırken yavaşladım ve uyuşuk adımlarla yürümeye başladım. Kapının önündeki küçük masada, edebiyat öğretmeni önündeki kağıda bir şeyler yazıyor, bir yandan da yanındaki öğrenciyle konuşuyordu.
Varlığımı fark etmesi için iyice oyalandığımda nihayet başını kaldırıp "Lina," dedi. "Neden derste değilsin?"
"Antrenman yapıyorduk," dedim, nefes nefese olduğumu gizlemek için yavaş konuşmuştum.
Devamını bekler gibi bakarken,"Konferans varmış," dedim asılı afişi göstererek. Bir eğitimcinin fotoğrafı vardı. Ve kapı tabii ki kapalıydı, çünkü sunum başladığı anda konuşmacıya saygısızlık olmasın diye içeriye kimse alınmazdı. Geç kalmış bir öğrenci olarak yok yazılacak olsanız bile.
Başını salladı. "Evet. Ama birazdan bitecek, keşke daha erken gelip katılmış olabilseydin. Serra Hanım alanında uzmandır ve tavsiyeleri de pek kıymetlidir."
"Eminim öyledir," diyerek onayladım. "Katılmak isterdim."
Bir şey yapamayacağını belirtir cinsten başını eğdi. "Ne yazık ki bölemeyiz," diyerek önündeki kağıtla ilgilenmeye döneceği sırada aklıma yeni bir fikir geldi.
"Aslında düşündüm de, öğretmen girişini kullansam nasıl olur? Hem böylelikle sessizce bir yere oturur ve kimseye rahatsızlık vermemiş olurum." Öğretmenin reddetmeye niyetlendiğini fark edince üzgün bir surat ifadesi takındım. "Kariyer planlamam için çok iyi bir fırsat olurdu..."
Emin olamıyormuş gibi kararsızca duraksadı ve sonra yanındaki erkek öğrenciye cebinden çıkardığı anahtarlığı uzattı. "Arkadaşını öğretmen kapısından içeriye al, sonra yeniden kilitle. Bir seferlik imtiyaz geçelim."
İfademi hızlıca değiştirip yerimde hareketlenirken gülümsedim. "Çok teşekkürler."
"Hadi, hadi," dedi babacan bir tavırla ve gitmemizi işaret etti.
Koridorun sonuna gidip sola döndük ve biraz yürüdükten sonra öğretmenin görevlendirdiği öğrenci benim için kapıyı açtı. Girmeden önce göz ucuyla koridora baktım. Herkes ya derste ya da konferansta olduğu için koridorlar boştu.
Girişteki karanlık holün sol tarafı koltuklara gidiyordu, sağ kısımda ise daha önce görevli olduğum bir etkinlikte kullandığım teknik oda vardı. Karanlıkta gizlenerek sahneye baktım. Konuşmacı sunumu sonlandırmış, soruları cevaplıyordu, bu yüzden ekran kapatılmıştı.
Ben de dikkat çekmeyecek bir hızda, gizliden gizleye teknik odaya girdim. Tahmin ettiğim üzere boştu ve bilgisayar da kapalıydı. Normalde sahnede biri bulunurken burada da en az iki kişi tarafından konuşma; görsel ve seslerle desteklenirdi, ancak sunum bittiği ve birazdan konferans da sonlanacağı için bilgisayarı kapatıp çıkmışlardı.
Teknik odanın kapısını kapatıp kilitleyerek bilgisayar masasının başına geçtim. Buradan konferans salonundaki konuşmaları duyabiliyordum. Kariyer şekillendirmede planlı olmanın ve gelecek odaklı adım atmanın önemi vurgulanıyordu. Ama içimizden gelmedikten sonra, sırf herkes yapıyor diye onlarınki gibi bir yol çizmek saçmalıktı işte. Bir insan fırsatı varken heyecanını takip etmeliydi. Gerekirse kalıpları yıkmalı ve önüne bakmalıydı. Yoksa ne diye ömrümüzün koca bir kısmını meslek dediğimiz o kavrama adıyorduk ki?
Teknik odadan çıkıp salonunun başlarında boş bir koltuk bulunca geçip oturdum ve konuşma bitene dek ilgimi vererek sahneye odaklandım. Konuşmacı, son soruyu da cevaplandırdıktan sonra dinleyenlere teşekkür konuşması yaparak alkış topladı. Çıkmak üzere olduklarını düşünürken fotoğraf çekimi için bir araya toplanmışlardı.Kameraların hazır beklemesi daha iyi tabii.
Fotoğraflar çekilip arada da sohbet kaynarken yerimden sakince seyrediyordum. Bugün keyfim yerinde, hiçbir şey bunu bozamaz. Karanlık ekran, siyahı boğarak göz kamaştıran bir beyaza dönerken, sadece birkaç bakışın dikkatini çekmişti. Sonra beyaz ekran renklendi, görüntü şekillendi ve Irmak'ın iki gün evvelki konuşması hoparlörü doldurdu.
"Bunu çok daha önceden yapmalıydım. Üzerimde öyle bir rahatlamışlık var ki."
Görüntüde olmayan diğer bir ses, "Başka ne zaman yapabilecektin ki?" diye soruyordu. Seren.
"Haklısın. O kendini çok önemli sanan Buzlar Kraliçesi ne boklar yiyorsa bunca zaman iyi gizledi."
"Gizlese o adamla bizim olduğumuz yerde mi buluşurdu?"
"Orası öyle de, onun kim olduğunu bulamayacağımızı düşünüp önemsemedi herhalde. Çünkü adamı biraz arayıp soruşturayım dedim, hiçbir şey bulamadım. Zaten sarışındı, yabancı belli ki."
"Öyle olmalı."
"Aman o kendini akıllı sanmaya devam etsin, boşver. Fotoğrafı yayıp Berk'i üzerine saldım, şimdi uğraşsın dursun."
Seren'in gülme sesi soyunma odasında yankılanıyor. "Ne yaysan inanıyorlar zaten. O itiraf sayfasını açmakla iyi ettin."
Irmak da daha şen bir kahkahayla karşılık veriyor. "Yalanı kitlelere yayıp gerçeğe dönüştürme etkisi, eskimez bir politikacı taktiği."
Video sona erince görüntü duraksadı, salondaki suskunluk sona erip kınayan, şaşkın, belki eğlenen konuşmalar birbirine karışıp bir uğultu yığınını yaydı. Kalabalığın arasından geçerek salondan çıktım.
Yemekhane sırasındayken başta her şey normaldi, sonra yemek tepsisine uzandığımda arkamdaki arkadaş grubunun konferansda ne olduğunu konuştuklarını duydum, henüz ne olduğunu tam olarak bilmiyorlardı ve olayın aslına bir şeyler ekleyip çıkarıyorlardı. Tepsi elimde arkama dönerken, birkaç kişinin daha şaşkın yüzlerini telefona bakarken gördüm. Normalde öğle arasında burada pek yer olmaz, fakat birçok kesim çoktan bitmiş gösteriyi izlemek üzere konferansa yol aldığı için boşalan masalardan birinde yerimi aldım.
Aslında çorbayı içince kalkacaktım, çünkü tepside diyetime uygun olan tek şey oydu fakat sonra çatalı soslu makarnaya daldırdım. Makarnayla aram pek iyi sayılmazdı ancak iştahım kabarmıştı ve dışarıdan bakınca güzel gözüyordu. Tuzu alışkın olduğumdan fazla gelse de birini yutmadan diğer lokmayı ağzıma götürüp çiğnemeye başladım.
Sağ tarafımdaki masada, arkamda kalan sırada, girişteki kalabalık ve aynı masayı paylaştığım bir kız grubunda. Hepsi ortak bir konudan hararetli bir şekilde bahsediyorlardı. Kurulu bir robot gibi hepsinin ilk duyduğunda verdiği tepki, sonrasında yüzlerinin aldığı şekil, bir diğerine anlatırkenki o çiğ hevesleri... Hepsi aynıydı.
Odağımı makarnaya vermişken, "Ne yaptığını sanıyorsun sen?" çıkışmasını işitince ağzımı şişiren lokmayla durdum. Seren, nefes nefese yukarıdan bana bakıyordu. Masadaki kızların da bakışları bize döndü ama konuşmaları duyacak yakınlıkta değillerdi.
Ağzımdaki lokmayı yavaş yavaş çiğnerken de aynı ciddiyetle başımda dikilmeye devam ediyordu. Yuttuktan sonra, "Yemek yiyorum," diye cevapladım. "Eşlik etmek ister misin?"
"Beni dinle." Duştan apar topar çıkıp gelmiş gibi bir hali vardı çünkü her zaman jilet kadar düz olan saçları, ıslak ve sönük bukleler halinde omuzlarına dökülüyordu. Konuşurken kimse duymasın diye fısıldıyordu ama yine de vurguları sertti. "Sana o videoyu koca ekranda yayınlayıp gösteri yap diye vermedim!"
"Biliyorum," dedim sakince. "Gösteri yapmak benim tercihimdi."
"Dalga geçmeyi bırak!" Başını havaya kaldırıp derin bir nefes aldı. "Bak Lina, haksız yere üzerine gelindi, fotoğrafların yayıldı bir de üstüne o Berk embesili tarafından aşağılandın diye sana yardım etmek istedim. Ama bu içerisinde benim de olduğum bir videoyu herkese izletmen için değildi."
"Videoda görünmüyorsun."
Sinirden gülen sesler çıkardı. "Ah öyle mi? Görüntümün olup olmaması önemli değil çünkü senin aksine benim sesimi herkes tanıyor."
"Videodaki sorun sen değilsin, tepki çekecek olan Irmak." Bir çatal daha makarna alıp sertçe çiğneyerek yuttum. "Yani her şeyin sorumlusu olan kişi."
"Bu şekilde olmak zorunda değildi. Onu başka türlü bunları düzeltmesi için ikna edebilirdin. O video sadece kozun olacaktı."
"Neden?" Kaşlarımı kaldırıp indirdim. "Keyfî kötülük yapan birini neden nazikçe uyarayım?"
"Onun gibi—"
"Bir sonraki antrenmanda görüşürüz Seren." Yerimden kalktığımda yüzlerimiz eşitlendi. "Bu arada makarna çok tuzlu, yiyip diyetini bozma," diye uyardım ama ben tabağımı bitirmiştim bile. Yanından geçip giderek daha da kalabalık olan yemekhaneden çıktım.
Koridordaki yavaş adımlarım her an düşüp bayılacağım sinyalini verdiğinde son gücümü kullanarak koridorun sonundaki lavaboya kadar koştum. İçeride kızlar herkes gibi aynı olay üzerine kritik yapıp kendilerini toparlarken, hışımla yanlarından geçtim ve kabinlerden birine girip kapıyı sertçe kapattım. Klozet kapağını kaldırdığım gibi sabahtan beri midemde ne varsa, boğuk bir öksürükle beraber hepsini kustum.
Yanaklarım yanıyor, ellerim titriyor ve midem kasılarak içinde biriken son damlayı da boğazıma kadar tırmandırıyor ve asitli sıvı genzimi yakıyordu.
Kapıya birkaç kez vurma sesi geldi. "İyi misin?"
Kendimi toparlamaya çalışırken, "İ-iyiyim," diye seslendim titreyen sesimle.
Zar zor uzanarak sifonu çekip kabinden çıkınca, kızların içten ilgileriyle karşılaştım fakat cevap veremeyecek durumda olduğum ve yalnız kalmak istediğim için iyi olduğumu söyleyerek yanlarından ayrıldım.
Soyunma odasına girip üstümü çıkardım ve havlumu hazır ederek duşa girdim. Buz gibi soğuk su baştan aşağıya bedenimi yıkarken zangır zangır titriyordum, yine de kollarımı bedenime sarıp ayakta kalmaya çalıştım. Biraz daha dayan, sonra yeniden doğmuş gibi hissedeceksin. Soğuk, insana uyuşturucu gibi gelir, ancak gerçek bir uyarıcıdır. Uyandırır. Kendine gelirsin, sabret biraz.
Saçlarımı yıkamak için aldığım şampuan şişesi, gücünü kaybeden elimden kayıp yeri boyladığında suyun altında içli bir nefes aldım. Suyu kapatıp yeniden şişeye uzandım ve avucuma döktüğüm şampuanla saçlarımı köpürtmeye başladım. Saçlarımın arasından geçen parmaklarım titriyordu, bu yüzden acele edip işimi hızlı bitirmeye çalıştım.
Suyu yeniden açtığımda köpükler başımdan aşağı dökülerek ayaklarımın etrafında birikti. Elimi çabuk tutmaya çalışarak saçlarımı beceriksizce duruladım. Gözümün önü karardığında bedenim tarafından gelen sinyali alarak suyu kapattım ve havluyu bedenime sarıp kaçarcasına kabinden çıktım.
Gizli bir iş yapıyormuş kadar hızla telefonumu dolabımdan çıkarıp odanın ortasındaki tahta yere oturduğumda bir süre ayağa kalkamayacağımı anlamıştım. Kan, sanki beynimden akarak vücudumun dibine çöküp tortulaşmıştı ve bu kafamın içini hem çok hafif hem de çok ağır hissettiriyordu.
Hemen annemi aradım, daha hiçbir şey anlatmadan kötü çıkan sesim onu endişelendirdi. Bu yüzden şu an için iyi durumda olduğumu ve aslında hala yaşamaya devam ettiklerimi biraz öncesinde sona ermiş gibi anlattım. Konuştukça sesim boğuklaştı ve ağlayacağım sandım, ama birkaç derin nefesle toparlanıp sözümü bitirebildim.
Annem, benim için müdürü aramış ve kendisinin gelemeyeceğini fakat okuldan çıkmam konusunda bilgisi ve izni olduğunu söylemişti. O aralıkta ben de dolaptaki yedek siyah eşofman takımımı giyip hazırlandım. Dışarıya çıktığımda kurutmadığım ve toplamaya bile uğraşmadığım saçlarım, rüzgâr değdikçe enseme soğuğu üflüyordu. Midemdeki rahatsızlıktan kurtulacaksam bile üşütüp hasta olmam yakındı.
Ders çoktan başlamış olmalı ki dışarıda kimse yoktu. Aslında ben çıkana kadar Irmak beni bulur ve hesap sorar sandım, ama ortalıkta görünmüyordu. Belki de benim yaptığımı anlamamıştı. Anladıysa da sorun değildi ama şu an için yüzleşecek kadar halim yoktu.
Eve yürümemek için çağırdığım taksiyi beklerken kaldırımın köşesine çökmüş vaziyette buldum kendimi. Hastaneye gitmeyecektim çünkü annem, yalnız gitmemdense benim için işten erken çıkabileceğini söylemişti. Ben de zaten hastaneyle uğraşmak istemediğimden kabul ettim. Eve dönsem, uyusam ertesi sabaha kadar, o zaman belki geçerdi.
Uyuyunca geçer derler, ben o kötü hissetttiğim anların hiçbirinde bunu deneyimleyemedim. Bir damla uykuyu kabul etmeyen gözlerim, sel gibi akıp geçen acılarla yüzleşme niyetinde olduğu için mi tüm gece beni ayakta tutuyordu?
"Lina."
Adımı duyduğumda kollarıma gömdüğüm başımı kaldırdım. Gözlerimi kısıp doğru görüp görmediğimden emin olmaya çalışıyordum ki "Ne yapıyorsun burada?" sorusu ve ardından gelen, kolumdan kavrayıp beni bir çırpıda ayağa kaldırmasıyla sahiden de gelmiş olduğunu algıladım. Erez Kozahan'ın okulumun önünde ne işi var?
"Asıl sen... ne yapıyorsun burada?" Evet, bu soruyu sorması gereken bendim. Geçerken mi görmüştü beni? Yüzüm saklıydı, nasıl tanımıştı?
Sorumu duyduğunu biliyordum ama cevap verecek kadar değer göstermedi. "Bu halin ne?" Yüzümdeki ıslak saç tutamlarını geriye taşıdı; tenimin aksine eli sıcaktı, bu yüzden hiç çekmesin ve beni bundan mahrum etmesin istedim. Ona nasıl bakıyordum bilmiyorum ancak neredeyse endişeli gözüktüğünü söyleyebilirdim. "Ne oldu sana?"
"Bir şey olmadı."
"Bir şey olmadığı için mi böyle gözüküyorsun?" Çattığı kaşlarının altından, detaylı ve kısa bir gözlemle durumumu değerlendirdi. "Yüzün solmuş, hatta titriyorsun."
Onu ikna etmeye yetmeyeceğini bilsem de "Üşüdüm," dedim sadece.
İnanmadığını belli eden bir mimikle başını yana eğdi. "Canımı sıkma ve bu halde olmanın gerçek sebebini söyle."
"Yediklerim dokun—"
Kolumdaki tutuşu varlığını hatırlatan bir uyarıyla sıkılaştı, yüzünde ise tam aksine daha rahat bir ifade taşıyordu. "Dürüstçe söylemek yerine o sikik okula girip kendim öğrenmemi mi istiyorsun?"
Oldukça sakince dile getirdiği sorusuyla dudaklarım aralık kaldı, sonra yenilgiyle bir nefes verdim. Bunu yapacağından ve biraz önce geride bıraktığım o yangını tüm okulu yakacak kadar büyüteceğinden emindim.
"Birileri bir süredir benimle uğraşıyordu, hoşuma gitmediğinden dolayı ben de durmaları için bir karşılık verdim. Hepsi bu."
"Nasıl bir karşılık verdin?"
Anlatmak istemesem de öğrenene kadar durmayacağını biliyordum. Onunla alakalı kesin olarak emin olduğum şeylerden biri de istediği bir şeye mutlaka ulaşırdı. Ulaştığında artık istemeyecek olsa bile.
"Gerçeği ortaya çıkardım." Detay duymak isteyerek gözlerini kıstığında durumu açıkladım. "Fotoğrafımızı çeken kişi. Sadece beni değil, okulun geri kalanını da bu tarz paylaşımlarıyla rahatsız ediyordu. Üstelik söylediği şeyler doğru bile değil, neredeyse hepsi uydurma. Ben de bu yüzden onun kim olduğunu ortaya çıkardım."
Aralıksızca tüm bir derdimi dile getirdikten sonra uzun soluklu bir nefes verdim. Garipti ama anlatmak biraz daha rahatlatmıştı.
Erez, ondan beklemediğim bir hamle yaptı ve ufak bir dokunuşla yanağımı okşadı. "Aferin."
Ağzımdan nasıl karşılık vereceğimi bilmediğimi belli eden, "Hm?" diye bir mırıldanma kaçtı.
"Çoktan birilerini hastanelik ettiğini düşünmüştüm ama bu kez kontrolü sağlamışsın. Geliştiğine şahitlik etmek güzel."
Sözlerinin içimde değdiği noktayla tetiklenerek ondan uzaklaştım. "Ben kimseye zarar vermedim," derken, bunu kendimi de hatırlatmaya çalışıyordum. Ve aslını bilsem de inandırmaya.
"Biliyorum," dedi yumuşak bir tonda. "Zarar versen de sorun olmazdı."
Avucunu sırtıma koyup adımlarımı yönlendirdi ve birkaç adım sonra durup araçların geçmesini beklemeye koyuldu. Onunla birlikte ben de. Birkaç araba geçtikten sonra yol boşaldığında biz de karşı kaldırıma geçmiştik. O esnada da gri zırhlıyla, agresif ve heybetli bir gergedana benzeyen arabasını kaldırımın kenarına park etmiş olduğunu gördüm.
"Ne oluyor?" diye sordum, çünkü ön koltuğa gitmem için pek de kibar olmayan bir hareketle arkamdan itiyordu. Ben de bir keçi gibi ayaklarımı yere bastırarak kendimi zemine mıhlamaya çalışıyordum. "Seninle gelmeyeceğim."
Bu kez bileğimi yakalayıp önden yürümeye başladığında, yerde sürünmemek için adımlarına ayak uydurmak zorunda kaldım. "Üşüyorum dememiş miydin? Arabanın içi sıcak."
"Taksi çağırdım," dedim katı ve kararlı bir sesle. "Evime gideceğim."
Beni, açtığı kapı ve kendi arasındaki boşlukta sıkıştırıp çenesini hafifçe ileri kaldırarak girmemi işaret etti. "Bin."
Kaşlarımı çatmamla başıma keskin bir ağrı saplandı, ona karşı direnirken ne kadar kötü bir durumda olduğumu unutmuştum. "Hastayım, benimle uğraşma."
Hemen, "Tamam," dedi o da, ama bunun kabulleniş olmadığını diğer cümlesinde anladım. "Seni iyileştireceğim."
"Hayır," dedim, çünkü şaşkınlığım yüzünden aklıma nasıl cümle kurup kendimi ifade edeceğim gelmedi. Sonra bir anda annemle olan telefon görüşmesini hatırladım. "Annem benim için işten erken dönecek."
"Arayıp buna gerek kalmadığını söylersin." Aceleci ve sıkkın tavrını gizleme gereği duymuyordu.
"Neden öyle bir şey yapayım?"
"Seni evime götüreceğim ve iyileşmen için de elimden geleni yapacağım, tamam mı?" İkna etme kozunu, joker kartını çekip masaya koymuş gibi rahatlıkla öne sürerken, ona donakalmış bir suratla baktım. "Hadi arabaya geç, annenle yolda konuşursun."
"Okulun kameralarına kısa metrajlı bir film çektiğimizin farkında mısın? Bir sorun olduğunu düşünüp aileme haber vereceklerdir."
"Onlara daha heyecanlı bir film izletmemi istemiyorsan arabaya bin. Ayrıca bu tarz sorunları dert etmeyi de bana bırak."
Birkaç saniye boyunca ona bakmayı sürdürdüm, fakat bedenim daha fazla ayakta dikilemeyeceğime dair sinyaller verdiğinde pes edip koltuğa oturdum. Kapıyı kapattı ve aracın önünden dolanıp sürücü koltuğuna geçti. Aracın içi sahiden de sıcaktı ve bu soğuktan morarmaya başlayan parmaklarıma iyi gelmişti.
Tam bir dönüşle aracı yokuş yukarı sürmeye başladığında hâlâ tedirgindim, ama sessiz kalmayı seçtim. Sonuçta ona her şeyi kabul ettiğimi açıkça ifade eden, yani ondan merak ettiklerimi öğrenmek istediğim için söz veren bendim.
Annemi arayıp eve gittiğimi ve rahatsızlığım geçtiği için gelmek zorunda olmadığını söyledim. Başta katı bir tavırla reddetti. Ben de şu an iyi olduğumu, sadece uykumu alamayıp üstüne bir de antrenmanda yorulduğum için kötü hissettiğimi söyledim ve zor da olsa ikna oldu. Bu esnada Erez'in tüm ilgisi önündeki yoldaydı, fakat yine de onun yanında bu konuşmayı yapmaktan pek hoşlanmamıştım.
Evimi geçip ormanın derinliklerine doğru sürmeye devam ettiği süreçte ve yolun geri kalanında da sessizdim. Dev aracını sola saptırıp boş bir araziye soktuğunda, buranın evinin arka bahçesi olduğunu fark ettim. Etrafındaki ağaç ve çalıların, taşlı toprak zemini çevrelediği geniş bir düzlüktü.
Ondan erken davranarak kapıyı açıp indim. Soğukla yeniden temasım bu sefer içimi titretmişti, uzuvlarımın her biri buz sarkıtı kadar ağır ve katı hissettirdiğinden hareket etmek giderek zor bir hal alıyordu. Yine de ondan yardım almak istemediğimden, bir kaplumbağa kadar yavaş adımlarla ön bahçeye yürüdüm. O ise eşlik etmek bir yana dursun seri adımlarla yanımdan geçip gitti. Dumura uğramış şekilde evin önüne kadar vardığımda, kapı açıktı ve Erez çoktan gözden kaybolmuştu.
Merak ve üzerimden atamadığım şaşkınlıkla içeriye girip ışık almayan koridorun sonuna kadar gittim. Salonun camlarından sızan güneş ışığı, ağaç gölgesini içeriye karakalem çalışması gibi çiziyordu. Biraz ilerlediğimde onu şöminenin önünde diz çökmüş halde buldum. Yanındaki demir kovadan aldığı odunları özenle şömineye dizerken hareketlenen sırt kasları, ince kazağının altından belirgince ortaya çıkıyordu.
Bir iki metre kadar gerisinde onu seyrederken, "Oturabilirsin," dedi ve göremediğim bir şeyle odunları ateşe verdi.
En yakın yer olan, şöminenin hemen yanındaki geniş tekli koltuğun ucuna oturdum. Vücudumdan derman kesilmişti, hala tir tir titriyor ve başımı zar zor dik tutuyordum.
Erez, ellerini birbirine çarparak odunlardan kalan tozu temizlerken ayağa kalkıp karşımda durdu. "Nasıl hissediyorsun?"
Yanıtımda hiç düşünmedim. "Berbat."
"Uyuyabilirsin," diye önerdi, annemle telefon görüşmemden yorgun ve uykusuz olduğumu duymuştu tabii ki.
"Berbat hissetmemin sebebi burada olmak."
"Onu değiştiremeyiz," dedi ve dalga geçercesine, "Kendini evinde hissetmeye çalış," diye ekledi.
"Bu biraz zor olacak," dedim ben de onun tavrını taklit ederek. "Evimde bir şeytanı idare etmek zorunda kalmıyorum."
Bu dediğimden keyif almışa benziyordu. "Neyse ki ben evimde huysuz kedileri beslemeye alışkınım."
Gerçekten mi kedi beslemekten bahsediyor anlayamadım, ama bununla ilgilenmedim de. Tek derdim sözlerimle onu rahatsız etmekti. "Bu ev çok daha huysuzlarını görmüştür. Arkadaşlarından sağlıklı psikolojide bir tanesi yoktu."
Bu tespitte bulunmam çok zor olmamıştı. Nihayetinde onların normal olmadıklarını anlamam için yalnızca birkaç dakikalık bir gözlem bile yeterli gelmişti. Sırf benden farklılar diye 'kötü insanlar' diye etiketlemiyordum, ancak bütün samimiyetimle olanların etik ahlaka sahip olmadıklarına inanıyordum.
"Onlar arkadaşlarım değil."
"Umrumda değil." Başımı geriye yasladım. Midem bulanıyordu.
Yorgunluğumu fark ettiğinde, "Uyu," dedi. "Sana bir şey yapmam merak etme."
"Uyumayacağım," diye tersledim. İyi bir neden için de olsa ondan komut almayı kabul edecek değildim.
O da bunu anlamış olacak ki "Bu bana fark edecekmiş gibi inatlaşmana gerek yok," dedi soğuk bir tınıyla dondurduğu sesiyle.
"Bana fark eder."
Ederdi çünkü ona güvenip uyuyacak değildim. Neyse ki diretmedi ve salondan çıktı. Odunlar yanmaya devam ederken etraf ısınmıştı, bu beni biraz mayıştırdı ama uykuya dalmamak için gözlerimi kapatmakta direndim ve tam karşımda duran pencereden ağaçların gökyüzüne ulaştığı o kısmı seyre daldım. Aklımda da gariptir ki hiçbir şey yoktu. Genelde de çok şey aklımı meşgul edeceği zamanlarda hiçbir şey aklımı meşgul edemezdi ya da çok şey yapmam gerekiyorsa hiçbir şey yapmadan otururdum. Belki de zihnim bir düğümü çözmek yerine, ona kucak açıp gelecek hamleyi beklemeyi tercih ediyordu.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama yanımdaki küçük yüksek sehpaya bir fincan bıraktığında irkilerek kendime geldim. Odaya girip bu yakınlığa geldiğini fark etmemiştim bile. Başımı kaldırıp ona baktığımda göz göze geldik. Fincana baktım, kan kırmızı sıvının üzerinde ince bir dilim narenciye yüzüyordu.
Çatılı kaşlarımla şüphe içinde incelerken, "Bu ne?" diye sordum.
"İçmen için."
"Ne olduğunu bilmediğim bir şeyi içmeyeceğim," diye itiraz ettim hemen, temkinliydim. Öyle olmadığını bilsem de memnuniyetsizliğimi belirtmek ve içmeyeceğimi belli etmek için sordum: "Kim bilir hangi hayvancağızın kanı bu?"
"İçini rahatlatacaksa hayvan değil." Gözlerimi hemen ona kaldırdığımda yüzümdeki bariz dehşet onu eğlendirdi. "Saf mısın, küçük?"
Konunun benim saf olmamla değil onun potansiyeliyle alakalı olduğu tartışmasına girmek yerine, koltuğun diğer köşesine usulca yanaşıp ondan bir parça uzaklaştım. "İstemiyorum."
"Hepsi bu ormandan bizzat topladığım bitkiler. Sadece kaynatıp limon sıktım, o kadar," diye anlattı. "Kan rengi alması sence de çekici değil mi?"
Onu bitkileri özenle seçip toplarken hayal etmeden duramadım ve bu görüntü bir türlü kafamda şekillenmedi. Ya da bitkileri tek tek ayıklayıp yıkama, sonra kaynatıp süzdükten sonra güzel bir fincanda sunma kısmını. Görüntülerin hiçbirinde çehresi eşleşmiyordu.
"Neden çekici olsun ki?"
Cevap vermek yerine yüzümü seyretti ve sonra, "Hazırlanmaya gidiyorum, ben gelene kadar usluca burada dur. İstersen uyu ya da gözlerini kırpmadan bekle, yarım saatten uzun sürmez," diye bilgilendirdi.
"Neye hazırlanıyorsun?"
"Seninle bir yere gideceğiz."
Yerimde dikleştim. "Nereye?"
"Sürpriz olsun."
Ona fırsat vermeden, "Sürprizlerden hoşlanmıyorum," dedim derhal. Kontrolüm dışındaki bir şeyi bekleme sabrımı çoktan aşmıştım. "Nereye götüreceksin beni?"
"Çayı içersen söylerim."
"Nereden bileceğim zehirli olmadığını?"
"İçmeden bilemezsin."
"Dalga mı geçiyorsun?" Cevap vermedi, ben de reddetmenin başka yollarını aradım. "Zehirli değilse de belki içinde alerjim olan bir şey falan vardır."
Bana dümdüz baktı. "İçiyor musun yoksa sürprizi istediğini mi düşüneyim?"
Yenilgiyle omuzlarım çöktü ve fincanı kırılacak incelikteki kulpundan tutup kaldırdım. Mor-mavi çiçek motiflerinin işlendiği bu antika porselen fincan, geniş ağzı ve gövdesinden tabanına doğru incelen yapısı ile içini dolduran kan kırmızısı içeceğe tezat olarak oldukça zarif görünüyordu. Beğenerek incelemeye bir son verip tereddütle küçük bir yudum aldım. Öyle çekinceliydim ki ilk yudumda kusacağımdan emin olarak yüzümü buruşturmaya hazırlanmıştım, fakat tadı sandığımdan iyiydi. Hatta, gerçekten lezzetliydi. Sıcak oluşuna rağmen yumuşak bir dokunuşla boğazımdan akarken damağımda mayhoş bir tat bırakmıştı.
İkinci yudumumdan sonra yüzümdeki memnun ifadeyi fark edip gururlandı. "Seveceğini biliyordum."
"Sevmedim," dedim biraz beğenmiş olsam da. Sinir olması için gözlerinin içine baka baka bir yudum daha içtim. "Mecbur kaldım."
İnanmadığını göstererek başını salladı.
"Hazırlanmayacak mıydın?"
"Onu bitirdiğini göreceğim," dediğinde inanamadığımdan kaşlarım havalanıp indi ve o da bunu fark ederek, "Sana güveneceğimi mi sanıyorsun?" diye sordu.
Canını sıkacak şeyler söylemekten kendimi alıkoyamadım. "Neden kontrolü kaybetme korkun olduğunu seninle vakit geçirdikçe daha iyi anlıyorum. Etrafındaki en ufak detayın bile senin otoriten altında olduğundan emin olmak isteyen kontrol delisi bir manyağın tekisin çünkü."
Tam bacaklarıma değene kadar gelip aniden durduğunda, teması yüzünden elimle birlikte titreyen fincandan birkaç damla bacaklarıma döküldü. İlk hali kadar olmasa da hala yanık hissettirecek kadar sıcak olduğu için ağzımdan acı dolu bir inleme kaçtı.
Fincanı elimden alıp kalanını kafasına dikip bitirdiğinde, şaşkınlığım katlandı ve ağzım açık kaldı. "Neden... Neden bunu yaptın? Benim içmemi istemiyor muydun?"
Sehpadaki takım tabağının üzerine bıraktığı fincanın dibinde, geriye sadece çayın rengiyle yıkanmış narenciye dilimi kalmıştı. "Hak etmediğine karar verdim."
"Ciddi misin?" Aslında gerek duruşundan, gerekse sesinden ciddiyeti sorgulanmayacak kadar netti, yine de hala süren şaşkınlığımı böyle ifade etmiştim.
Son derece soğukkanlıydı. "İyileşme ihtimalini riske atabiliyorsan rahatsızlığın idare edebileceğin seviyede demektir."
"O zaman beni zorla yanında getiremezsin," diye tehdit etmekte buldum çareyi.
"İsteyerek geleceksin, çünkü ben de sana bilmek istediğinden fazlasını anlatacağım."
Bir anlık heyecanla ayağa kalktığımda göğsüm sert gövdesine çarptı, ama önemsemedim bile. "Gerçekten mi?"
"Gerçekten."
Yanımdan uzaklaştı ve bir şey daha söylemeden salondan çıktı, üst kata giden merdivenleri çıktığını duyabiliyordum. Ben de tekrar koltuğa oturdum ve arkama yaslanırken ona sormak istediğim soruları düşündüm.
Dakikalar sonra geri döndüğünde baş ağrım çoktan kesilmişti, iyice ısınan odadan ötürü artık üşümüyordum fakat hala midemde belli belirsiz bir bulantı vardı. Belki de verdiği bitki çayını bitirsem geçerdi, diye düşünmeden edemedim.
Onunla birlikte gelen parfümü de hızla havaya yayıldı ve sert ama ferahlatan cinsten yoğun kokusunu soludum. Üzerine ilk düğmelerini açtığı siyah bir gömlek ve altına da aynı renk jilet gibi bir kumaş pantolon giymişti. İstemsizce baştan aşağı süzdüm, pahalı olduğunu bağıran siyah ayakkabılarıyla birlikte onu ilk kez bu kadar şık ve özenle hazırlanmış halde görüyordum.
Saatinin kayışını bağlarken, "Etkilenmiş görünüyorsun," dedi kibirle. Kibir, onu mükemmel tanımlayan bir kelime. Ne eksik ne fazla, o tanıdığım en kibirli insan. Belli ki haklı sebepleri var, dedi içimdeki ses fakat onu da bu kibirli adamı da duymazdan geldim.
Gideceğimiz mekanla alakalı ipucu toplamaya çalıştım. "Anlaşılan o ki gösterişli bir yere gidiyoruz."
Kendimi yetersiz bulduğumu düşündüğünden midir bilmem, "İstersen yol üzerinde sana da şık bir şeyler alabiliriz," diye bir teklif sundu.
"İstemem," diye mırıldandım. "Hasta halimle kimsenin zevki için süslenmeye niyetim yok."
"En azından böyle de göz zevkine hitap ediyorsun," dediğinde sorguladığım ciddiyetinden, cümlesini "...neredeyse," diyerek tamamladığında alay ettiğinden emin oldum.
Hakkımda iyi bir yorum yapma konusunda cimri olacaktı anlaşılan. Cevap vermeye tenezzül etmek yerine gözlerimi devirdiğimde, "O hareketi bir daha yapma," diye uyardı net bir şekilde.
Cevabını umursamıyor olmama rağmen alay eden bir tavırla, "Sebep nedir?" diye sordum.
"Hoşlanmıyorum."
Ağzımdan, "Hah," diye bir gülme sesi kaçtı. "Senin neyden hoşlanıp hoşlanmadığının benim nezdimde bir gerçerliliği varmış gibi."
Yanıma yaklaştı. "Ayağa kalk," dedi gür sesiyle. İtiraz edecek olsam da yakınlığı beni ürküttü ve dediğine uydum. "Sırf inat uğruna söylediğin saçmalıkları mazur görmemi suistimal ediyorsun, ama bu tavrından sıkılmaya başladım. Kısa yoldan bilgilendireyim, ben neyden hoşlanıyorsam ona göre davranacaksın ve ben neyden hoşnut değilsem de ondan uzak duracaksın. Bu yüzden bundan sonra senin hayatındaki her detay benim nezdimde geçerli olmak zorunda."
Yutkundum ve az öncesine kadar ona olan başkaldırım sönüp kayboldu, çünkü bu kez gözlerinde umarsız bir eğlence değil de katı bir ciddiyet hakimdi.
Usulca, sanki bir yılanı uyandırmamak istercesine, "Ne gibi?" diye sordum.
"Benimle saygılı konuşmanla başlayalım," dedi. "Senin liseli arkadaşlarından biri değilim, bu yüzden saygısızlığa vereceğim tepki de onlarınkine benzemez. Seni de benimle iletişim kuran insanlardan farklı kılan hiçbir şey olmadığına göre saygılı davranmaktan başka seçeneğin yok."
"Sana özel değil ama ben zaten kimseye saygısızlık yapmam."
"Konuşurken göz devirmek saygısızlıktır."
Kendime engel olamayıp, "Bu kadar hassas bir bünyen mi var?" diye sordum.
Kapüşonlu ceketimin yakasını kavrayıp yüzlerimizi yakınlaştırdı. "Hassasiyet gösterecek olsam iki gece önceki hareketin yüzünden arka bahçemde yatıyor olurdun." Bedenim kaskatı kesildiğinde yavaşça gülümsedi. "Pek de hassas sayılmazmışım değil mi?"
"Sen... korkunç birisin."
"Denebilir," diye mırıldandı ve yakamı serbest bırakıp düzeltti. "Çıkalım, geç kalıyoruz."
Odayı terk ettiğinde kendimi toparlamam birkaç dakikamı aldı. Bu süreçte neden böyle bir adamın sözüne inandığımı, neden onun evinde olduğumu ve daha birçok mantığa yatmayan ama yapmakta tereddüt etmediğim, çünkü beni buna sürükleyen olaylar silsilesini düşündüm ve bir ara yakalanma ihtimalimi de göze alarak kaçmak aklıma gelse de sonra bundan vazgeçtim. Amacımın onun doğrudan benimle alakalı koruduğu gizemi çözmek olduğunu hatırlattım kendime, bu uğurda onun kendini ilah sanan tavırlarına katlanmak zorundaydım. Nihayetinde onu takip edip dışarıya çıktığımda güneş batmaktaydı. Başta kapıyı kapattıktan sonra durup beni seyretti ve arka bahçeye gitmeye başladığımda gözlerini benden alıp arkamdan gelmeye başladı. Sanırım hala yürüyüp yürüyemediğimi kontrol etmişti.
Dağbilgin Ormanı'ndan çıkışımız evimin yolundan olur sanmıştım, ancak arka tarafta bir yoldan beş dakika kadar sonra doğrudan anayola inmişti. Böyle bir yolun olduğundan, daha doğrusu buraya giriş çıkışın olduğu başka bir yoldan ilk kez haberdar oluyordum.
"Randevumuz yurtdışından gelen bir misafirimle, birlikte akşam yemeği yiyeceğiz," dedi ben sormadan.
"Ve ben de..?"
"Sen de yanımda olacaksın. İngilizce biliyorsun, bizi dinleyip bir şeyler öğrenmen için bir fırsat."
"Çok sağol," dedim düz bir sesle fakat imalı söylediğim anlaşılırdı. Yine de son konuşmasından ötürü onunla doğrudan alay etmekte tereddütte olacaktım. En azından bir süre. "Sadece konuştuğunuz kadarını mı öğreneceğim?"
"Gidene kadar temel şeyleri de anlatacağım."
Başımı salladım. "Randevu kimle?"
"Inessa Fyodorova."
"Süper. Beni Rus bir kadınla olan romantik akşam yemeğine davet ediyorsun demek."
Yandan bir bakış atarak, "İş yemeği," diye düzeltti. "Romantik olsa seni götürmezdim, endişelenmene gerek yok.
"Adını merak ediyorum," dedim doğrudan konuya girerek, çünkü uzun bir süredir bu anı bekleyerek yaşıyordum. "Adlandıramadığım o birliğin adı ne?"
"Zodyak."
Gözlerimi camdan alıp ona döndüm, fark ettirmesem de heyecanlanmıştım. "İlk kez duydum."
"Benim aksime Zodyak buralarda çok ünlüdür. Ama sen genelde etrafına karşı sessiz ve ilgisiz bir kız olduğun için duymamış olman beni şaşırtmadı."
Ters ters baksam da irdelemeye devam ettim. "Neden Zodyak diyorsunuz? Dışarıdan kulağa hiç uluslararası bir suç örgütü ismi gibi gelmiyor." Suç örgütü. Suç. Bunu nasıl sesim titremeden dile getirebilmiştim?
Suç deyişime takılmadan ve reddetmeden, "Belki de sebep budur," dedi.
Böyle düşününce daha mantıklı gelmişti. Bir de onun kendi adını da herkese duyurmadığını hesaba katarsak, gizliliğe fazlasıyla önem verdiğini anlamak zor değildi.
"Zodyak, önüne sıfat arkasına isim almaz. Bizler onu tanımlamaya da ihtiyaç duymayız fakat ilk kez duyanlar genelde ya bir gazete haberinde, ya ekranlarda ya da başka şekillerde örgüt tanımıyla haberdar olur."
"Nasıl bir örgüt?" dedim kısık çıkan sesimle.
"Temel bir oluşum olan örgütlerden farklı olarak beş ayrı alanda aktif faaliyet gösteren, uluslararası alanda etkin bir örgüt."
İçimi dolduran heyecana kirli suların karıştığını hissettim ve o su bir akıntıyla beraber hissettiğim duyguları bulandırdı. "Beş farklı alan mı? Nedir onlar?"
"Zamanı gelince hepsini yakından tanıyacaksın. Ama şu anlık sadece benim alanımı anlatacağım sana, yani ilk gördüğün de o olacak."
"Beni bir örgüt suçuna şahit edeceksin yani," dedim şakayla karışık ciddiyetle. Aslında hayır, sesimde herhangi bir şaka izi falan yoktu, sadece beynim içinde bulunduğum durumu hazmedebilmek için bu şekilde bir algılama yöntemi seçmişti.
"Endişelendiğin buysa, herhangi bir tutuklanma durumunda alacağım cezanın hesabını yargı ve hukuk profesyonellerinden oluşan bir ekip üstlenmek zorunda kalır, ama sen ceza almazsın." Başını çevirdi ve üç saniyeden uzun sürmeyen, fakat geleceğimi iki gözbebeği arasında akıtan bir bakış sundu. "Tabii ki içine dahil olmadığın sürece."
Önüne döner dönmez, "Nasıl yani?" diyerek dikkatini tekrar bana vermesini bekledim. "Bana ne yaptıracaksın?"
"Sana ne yaptırabilirim ki?"
Koltukta yan dönerek avuç içimi aracın konsoluna yasladım ve yüzümü ona çevirdim. "İlla ki buna karar vermişsindir. Sonuçta beni boşuna buna dahil etmedin. Her şey başından beri planlıydı."
"Ne tahmin ediyorsun?"
Kafa karşıklığıyla başımı salladım. "Senin aklından neler geçtiğini tahmin etmek o kadar da kolay değil. Aslına bakarsan hiç mümkün değil. Ayrıca ne söylesem, eminim senin planladığının yanında fazla iyi niyetli kalır."
"Beni idealize ettiğini bilmiyordum, küçük."
"Hayır, nereden çıktı bu? Söylediklerim övünülebilecek türden şeyler değil, aksine oldukça kötü şeyler."
"Yine de iltifat olarak alsam sorun eder misin?" dediğinde, aslında başından beri kendi dilinde şakalaştığını anlayarak arkama yaslandım.
"Siz tam olarak ne yapıyorsunuz peki?"
"Bunları henüz açıklamayacağım, doğru zamanda kendin görürsün." Trafik nihayet akmaya başladığında boşalan yolda hızı arttırdı. "Bu beş ayrı alan için beş farklı lider var. Liderlerin her birinde temsili varlığın büyük bir dövmesi ve o alanın üyelerinde de daha küçük bir yüz dövmesi olur."
"Ejderha dövmen var," dedim, aydınlanma yaşamıştım.
"Ejderhalar lideriyim." Tepkimi gördükten sonra devam etti. "Kulağa ütopik geliyor? Farkındayım. Özellikle ejderha olmasının ve özellikle diğer hayvanların simge olarak seçilmiş olmasının tarihsel ve bize göre özel bir nedeni var."
"Ata erki?" Omuz silktim. "Vahşi hayvan seçimleri, ama daha da kudretli yansıması için hiç var olmamış bir hayvanı, yani efsaneyi simgeleştirmek. Size özel gelebilir ama bence ataerkillikten öte bir tarafı yok gibi, üzgünüm."
"Tüm bunları özel olarak büyükannem tasarladı."
Şaşkınlığımı gizleyemedim. "Nasıl yani?"
"Zodyak, büyükannemin eseri."
Zaten her halimden belli olan bir durumu dile getirirken, sesimde bariz hayranlık canlandı. "Bunu duymayı beklemiyordum."
Başını salladı yalnızca ve derin düşüncelere dalmış gibi varlığı aracın içinde soyutlandı. "Bir imparatorluk kadınların gözyaşlarıyla yönetilmez, derler. Doğru olan buysa, bir kadının gözyaşlarıyla kurulan imparatorluklar da asla yıkılmaz."
Bu sözün arkasındaki hikayeyi öğrenmek istediysem de anlatacağından emin değildim. Üstelik sağ elinin parmakları, boğumlarını belirginleştirecek bir kudretle direksiyonu sarmışken anlatacaksa da bunun için doğru anda olmadığımıza karar verdim.
Bahsettikleri sahiden de kulağa çok ütopik geliyordu. Yalnızca ejderha değildi bunu inanılmaz kılan; tüm bu yapı, tıpkı bir örümcek ağı gibi nizami biçimde örülmüş ve o ormanın derinliklerinden başlayarak ilmek ilmek tüm dünyaya yayılmıştı.
Bir anda bu kadar bilginin gelişiyle nasıl konuşmam gerektiğini dahi bilememiştim. Ejderhalar lideri olmak da ne demekti? Ejderhalar olarak onlar ne yapıyordu? Peki ya diğerleri? Beş farklı alanda etkili bir örgütün fikri bile dehşet vericiydi. Ne denli büyük ve aşılmaz bir oluşumla karşı karşıya kaldığımı ilk kez bu anda böylesi net kavrayabildim.
"Büyükannenin nasıl bir kadın olduğunu merak ettim."
Erez, yolu seyrederken kafasında bir şeyi tartıyordu. "Anlaşamazdınız."
"Nasıl karar verdin buna?"
"Seni sevmezdi."
Bu oldukça net cevabı karşısında bir an için bozguna uğradım. "Neden?"
"Seninle alakalı değil. Sevdiği birkaç insan var ve sadece biriyle kan bağı yok."
"O kim?"
"Büyükbabam."
"Peki ya sevdikleri arasında sen de var mısın? Yani tamamen sana bağlı sebeplerden bir insanın seni sevmesi pek mümkün değil, bu yüzden sordum."
Tek kaşını kaldırdı. "Aslında sevilen biriyimdir."
"Belki de sadece mecburi saygıyı sevgi sanan birisindir."
"O ne demek?"
"Bir lider olduğundan bahsetmedin mi? Örgütündeki insanlar — yani Zodyak üyeleri sana saygı göstermek zorunda kalıyorlar ve sen de nezaketi sevgi sananlar gibi bunu sevgi sanmış olabilirsin." Saygıya bu kadar takık birine bu yorumu yaptığım için de ben pişman değilim. Nihayetinde evde bana bunun dersini vermeye çalıştığı günü unutmadım.
"Kavramlarla bir problemim yok, küçük. Sosyal konumumdan ötürü bende duygusal zeka eksikliği görüyorsan bu da senin vazgeçemediğin önyargılarından sadece bir tanesi."
"Önyargılı değilim, sen de bana bunu söylemekten vazgeç."
"Gerçeği değiştirmez, ama sana daha iyi niyetli biri gibi hissettirecekse söylememeyi tercih edebilirim."
"Sorunun ne senin? Bir anda bana neden cephe aldın?"
"Çok ısrar etmene rağmen yalnızca biraz bile Zodyak'tan bahsettiğimde tavrın tamamen değişti. Belki de daha en başında kaldıramayacağın yükü taşıma cesaretini göstermemeliydin."
"Bu doğru değil. İşine gelmeyen şeyleri söylediğimde beni cesaretsiz ya da güçsüz olmakla suçlayamazsın. Evet, bu duyduklarıma alışkın değilim, evet benim için hepsi çok ağır çünkü ben senin gibi biri de değilim ama tüm bunlara dayanmaktan başka şansım da yok. Çünkü bu bir yükse beni bunun altına sokan sensin. Bu yüzden tepkilerimi aşırı bulmaya hakkın yok."
"Seni bu yükün altına ben soktum öyle mi?" Rahatsız edici derecede keyif alarak güldü. "Beni bıçakladığın gece sana seçenek sundum. Eğer kabul etmezsen hayatından tamamen çıkacağını söyledim ve sen ne dedin?" Benden cevap vermemi beklediğini fark etsem de sustum. Sesinin oktavı yükseldi. "Sen ne dedin Lina?!"
"Ne söylediğimi biliyorum ama bunun şu anki tepkinle alakası yok," dememe getirmeden öfkeyle bağırdı. "Her ne olacaksa kabul ediyorum demedin mi?"
"Evet, ama..."
"Korkak küçük bir kız çocuğusun."
İşte bunu duymak beni öfkelendirmişti. "Neden bahsediyorsun sen? Kafanın içinde nasıl bir noktaya bastım bilmiyorum ama beni aptalca sıfatlarla etiketleyemezsin! O gün ne söylediğimi hatırlıyorum, öncesinde senin 'sen bana hiç gelmeseydin bile ben seni o yoldan geçirecektim' dediğini de çok iyi hatırlıyorum. Sen söyle şimdi; bu tüm olanların senin planın olduğu anlamına gelmiyor mu?"
Öfkem onu bastırmış olmalı ki çatılı kaşları düzelmiş, desibeli düşmüştü. Yine de ritimle direksiyona vuruşundan henüz sakinleşmemiş olduğunu anladım.
"Neden susuyorsun? Konuşsana." Hızlı nefes alışverişimi düzene sokmaya çalışıyor olsam da göğsüm şiddetle inip kalkıyordu. "Bunun ne demek olduğunu söylesene Erez?"
"Sana seçme hakkı verdim."
"Ve?" O devam etmeyince sinirden güldüm ve onun yerine tamamladım. "Ve kabul edeceğimden emin olana kadar bana bunu sormadın."
Her ne kadar iki seçenek sunduğundan bahsetse de benden almayı beklediği tek bir cevap vardı. Bunu o gün değilse de sonradan fark etmiştim. Belki onu bıçaklamam planında yoktu ama devamında beni soktuğu suçluluk psikolojisi, gizemini bir yemin gibi koruması ve sadece çok az ipucu vererek beni daha fazlasını istemeye itmesi... Hepsinin farkına sonradan varmıştım, ancak işte şimdi bu noktadaydık.
"Oyuna getirildiğini düşünüyorsan, buna fırsat vermemeliydin." Orman yeşili gözleri, buz mavisi gözlerimi derin bir dikkatle içine çekti. "Kanı görmeyi göze alan kimse kurban değildir."
"Kendimi savunmak için yaptığımı biliyorsun," dedim kırılan ses tonumla.
"Evet," dedi sakince. "Ortada bir tehlike olmadığını da biliyorum."
Açık açık ortada bir tehlike olmadığı için yaptığım şeyin bir savunma olmadığını iddia ediyordu, fakat bunu ortaya atmak için ya o an nasıl bir buhranda olduğumdan bihaber olmalıydı ya da sadece bunu önemsemiyordu. Muhtemelen önemsemiyordu.
"Aklımla oynadığın için—"
"Ne sanıyorsun?" Küçümseyici şekilde güldü. "Kendini ne sanıyorsun Lina Sezer? Sana istediğimi harfiyen yaptırmak için aklınla oynamaya ihtiyacım olduğunu mu sanıyorsun?" Başını iki yana sallayıp yola döndü. "Tamam akıllı bir kızsın, bunu sana daha önce de söyledim ama benim için bu çok da bir anlam ifade etmiyor. Bu yüzden üzerine oynandığı psikolojisinden bir an önce sıyrıl derim, zira kuruntular bir kere başlayınca bir daha kolayca son bulmaz."
Kafamın zehir gibi çalışıyor olması gerekirken tam aksine dalgındım. "O zaman... Sen benimle neden ilgileniyorsun?"
"Belki sadece biraz eğlenmek istiyorumdur." Yeşil gözleri, karnımda kasılmalar oluşturan bir kıvılcımla parladı. "Ne dersin?"
"Kimsenin oyuncağı değilim," dedim sinirle. Ellerim titremeye başlamıştı.
"Kimsenin oyuncağı olmana izin vermem," dedi ve hızı körüklerken yola değil, öfkeyle yanan maviliklerime baktı. "Ama benim oyuncağım olabilirsin."
"Böyle konuşma."
"Yoksa ne?"
Onu tehdit edemeyeceğimi biliyordu, çünkü onu korkutabileceğim tek bir şeye sahip değildim. Güçsüz olmaktan nefret ediyordum. Verecek bir cevabımın olmaması canımı yakıyordu. Susmak zorunda kalmaktansa ölesiye nefret ediyordum. Ne olursa olsun, ne pahasına olursa, kimse beni susturamaz. Konuşarak can yakabilecek biriyim, ama o buna fırsat vermiyor.
Oysa onun beni korkutmak ya da birini korkutmak için bir şey söylemesine bile gerek yok. Bakışı, duruşu ve en çok da kimliği onu dokunulmaz kılıyor. Erez Kozahan'ı tehdit etme girişimi, onu sadece güldürür. Bu yüzden istemeyerek de olsa bir süre sessizliğimi korudum.
Gözlerim dolmak üzereyken, "Sağa çek," dedim. Gururum kırılmıştı. Kırılmamalıydı, çünkü o önemsediğim birisi değildi. Belki de hasta olduğum için duygusal günümdeydim. Evet, hepsi bu yüzden.
Beni duymadı ya da dediğimi yapmak istemediği için arabayı sürmeye devam etti. Dayanamadım ve neredeyse bağırarak, "Durdur!" diye direttim.
Omzunun üzerinden duygusuz bir suratla bana baktı. "Neden? Ağlamak mı istiyorsun?"
Bu dediğiyle gözlerim yanmaya başladı. Hayır, bu çok saçma. Birkaç saniyem, konuştuğumda sesimin çatlamayacağından emin olmakla geçtikten sonra, "Kusacağım," dedim.
Araba yolda akmaya devam ettiğinde dediğime inanmadığını sandım fakat az sonra yavaşlayıp sağa çekti. Titreyen ellerimle birkaç çekiştirme sonunda kapıyı açmayı başardım. İnerken dikkatliydim, çünkü bu tank çok yüksekti ve ayağım takılıp düşsem en iyi ihtimalle bir yerimi kanatacağıma şüphe yoktu.
Yolun tam tersi yönünde, kurak çalıların yanından yürüyerek araçtan uzaklaşabildiğim kadar uzaklaştım. Aslında birkaç saat içinde yeniden kusacağım yoktu, bunu sadece inebilmek için söylemiştim. Şimdiyse başım dönüyordu ve boş midem kasılıp sıkışıyordu.
Bir süre sonra önümde bir karaltı belirdi ve sıcak eller yanaklarımı kavradı. Başımı hafifçe geriye yatırdığında gözlerimi kaldırıp onunkilerle buluşturdum. Görüşüm bulanık olsa da bu onun yüzündeki endişeyle karışık öfkeyi solumama engel olmadı. "Zehirlendin mi yoksa? Bu da aptal okul arkadaşlarının bir oyunu mu?"
"Hayır," dedim, alt dudağım titriyordu.
"Emin misin?"
"Onlarla bir ilgisi yok." Bu doğruydu, aslında o diyene kadar bu sabah yaşadığım olayı unutmuştum bile.
"Ne ile ilgisi var?"
"Sadece biraz yalnız kalmak istiyorum."
Bu dediğimi garip karşıladı. "Neden?"
"Sakinleşmek için."
"Benimleyken de sakinleşebilirsin."
Bileğini tutup çekmeye ve temasından kurtulmaya çalıştım ama bu imkansızdı, çünkü tutuşu tıpkı çelik kadar sıkıydı. Kaşlarımı çattım. "Zaten senin yüzünden sakinleşmem gerekiyor."
"Bu yanımda sakinleşmene engel değil."
Ona inanamıyordum. "Şu an hasta olan benim ama kendini kaybeden sensin anlaşılan. Ne söylediğinin farkında mısın?"
"Aramızda ne yaşanırsa yaşansın dinleneceğin yer de sığınacağın tek liman da ben olacağım, Lina." Hayır, o aklını kaybetmiş görünmüyordu. "Benimle mücadele ettiğin günün sonunda benim yanımda dinleneceksin, canını yakan ben olduğumda bile acını benimle paylaşacaksın. Kaçtığın ve koştuğun tek yer ben olacağım. Çünkü benden nefret de etsen her zaman senin için orada bekleyen de benden başkası olmayacak."
Büyük avuçları yanaklarımı terk edip yerini rüzgarın kuru darbelerine bıraktı. Beni sarsmak üzere olansa onun apaçık ettiği sözlerdi.
"Beni kendine bağlamaya çalışıyorsun," dedim yorgun, bitip tükenmiş bir halde. "Ne için? Tüm bunlar son bulduğunda beni daha kolay yok edebilmek için mi?"
Konuşmak üzere olduğunda net bir tavırla onu böldüm. "Çünkü bir kalbe yeniden atması için bağladığın o damarı günün birinde kesersen, içinde yaşattığın her şeyi tek seferde öldürürsün."
"Yaşatma sözü verdim, öldürmeyi değil."
"Ne zamana kadar?"
"Sözüm yemindir. Senin hayatın bir yemine bağlı, bu yüzden kalbinin son atışı bir damarı kesmek kadar hızlı olmayacak."
"Hayatımda ilk kez birini yaşatacağımın yeminini verdim. Öldürmeyi seçebilirdim. Yüzlercesini, tek seferde. Ama ben yaşatmayı seçtim. Sen yaşarsan, yüzlercesi kalp de seninkiyle birlikte atacak."
Her cümlesi şiddetli bir sarsıntıyla zihin duvarlarımı yıkarken son cümlesi olduğum yerde donup kalmama sebep oldu. Bütün bir enkaz arasında nasıl ayakta kalabildim bilmiyorum. Bu sözlerin ağırlığını nasıl oldu da taşıyabildim asla bilmiyorum.
"Ben..." Bir şeyler söylemem gerektiğini biliyorum, fakat doğru zaman bu değil. Doğru zaman belki de asla gelmeyecek ama bu anda yaşadığım bitkinliğin üzerine daha fazlasını öğrenmek istemiyorum. Bazen yaşamanın en kestirme yolu bilgiyi reddetmektir. Çünkü bilgi zihninde uzun bir yol açar, fakat yüreğinde çıkmaz bir sokağa sapmayacağının garantisini vermez.
Orada hareketsizce kalmaya devam edip bütün bunları sindirmeye çalışırken, beni güçlü kolları arasına alıp araca kadar taşıdı. Tek yaptığım beni koltuğa dikkatle oturttuktan sonra kemerimi takarken onun yüzünü seyretmekti. Bakışlarımla onu rahatsız etmeyi denediysem de geri çekilmeden hemen önce sade bir karşılıkla göz teması kurdu ve aslında gözlerimin onun üzerinde olmasından hiçbir zaman memnuniyetsizlik duymayacağını anladım.
Yolculuğun devamı sessiz geçmişti. Bundan memnun olduğumu net bir biçimde söyleyebilirdim. Zaten camın ardından dışarıya odaklanmış ve onu görmezden gelmeye çalışmıştım.
Araç, akşamı gündüze çeviren ışıklarla aydınlatılmış bir mekanın önünde durduğunda ben henüz ne olduğunu anlayamadan inmişti. Anahtarı bir valeye verdiğini gördüğümde ben de kemerimi çözdüm ve Erez üzerine deri mont geçirirken arabadan inip doğruca yanına vardım.
O telefondan bir şeylerle ilgilenirken ben de başımı etrafa çevirip duruyor ve nereye geldiğimizi anlamaya çalışıyordum. İlginçtir ki bu kez korku diyarına benzeyen bir yere değil, oldukça medeni bir yere gelmiştik. Sokak boyunca dizili gökdelenlerin tam karşısında onlar kadar olmasa da yüksek bir bina vardı, caddeyi parlatan aydınlatmanın büyük bir kaynağı da o yapıdan geliyordu. Şen kahkahaları duyduğum yöne baktığımda şık giyimli bir grubun içeriye girdiğini gördüm.
"Çok meraklısın," dediğinde başımı hızlıca çevirip ilgimi ona verdim. Az önceki grubun girdiği mekana doğru yürümeye başladığında peşine takıldım.
"Nereye geldiğimizi anlamaya çalışıyordum."
"İçeriye girdiğimizde de insanları bu kadar detaylı inceleme. Benim için sorun olmaz, ama dikkat çekersin."
"Zaten kimseye öyle bakmam," dedim huysuz bir tavırla. Beni ne sanıyordu?
Girişe yaklaşınca adımları yavaşladı ve omzunun üzerinden bakarak gözlerimizi buluşturdu. "Beni istediğin kadar detaylı seyretmene izin veriyorum." Önüne döndü. "Gerçi bu, bana sormadan da yaptığın bir şey."
"Hiçbir zaman öyle bir şey yapmadım." Birkaç kez gözlem yapmak için onu incelediğim olmuştu, ancak başka türlü bir maksadım olmamıştı.
Girişte adını vermeden önce mırıldandığında sesi kalabalıkta kayboldu. "Hı-hmm."
"Sen hariç her yeri inceleyeceğim," diye inatlaştım, fakat görevliyle konuşmaya başladığından buna cevap vermemişti.
Direkt olarak giriş katında bir koridora girip kırmızı bir kapıdan geçerek lüks bir restorana girdik. Yüksek bir tavan, ancak dışarının aksine loş bir ortam ve sade bir dekorasyon vardı. Masalar arasında hatrı sayılır bir mesafe olması dikkatimden kaçmamıştı. Çok gürültülü konuşulmadığı sürece bir sohbet diğer masaya ulaşamazdı. Mekanın tam baş tarafında da bir orkestra ekibi enstrüman çalarak kulağı tatlı bir melodiyle dolduruyordu.
Yanımıza orta yaşlarda siyah-beyaz takımlı bir adam yaklaştı, "Signor Kozahan," diyerek. Ellerini önünde bağlayıp başını hafifçe eğerek selamladı. İngilizce'den ziyade İtalyanca gibi duyulan baskın aksanıyla, "Hoşgeldiniz," dedi ve elini ileriye doğru referans göstererek uzattı. "Bu taraftan, lütfen."
Parfüm kokuları arasında ileride rezerve edilen masaya geçerken garson, Erez'den ceketini alabileceğini söylemişse de olumsuz bir karşılık almıştı. Üzerimdeki dümdüz siyah eşofman takımı çok absürd durmuyordu aslında fakat herkes o kadar şık hazırlanmıştı ki buraya ait olmadığım ilk bakışta anlaşılıyordu. Masaya geçtiğimizde kimse yoktu, yani onun misafiri henüz gelmemişti. Erez, garson daha konuşmadan siparişi misafiri gelince vereceğimizi söyleyip gönderdi.
Erez, yüzü restorana dönük olacak şekilde oturmadan önce ceketini çıkarıp sandalyenin sırtına astı. Karşısına oturmak üzere sandalyeyi çektiğimde, "Buraya," demesiyle elim duraksadı. Yanındaki sandalyeyi işaret ediyordu. "Yanıma."
"Ne fark eder?"
Tek kelam etmeden sandalyeyi aniden bırakıp yanındaki sandalyeye ilerlememe sebep olacak bir bakış attı. Ona bakarken, bilhassa kulak cızırdatan gürültüyle uyuşukça çekip oturdum.
Arkasına yaslandı. "Inessa gelince onunla da böyle ters konuşma."
"Neden? Küsüp gider mi?"
"Sanmıyorum. Ama o da sana ters bir cevap verirse benden yakışıksız bir karşılık bulur."
İşte bunu duymayı beklemiyordum. Özel misafirini en iyi şekilde ağırlamak istediğini sanıyordum fakat o, eğer Inessa Fyodorova bana uygun olmayan bir üslup kullanırsa benden yana olacağını söylüyordu. Enseme yabancı bir sıcaklık yayıldı, hatta belki biraz da bu durum hoşuma gitti diyebilirim.
"Onunla iş anlaşmamızı bozmak istemezsin değil mi?"
Başımı salladım. Çabuk mu ikna oluyorum?
"Benimle yaptığın türden bir anlaşma mı?" diye yokladım. Ben o anlaşmada ruhumu ortaya koymuştum ve ona göre hâlâ masanın üzerinde takas için bekliyordu. Hayır, elbette benim tarafımdan durum bu değildi. Kendimi asla harcatmazdım.
"Benzer," diye mırıldandı. "Farklı olarak, eğer o geri adım atarsa öldürülmesi için peşine yüzlerce rus köpeği takılacak."
Ürperdim. Belki de duyduklarımı hayal edince midem yeniden bulanmıştı, ayırt edemiyordum. "Buna sen mi sebep olacaksın?"
Düşünceli göründü. "Doğrudan olmasa da sayılır," der demez eksik bulmuş olmalı ki ardından ekledi: "Onu kimsenin önüne atmayacağım, ama hata yapması durumunda onunla işim bittiğinde neye sebep olduğunu bilecekler."
"O zaman bir fark daha var," diye belirttim soğukkanlılıkla. "Bu anlaşmayı domine eden sensin." Çünkü bizimkinde öyle değilsin.
Başını ufak bir açıyla eğerek göz temasını yoğunlaştırdı ve kulağıma kemik çıtırtıları getiren bir gülümsemeyi taşıdı. "Dahil olduğum her şeyde domine eden taraf ben olurum."
"Lider pozisyonunda kararları aldığını düşünürsek bu normal," diye söylendim hemen, böbürlenmesine alan bırakmayıp.
"Lider olmadığım pozisyonlarda bile sonunda benim istediğim oluyorsa bu hâlâ baskınlık sayılır mı?"
"İnsanlara rızası dışında yaptırdığın şeyler sayılmaz."
Dilini dudağının kenarına değdirdikten sonra alt dudağını ısırarak gülümsemesini gizledi. Yüzünün aldığı alaycı ifadeden söylediklerimi ciddiye almadığını anladım. Fikirlerimin onun için önemi olmamasına şaşmamalı. Narsistler çoğu zaman böyledir.
Üzerimize gölgesini düşüren kişiyle bakışmamız son buldu ve ben yerimde diklenirken Erez de ilgisini gelen kişiye verdi. Otuzlu yaşlarda olduğunu tahmin ettiğim kadının sarı uzun saçları, su gibi dökülerek derin dekoltesini kısmen örtüyordu. Ayak bileğine kadar uzanıp lüks marka topuklularını açığa sunan siyah düz bir elbise giymişti, çalışanlardan biri omuzlarına astığı ceketi titizlikle alıp uzaklaştı.
Erez'in selamlaşmak üzere yerinden kalkmayacağını anladığında o da garsonun kendisi için çektiği sandalyeye oturdu. Gözlerini tamamen örten güneş gözlüğünün altından sanki irdeleyici bakışları fark edilmiyor gibi bir rahatlıkla beni süzdü. "Bir misafirin daha olduğundan bahsetmemiştin."
"Çünkü misafirim değil."
"Öyle mi? Peki o burada olmayı neye borçlu?"
"Benim isteğime."
Kadın, bunu bir şaka olarak algılamış gibi bir nezaketle gülümsedi. "Ah, evet. Sen ve isteklerinin sorgulanmaması gerektiğini duymuştum, ama bu konuşmayı özel yapmak istediğimden bahsetmiştim hatırlarsan."
"Unutmuş değilim, Inessa," diyerek bu konunun tartışmaya açık olmadığını net bir şekilde belli etti.
Bunun üzerine Inessa, "Pekala," dedi yenilgiyle. "Sadece bu masaya oturmuş olmamın bile hayati bir tehlikesi olduğunu bilmesini istiyorum."
Inessa'nın bu söylediğini onun bana iletmesini istemesine karşılık, "Seni duyuyor," dedi Erez.
Omzunu silkti. "İngilizce anlayabildiğini düşünmemiştim."
Sakince, "Özel konuşma ısrarında da bunu düşünemedin o halde," diyerek konuşmaya dahil oldum. Konu dil bilmediğimi varsayması değil, beni yoksaymasıydı. "Ayrıca hayatınla bir derdim yok, endişelenme."
Inessa, ince bir yay biçimindeki kaşlarını kaldırıp indirdiğinde Erez yalnızca önündeki sahneyi seyrediyordu. Ne düşündüğünü anlayamadım ama pek de umrumda değildi. Eğer anlaşmasını bozacak bir şey söylediysem de bu onun problemiydi, sonuçta beni buraya getirmeden de gereken bilgiyi verebilirdi.
Memnuniyetsizliğini gizlemeden, "Pekala," diye mırıldandı ve tamamen karşısındaki adama odaklandı. "Pek fazla vaktim yok, bir an önce anlaşmanın detaylarını konuşsak iyi olacak."
Erez, elini kaldırarak ileride bekleyen garsonu çağırırken, "Benim yeterince vaktim var," dedi rahat bir tavırla. "Sipariş vereceğiz," diye bilgilendirdi yanına gelen garsonu.
Inessa'nın dudakları seyirse de sessizliğini korudu.
Garson, methiyeler dizerek spesiyelleri önerdi ve sonra özel yapım yıllanmış şarapların aromaları hakkında uzun uzun, bir eserden söz eder gibi betimledi. Nihayetinde Erez, başlangıç için tadım yapmayı kabul edip siparişini verdiğinde Inessa da bunun bir an önce son bulmasını istiyor gibi aklına gelen ilk şeyi söylemenin hevessizliği ile mırıldandı.
"Ve siz, Signora?" diyerek sıcak gülümsemesiyle bana baktığında, hiçbir şey istemediğimi söylemeye hazırlanıyordum ki Erez, "Senin yerine sipariş vermemi ister misin?" diye sordu.
"Hiçbir şey yemeyeceğim, hala midem bulanıyor," diye fısıldadım kızgın kızgın. Oturup keyifle bir şeyler yiyebilecek bir ruh halinde olduğumu mu sanıyordu acaba?
Erez, beklediği cevabı almış gibi sola dönüp benim yerime sipariş verdi ve garson not aldıktan sonra ekledi. "Yemeklerden önce onun için bir bitki çayı getirir misiniz?"
"Elbette. Seçeneklerimiz şunlar..."
Erez, nazik ve davetkâr bir üslupla çayların içeriklerini sunmaya hazırlanan garsonu bölerek, "Taze zencefil kökü çayı, ince bir dilim limonla ve balsız," diye sıraladı.
Sunumunun kesilmesine gücenen garson, başını hafifçe yana çevirse de "Nasıl isterseniz," dedi not almaya devam ederken. Ardından menüleri toplayıp uzaklaştı.
"Bal alerjim olduğunu..." diyecekken susup kaldım. Nereden çıktıysa bir an alerjimi bildiğini sanmıştım, ancak sadece kendi tarifine göre balı çıkardığını düşünüp soruma devam etmedim.
"Biliyorum," diyerek beni tamamladığında şaşkınlıkla karışık hayranlığımla dudaklarım aralandı ve sağ profiline kilitlenip kaldım.
Inessa, daha fazla vakit kaybetmek istemiyor gibi söze girdiğinde onu duysam da söylediklerini anlamıyordum. Algılarım, az önceki ince detay üzerine yoğunlaşmış, ilgi alaka ve özenle bunun çok özel bir şey olduğu konusunda beni ikna edip duyularımı harekete geçirmekle meşguldü. Önümdeki sudan bir yudum içip bunu önemsememeye çalıştım. Ayrıca benim hakkımda yalnızca birkaç kişinin bildiği detaylara sahip olması hiçbir anlam ifade etmiyordu. Bunlar, onun işine yaramak üzere toplanmış bilgilerimin yer aldığı listeye eklenmiş birkaç nottan fazlası değildi.
Kulağımı konuştuklarına verdiğimde, "...desteğini geri çekersen oksijenlerini de almış olursun onlardan," dediğini duydum Inessa'nın. Güneş gözlüğünü çıkarıp katlayarak masanın üzerine bıraktı ve keyif, hırs, zafer parıltılarının bir harmoni oluşturduğu mavi gözlerini açıkça göstermek ister gibi dikti Erez'in üzerine. Konu neydi kaçırmıştım, fakat onun için gerçekten hayati olduğuna şüphe yoktu.
"Bildiğim şeyleri tekrar etmek için kısıtlı süren olduğunu sanıyordum," dedi Erez, bundan sıkıldığını belirterek.
"Benim de bildiğimi ve dahası kabul ettiğimi bilmeni istedim. Önemli olan da bu."
Garson, tekerlekli servis masasıyla geri geldiğinde konuşmaya ara verdiler. İşini özenle yapan garson, önce hepimizin önüne bir kadeh bıraktı ardından şarap şişesinin tıpasını açıp yavaşça doldurmaya başladı. Benim kadehimi doldurmak üzere masanın sağ tarafına geçtiğinde, Erez'in, "O içmiyor," uyarısıyla, şahsına hakaret yemiş gibi kaşlarını çatsa da şişeyi servis masasına bırakıp yavaşça sürerek uzaklaştı.
Dediği doğru olsa da ona bir daha benim yerime konuşmaması uyarısını geçmek istedim, sonra bilmiş halleri ve yüksek özgüveniyle benim yerime gayet de konuşabileceği, hatta dilerse sözcüm bile olabileceğini ifade eden laflarıyla canımı daha fazla sıkmasını istemediğim için yerime sindim.
"Otoritemi kabul etmesen benden yardım dilemezdin, Inessa. Bunu bir lütuf gibi ifade ederek beni gururlandırabilecek biri değilsin," diye sohbetine kaldığı yerden devam etti, siyasetçilere has o boğucu ciddiyet ve hakimiyeti taşıyordu. "Çıkarları olan birine göre kötü bir başlangıç yaptın, devamında beni gerçekten ikna edebilsen senin yararına olur."
"Duymak istediklerini söylersem beni onlardan ayıran ne kalır?" Muzipçe gülümsedi ve kadehi saran kırmızı tırnaklarından daha koyu renkteki sıvıdan yalnızca dilinin ucunu ıslatacak kadar içti. "Hem senin, sanılanın aksine itaatkâr insanlardan hoşlanmadığını biliyorum."
"Dersine iyi çalışıp gelmişsin," diyerek onun beyanının doğruluğunu tasdikledi sansam da, "Ama sadece buna gücü yetecek olanlar için geçerli, ilk düşüşünde çoktan düşmanının kapısını çalanlar için değil," dedi tane tane.
Inessa, kadehi atarcasına masaya bırakıp Rusça konuşmaya başladığında jest ve mimikleri şekillendi, çenesi ardı ardına atılan kelimelerin hızına ayak uydurmak için daha hızlı hareket etti.
Buna karşılık Erez'in tek cevabı, "İngilizce devam et," demek oldu.
"Beni anladığını biliyorum," dedi kadın. O kadar konuşmaya böyle bir yanıt alınca, bariz belli, öfkelenmişti.
"Onun da anlamasını istiyorum."
"Ah, sahiden mi?" Elini, üzerindeki kötü enerjiyle elektriklenen ince telli saçlarından geçirdi. Erez'in ciddiyetini kavradığında burnundan sert bir nefes verdi. "Şaka yapmıyorsun? Peki, buna da tamam, sorun değil."
Bana kötücül bir bakış attığında ona daha soğuk bakışlarla karşılık verdim ve aramızdaki gergin bakışmayı, şık porselen çaydanlık ve fincanın olduğu gümüş tepsiyi önüme bırakan garson böldü. "İnce bir dilim limonlu ve balsız zencefil çayı. Afiyet olsun."
"Teşekkür ederim," dediğimde misafirperver bir ağırlıkla başını sallayıp çayı özenle fincana dökmeye başladı. Fincandan yükselen buharla yayılan koku biraz rahatlamama yardımcı olmuştu.
Bir garson daha katıldı ve nizami yerleştirdikleri porselen takımlar üzerinde yemekleri sundular. İşini bitiren garson, "Başka bir isteğiniz var mı efendim?" sorusuna Erez'den sabırsız, "Hayır," cevabını alınca boşalan servis masasıyla birlikte gitti.
Rus kadın, derdini anlatmasının devamlı kesilip durmasından rahatsız olup sinirle yanaklarının içini dişliyordu. "Demem o ki bana yardım edeceğini sanıyordum. Samimiyetine güvenerek buraya geldim."
"Sana yardımsever bir insan olduğum izlenimini bıraktıysam şunu bir açığa kavuşturalım, karşılığı olmayan bir işi iyi anılmak niyetiyle yapan biri asla olmadım."
"İnsanlar bunu ahlaki etik açısından yaparlar, Erez. Sandığın gibi bununla övünmek istedikleri için değil."
"İnsanlar ahlaklı davranmak istemiyorlar, ahlaklı anılmayı istiyorlar."
"Anladım, açık konuşmak istiyorsun. Nasıl istersen." Konuşmak onu zorluyormuş gibi kesik bir nefesle soluklandı. "Ben buraya ölmeyi göze alarak geldim. Buraya adımımı attığım için her an bedenime saplanmaya hazır bekleyen kurşunları hesap etmedim. Beni yarı yolda bırakamazsın."
"Sen buraya gelmesen de ölecektin zaten Inessa. O evlilik teknik olarak hayatının sonu olacaktı veya sen dayanamayıp hayatına son verecektin. Bense sana yaşama şansı sundum, sen de kabul edip geldin." Gözlerini kıstığını gördüm. "Bana iyilik borçluymuşum gibi davranırsan sana iyi bir adam olmadığımı gösteririm."
"Senden merhametini dilemiyorum, bu karşılıklı bir çıkar anlaşması. Sen de çok iyi biliyorsun ki senin de, örgütünün de lehine pek çok şey olacak, bunu gözden kaçırma."
Erez, tabağındaki eti bıçakla kesip aldığı küçük lokmayı ağır ağır çiğnerken yüzünde rahat bir ifadeyle söylenenleri dinliyordu. Hatta tek ilgisi dişleri arasında ezdiği et parçasındaymış gibi keyif alan bir hali vardı fakat ona keyif verenin bu olduğunu sanmıyordum.
"Doğrusunu söylemek gerekirse, bu anlaşma sahiden de işime yarayacak." Çatal ve bıçağı tabağın kenarına bıraktı. "Ama atladığın bir kısım var, bunu seninle olmasa da başka bir şekilde halledecektim. Sen sadece bana kestirme bir yol sundun, bunun için de sana minnettar değilim."
"Minnettar olmanı beklemiyorum, ama—"
"Bekliyorsun," diyerek böldü. "Senin için daha fazlasını yapmamı da bekliyorsun ama beklentiye girme. Sana o aileye karşı bir koz kullanman için yardımcı olacağım, sonrası ise tamamen sende. Ya akıllıca davranır hakkın olanı alırsın ya da aptallık yapıp beklentiye girer ve onlara karşı tekrar kaybedersin. Sana söyledim, yeterince akıllı olursan bir koza ihtiyacın olmadan da insanlar sana ellerindeki her şeyi sunarlar."
Inessa, bir süre donuk bir sıfatla seyrettikten sonra başını salladı. "Deneyimlerini paylaştığın için teşekkür ederim, fakat kimseden hakkım olmayanı da istemiyorum." Kelime seçimleri, vurguları ve söylerken bakışlarının sivrilmesinden anladığım, Erez'in rahat tavrına karşı o gergindi ve bu yüzden iğneleyici bir üsluba sarılmıştı.
"Şu zırvalıkları bırak, Inessa." Erez, sakin halini kademe kademe kaybediyordu. "Kendini iyi bir insan yerine koymak için yarattığın yapay değer yargıların sikimde değil. Yardım isteğine karşılık sana bir öneri sundum, anlaşmada herkes kendi görevini yaptıktan sonra başına ne geleceğiyle ilgilenmiyorum."
Hiddetle, "Bunu biliyorum!" dedi.
"Ona göre davrandığını göster."
"Anlamadığın bir kısım var. Bak Erez," dedikten sonra yorgun bir nefesle soluklandı. Tavrı büsbütün yumuşamıştı. Belki de artık, karşısında hiçbir şeyle ikna olmayan adama karşı beyaz bayrak açması gerektiğini fark etmişti. "Benden iki gün içinde bunu halletmemi istiyorsun ama Rusya'da ortalık çok karışık, şu an dönersem her şeyi elime yüzüme bulaştırırım."
"Ortalığın sakin olmasındansa mahşer yerine dönmesi gizlilikle iş yürütmek için büyük bir avantajdır, bunu sana söylememe gerek yok. Hem bilirsin, savaş yerinde ganimet toplayan leş yiyicilere sizin oralarda pek sık rastlanıyor."
Inessa'nın yüzünde bariz bir bozulma oldu, su bardağına uzandığında elinin titrediğini gördüm. Zencefil çayı içerek izlediğim sahnede hedef olmamama rağmen Erez'in tavrıyla ben bile ister istemez gerilirken, onun rahat olması elbette beklenemezdi.
Inessa, bir süreyi iç muhakemeyle geçirdiğini gösteren dalgın bakışlarını kaldırdı. "Tamam. Tamam, elimden geleni yapacağım." Yanlış bir sözü süpürmeye çalışır gibi başını ve elini havada hafifçe salladı. "Gereken neyse onu yapacağım. Sadece senden tek bir şey daha istememe izin ver."
"Makul bir talep olsa iyi olur."
"Rusya'ya dönüşümde benim için koruma ekibi ayarlamanı istiyorum."
Merakla vereceği tepki için sol tarafıma baktığımda Erez'i gülümserken buldum. "Seni Vladimir'den ayıran en azından tek bir özelliğin olur sanmıştım, ama belli ki yanıldım. Tıpkı onun gibi doymak nedir bilmiyorsun. Ne derler bilirsin, ne kadar kötülese de bir evlat eninde sonunda babasına benzer."
Şaşkınlık etrafımdaki sesleri yok ettiğinde, henüz öğrendiğim bilgiyi teyit etmek üzere Inessa'ya döndüm. Az önce toparlanması yetmemiş gibi yeniden yıkılmıştı ve bu gerçekle ilk kez yüzleşiyor olmalı ki sertçe yutkunmuştu. Mavi gözlerinin titrediğini görünce orada bütün anıların, belli ki kabusların, sahne aldığını hissettim.
Ona tüm bu korkuyu yaşatan, düşmanıyla işbirliği yapmak zorunda bırakan kendi babasıydı.
"Bir koruma ekibin olduğunu biliyorum, ancak anlaşılan o ki babanın pençelerinden kurtulmana yetmiyorlar." O konuşurken Inessa donmuş şekilde seyretmekten başka bir şey yapmıyordu. "Merak ettiğim bir şey var, sormadan edemeyeceğim. Kendini hala o ailenin bir parçası olarak görüyor musun? Çünkü ben sana baktığımda intikam almaya çalışan yetişkin bir kadın değil, ilgi görmek için babasını kızdırmaya çalışan sevgisiz bir kız çocuğu görüyorum."
Inessa'nın seyrek kirpikleri titredi, ince uzun parmaklarıyla çatalın sapına sıkıca, sanki bütün kötü enerjisini geçirmek istiyor gibi sardı. "Kelimelerini dikkatli seç, Kozahan. Karşında kimin olduğunu unutuyorsun."
Erez'e baktım, pembe dudakları düz bir çizgi halindeydi, yüzünde tek bir mimik ya da herhangi bir ifade yoktu. Ondan öfkeli bir tepki beklediysem de bir Rus'u dahi üşütebilecek keskin bir soğuklukla, "Karşımda kimin olduğunu asla unutmam," dedi. Bu cümlenin derin bir geçmişi olduğuna şüphesiz şahitlik edebilirdim.
"Benim seni yarı yolda bırakacağımı ima ettin."
"O imada bulunmam için öyle bir gücün olması gerekiyor," dedi üstten tavrıyla. "Küçümsenecek bir potansiyelin olmadığını biliyorum, ama beni, yanlış bir hareketin yüzünden seni en insancıl olmayan yöntemlerle öldürebilecekler listesinde sevgili babanın üstüne koymak istemeyeceğini ikimiz de biliyoruz."
"Inessa Fyodorova'yım ben, bu benim ölüm tehditleriyle ilk yüzleşmem değil." Dudaklarını ıslattıktan sonra başını kaldırıp freskler ve mozaiklerle süslü tavanı, sütunları ve antik Roma dönemini ihtişamla yansıtan restoranı üstünkörü izledi ve en son da masadaki bronz şamdana baktı. "Bu restoranı İtalyan yemeklerine bayıldığın ya da şarap mahzenlerinden tadım yapmaya hevesli olduğun için değil, gözdağı vermek için seçtiğini anlamamışım gibi davranalım o halde."
Erez, sahte olduğu belirgin bir anlayışla gözlerini yumup açtı ve sağ eliyle siyah gömleğinin yakasını dikleştirdi. "Korkarım ki hala nasıl başa çıkabileceğini öğrenmiş değilsin, Fyodorova. Çünkü bir kıyıdasın ve başında bekleyen celladından değil, bir meltemin esintisiyle düşmekten korkuyorsun."
Kadın, uzun süren sessizliğini kendinden emin cümlesiyle böldü. "Belki de celladımla nasıl başa çıkacağımı çoktan öğrendiğim içindir."
"İnfaz alanında çoktan dizlerinin üzerine çökmüşken hiçbir hile canını bağışlamaz."
Inessa, bu soğuk savaşı daha fazla sürdüremeyeceğini işaret eden yorgun bir soluk verip başını sağ tarafa çevirdi, böylece sarı saçları tarafından tamamen örtülünce ifadesini yakalamak mümkün değildi.
Uzanıp suyumdan küçük yudumlar alırken yemek salonunun duvarlarında gezdirdim gözlerimi. İnce işlemeli bordo duvar kağıdıyla kaplıydı her yer, hatta üzerinde oturduğumuz sandalyenin kadife kumaşı bile aynı renkti. İçeri girdiğimizden beri ambiyansı estetik olmasının yanısıra rahatsız edici bulmuştum ve yanımdaki ikili arasında, düzeyli gözüken gerginlik arttıkça duvarlar üzerime geliyordu.
"İyi misin?" Yakından gelen sesiyle irkilip sol tarafıma döndüm, dikkatli gözleri durumumu tahlil etmeye çalışırcasına kısılmıştı.
"Olmaya çalışıyorum," diye söylendim. Neden kısık sesle konuştuğumu bilmiyordum, Inessa dirseğini masaya yaslayıp elini yüzüne yatırmışken hala başını bizden tarafa çevirmemişti ve Türkçe anladığını da sanmıyordum.
"Sıkıldın mı?" Omzumu silktim. "Birazdan kalkacağız."
Erez, eliyle garsona gelmesini rica etti. "Yarından itibaren sana bir koruma ekibi ayarlayacağım. Değil baban, müttefikleri dahil kimse sana elini süremeyecek. Bunun karşılığında ise anlaşmayı fes etmek üzere tek bir hatanı bekleyeceğim." Bir parça eti daha kopardı, ancak yemek yerine kanlı parçanın üzerine bıçağı koyup bıraktı. Garson geldiğinde onun da duyacağı şekilde, fakat hala karşısındaki kadına bakarken, "Hesabı hanımefendi ödeyecek," dedi.
Inessa, bu duyduğundan başka bir mesaj aldığına dair sertçe yutkundu.
"Elbette efendim," dedi garson ve hesabı getirmek üzere yanımızdan ayrıldı.
"Avukatlarım, yarın sabah oteline uğrayacak." Erez, az önce kim bilir nasıl bir mesajla ikaz ettiği kadına kibar ve tok bir sesle, "İyi akşamlar," diyerek sandalyesinden kalktığında, hiç beklemeden ben de kalktım. Zaten bir an evvel gitmek ve bu loş ışıklar altındaki kasvetli ortamdan kurtulmak istiyordum.
Vale, aracı kapının önüne getirip anahtarları ona teslim edene dek hiç konuşmadık. İçeride olanları düşünüyordum, muhtemelen o da bir sonraki hamlesini planlıyordu. Belki de çoktan planlamıştı ve yeni şeyler ekliyordu, o yeşil gözlerin zehrini zihininden aldığına şüphe yoktu.
"Durum nedir abi?" sorusunun valeden geldiğine emin olmak için durup ona baktım. Konuşan oydu.
"Olumlu," dedi Erez. "Utku'ya ilettikten sonra Korsan'a hazırlıklara devam etmesini söyle," dediğinde valenin tabiri caizse 'onun adamı' olduğunu anladım. İçeride ceketini bile vermezken dışarıda arabasını rahatça teslim etmesinin sebebi de buydu anlaşılan.
Vale, "Nasıl istersen abi," diyerek başını salladı ve bana hiç bakmadan Erez'e "İyi akşamlar," diyerek yanımızdan uzaklaştı.
İçerideki anlaşma bana pek olumlu geçmiş gibi gelmemişti ama onların konuştuğu dil belli ki benim anladığımdan daha farklıydı. Ya da planladıkları aslında tam olarak bu şekilde geçmiş olmasıydı. Yine de ona bunu sormak yerine arabaya geçtim.
Yolculuğun başlamasından üzere geçen birkaç dakikanın ardından, "Inessa'ya babasıyla alakalı neden öyle söyledin?" diye sorarken buldum kendimi, yolu seyrediyordum.
Cevap vermek istemediğini konuyu değiştiren sorusuyla belli etti. "Tabağına hiç dokunmadın, mide bulantın hala geçmedi mi?"
Bitki çayı ve ılık ortam, kendime gelmemi sağlamış olsa da konu bu değildi. Kollarımı birbirine bağladım. "Bir soru sordum."
"Neyi merak ediyorsun?"
"Babası yüzünden bu halde olan bir kadını nasıl babasına benzetebildin?"
Sorum onun tadını kaçırdı. "Herkes biraz babasına benzer."
İstemsizce surat ifademle birlikte sesim de sertleşti. "Böyle bir genelleme yapmak için güçlü bir veriye ihtiyacın var."
"Ona mı üzülüyorsun? Mesele bu mu?"
"Üzülmek gibi değil, sadece... Tavrın olması gerekenden çok daha sertti. Bu işlerin içinde böylesine alışmış olabilirsin, hatta doğru olan budur bilmiyorum, fakat yine—"
"Yine de en doğrusu düşmanıma merhamet beslemek mi?"
"O bir kadın."
"O kadın, Zodyak'tan dokuz kişinin ölümüne sebep olan patlamayı düzenlediğinde sadece yirmi bir yaşındaydı." Bu cümlesini hazmedemeden bir başkasını soğukkanlılıkla dile getirdi. "En yakın arkadaşıma, başarısız sonuçlanan bir silahlı saldırı düzenlediğinde ise yirmi üç."
Arka arkaya duyduklarımla kulaklarıma inanamadım, dilim lâl oldu kaldı.
"Şimdi yirmi yedi yaşında bir kadın olarak benden yardım dileniyor. Bunu yaparken de kendini öyle masum gösteriyor ki sen burada bana onun savunmasını yapabiliyorsun."
"Özür dilerim," dedim. "Bunu bilmiyordum."
"Özür dileme. Nereden bilecektin?" dedi ters çıkan bir tonda.
"Peki ya ona neden yardım ediyorsun?"
"Ona yardım etmiyorum, kendi işimi yapıyorum."
"Bu ne demek? Yardım edeceğin konusunda ona yalan mı söyledin?"
Yüzünü bana çevirdiğinde bakışları sertti. "Sana kendimle alakalı detayları hatırlatmama ihtiyacın mı var, küçük? Ona yardım edeceğimi ve her ne sikimi söylediysem, bu hepsini yapacağım demektir."
"Ama o sana çok büyük şeyler yapmış. Ve senin ona yardım etmen... Garip." Bu durumu tam anlamıyla tanımlamak için doğru bir kelime yoktu.
"Garip, değil mi?" Başını salladı. "Çünkü Zodyak döngünün bir parçası değil, ta kendisi. Zodyak'ın düzenini yıkma girişiminda bulunanlar, daha yolun sonuna gelmeden kendilerini dizlerinin üzerinde biraz merhamet için yalvarırken bulurlar."
Zodyak... Nasıl bir döngü?
"Demek oluyor ki aslında ona yardım etmeyeceksin." Duraksayıp kendimi düzelttim. "Yani edeceksin ama sonu aynı olmayacak. Çünkü anlaşma yapmış olsan da o hala senin düşmanın."
"Yalnızca düşmanım değil, herhangi bir insan bana anlaşma teklifiyle geliyorsa çoktan kaybetmiş demektir. Ben de her zaman olmasa da çoğu zaman yardım etmeyi kabul ederim."
"O kişinin çaresizliğinden yararlanmak için mi?"
Dudakları hafifçe yukarı kıvrıldı, bu şimdiye dek gördüğüm en soğuk gülümsemeydi. "Yararlanmak doğru bir kelime seçimi değil. Oyunda herkesin payına düşen bir rol vardır, ben sadece onları rolün hakkını vermeleri için yönlendiriyorum."
Birkaç saat öncesinde, yine bu arabada bana oyuncak iması yapması aklıma geldiğinde midem sıkıştı. Karanlık, bedenime hükmetmeye çalışıyordu.
"Senin o türden bir rolün yok."
Aklımı okumuşçasına verdiği cevap içime çöken huzursuzluğu hafifletmeye yetmedi. Huzursuzluk, yaz gecelerine beklenmedik anda düşen, dengeyi sağlamak bir yana dursun göz önünü göstermeyen bir toz fırtınası gibi benliğimi gölgeledi.
"Beni onlardan ayıran hiçbir şey de yok."
"Sana öyle bir şey söylemedim. Kendi kendine tespitler yaparak yanlış düşüncelerle aklını bulandırma."
"O halde sen böyle konuştukça deja vu hissine kapılmamı nasıl açıklıyorsun? Düşünmem gereken şeye kadar karar verebiliyorsan buna da bir açıklık getirebilirsin herhalde."
"Çünkü sen karşımda değilsin."
"Yanında da değilim."
"Yanımdasın."
Tavrımı ortaya koymaktan çekinmeyerek, "Öyle olmadığımı biliyorum," dedim derhal. "Bugün itibariyle bir şeyler daha biliyorum ama hâlâ neden senin oyunlarından birinin içinde olduğumu bilmiyorum. Rolüm ne? Hiçbir fikrim yok. Sadece sen öyle istediğin için ben de diğer herkes gibi rolümün hakkını vermeye çalışıyorum. Yani yapmam gereken bu. Durum böyleyken de bana yanında olduğum illüzyonundan bahsetme. Zaten bu gibi bir isteğim de yok."
Dayanamayıp içimi dökmüştüm, çünkü bu durum her geçen gün daha da canımı sıkıyordu. Bu aptal döngüden çıkamayacağımı bilmek en büyük felaketti. Kıyamete benziyordu. Nereye kaçarsan kaç, yıkımdan nasibini alıyordun. Hatta o yıkım, sen henüz kaçacağın yere varmadan önce orada senin için bekliyordu. Bu durumda atacağın her hamle beyhude çırpınışlardan ötesi değildir.
"Bir yere dalıp gittiğinde aklından bunlar mı geçiyor?"
Sorusuyla, beni başından beri ciddiye almadığı hissine kapıldım ve bu beni çileden çıkarttı. "Bana kendimi bir aptalmışım gibi hissettirmekten vazgeç!"
"Bir aptal olmadığın için yanımdasın." Benim aksime onun sesi yükselmiyordu, hatta bir yanı tepkime hak verircesine bir tonlama yakalamıştı.
"Bütün bir derdin beni avuçlarının arasına hapsetmek, değil mi?!"
"Avuçlarımın arasında durmanı değil, elimi tutmanı istiyorum."
Sade, basit bir fanusta yaşayan balığa okyanusu anlatmak onu öldürmektir. Çünkü o küçük su birikintisinde olmak bunca zaman onu bir şekilde yaşatmıştır, fakat okyanusun hayali bir daha asla nefes aldırmaz. Aylarca ona yuva olan su, artık onu boğmak için oradadır.
Bir insana hayal satmak da onu öldürmektir. Umut vermek, süslü cümlelerle cennetin varlığına inandırmak, her geçen gün bu hayali daha iyi vaatlerle büyütmek... Yıkım daha şiddetli olsun diye yılmadan, sabırla daha da yukarı yükseltmek.
Çünkü insanı yakan cehennemin sonsuz olduğunu bilmek değil, cennetin hayalinden vazgeçmek zorunda kalmaktır.
✭
Ig: irisspage
|
0% |