Yeni Üyelik
1.
Bölüm

BAŞLANGIÇ

@irmgns08

🎀🎗️İlk bölümlerde ana kadro olmasa da hikayenin akışını anlayabilmek için okumanız şart❣️

Ana karakterimizden önce olanları sizin çözmeniz gerekiyor çünkü 🫣🫠✨💫

 

 

 

Biri Kral olmayı çok istedi ama hak etmedi,

 

 

Bir diğeri ise hak etmesine rağmen Kral olmayı hiç istemedi.

 

 

Kader ikisiyle de adeta oyun oynuyordu.

***

Gece kadar siyah bir saray atının, şiddetli yağmur yüzünden yer yer oluşan su birikintilerinden koşarak geçerken çıkardığı sesler, boş patikada yankılanıyordu. Gökyüzünde durmaksızın çakan şimşeklerin sebebi olan atın sahibinin huzursuzluğu gitgide artıyor, onun huzuru bozuldukça bulutların ağıtı şiddetleniyordu. Atının dizginlerini parmak boğumlarını beyazlatacak kadar sıkmış olan, kumral saçlarının, kontrolsüzce uzamış sakallarına karışmasına ramak kalmış genç adam, görüşünü kolaylaştırmak için dörtnala koşan atın üzerine iyice eğilmişti. Duygularını dizginlese, atını yavaşlatan yağmuru durdurabileceğini biliyordu, tıpkı o an aklıyla hareket etmekte zorlandığını bildiği gibi. Siyah atının üç saatlik yolun ardından yorulmaya başladığını hissetse de şuan yavaşlamak için daha çok erkendi.

“Şşt, az kaldı kızım biraz daha dayan.”

Sarayda Arven olarak seslendikleri, simsiyah atının yelelerini okşayarak kulağına fısıldadıkları, sanki söylediklerini anlamış gibi atını daha da hızlandırmıştı. Üç saattir aralıksız koşan at, kumral sahibini birlikte oldukları o kadar yılın ardından en sonunda etkilemeyi başarmıştı. İnce dudakları yukarı doğru kıvrılan genç adam, yağmurun uğultusu yüzünden tekrardan atın kulağına doğru eğildi.

“Adının hakkını veriyorsun, ha?”

Dudaklarında peyda bulan gülümseme, karşıdan onlara doğru gelen, ıslak beyaz tüyleri yağmurun altında parlayan atı görünce yavaş yavaş soldu.

Saray kuralları, hanedanın siyah at sahiplenmesi gerektiğini savunur, padişahın tüm çocukları zamanı gelince kendilerine seçtikleri siyah bir atı eğitirlerdi. O da tıpkı diğer kardeşleri gibi siyah bir at seçmiş ve atına ne kadar iyi bir eğitim vermiş olduğunu da bugün görmüştü.

Bir kardeşi hariç…

Kuyaş, içlerinde hep dünyaya pembe gözlüklerle bakan kişi olmuştu. Ona göre, siyah evrene negatif enerji gönderip, savaşı çağrıştıran bir renkti. Diğer kardeşlerin aksine kendisine beyaz bir at seçerek, saray kurallarına olan itaatsizliğini henüz on iki yaşındayken göstermişti. En küçük kardeşleri seçmiş olduğu beyaz midillisinin dizginlerini sıkıca tutarak karşılarına geçtiğinde onlara bağımsızlığın ve barışın siyah renkte aranmasının gereksiz bir arayış olduğunu söylemiş on dokuzuna yeni basmış en büyük ağabeyi Ülgen’i bile dumura uğratmıştı.

Kumral adam, kendisine doğru gelen atı, görüşünü zayıflatan yağmura rağmen nerede görse tanırdı. Atının üzerinde dikleşti ve kardeşinin atının kendisine yaklaşmasını kayıtsız gözlerle seyretti. Kar beyazı atın sahibi, dizginlerini bırakmadan atının üzerinden atladı.

“Ülgen,” Sarı saçları yağmurun etkisiyle yüzüne yapışmış olan genç adam, atını dizginlerinden tutarak kendiyle birlikte ilerleterek abisine yaklaştı. “Babamın durumu kötüleşiyor. Muhafızlar yolda olduğunu söyleyince seni almaya geldim. Köyler buraya epey bir uzak.”

Ülgen, kibirli bir tavırla çenesini dikleştirip atının üzerinden, sarı saçlarından süzülen su damlacıkları yüzünü çevreleyen, kardeşine baktı.

“Gördüğün üzere, ben de saraya geliyordum.”

Kuyaş, ıslak kirpiklerinin çevrelediği kehribar rengi gözlerini, abisinden siyah ata doğru çevirdi. Elini kendisi gibi soluk soluğa kalmış, göğsü inip kalkan atın ıslak, siyah yelelerinde dolaştırdı.

“Arven,” Siyah at yelelerini sallayarak su damlacıklarının iki kardeşin üzerine sıçramasına sebep oldu. Kuyaş hafifçe gülerken Ülgen somurtmaya devam etti. “Yoruldun değil mi, kızım?”

Atı sanki kardeşinin söylediklerini onaylarmışçasına kuyruğunu sallarken Ülgen, kardeşinin bu tavırlarına göz devirip atik bir hareketle üzerine su sıçratmış siyah atının üzerinden atladı.

“Bilgin olsun diye söylüyorum,” Çamurlu yolda sarayın olduğu yöne doğru yürümeye başlarken başıyla beyaz atı işaret etti. “O şeye binmem.”

Kuyaş, bir eliyle Arven’in dizginlerini tutmaya devam ederken kendi atının üzerine atlayıp onu sakin bir şekilde sürmeye başladı.

“Destina’nın da sana meraklı olduğunu sanmıyorum.” Beyaz at sanki sahibinin söylediklerini anlamışçasına Ülgen’in yanından geçerken başını dikleştirdi. Kumral adam arkalarından ilerlerken duraksadı.

“Atını da kendine benzettiğine inanmıyorum! Kayra Han adına! Atların alıngan değil savaşçı olması gerekiyor!” Kuyaş, sakin adımlarla ilerleyen atını durdurdu ve Ülgen’in yanlarına gelmesini bekledi. Genç adam, ters bakışlarını kardeşinde ve Destina denilen atın üzerinde dolaştırdı.

“Bana da bir at getiremedin mi?”

Kuyaş onun ters cevaplarını onaylamazcasına başını iki yana sallayıp eliyle Destina’yı işaret etti.

“Onu alıp önden gidebilirsin, biz de Arven ile arkanızdan geliriz.” Elini tekrar oldukça uysallaşmış olan siyah atın yelelerinde dolaştırdı. “Değil mi, kızım?”

Ülgen, gücüyle birlikte ona bahşedilmiş açık mavi gözlerini kararsızlıkla ona ters ters bakan beyaz atın üzerinde dolaştırdı. En sonunda gözleri kardeşinin kehribar rengi gözleriyle buluşunca çaresizlikle içini çekti.

“Pekâlâ, ama o atına söyle beni üzerinden atmaya çalışırsa sarayda yediği pahalı yemleri unutsun.”

Kuyaş kehribar renkli gözlerinin kısılmasına sebep olacak şekilde güldü ve Destina’nın yelelerini okşayıp kar beyazı atın üzerinden indi. Ülgen, kardeşini beklemeden ciddiyetle beyaz atın üzerine atladı ve dizginleri çarparak atın hızlanmasını sağladı.

Kuyaş, dörtnala koşan atıyla birlikte gözden kaybolan abisinin arkasından onaylamazcasına başını sallayarak siyah atın üzerine atladı ve at çamurlu yolda sakince ilerlemeye başladı.

Barok mimari öncülüğünde inşa edilmiş, kubbesinden göğe doğru yükselen dokuz dallı çınar ağacı, beyaz mermerleri ve altın yaldızlarıyla ülkenin en göz alıcı yapısı olan ve ilk eğitimini almış olduğu kraliyet sarayına doğru ilerlerken, genç adam beyaz atın üzerinde gözcü kulübesindeki askerlere verdiği selamın ardından kraliyet avlusuna giriş yaptı.

Sarayın geniş kubbesi hanedanın sonsuzluğunun simgesiydi. Sarayın Dokuz Dallı Çınar Ağacının etrafına inşa edilmesi ise halka bu toprakların yalnızca bize verilen bir armağan olduğunun hatırlatıcısıydı. Avlunun sarayı çember şeklinde çevreleyen çevre krallıklardan elde ettikleri fetihleri sonucu aldıkları topraklarla yapılmış patika sivil halkın sınırını belirliyordu. Sarayın beyaz olması ise diğer hanedanlıklara kurulan üstünlüğün bir göstergesiydi. Beyaz kardeşinin yanılgısının aksine barışın değil üstünlüğün simgesiydi. İhtişamlı sarayın gerisinde sıradağlar bulunuyordu. Ülgen ise köylerin gerisindeki ormandan bu yana üç saatlik bir yoldan geliyordu.

Kuyaş farkında olmadan seçtiği at ile tüm veliahtlara kafa tutmuştu fakat abileri onun bu hareketini kasıtlı olmadığının bilinciyle bunu olgunlukla karşılamışlardı.

Bir dönem ortalığı epey karıştırmış olan beyaz at sivil sınırı olan toprak patikaya girdiğinde Ülgen başını geriye atarak derin bir nefes aldı. Son bir haftada ormanlarda köylüleri kurtlardan korumaya çalışırken aklının alamayacağı kadar çok güç kaybı yaşamıştı. Doğduğu topraklara girer girmez damarlarında akan enerjinin yenilendiğinin ve yavaş yavaş tahtın sahibi olmaya doğru ilerlediğinin bilinciyle atın üzerinde biraz daha dikleşti.

Son üç yıldır tahtı alabilmek için çektiği çileleri hiçbir kardeşi çekmemişti. Tahtı istememeleri onların aptallıklarıydı, bu konuda Ülgen’in yapabileceği tek şey yolunun açılmış olmasına sevinmekti. Şimdi tahta geçmeden önce yapması gereken son şey ise ölmek üzere olan babasının başında biraz gözyaşı döküp krallığı ona kendi ağzıyla devretmesini beklemekti.

Yağmur şiddeti yüzünden, ana salonda bekleyen seyislerden biri veliahdın avluya girişiyle sarayın önüne çıktı. Kumral genç, beyaz atı yaşlı seyise devrederken onu durdurdu.

“Seyis efendi,”

Yaşlı adamın gözbebekleri korkuyla titredi. Kralın oğlu, Krallığın müstakbel hükümdarı ve ülkenin tek Elektrik Koruyucusu Ülgen Han veliahtların içinde en acımasızıydı. İsmi bile insanı ürpertir, yaptıkları bir efsane gibi kulaktan kulağa dolanır, hikâyeleri çalı çırpıyla tutuşturulmuş ateşlerin etrafında anlatılırdı.

İhtiyar seyis ağır hareketlerle genç adama doğru döndü. Elini yumruk yaparak göğsüyle buluşturdu ve başını yere eğdi.

“Han’ım.”

“Doğrul!”

Genç adamın çamurlu çizmeleriyle bakışan yaşlı seyis bel ağrılarının etkisiyle yavaş hareketlerle doğruldu ve gökyüzündeki yıldırımların sebebi olan mavi gözlerle karşı karşıya geldi. Ülgen kendisinden korkulmasını, çekinilmesini severdi. Babası ülke genelinde merhametli Kral olarak anılırdı. Düşmana bile korku salamazdı, onu tehdit olarak görmez hep uzlaşmaya varacaklarına emin olurlardı. O ise sarayda geçirdiği uzun yılların ardından babası gibi olmamayı öğrenmişti. Gerekirse masumu bile korkutacaktı ama kimse onu aciz görmeyecekti. Karşısındaki adamın çekingenliğinden aldığı zevki gizleme gereği duymadan dudaklarını araladı.

“Babamın durumu nasıl seyis efendi?”

“Hiç iyi değil efendim,” Yaşlı adam Ülgen’in hiddetine olan korkusuyla titredi. “Yaklaşık bir saat önce korkarım ki, Ak Ana durumunun kötüye gittiğini kardeşinize belirtti.”

Genç adamın kaşları çatıldı. Ak Ana, ülkelerindeki son İyileştiriciydi güya. Bir bunağı İyileştirici diye oradan oraya sürüklüyorlardı fakat bir işe yaradığı yoktu.

“Şifacılar gelmediler mi, seyis efendi?” Yaşlı adam başını olumsuzca iki yana salladı.

“Hayır, efendim.” Ülgen’in kaşları mümkünmüş gibi daha da çatılırken gökyüzünde bir şimşek daha çaktı.

“Babamın yanında şuan kim var, Aytar Bey!” Yaşlı adam, Ülgen Han’ın ismini bilmesiyle irkildi.

“Erhan Bey ve Kızagan Han’ım, efendim.” Ülgen başını onaylamazcasına iki yana salladı. Gökyüzünde iki şimşek daha art arda çaktı.

“Gidebilirsin, seyis efendi.”

Yaşlı adam, derin bir nefes alarak dizginlerinden ilerlettiği beyaz atı ahıra yönlendirirken arkasındaki genç adam aceleci adımlarla sarayın merdivenlerini çıkmaya başlamıştı.

O aceleci adımlarla sarayın beyaz parkelerinde çamurlu izler bırakarak ilerlerken bu esnada sarayın yedinci katında Kral'ın mütevazı odasında genç, esmer bir oğlan yatağında nefes alışverişleri zayıflamış yaşlı adamın yanı başından kalkıp, geniş cama doğru ilerlemiş durmadan gürleyen göğe ve aralıksız çakan şimşeklere bakmıştı.

"O geldi.” İçini çekerek yaşlı adama söyledikleri üzerine yaşlı adam öksürdü.

"Elbette gelecekti. Ölüm insanlık için, hırs ise Ülgen Han için kaçınılmazdır. Gidişimi kabullenmesi gerekecek."

Bir yandan öksürürken bir yandan konuşmak onu zayıf düşürüyordu. Genç oğlan onunla aynı şeyi düşünmüyordu. Ülgen zaten babasının ölümünü çoktan kabullenmiş olsa gerekti. Hatta çoktan Kral olunca neler yapacağını düşünmeye başlamış bile olabilirdi.

"Her şey çok iyi ilerliyordu." Ağzının içinde mırıldandıklarıyla yataktaki yaşlı adam yorgun, yeşil gözlerini ona dikti. "Ülke hiç olmadığı kadar yükselmişti. Kapımızı sıradanlara açacaktık ve yüzyıllar sonra Baş Koruyucularımız tekrar doğacaklardı." Sıkıntıyla içini çekti. "Ama bu şimdi asla olamayacak. Ülgen onlardan nefret ediyor, biliyorsun. Hem sıradanlardan hem de Baş Koruyuculardan."

Yaşlı adama doğru hayıflandıklarıyla odanın bir köşesinden elinde içki şişesiyle onları izleyen Kızagan onu başıyla onayladı.

Yaşlı adam ciğerleri sökülürcesine öksürmeye devam ederken zorlukla konuşabildi.

"Ülgen'in bununla ne alâkası var anlayamadım, oğlum?"

Ona yine 'oğlum' demişti. Oysa o hep öğrencilikten ileriye gidemediğini düşünmüştü. Ne kadar da yanılmıştı. Bu yaşlı adam onu oğullarından ayırmıyordu. Yutkundu ve gözlerini yumdu.

"Veliaht prens o çünkü." Adam öksürürken yatakta başını olumsuz anlamda iki yana salladı.

"Bunu sana düşündüren ne?" Öksürükleri iyice şiddetlenmişti.

“O iti benden önce yapmışsınız çünkü.” Kızagan’ın göz devirerek söyledikleriyle Erhan uyarırcasına ona baktı ve tekrardan yaşlı adama döndü.

"En büyük oğlunuz sizden sonra tahta geçmesi gereken-" Diye lafa başlarken yaşlı adam onu susturdu.

"Vasiyetim onun üzerine değil. Krallığı ona bırakmayacağım."

Erhan'ın kaşları şaşkınlıkla havalanırken gözleri odanın bir köşesinde neredeyse hiç konuşmayan konuşunca da alay etmekten başka bir şey yapmayan Kral’ın en büyük ikinci oğlu Kızagan’a değdi. Genç adam bilmediğini belirtircesine başını iki yana sallarken odanın kapısı beraberinde kuvvetli bir rüzgârla ardına kadar açıldı. Gökyüzünde şiddetle çarpan şimşekler bir anlığına mum ışıklarıyla loş bir ortama bürünmüş odayı ardına kadar aydınlattı.

Sırılsıklam saçları ve üzerine yapışmış cüppesiyle Ülgen Han beraberinde göğü inleten bir gök gürültüsüyle içeriye girdi. Erhan onu baştan aşağıya dikkatlice süzdü. Gördüğü tek şey güçtü. Ülgen’i daha iyi tanımlayan bir sözcük bulabilir miydi bilmiyordu. Karşısındaki adam adeta gücün şekil bulmuş haliydi. Açık mavi gözleri tehditkâr bir şekilde parlıyor, göz göze geldiği kişiyi ürpertiyordu. Boynundan göğsüne doğru inen şimşek şeklindeki mühürler gücü ona bahşedildiğinde verilmişti ve bu bir şekilde onu daha da korkutucu yapıyordu. Kral olmak için yaratılmıştı sanki. Erhan ne kadar çabalarsa çabalasın onun gibi olamayacağını biliyordu.

O, elementlerden birinin gücüyle kutsanmışken kendisi sadece bir İyeydi. Oğuzlardan çıktığı için buna şükretmesi gerektiğini biliyor ve gerekeni de yapıyordu. Kendi ailesi büyü gücünden mahrum bırakılmış göçebe hayatı sürerlerken o bir Element Koruyucusu kadar olmasa da büyüyle kutsanmıştı ve sarayda Kral'ın himayesinde büyümüştü.

Erhan baştan aşağı karşısındaki güç abidesini süzerken Kızagan’ın odanın köşesinde yaptığı tek şey göz devirmek oldu.

“Aferin, koca çocuk. Çok ihtişamlı bir girişti.” Elindeki içki şişesini bir anlığına yere bıraktı ve alaylı bir tavırla abisini alkışladı. Ülgen ürkütücü gözlerini kardeşine çevirdi ve adeta bakışlarıyla kardeşini yerin dibine soktu.

“Kes sesini!”

Arkasından dil çıkaran kardeşini umursamayan Ülgen, Erhan’ı tamamen görmezlikten gelerek babasına doğru ilerledi.

"Babacığım," Ülgen yapmacık olduğunu anlamak için dâhi olmaya gerek olmayan bir sesle başladı konuşmaya. "Köylerdeki işim epey uzun sürdü, size gelmem bu kadar geciktiği için beni affedin, lütfen.”

Erhan onun asıl derdini bilse de ses etmedi. Babası ölünce onun gibi herkes veliahdın tahta geçeceğini biliyordu ve veliaht, kralın vasiyetiyle özel birini belirtmediği sürece Ülgen oluyordu. Erhan’ın kara gözleri içki şişesini tekrar eline alıp duvara yaslanmış Kızagan’a değdiğinde bakışlarıyla Ülgen’i işaret edip göz devirdi. Kızagan boştaki elini havada sallayarak “deli” işareti yaptı

Yaşlı adam "Önemli değil, oğlum." Dedi hırıltılı bir sesle oğluna doğru.

Ülgen başını yana doğru yatırıp sahte bir hüzün maskesi taktı yüzüne.

"Sizi biraz daha uzun süre göremeyecek olmamın bende bıraktığı etkiyi anlamanızı bekleyemem, babacığım."

Kral ona bakıp neredeyse umursamazca onaylarcasına başını sallarken Kızagan Erhan’a doğru kusuyormuş gibi bir hareket yaptı. Erhan gülüp de ortamdaki tüm ciddiyeti bozmamak için dudaklarını ısırdı.

“Babacığım izninizle bu hadsizleri dışarı çıkartıp sizinle baş başa konuşmak isterim. Size yeterince iyi bakılmadığı duyumları kulağıma ulaştı.”

Açık mavi gözleri kardeşini ve Erhan’ı bulunca Kızagan öfkeyle elindeki içi boşalmış olan içki şişesini hemen yan tarafındaki duvara çarpıp kırdı ve şişenin keskin kısmını sert adımlarla yanına ilerlediği kardeşinin boynuna bir an bile düşünmeden dayadı.

“Sen kim oluyorsun da beni öz babamın odasından kovuyorsun, hadsiz!”

Kızagan’ın Ülgen’e lafını iade etmesiyle Erhan’ın dudakları yavaşça yukarı doğru kıvrıldı.

“Müstakbel Kral’ının boğazına bir içki şişesi dayayarak sürgününü kesinleştirdin tebrik ederim, kardeşim!” Ülgen’in yapay bir neşeyle söyledikleri Kızagan’ı iyice yoldan çıkarttı. Genç oğlanın elinin belindeki kabzasına takılı kılıcına gittiğini gören Erhan’ın gözleri irileşti. Kızagan’ın zaten içki yüzünden kafası yerinde değildi ve ters bir hareket yapmasını engellemek de ona düşüyordu.

“Kızagan!”

Genç adam Erhan’a kulak asmadan elindeki şişeyi yere attı ve kılıcını kabzasından çıkararak şişenin boşluğuna onu yerleştirdi.

“Hadi, bunu da haneme ekleyin, müstakbel Kral’ım.”

“Ekleyeceğime emin olabilirsin.” Alaycı ifadesi solan Kızagan, abisine bir adım daha yaklaştı.

“Kuyaş nerede?” Tane tane söyledikleriyle Erhan’ın kaşları çatıldı.

“Ne?” Ülgen’in gözlerinden bariz bir şaşkınlık belirtisi geçti.

“Beni duydun! Kardeşim nerede?” Kızagan kılıcını abisinin boynuna iyice bastırıp kendisini yinelerken Erhan iki kardeşin arasında olanları anlamaya çalışırcasına çatık kaşlarının altındaki siyah gözlerini ikili arasında çeviriyordu.

“Atını önden gelip babamı görebilmem için bana verdi. O da benim atımla geriden geliyor.” Abisinin açıklaması üzerine Kızagan kılıcını indirse de ikna olmuş gözükmüyordu. Karşısındaki adamın taht için her şeyi yapabilecek potansiyele sahip olduğunu biliyordu. Kuyaş’a zaten bir kere gücünü kullanarak zarar vermişti eğer bu bir daha tekrarlanırsa Kızagan onu yaşatmayacağını biliyordu.

“Yalan söylüyorsun.” Ülgen alayla başını iki yana salladı.

“O aklından ne geçirdiğin hakkında en ufak bir fikrim yok ama benim yanıma gelen senin onu gönderdiğini söyleyen Kuyaş’tı.” Kızagan’ın bir anlığına direnci kırılır gibi olsa da omuzlarını tekrar dikleştirip emin adımlarla Erhan’ın yanına doğru geriledi. Abisinin mavi gözlerine bakarken kılıcını kınına yerleştirdi.

“Gözüm üzerinde, en ufak hatanda ecelin olmaktan çekinmem.” Ülgen alayla güldü ve tekrar yataktaki babasına doğru döndü.

“Şifacıları çağırmamı ister misiniz, babacığım?”

Abisinin nazik bir sesle sorduklarıyla Kızagan yüzünü buruşturdu.

Tahtta gözü yoktu. Dışarıdan bakan biri ailenin en büyük ikinci çocuğu olarak taht için abisinin ayağını kaydırmaya çalıştığını düşünebilirdi ama taht Kızagan’ın umurunda değildi. O kural koymayı, yönetmeyi ve ömrünü bir sarayda geçirmeyi isteyecek türden bir insan değildi. Bağımsızlık ve özgürlük damarlarında kanıyla birlikte akıyor, savaş aşkını körüklüyordu. Diğer kardeşlerinin aksine o soylu olmasına rağmen büyü gücünden yoksun olarak doğmuştu. Babası eline bir kılıç verip kendi gücünü kendisinin yaratması gerektiğini söylediğinde ve orduyu ona devrettiğinde henüz on beş yaşındaydı. Aradan yıllar geçse de abisinin ona sarf ettiği aşağılayıcı sözlerini algılayabilecek ve ölene kadar hatırlayabilecek bir yaştaydı.

"O büyü gücünü bile kaldıramayacak kadar zayıf! Ülkenin en önemli parçası olan orduyu nasıl ona bırakırsın!"

“Kızagan, büyü gücü olmamasına rağmen o elindeki kılıcı senden çok daha iyi kullanıyor!”

“Daha çocuk!”

“Sende bir yetişkinsin fakat çocuk dediğin kardeşinin senden daha cesur olduğuna emin olabilirsin. Tahtı sen istiyorsun, orduyu sen istiyorsun, sağlık kollarını bile kendine bağlamaya çalışıyorsun. Baban olarak bencilliğine bir dur dememin vakti geldi.”

“Başarısız olacak!”

“Bu beni ilgilendirir.”

O gece herkes onun komutan olmasını kutlarken, odasında oturup abisinin yırttığı cübbesiyle bakışırken gözyaşlarına hâkim olamadığını da çok net bir şekilde hatırlıyordu.

“Ak Ana icabına baktı evladım, teşekkür ederim.”

“Evet, o konuya gelecek olursak,” Ağır hareketlerle arkasını dönüp gözlerini karşısındaki ikiliye dikti. “Kendine bile hayrı olmayan bir bunağı ülkenin Kral’ının sağlığıyla görevlendirmek sizin neden burada olmamanız gerektiğinin yeterli bir kanıtıdır sanıyorum ki.”

Erhan boğazını temizleyerek sakinlikle bir elini beline atarken diğer eliyle eli kılıcının kınına giden Kızagan’ı durdurdu.

"Ak Ana, bu ülkeye belki de sunulan son İyileştirici. Senin gibi değer bilmezler yüzünden onu harcayacak değiliz." Ülgen sakin ayağına yatmayı bırakıp hiddetle ayağa fırladı.

"Sarayda eğitim gördün diye kendini bir şey sanma sakın! Hangi sıfatla benimle böyle konuşma cesaretini buluyorsun!"

Gökyüzündeki şimşeklerin şiddeti artarken tehditkâr yüzünü Erhan'ın duygusuz yüzüne yaklaştırdı. Erhan öfkeyle nahoş sözler savurmak için ağzını araladığında Kral öksürükler eşliğinde araya girdi.

"Veliaht Prens." Ülgen ve Erhan aynı anda şaşkınlıkla yaşlı adama döndüler. Erhan’ın simsiyah gözleri şaşkınlıkla ardına kadar açılırken odanın duvarlarında bir bağırtı yankılandı.

"Veliaht prens mi?" Ülgen'in şaşkınlıkla karışık sinirle söyledikleri üzerine Kral onu sakince başıyla onayladı. Genç oğlanın boynundaki şimşek izleri şimdi daha da belirginleşmişti.

"Erhan artık benim veliahdımdır. Ben öldükten sonra tahta o geçecek. Birazdan kâtip de buraya gelip bunu yazıya dökecek."

Erhan duyduğu şeyi sindirmeye çalışırken Kızagan’ın keyfine diyecek yoktu.

“Sanırım sürgün işi yattı.”

Ülgen gözlereni pişmiş kelle gibi sırıtan kardeşinden ayırıp hızla yerdeki kilimi geçti. Babasının yatağının yanına gitti ve diz çöküp ellerini tuttu.

"Babacığım, şu an mantıklı düşünemiyorsunuz. Kararınızı gözden geçirin. Oğuzlardan birini başa geçirmek, çok büyük bir hata olur. Dağdan inen birinin tahta çıktığı nerede görülmüş?" Adeta yalvarırcasına söyledikleriyle kardeşinin keyfini iyice katladı.

“Bir de ağla istersen.”

Kral elini hiddetle oğlunun elinden çekti. Kızagan’ın sırıtışı büyürken Ülgen sinirinden ne yapacağını şaşırmıştı.

"Sana fikrini soran olmadı." Huysuzca mırıldandıktan sonra kapıya doğru cılız bir sesle seslendi yaşlı adam.

"Muhafızlar!" İçeriye üzerindeki zırhıyla genç bir muhafız girdi ve Kral'ın önünde saygıyla diz çöktü.

"Emredin, efendim." Yaşlı adamın öksürükleri şiddetlenirken zorlukla konuştu.

"Saray kâtibini çağırın." Muhafız başıyla onaylayıp dışarı çıkarken Ülgen Han resmen küplere binmişti. Dışarıdaki yağmur şiddetlenirken art arda şimşekler çakıyor gök gürültüleri odayı dolduruyordu.

"Kral BEN olacaktım! Yine o saçma sapan hamlelerinden birini yapmasaydın, tabii. Bunu kaç yıldır bekliyorum haberin var mı senin! Senin ölmeni! O tahta geçebilmek için her şeyi yaptım. Şimdiyse çıkmış SONRADAN GÖRMENİN TEKİNİ tahta mı çıkartacaksın? Oğuzlardan çıkma, dünkü veledi tepemize zaten yeterince çıkartmamışsın gibi, onu soylu olmamasına rağmen bizimle bir tutman yetmiyormuş gibi şimdi de başımıza Kral mı yapacaksın! Buna izin VERMEYECEĞİM!"

Kızagan, abisinin aşırı tepkilerine karşı sırıtarak yanındaki Erhan’a döndü ve kasıtlı bir şekilde fısıldıyormuş gibi yüksek bir sesle konuştu.

“Biraz sinirlendi sanki. Sence?” Erhan ona ters ters bakınca sırıtışı genişledi. Bu defa onu taklit ederek abisine döndü.

“Sanırım babam senden izin istemedi, ağabeyciğim.”

Yaşlı adam yavaş hareketlerle sağ elini kaldırdı ve işaret parmağını Ülgen'e doğrulttu.

"Sende ne eksik biliyor musun, oğlum?"

Ülgen burnundan solurken çatık kaşlarının altındaki hiddetle açılmış mavi gözlerini babasının etrafı kırışıklıklarla dolu gözlerine dikti. Yaşlı adam anlayışlı tutmaya çalıştığı ses tonuyla dudaklarından yalnızca tek bir kelime çıkmasını kâfi buldu.

"Merhamet."

"Bir kralın merhamete ihtiyacı YOKTUR! Merhamet zayıflıktır! Kralın halkla arasındaki çizgiyi ortadan kaldırır! Aynı sende olduğu gibi! ZAYIF, GÜÇSÜZ, ÇELİMSİZ Kral." Ülgen'in acımasızca söyledikleri üzerine Kral'ın öksürük krizi şiddetlendi. Erhan araya girme ihtiyacı hissetti. Birkaç adım öne çıkarak adeta babasına öfkesini kusan genç adamla babasının arasına girdi. Ülgen'in öfke ve hırs dolu keskin bakışları ona dönerken Kral'ın nefes alışverişleri düzene girmişti.

"Gücünü halkından alan, merhametli ve huzur içinde yaşatan Kral." Ortamdan tamamen kopmak üzere olan Kızagan elini kılıcının altın işlemeli kabzasında gezdiriyordu.

“Felsefeniz bittiyse abimin çıldırdığı bölüme geri dönebilir miyiz?”

Yaşlı adam oğluna aldırmadan zayıf bir sesle zorlukla çatlamış dudaklarını araladı.

"Son anlarımda beni yalnız bırakma, oğul." Yaşlı adam ölmeden önce son bir dilekte bulunuyordu. Ülgen iğrenircesine yaşlı adamın yüzüne baktı.

"Ben senin oğlun değilim, tahttan men ettiğin diğer oğullarını da sevgili veliahdını da yanına al ve öyle defolup git bu dünyadan. Sen benim için BİTTİN artık."

Bir hışımla odanın çıkışına yöneldiği esnada kardeşinin kılıcının kınından çıkış sesini duydu. Umursamadı ve yürümeye devam etti. Ne kadar da nefret etmişti o odanın sıradanlığından. Kral'ın odasının hep ihtişamlı ve göz alıcı olması gerektiğini düşünürdü. Sözde merhametli Kralın odası ise dağ resmi içeren bir tablo, eski bir saat, rengi atmış bir kilim, tahta bir çalışma masası ve döşekten ibaretti. Koskoca odada bir taht bile yoktu. Arkasından gelen bir çift adım sesi elini havaya kaldırmasıyla kesildi.

Yere yığılan Kızagan’dan sonra Ülgen'in ardından seri adımlarla Erhan da kapıya yöneldi. Odadan çıkmak üzereyken genç adamı durdurdu. Arkasını ağır hareketlerle dönen Ülgen mavi gözlerindeki sinsi parıltılarla Erhan'a baktı. Tehditkâr sesi boş koridorda yankılandı.

"Krallığını asla kabul etmeyeceğim." Burnundan soluyarak söyledikleri Erhan’da gözle görülür herhangi bir değişim yaratmadı. "Başına aklının ucundan bile geçemeyecek belalar açacağım. Bundan sonra benden çekeceklerin var."

"Daha kesinliği olmayan bir şey için bu kadar sinirlenmen senin beni kıskandığını mı gösteriyor Ulu Ülgen Han." Erhan’ın alayla çıkan sesi karşısındaki her bir zerresinden güç akan adamın sinirini içten içe körüklese de dışa yansıtmadı. İçinde kopan fırtınaların aksine alaycı bir ‘Hah’ sesi çıkarmakla yetindi.

"Ben mi?" Lafını ürkütücü bir kahkahayla böldü. "Seni mi kıskanacağım? Şimdiden havlu atıyorsun."

"Havlu atmıyorum." Erhan’ın kararlı sesiyle karşısındaki adam ciddileşti. "Senin aksine böbürlenmemeye çalışıyorum ama bu kelime sende bir şeyler çağrıştırıyor mu bilmiyorum."

Kumral adam ona cevap verme gereği duymadan son kez Erhan'ı hor görürcesine baştan aşağı süzdü ve yerleri süpüren siyah pelerinini beyaz gömleğinin üzerinden omuzlarına atıp arkasını döndü. Koridorun sonuna geldiği esnada Erhan arkasından bağırdı.

"Ölüm döşeğindeki anne ya da babanı bir başına bırakmanın cezasını biliyorsundur umarım!"

Cevap vermedi ama biliyordu, Ülgen. Sevgiden, vicdandan yoksun, lanetlenmiş bir kalp. Şu durumda şüphesiz vicdansız olması onun daha çok işine yarardı.

Ülgen'in arkasına bile bakmadan sarayı terk etmesi üzerine Erhan ne yapacağını bilemedi. Hırsı ve öfkesi yüzünden ölüm döşeğindeki babasını nasıl yalnız bırakabildiğini aklı bir türlü almıyordu. Belki de çoktan lanetlenmişti ve iyi rolünü oynamaya devam etmişti. Aklına başka bir açıklama gelmiyordu. Odaya geri döndüğünde ayağa kalkmış olan Kızagan’ı babasıyla konuşurken gördü.

“O zaman benden büyük olduğu için boynuna kılıç dayadığımı kimseye söylememem için bana para vermişti. Parayı kabul etmeme şaşırmıştı. Parayı alıp kendime daha iyi bir kılıç aldığımda ve olimpiyatlarda onun parasıyla aldığım kılıçla onu devirdiğimde ise daha da şaşırmıştı. Az önce aklınca benden onun intikamını aldı. O değer bilmez için kendini üzmene değmez. Hem baksana ben buradayım. Ben neyine yetmiyorum? Eminim birazdan Mergen de burada olur.”

Kızagan’ın kahverengi gözleri yaşlı gözleri boşluğa dalmış babasından o an içeri giren Erhan’a çevrildi ve başıyla ona bir işaret verdi. Erhan kapıyı kapatmadan önce kapıdaki muhafızlara Kral’ın üçüncü en büyük oğlu Mergen’i çağırmalarını söyledi. Kapıyı kapatacağı esnada Kâtibin yaklaştığını görüp açık bırakmaya karar verdi.

Yerleri süpüren beyaz, kırmızı ve yeşil tonlarıyla işlenmiş cübbesinin içinde, başındaki sarıkla ve elindeki parşömenlerle saray kâtibi muhafızların izniyle ağır adımlarla girdiği odanın ortasına doğru ilerlerken Kral'ın karşısında ihtiyatla eğildi.

"Kralım beni çağırmışsınız." Kral öksürerek başıyla orta yaşlı adamı onayladı.

"Krallığın vasiyetini bu genç adama devretmek istiyorum." Parmağıyla Erhan’ı işaret etti. Kızagan yanındaki genç oğlanın omuzlarını destek verircesine sıvazladı.

Kâtip Kral'ı başıyla onayladı ve ona verilen izinle Kral'ın eski masasına oturup tüy kalemini mürekkebe batırıp yazmaya başladı. Kızagan’ın devamlı oflayıp pufladığı Kâtibin on dakikasını alan yazma işi sona erince esmer adam ayağa kalktı ve nazik adımlarla yatakta artık nefes alışverişleri hızlanmış yaşlı adamın yanına ilerledi.

"İmzaların atılması gerekiyor, efendim."

Kral öksürükleri gittikçe şiddetli bir hal alırken onu başıyla onayladı ve sağ elinin işaret parmağını adama doğru uzattı. Adam cübbesinin cebinden çıkarttığı küçük iğneyi Kral'ın parmağına batırdı ve yaşlı adam kanlar içinde kalan parmağını mühür olarak kâğıda bastı. Sıra Erhan'a geldiğinde genç oğlan birkaç saniyeliğine karşısında ona beklentiyle bakan adamla bakıştı en sonunda Kızagan’ın onu dürtüklemesiyle o da işaret parmağını Kâtib’e uzattı. Kanlar içinde kalan parmağını parmak izini ortaya çıkaracak şekilde Kral’ın izinin yanına basarken göz ucuyla öksürmeye devam eden yaşlı adamı seyretti. Kâtip parşömeni masaya bırakıp saygıyla geri geri yürüyerek odayı terk ederken Kızagan tebrik barındıran cümlelerini ardı ardına Erhan’a sıralıyordu. Genç adam endişeyle öksürmekten iki büklüm olmuş yaşlı adama baktı ardından muhafızların yanına dönüp Mergen Han’ı çağırıp çağırmadıklarını teyit etti.

Erhan'ın Muhafızları teyit etmesinin üzerinden on dakika geçmişti ki odanın kapıları ardına kadar açıldı. Muhafızların açtığı kapının ardından kararlı ama bir o kadar da çekingen adımlarla odaya giren Kızagan’ın kardeşi Mergen’den başkası değildi.

Akıl Koruyucusu, fiziksel olarak babasına en çok benzeyendi. Dik duruşu, mütevazı tıraşı, geniş omuzları, koyu kahve gözleri, kahverengi düz saçları ve kardeşlerinin aksine pelerinsiz dolaşması onu diğerlerinin aksine daha mülayim gösteriyordu. Duygularını gücünün getirdiği olgunlukla gizlemeyi çok iyi becerse de Erhan onun yüzündeki korku ifadesini okuyabiliyordu. Belki babasının ölümü belki de abisinin iktidara geçecek olacağını düşünmesi onu korkutuyordu, Erhan bilmiyordu. Birazdan Mergen Han onlar ağızlarını bile açmadan yalnızca onlara bakarak olanları öğrenecekti zaten.

Kahverengi saçları alnına dökülen genç adam şaşkınlıkla önce gözyaşları yüzünü ıslatmış olan Erhan'a sonra yatakta zar zor nefes alan, can çekişen babasına ve sonra da bir köşede dakikalar sonra sessizliğe ve ciddiyete bürünmüş abisine baktı. Kızagan, küçük kardeşini onun sandığından daha çok tanıyordu. Belki onun gibi akıl okuyamıyordu ama kardeşinin yüzündeki ifadeyi görür görmez yüzündeki sıcak tebessümle kollarını iki yana açması akıl okumasına gerek olmadan da onu yeterince iyi tanıdığını gösteriyordu. Mergen Han abisinin neye ihtiyaç duyduğunu bilmesinin getirdiği hüzünlü coşkuyla seri adımlarını Kızagan’a yönlendirdi. Vakit kaybetmeden kollarının arasına girerken derin bir nefes aldı. Alnını abisinin omzuna yaslayıp sessiz gözyaşları dökerken Kızagan sırtını sıvazlıyordu. Kireç gibi olmuş yüzünü abisinin omzundan kaldırıp teker teker hepsinin yüzlerine baktı.

"Nereye gitti?" Söylediği tek şey bu olmuştu. Kızagan kardeşinin aklından geçenleri tahmin edebildiği için işaret parmağını onun yüzüne doğru kaldırdı.

“Sırası değil. Babamın bize ihtiyacı var.”

"Bedelini ödeyecek-" Mergen'in elini abisinin kılıç kınına uzatırken söyledikleri üzerine Kızagan hiddetle geri çekildi.

"Hayır!" Göz ucuyla kayıtsızca ikisini izleyen Erhan’a baktı. "Şuan babamın bize ihtiyacı var. Onu bırakıp gidersen ondan ne farkın kalacak!” Mergen gözlerini kaçırınca sesini yükseltti.

“Bana bak, Mergen! Yüzüme bak ve bana söz ver onun icabına ben bakacağım. Ne sen ne de Kuyaş bu işe karışmayacaksınız!”

“Abi-”

“Söz ver!” Mergen bir destek beklercesine gözlerini Erhan’a çevirse de Erhan başını iki yana sallayarak onu reddetti.

“Peki, söz.”

Kızagan, ümitsizlikle başını yere eğip Erhan'ın yanına geçen ve içindeki huzursuzlukla beklemeye başlayan kardeşini göz hapsine aldı. Sessiz odada yaşlı adamın kesik iniltileri ve gök gürültüleri dışında çıt çıkmıyordu. Üç genç adam başları önlerinde sessizce beklerken irkilmelerine sebep olan şey odanın aniden açılan kapısı oldu.

Hanedanın en küçüğü, doğumuyla annesinin ölümüne sebep olan, en çok göz ardı edilen ve babasının ilgisinden mahrum büyümüş Güneş Han’ı üzerine yapışmış cübbesi, sırılsıklam altın sarı saçları ve koştuğunu belli edercesine inip kalkan göğsüyle odaya giriş yaptı.

“Gecikmedim, değil mi?”

Genç oğlanın ıslak kirpikleriyle çevrili iri kehribar rengi gözleri odada sırayla abilerinin ve Erhan’ın üzerinde dolaştıktan sonra babasının üzerinde duraksadı ve göğsü rahatlamasının etkisiyle şişip indi. Seri adımlarla abilerine yaklaştı ve bir anda önlerinde duraksadı ne yapması gerektiğini kestiremiyordu. Aradaki derin sessizliği bozan Kızagan oldu.

“Gel buraya, abim.” Genç oğlan sarsak bir adımla abisinin onun için açılmış kollarının arasına girdi. Kendisinden oldukça iri olan abisinin omzunda soluklanırken gözyaşlarının abisinin omzuna akmasına izin verdi.

O, buydu işte. Kin tutamazdı, herkesi her koşulda affederdi. Babasının belki de en az ilgilendiği çocuğuydu. Yine de şuan döktüğü gözyaşları babası içindi. O kadar uzun yolu gidip abisini getirmesi de babası içindi. Yine de babası kendini ona baktıkça ölen eşini hatırlamaktan alamamıştı ömrü boyunca. Ona tüm olanakları diğer kardeşlerinin aksine uzaktan sunmuş, oğlunun büyümesini uzak bir köşeden izlemişti. Oysa Kuyaş’ın istediği babasının bir kez olsun saçlarını okşamasıydı. Öz evladı olmayan Erhan ile bile ondan daha fazla vakit geçirirdi.

“Şşş,” Farkında olmadan ağzından kaçan hıçkırıklar abisinin kollarıyla onu daha da sıkı sarmasına sebep olmuştu. “Önümüze bakacağız.” Başını yavaşça kaldırıp kızarmış gözlerini odada bir kere daha gezdirdi. En sonunda çatık kaşlarının altındaki kehribar gözlerini abilerine çevirdi.

“Ülgen, nerede? Gelemedi mi, henüz?”

Mergen kahvenin en açık tonu olan gözlerini kararsızlıkla abisine doğru çevirdi.

“Kuyaş…” Çekinceyle çıkan sesi üzerine kardeşinin kaşları daha da çatıldı.

“Çok sevgili ağabeyin, babamı ölüm döşeğinde bıraktı ve bir an bile düşünmedi. Taht için.”

Kızagan’ın tek nefeste söyledikleriyle Kuyaş’ın gözlerinden belirgin bir şaşkınlık ve öfke belirtisi geçti. Şaşkınlığın ağır bastığı kısacık bir anda yavaşça yutkundu. Ülgen’in hırslı olduğunu biliyordu, bu kime Ülgen’i sorsanız size söylenecek yadsınamaz bir gerçekti. Taht için yıllardır çok çabaladığını hatta tahtı çoktan hak edecek konuma geldiğini de biliyordu. Ama bir anlık gafletle babasını ölüm döşeğinde bırakmanın ömrü boyunca ona bir ceza olacağı gerçeğine gözlerini kapatacak kadar hırsın onu ele geçirdiğinden bihaberdi.

“Taht için mi?” Ürkütücü bir sakinlikle sorduğu bu soruyla abisi içini çekerek başıyla onu onayladı. Erhan, kararsızlıkla gözlerini bir üç kardeşin bir de yatakta soluk alıp vermesi gitgide güçleşen yaşlı adamın üzerinde gezdiriyordu.

“Nerede o?” Ses tonundaki ürperticilik odadaki herkesin kanına işlerken Mergen kemerli burnunu baş ve işaret parmağı arasına sıkıştırarak sıkıntılı bir nefes verdi.

“Söylemiyor.” Ufak bir baş hareketiyle Kızagan’ı göstererek söyledikleriyle Kuyaş’ın gözleri Kızagan’a döndü.

“Nerede, abi?”

“Olmaz.” Kızagan, Mergen’e açıklama yaparken ki ciddiyetine büründü. “Ne sen ne de Mergen bu işe karışmayacaksınız. Onu ben halledeceğim.” Kuyaş ağzını açmaya yeltendiğinde iki abisinin de ters bakışlarına maruz kalınca tekrar sessizliğe büründü. Gözyaşlarını saklama gereği duymadan babasının başucunda oturan Erhan’a değdi, kehribar gözleri. Yavaş adımlarla genç adamın yanına doğru ilerledi. Elini sakince Erhan’ın omzuna koyarken gözleri babasındaydı. Sessiz gözyaşları döken genç adam başını kaldırıp da omzunu sıvazlayarak ona destek veren kişinin Kuyaş olduğunu görünce istemsizce şaşırdı.

“Benim yüzümden,” Boğuk bir mırıltı şeklinde çıkan sesiyle Kuyaş’ın kaşları çatıldı. “Ülgen onu böyle bıraktı. Benim suçum.”

Başını omzundan geriye çevirip abilerine bakan sarışın genç ikisinin de kendi aralarında bir konuşmaya daldıklarını görünce dizlerinin üzerine çökerek Erhan ile aynı hizaya geldi.

“Saçmalamanı anlık duygusal değişimlerine bağlıyorum.” Genç adamın omzundaki elini biraz daha sıkarken ağlamaktan kan çanağına dönmüş siyah gözlere güven verircesine baktı. “Eminim babam senin burada olmanı Ülgen’e yeğliyordur.” Gözlerini artık gözleri tamamen kapanmış olan tek yaşam belirtisi ağır ağır inip kalkan göğsü olan bitkin babasına çevirip sıkıca yumdu. Aniden açılan kapı sessiz odada bir fırtına etkisi yaratmıştı. Kızagan gelen kişiyi görünce sabır dilenircesine gözlerini yumdu.

“BENİ NASIL ÇAĞIRMAZSINIZ?”

Siyah saçları başının arkasında sıkı bir topuz yapılmış genç kız üzerindeki uzun mavi elbisesinin etekleri parkeleri süpürürken peşinde iki muhafızla birlikte odaya girdi.

“Leydim! İçeri girme izniniz-”

“O benim babam!” Kolunu tutan muhafıza ters ters bakarken odada Mergen’in sesi yükseldi.

“Muhafız! Çek ellerini kardeşimin üzerinden!” Genç asker prensesi tanımamasının ve ona izinsiz dokunmasının getirdiği mahcubiyetle başını eğdi.

“Bağışlayın, Han’ım.” Mergen başıyla ona dışarı çıkmasını emrettiğinde ikiletmeden geri geri adımlarla dışarı çıkan genç muhafızın ardından kapılar kapatıldı.

Genç kızın hırçın dalgaları andıran mavi gözleri tek tek iki abisinde, kardeşinde ve Erhan’da oyalandıktan sonra hepsini es geçip yatakta zorlukla nefes alan babasının yanına yöneldi. Erhan’ı ve kardeşi Kuyaş’ı iteleyip babasının başucuna doğru ilerledi. Yaşlı adamın kırışıklıklarla dolu yüzüne bakıp da babasının yeşil gözlerini göremeyince ağzından kaçan hıçkırığı engellemek için avucunun içini ağzına doğru bastırdı.

“Beni,” Sesi bir fısıltı gibi çıkıyordu. “Neden çağırmadınız?” Kızagan, başını önüne doğru eğdi. O kadar çok şeyle uğraşması gerekmişti ki kız kardeşini unutmuştu. Her şeyin üstüne bir de içtiği içki de zihnini açmak konusunda ona pek yardımcı olmamıştı.

“Çisem,” Mergen’in bir mırıltı gibi çıkan sesi kız kardeşine doğru ilerlerken iyice içine kaçmıştı. Kızagan’ın zihnine baktığı gibi kız kardeşini unuttuğunu görmüştü. İşin kötü yanı onlar da onu unutmuşlardı. “Her şey çok ani gelişti. Ben de yeni geldim.” Genç kız, gücünün bir göstergesi olan yaşlarla dolu okyanus mavisi gözlerini abisinin kahverengi gözlerine dikip doğru söyleyip söylemediğini anlamak istedi. Ağlamaktan kızarmış burnunu çekerken abisinin kolunu omzuna atıp onu kendisine çekme çabasına karşı gelmedi. Siyah saçlarını tutan sıkı tokaları zarif elleriyle ağır hareketlerle çözerken abisi göğsünde soluklanan genç kızın sırtını sıvazlıyordu.

“Sevgili veliahdımız nerede?” Çisem’in boğuk sesi alaylı çıkmıştı. Kuyaş kararsızlıkla abilerine ve ablasına baktıktan sonra başını önüne eğdi.

“Veliaht o değil,” Çisem şaşkınlıkla başını Mergen’in göğsünden kaldırıp irileşmiş mavi gözlerini abisi Kızagan’a dikti. “Erhan.”

Genç kız bu defa başını hızlıca yatağın diğer tarafında ayakta dikilen siyah saçları alnına dökülen oğlana çevirdi. Erhan zorlukla dudaklarını iki yana kıvırmayı başarıp tebessüm ettiğinde, Çisem abisinin kollarının arasından sıyrıldı. Genç kız, zarifçe nazik adımlar atarak yatağın diğer yanına çocukluğundan bari hayranlık beslediği genç oğlanın karşısına dikildiğinde Kızagan ağzının içinde huzursuzlukla bir şeyler mırıldandı.

“Tebrik ederim.” Genç kızın gözlerini elbisesinin eteklerini düzelten ellerinden ayırmadan söyledikleriyle Erhan’ın tebessümü içtenliğini arttırdı.

“Yüzüme bak, Çisem.” Genç oğlanın önünde başını yere eğerek konuşan kıza söyledikleriyle Çisem ağır hareketlerle başını kaldırdı. Erhan önündeki mavi gözlere bakarak iç geçirirken genç kız göz kırpıştırdı.

“Rütben ne olursa olsun önümde sakın diz çökme ve konuşurken benden asla gözlerini kaçırma.”

“İyi de neden,” Genç kızın şaşkın ses tonunu gizlemeden sorduklarıyla Erhan’ın gülüşü derinleşti. “Benim diğerlerinden ne farkım var?”

“Her Kral’ın bir Kraliçeye ihtiyacı var.” Çisem’in gözleri ardına kadar açılırken ne diyeceğini bilemediği için sustu.

“Biz de buradayız!” Kızagan’ın yarı öfkeli yarı alaycı sesiyle Erhan ona döndü ve kaşlarını çattı.

“Romantik bir an yaratmaya çalışıyorum, yokmuşsunuz gibi davranmak bu kadar mı zor?”

“Aa tabi,” Kızagan arkasını dönüp ellerini gözlerine bastırdı. “Ben yokmuşum gibi kız kardeşime asılmaya devam et. Mergen, Kuyaş siz de dönün arkanızı.” Erhan gözlerini devirip artık utançtan yanaklarına kırmızılık gelmiş genç kıza döndü.

“Bunu sonra konuşalım.” Lafı Mergen tarafından bölündü.

“Zahmet olacak.” Erhan gözleri tekrar durgunlaşırken babası yerine koyduğu yataktaki yaşlı adama döndü ve mırıldandı.

“Emanetine canım pahasına sahip çıkacağıma dair yemin ederim.”

Çisem, hanedanın tek kız çocuğuydu. Yıllardır onun temel dövüş ve savunma derslerinden, siyaset hakkında bilmesi gerekenlere kadar her şeyi ona Kralın isteğiyle bizzat Erhan öğretmişti. Çisem tahtta hak iddia edebilirdi fakat Ülgen’e karşı şansı yoktu. Kral’ın eşi olarak tahta çıkarsa Erhan öldüğü an tahtta diğer kardeşleri hak iddia edemeyeceklerdi. Bunu ve Çisem’in çocukluktan beri ona olan hayranlığını göz önüne alınca genç kıza reddedemeyeceği bir teklif yapmış bulunuyordu. Bundan sonra neler olacağını ise belirleyecek olan tek şey zamandı.

***

Dakikalar geçmek bilmiyordu, babalarının aldığı her nefesle dört kardeş birden rahatlıyor Erhan ise derin bir nefes alıyordu. Hepsi bunun çok uzun sürmeyeceğini biliyorlardı. Erhan yatağın hemen sol tarafında kolunu beline dolamış olduğu genç kız ile oturuyordu. Babasının nefes alması duraksadığında ya da herhangi bir hayati fonksiyon göstermediğinde Çisem huzursuzca kıpırdanıyor, ayağa kalkmaya yelteniyor ve her seferinde de Erhan tarafından engelleniyordu. Genç kız, yüzünü yavaş hareketlerle Erhan’a doğru çevirdi ve yaşlarla dolu masmavi gözleriyle genç oğlanın siyah gözlerine baktı.

“İzin ver, ona yardım edeyim. Acı çekiyor.” Son cümlesi ağzından bir fısıltı gibi çıkmıştı.

Erhan kararsızlıkla ellerini sıkı sıkı beline dolamış olduğu genç kıza baktı. Sakin bir tavırla başparmağıyla mavi gözlerinden akan gözyaşlarını sildi. Ağır ağır başını sallayarak ayağa kalkmasına izin verdi. Çisem sendeleyerek ayağa kalkmayı başardığında aksak birkaç adımda babasının başucuna gidebildi. Odanın diğer köşesinde duran Kızagan tek kaşını kaldırarak sorgularcasına ona baktı.

“Sorun yok.” Genç kız zorlukla fısıldayarak ellerini babasının ağır ağır inip kalkan göğsüne yerleştirdi.

Erhan, Çisem’in Su koruyucularından biri olduğu öğrenildiğinde şifacılık eğitimlerine ağırlık vermeye başlamıştı. Su koruyucuları ülkede sağlıktan sorumlulardı ve tıbbi tılsımları diğer iyelere oranla daha az hasarla gerçekleştirebiliyorlardı. Çisem’in anlaşılmaz tılsımlı fısıltıları odada yükselirken babasının yüzündeki endişeli ifade huzurlu bir ifadeyle yer değiştiriyordu.

Kuyaş, yüzünde tepkisiz bir ifadeyle ablasının çaresizce babasının acısını azaltma çabalarını izliyordu. Başını onaylamazcasına iki yana sallayıp abilerine döndüğünde ikisinin de sessizce ablasını izlediklerini gördü. Boğazına oturan, artık babasının olmayacağı gerçeğini hiddetle haykıran yumru yüzünden zorlukla yutkundu ve başını elleri arasına alarak dizlerine yasladı. Dakikalarca öyle kaldıktan sonra onu kendine getiren şey ablasından yükselen hıçkırık sesi oldu.

Genç kız, ellerini artık babasının hareket etmeyen göğsünden geri çekip yaşlarla dolu gözlerini kapatan siyah saçlarını kulaklarının arkasına aldı. Gözlerini sessiz bir yas içinde yumarak başını zorlukla kaldırdı. Mavi gözleri açılır açılmaz abisi Mergen’in kahverengi gözleriyle buluştu. Sessiz yası ona da bulaşırken Mergen kısık bir sesle mırıldanmayı başarabildi.

“Başımız sağ olsun.”

Çisem dizlerinin üzerine yığılıp başını artık babasının cansız bedeninin yattığı yatağın kenarına yaslarken gözyaşlarının akmasına izin verdi. Kızagan yutkunarak bulunduğu köşeden eski yatağa doğru ilerledi ve gözyaşlarını engellemek için kirpiklerini kırpıştırdıktan sonra babasının hareketsiz bedenini üzerindeki eski battaniyeyle örttü.

Kötü haber tez yayılır derler, ülke tarihinin görüp görebileceği en merhametli Kral’ının ölümünün duyulması da çok uzun sürmedi. Halk yaslarını Kral için ağaçlarını siyah kurdelelerle süsleyerek gösterdi. Zorlama olmadan bağlılıklarını çoktan kanıtlamış olan tüm halkın katıldığı bütün o kalabalığa rağmen sessiz bir cenaze töreni düzenlendi. Mezarlık o gün daha önce hiç olmadığı kadar çiçeklere ve gözyaşlarına şahitlik etti.

Herkesin mezarının başında gözyaşı döktüğü Kral’ın cenazesinde akıllardaki tek soru Kral’ın büyük oğlunun nerede olduğuydu. Ülgen Han, halka ettiği yardımlarla İyelerin güvenini kazanmıştı kazanmasına ama öz babasının cenazesine gelmemesi akıllarda soru işaretleri bırakıyor, ondan sonraki en büyük kardeşi Kızagan’a nerede olduğu sorulduğunda ise İyelerin aldıkları cevabın “Canı cehenneme.” Olması da Elektrik Koruyucusunun göründüğü gibi olmadığı iddialarını körüklüyordu.

“Abi,” Genç bir ses kulaklarına ulaştığında Kızagan başını yerden kaldırıp kardeşinin yaşlarla ıslanmış gül çehresine baktı. “Ne olur bir aksilik çıkarma, olur mu?”

“O ne demek, Çisem?” Kızagan kaşları çatılırken kardeşinin laflarını alaya vuruyordu. “Bana aksi mi diyorsun sen?”

“Abi, biliyorsun işte.” Genç kızın itiraz eden sesi üzerine Kızagan gözlerini devirdi.

“Tamam, biricik ağabeyin Ülgen’i kırk gün geçmeden öldürmem, hanedanın lanetli olduğunu düşündürmek istemeyiz.”

“Abi!”

“Doğru diyorsun, zaten babam öldüğünden evlenmek için bir süre beklemen gerekiyor. Bir de abin ölürse Erhan vazgeçer, evde kalırsın sen.” Kızagan’ın sırıtışına karşılık kız kardeşi ona ters ters bakmakla yetindi. Genç oğlan kardeşine yaklaşıp kendi saçlarıyla aynı renkte olan kız kardeşinin siyah saçlarını kulağının arkasına sıkıştırdı ve elinin tersiyle kardeşinin yanağını okşadı.

“Sizi tehlikeye atacak hiçbir şey yapmam, Çisem. Ama olur da o eğer sana, Mergen’e, Kuyaş’a veya Erhan’a zarar verecek bir hamlede bulunursa benden durmamı bekleyemezsin.”

Çisem, abisinin yanağındaki elini tuttu ve başıyla onu onayladı. Kızagan, kız kardeşini kendisine çekip başının üstüne bir öpücük koyarken gözleri onu dikkatle izleyen bir çift kahverengi gözle denk kesişti. Hemen gözlerini başka yere çevirmesine rağmen gözlerin sahibi alacağını almıştı. Çisem abisinin yanağına bir öpücük kondurup acısını gizleme gereği duymayan kardeşi Kuyaş’ın yanına giderken Kızagan mezarlığın çıkışına yöneldi. Seri adımlarla toprak yolda ilerlediği esnada bir el sıkıca koluna tutundu. Elin sahibini arkasını dönmesine gerek kalmadan bilen Kızagan iç çekti.

“Yapma…” diye mırıldandı Mergen abisine doğru. Kızagan en başında yapması gereken şeyi yapıp zihnini boşalttı ve sorarcasına kardeşine doğru döndü.

“Neyi yapmayayım?”

“Onun gibi olma. Buna değmez, Kızagan. Sen onun gibi değilsin. Ben düşündüm Kızagan. O buna gerçekten değmez.” Mergen’in uyarıcı tavrı karşısında Kızagan’ın kaşları havalandı.

“Onun gibi olmayacağım! Kimse onun gibi olamaz, zaten. Hepimiz biliyorduk. Kral’ın Erhan olacağını hepimiz biliyorduk, o da biliyordu. Ona defalarca söyledik! Kuyaş’ı çarptı, hiç acımadan gücünü öz kardeşi üzerinde kullandı! O ölecekti.” Duraksayarak derin bir nefes aldı. Zamanında hepsi babalarının Erhan’ı Kral olması için yetiştirdiğini biliyorlardı. Ülgen’e göre bu onların kuruntusuydu. Kuyaş, abisinin hırsına sinirlenip en sonunda yüzüne gerçekleri vurduğunda ise Ülgen öz kardeşi olmasını umursamadan gücünü Kuyaş’ın üzerinde kullanmıştı. Günlerce kendine gelemeyen Kuyaş, bir haftanın sonunda ancak uyanabilmişti.

“Belki de babamın vasiyetini veremeden ölmesini umuyordu, bilmiyorum, ama sonuç olarak o da içten içe bunu biliyordu.” Diye devam etti. Mergen abisinin isyankâr tavrını bir yandan haklı bulsa da onun iyiliğini düşünüyordu.

“O şu an çok tehlikeli. Lanetlendi-”

“O lanetleneli çok olmuştu, Mergen. Bu ilk laneti değil ve seni uyarıyorum, sakın kafamın içine girmeye kalkışma.”

“Kafanın içine girmek mi?” Mergen, abisi komik bir şey söylemiş gibi gülerek başını iki yana sallarken devam etti.

“Biliyor musun, Kızagan. Dördünüz içinde düşüncelerini etkileyemediğim tek kişi hep sen oldun. İlk başta iradenin çok güçlü olduğunu düşünmüştüm çünkü sen istemediğin sürece bir parmağını bile hareket ettiremiyordum. Ama sonra öğrendim ki bu inatçılığın yüzündenmiş.” Duraksadı ve alay edercesine kendi kendisine güldü.

“Bu şuan sana bir lütuf gibi gözükebilir. Yetenekli bir psişiğin zihnini yönlendirmesini engelleyebilmek sana seni güçlü gösterebilir ama şunu da sakın unutma o inatçılık yüzünden içimizde en çok zararı alan hep sen oldun. Elimde olsa onun yanına gitmeni engellemek için tüm gücümü kullanırdım ama maalesef bir işe yaramayacağını biliyorum. Umarım inatçılığın sana bir zarar vermez, abi.”

Kızagan, ifadesizce kardeşinin yüzüne baktı zihninden Mergen’in görebileceği tek bir cümle geçirdi ve Mergen’e onu bekleyen kardeşleri Kuyaş’ı işaret etti.

“İşime karışmayın.”

Mergen, abisini onaylamayarak başını iki yana sallayıp kardeşi Kuyaş’ın ardından mezarlıkların dışına yürürken son defa Kızagan’a baktı ve zihninden “Yapma.” kelimesini geçirdi. Genç oğlanın yüzünde en ufak bir mimik bile oynamazken, kardeşlerinin mezarlığı terk etmelerini tepki vermeden seyretti.

Arkasını dönüp son bir defa babasının mezarının başında gözyaşı döken Erhan’a ve Çisem’e baktıktan sonra içini çekti. Ağır adımlarla Hükümdarlar Mezarlığı’nın çıkışına ilerlerken aklında nereye gideceğini kesinleştirmişti bile.

***

Sis ve fırtınanın etkisiyle gözün gözü görmediği, yağmur damlalarının acımasızca ülkeyi sele sürükleyebilecek bir şiddetle yeryüzüyle buluştuğu bir günde siyah, uzun saçları yağmurdan nasibini alan, sol koluna sağ koluyla destek olan iri yarı genç adam aksak adımlarla beyaz tuğlalar ve mermerlerle örülmüş saraya doğru ilerliyordu.

“Erhan!” Kızagan Han, kolundan aldığı yara yüzünden cüppesinin kukuletasını kafasına geçirememiş yağmur damlalarının insafsızca camları dövdüğü havada, sarayın dışında bekliyordu.

“Erhan’ı çağırın bana!” Muhafızlar gözlerindeki acımayı gizleme gereği duymadan, karşılarındaki kan revan içindeki adamı baştan aşağı süzdüler.

“Veliahdımız, iki gün sonraki taç giyme töreni için enerji topluyor, ne söylemek istiyorsanız-“ Kızagan öfkeyle burnundan soludu.

“Bana maval okuma be adam!” diye kükredi. “Erhan’ı çağırın!”

Diğer Muhafız, yağmurun altında sağ koluyla sıkı sıkı sol koluna baskı yapan adamı baştan aşağı bir kez süzdü ve karşılarındaki adamı en sonunda tanımasının üzerine gelen şaşkınlığını gizleme gereği duymadı. Bir adım gerileyip mızrağını çıkarmaya hazırlayan arkadaşını durdurdu.

“Han’ım,” Saygıyla başını eğerek söyledikleriyle diğer muhafızın ağzı bir karış açık kalmıştı. “Yaralısınız, Şifacılara haber vermemize izin-”

“ERHAN’I ÇAĞIRIN!” Muhafız irkilerek yanındaki arkadaşına baktı ve onun da omuz silkmesiyle Kızagan’ın yolundan çekildiler.

“Üçüncü Katta, yemek salonunda.” Kızagan, hiçbir şey söylemeden seri ama aksak adımlarla merdivenlere yöneldi. Genç oğlan, saçlarından damlayan su damlalarının kolundan akan kanla birlikte bembeyaz parkede buluşmasına aldırmadan kararlı adımlarla merdivenlere yöneldi. Üçüncü kata ulaştığında kolunun kanaması durdurulamaz bir hal almış, ayağının aksaklığı ise acı verici bir duruma gelmişti. Koridorda oradan oraya koşuşturan Koruyucular, parkelerdeki kandamlalarının sahibini göremeyecek kadar meşgullerdi. Biri hariç…

“Kızagan!” Kızagan, tanıdık genç bir kadının sesinin kulaklarına dolmasıyla duraksadı ve ağır hareketlerle arkasını döndü. Çocukluk arkadaşını karşısında görmesiyle ağzını aralasa da kız, ondan önce davrandı.

“Bu ne hâl?” Su Koruyucularının lideri olan Kübey Hatun, her zamanki şık karpuz kollu, mavi kabarık elbiselerinden birini giymiş koşar adım ona doğru ilerliyordu. Kızagan, çatık kaşlarla onu baştan aşağıya şöyle bir süzdü.

“Erhan ile konuşmam lazım.” Kızagan’ın ciddiyetle söyledikleri üzerine Kübey, okyanusu andıran mavi gözleri irileşirken endişeyle gitmeye hazırlanan oğlanı durdurdu.

“Olmaz! Koluna bakılması lazım.” Kızagan’a birkaç adım daha yaklaşırken. Kızagan, seri adımlarla geri çekildi.

“Acil, Kübey. Şimdi sırası değil.” Yüzünde tek bir mimik bile oynatmadan söyledikleriyle genç kız geriledi. Derin bir nefes aldı ve karşısındaki adamın ne kadar inatçı olduğunun bilinciyle onu, yalnızca başıyla onaylamakla yetindi.

Kızagan, genç kıza bir baş selamı verdikten sonra Kübey, arkasında kalakalırken seri adımlarla geniş kapılara doğru ilerlemeye başladı. İki geniş kapının önüne gelip kapılardan birinin koluna uzandığı sırada kapıda nöbet tutan muhafızlardan biri, onu durdurdu

“Han’ım, sizi içeriye bu halde alamayız.”

“Ne varmış halimde?” Dedi Kızagan, ters ters muhafıza meydan okurcasına bakarken.

“Yanlış anlamayın, Han’ım. Müstakbel Kral’ımızın rahatsız olabileceğini-”

“Tabi ki canım. Aman sizin Müstakbel Kralınız iki damla kan görüp de rahatsız olmasın, ben burada tüm kanımı akıtana kadar bekler öldükten sonra konuşurum Kral’ınızla. Çekilin şuradan.” Kızagan’ın yarı tehdit yarı alay içeren ifadesi muhafızın bir adım gerilemesine sebebiyet verdi.

Muhafızın çekinceyle gerilediğini gören genç oğlanın yüzünde fiziksel acısına rağmen bir sırıtış peydahlandı. Kapıyı açıp odaya bir adım attığında odaya boylu boyunca yerleştirilmiş uzun masanın, sağ ucunda oturmuş bıkkın bir ifadeyle önündeki yemeğiyle oynayan genç oğlanı görünce yüzündeki sırıtış, yerini acılı bir yüz ifadesine bıraktı. İkisi de birbirlerinin yanında acılarını gizleme gereği duymazlardı. Ancak bu defa Kızagan’ın acısı kendisi için değil arkadaşı içindi.

Kral olmanın en kötü yanı, psikolojik olarak her daim yalnız olma zorunluluğuydu. Kimseye güvenemezdin, kimseye sırlarını veremezdin, kimseyle dertleşemezdin, politik konular hariç neredeyse kimseyle konuşamazdın. Kızagan, çocukluğunu onunla birlikte Ülgen’i sinir ederek geçirmiş olduğu adamı çok iyi tanıyordu. O, yalnız bırakılmak için değil, insanların yalnızlığını gidermek için yaratılanlardandı ama kaderi onu, krallığa sürükledi.

Biri Kral olmayı çok istedi ama hak etmedi, bir diğeri ise hak etmesine rağmen Kral olmayı hiç istemedi. Kader ikisiyle de adeta oyun oynuyor, eğleniyordu.

“Erhan,” Kızagan’ın cılız sesi boş odanın duvarlarında yankılandı. Erhan siyah saçlarının gölgelediği başını kaldırdı ve yüzündeki bıkkın ifade Kızagan’ı görünce endişe ile yer değiştirdi.

“Kızagan! Kolun kanıyor!”

“Aa, öyle mi? Söylediğin iyi oldu, bende zaten zırhımın neden tamamen kanla kaplandığını anlayamamıştım. Kolum kanıyormuş meğer.” Kızagan yüzüne aval aval bakan genç oğlana doğru göz devirdikten sonra derin bir nefes alarak ciddiyete büründü ve bu sanki mümkünmüş gibi Erhan’ın telaşını iyice arttırdı.

“Erhan, tehlikedesin.” Genç adam adrenalinden dolayı hızlanmış nefes alış verişlerini düzene koymak için birkaç saniye bekledi. “Cenazeden sonra Ülgen’in izini buldum. Biliyorum!” Ağzını açmaya yeltenmiş Erhan’ı elini kaldırarak susturdu. “Yapmamam gerekiyordu, yoluma bakmalıydım, bize bulaşmadığı sürece peşine düşmemeliydim falan filan. Dağlarda saklanıyordu. Şahmeranla anlaşma yaparken onları dinledim. Kuyruğu kopasıca yılan varlığımı fark etti ve bana saldırdılar ama her şeyi duydum, Erhan.” Duraksadı ve koluna elini biraz daha bastırıp acıyla inledi. Erhan onu sağlam olan kolundan tutup sandalyeye oturmasına yardımcı oldu ve önüne bir bardak su koydu.

“Nefeslen, Kızagan. Bana sonra da anlatabilirsin, zamanımız var-”

“Yok!” Kızagan önündeki bardağı titrek eliyle tutarken güçlükle Erhan’ın lafını böldü. “Bir ordu topluyor,” Yutkunarak devam etti. “Yılanlardan, hava ve toprak koruyucularından. Taht için savaş çıkaracak.” Erhan’ın cübbesinin yakasına yapışıp yalvaran gözlerle ona baktı. “Vaktimiz yok. Üç gün sonra…”

Erhan’ın kaşları söylenenlerle çatıldı.

“Üç gün mü?” Bu bir soru değil şaşkınlık belirtisiydi. Kızagan, kolunun sızısı artarken acıyla yüzünü buruşturdu.

“Bozhan ve Yelin Hatun ile çoktan antlaşma yaptı bile. Bizi birbirimize düşürecek!” Sağ eliyle sol kolundaki baskıyı biraz daha arttırırken acıyla dişlerini sıktı. “Ondan utanıyorum.”

Erhan nefes alışverişleri hızlanırken düşünmekte zorlanıyordu. Saldırıyı şüphesiz taç giyme törenine denk getirecekti. Üç gün içinde ne yapabilirlerdi?

“Kızagan, revire git.” Aklına gelen ve şu an yapılması gereken tek şey buydu.

Kimse onu korumak için ölmeyecekti.

“Yardım etmem-”

“Revire git dedim!” Erhan’ın sesini yükseltmesiyle Kızagan’ın gözlerinden bir hayal kırıklığı parıltısı geçti yine de bozuntuya vermeden alayla gözlerini devirdi ve sahte bir reverans yaparak Erhan’ın önünde eğildi.

“Emredersiniz, majesteleri.”

O, geri adımlarla yemek salonundan ayrılırken Erhan elleriyle şakaklarına masaj uygulamaya başladı ve düşünmeye çalıştı. Yardıma ihtiyacı vardı. Kesinlikle yardıma ihtiyacı vardı. Ülgen, Bozhan ve Yelin Hatun ile anlaştığına göre çoktan Hava ve Toprak koruyucularını yanına çekmişti. Bir plana ihtiyacı vardı. Kızagan’ı göndermeseydi şuan plan yapıyor olabilirlerdi. Hayır, onun hayatta kalması çok daha önemliydi. Şimdilik kendi başına hareket edecekti. Seri adımlarla kapıya ilerledi. Muhafızlara doğru seslendi.

“Çabuk, Kübey Hatun ve Od Ata’yı çağırın!” Muhafızlardan biri Erhan’ın önünde eğildikten sonra kalabalık koridoru geçip merdivenlere doğru ilerlerken diğeri kapının önünde nöbet tutmaya devam etti.

Genç oğlan odayı turlamaya devam ederken kafasında yapması gerekenleri oturtmaya çalışıyordu. Halk… Halkı olağan bir savaş esnasında savaştan uzak tutmak lazımdı. Çocuklar, anneler ve yaşlılar… Evet, çocuklar, anneler ve yaşlılar… Uzak tutulması gerekenler. Oğuzların da dikkat etmesi gerekiyordu, Ülgen’in ilk hedefi güçsüzler olacaktı şüphesiz… Aklına gelenlerle tekrar kapıya yöneldi ve kapıda nöbet tutan diğer muhafıza seslendi bu sefer de.

“Oğuz Kağan’ı da çağırın.” Muhafızın kaşları veliahdı yalnız bırakma kaygısıyla çatıldı.

“Efendim ama siz-”

“Ben kendimi korumayı biliyorum, git ve dediğimi yap.”

Erhan’ın dalgınlıkla söyledikleri üzerine muhafız kararsızlıkla arkasını döndü ve alt kata giden merdivene yöneldi.

Kafasını toplamaya çalışan genç oğlan duvarları, cafcaflı duvar kâğıtları ve tablolarla süslü yemek odasındaki şöminenin önünde volta atıyordu. Odadaki avizenin yanında bir de masanın üzerindeki birkaç mumun da yanması ışık kirliliği oluşturmasının yanında dikkatini de dağıtıyordu. Dikkatle şamdanların üzerine yerleştirilmiş mumları üfleyerek söndürdü.

Düşünceleri gitgide birbirine karışıyordu. Oğuzlar şüphesiz onun yanında olacaktı. Ama ya olmazlarsa? Olmak zorundalardı, o onlardan biriydi. Ya Ülgen’i haklı bulurlarsa? Oğuz Kağan onu reddetmezdi. Reddedemezdi… Reddetmese ne olacaktı ki? Su ve Ateş Koruyucularını ikna edemediği sürece savaş deyince akıllarına kılıçtan başka bir şey gelmeyen büyüden yoksun bırakılmış bir avuç adamla Ülgen’in karşısında hiç şansı yoktu. Ülgen tek başına bile Oğuzları yok edebilecek tüm gücü vücudunda barındırıyordu. Gerçekten kanlı bir tahta oturmayı göze alacak mıydı? Şüphesiz alacaktı. Belki de bir savaş düşüncesi yoktu, halkı işin içine katmazdı. Hayır, kesinlikle katardı. Tek başına onun karşısına çıkmazdı. O birilerinin arkasına saklanmadan yapamazdı. Kurtlara da haber salmak gerekirdi. Ama kimse onların yanına gitmeye yanaşmazdı.

“Han’ım…” Erhan’ın kafasını şişiren düşüncelerden onu kurtaran açık kapılardan içeri girmiş olan genç kızın sesiydi. Erhan başını kapıya doğru çevirdi ve karşısındaki bu kargaşada bile aklını başından alabilecek kızı süzdü. Çisem hızlı hareketlerle kapıyı kapatıp resmiyetten bir an önce kurtuldu.

“Çisem…” Narin ve zarif hareketlerle masaya doğru yaklaşan mavilere bürünmüş kıza doğru konuştu. Kız endişeli mavi gözlerini ona doğru çevirdi. Merdivenlerde muhafızları kendi aralarında savaş çıkacağıyla ilgili konuşurlarken duymuştu ve Erhan için endişeleniyordu. Erhan bunu gözlerinden görebiliyordu.

“İyi misin?”

İyi miydi? Bunun cevabını o bile bilmiyordu ki. Ne zaman iyi olacaktı? Gölgesinde büyümüş olduğu adam şimdi de belki hayatının en mutlu gününde savaş çıkartma planları yapıyordu. Nasıl iyi olabilirdi? Çisem belki de Su Koruyucuları Ülgen’e katılırsa aynı şu anda olduğu gibi onun karşısında duracaktı. Belki de abisini haklı bulacaktı ve onun yanına geçecekti. İyilik tam olarak neydi ki? O an için tek bildiği şey iyiliğin o anın içinde olmadığıydı. Bu sarayda hiç iyi olmamıştı. Oysa ailesiyle birlikte bir çadırda yaşadığı günler gerçekten iyiydi. İşte bu yüzden yıllardır güç sahibi olup da bu saraya getirildiği güne lanet okuyordu. Keşke aklından geçenleri dudakları da ortaya dökebilseydi ama nafile. Dudaklarını zorlukla araladı.

“İyiyim.”

Çisem okyanus mavisi gözlerini karşısındaki simsiyah gözlere dikti.

“Kulağıma bir şeyler çalındı, Erhan.” Genç kızın çekinceyle söyledikleri üzerine Erhan’ın gözleri şaşkınlıkla açıldı. Ağzını açacağı sırada kız araya girdi. “Bana açıklama yapmana gerek yok.” Çisem gözlerini kaçırıp tedirginlikle parmaklarıyla oynamaya başladığı sırada devam etti.

“Bilmeni istediğim tek şey şu ki,” Başı önüne eğikken genç kız yutkundu. “Eğer ki bir terslik olur da Kübey Hatun senin karşında durmak zorunda kalırsa bile ben her zaman senin yanında olacağım.”

Erhan, yüzüne yerleşen içten tebessümle karşısında çekinerek ona bakan genç kıza doğru ilerledi. İşaret ve başparmağıyla genç kızın çenesini kavrayıp onu kendisine bakmaya zorladı.

“Konuşurken asla gözlerini benden kaçırmamanı söylememiş miydim?” Çisem yanaklarına hücum eden kızarıklığı engellemeye çalışırken elinde olmadan karşısındaki adamın gözlerinin içinde kayboluyordu. Erhan başparmağıyla genç kızın çenesini okşarken alnına küçük ama etkisi büyük bir öpücük kondurdu. Genç kız içli bir nefes verip alnını Erhan’ın göğsüne yasladı. Genç adam siyah gözlerini göğsünde soluklanan genç kıza çevirip gerçekleri söylemek zorunda olmasının çaresizliğiyle derin bir nefes aldı.

“Kızagan revirde, Çisem. Ülgen onu yaralamış.” Çisem başını Erhan’ın göğsünden kaldırıp zaten iri olan gözlerini mümkünmüşçesine daha da irileştirdi. Bir şey söylemeden Erhan’ın tutuşundan kurtuldu, kireç gibi olmuş yüzüyle arkasını dönerken Erhan’ın gözleri yorgunca arkasından bakıyordu. Bencillik yapmanın hiç ama hiç sırası değildi.

Mavi etekler beyaz parkeleri süpürerek salonun dışına yönelirken Erhan arkasından bakmakla yetindi. Çisem söylediklerinin arkasında bıraktığı adamı ne kadar etkilediğini bilmeden tedirgin adımlarla koridorun sonuna doğru ilerlerken aklında bir ton düşünce vardı. Az önce ne yapmıştı öyle? Kübey Hatun'a olan sadakatinden feragat etmişti. Ülgen… Kızagan… Abisi yaralıydı. Merdivenleri ağır ve titrek adımlarla inerken seri adımlarla yukarıya çıkan ve her zamanki savaş kıyafetlerine bürünmüş Oğuz Kağan’ı görünce titreyen dizlerine aldırmadan zarif bir reveransta bulundu. Oğuz Kağan acelesine rağmen her zamanki nezaketinden ödün vermedi ve duraksayıp Çisem’e ufak bir baş selamıyla karşılık verdi. Yıllar geçse de gençliğinden hiçbir şey kaybetmeyen adam ciddiyetle merdivenleri adımlamaya devam ederken apar topar saraya çağrılması üzerine aklında türlü türlü senaryolar dönüyordu. Seri adımlarla yer yer kapılarla karşılaştığı, geniş ve uzun koridorun sonuna geldiğinde yemek salonunun kapılarının açık ve korumasız olduğunu görünce telaşlarına bir telaş daha eklenmiş oldu.

"Erhan!" Yarı koşar adım salona girdiğinde, genç oğlanı panjurların önünde durmuş bahçeyi izlerken görünce rahatladı.

"Beni çağırtmışsın, bir sorun mu var?"

Erhan cevap vermedi ya da veremedi. Konuşmaya çalışsa da başarısız oldu.

"Erhan?" Oğuz Kağan'ın endişe yüklü sesi, boş salonun kusursuz duvarlarında yankılandı. Erhan yutkunarak düşünmekten ve çaresizlikten bembeyaz kesilmiş yüzünü Oğuz Kağan'a çevirdi.

Oğuz'un çekik gözleri, Erhan'ın solgun yüzünü görmesiyle irileşti.

"Ne oldu?" Erhan gözlerini kaçırdı ve duvar kâğıtlarının, çiçekli süslerini seyretmeye başlarken ancak konuşabildi.

"Savaş çıkacak, erlerini hazırla." Oğuz Kağan'ın çalı gibi kaşları çatılırken Erhan’ı, baştan aşağı süzdü.

"Ne savaşı, Erhan? Neden bahsediyorsun sen?" Sert sesi boş salonun geniş duvarlarında yankılandı.

"Ülgen Han tahtta olan hakkını aramak için saldırılarda bulunacak. Üç gün içerisinde safınızı belirleyin."

Erhan'ın duygu barındırmayan soğuk sesinden kulaklarına ulaşan kelimeler üzerine, Oğuz Kağan şaşkınlığa uğrasa da şaşkınlığını üzerinden atıp hiddete bürünmesi fazla uzun sürmedi.

"Beni buraya safımı belirtmem için mi çağırdın? Ben hep senin yanında olmadım mı? Seni bu saraya da ben getirdim! Kral olma yolunda ilerlemeni de ben sağladım. Her yanılgıya düştüğünde yanında hep ben durmadım mı? Sen ise şimdi geçmiş karşıma açık açık beni gözden çıkartabileceğinden bahsediyorsun. Şuna bak yüzüme bile bakmıyorsun! Herkesten beklerdim ama senden beklemezdim, Erhan. Oğuzları küçümseyeceğini aklımın ucundan bile geçirmezdim, ama her zamanki gibi yine yanılmışım. Safımı soracağına savaş stratejilerinde sana yardım etmemi isteseydin burada kalırdım ama benim safım belli, erlerim savaşa her zaman hazır. Bana ihtiyacın olursa yerimi biliyorsun." Karşısındaki genç oğlanın siyah gözlerindeki pişmanlığa rağmen ağzını açmasına izin vermeden arkasını dönüp kararlı adımlarla odayı terk etti. Arkasındaki yıkımı fark etmeden…

Erhan, dizlerinin bağının çözüldüğünü hissetti. Ayakta durmaya çalışmadı, ayakta durmak istemedi de zaten. Dizlerinin üzerine çöküp başını kendini korumak istercesine kollarının arasına aldı. Gözyaşları yanaklarından aşağı süzülürken artık hiçbir şeyi önemsemiyordu. Ona saatler gibi gelen bir süre boyunca aynı pozisyonda kaldı ki bir süre sonra kaçıp gitmeyi hatta hiç var olmamış olmayı bile diledi. Dakikalar birbirini kovalarken boşalan koridorda kulaklarına çalınan adım seslerini duyunca gücünü toplayarak zayıf gözükmeme kararlılığıyla ayağa kalktı. Tahmin ettiği gibi adım sesleri netleşince omurgasını dikleştirdi ve salonun kapılarından içeri giren altı kişinin karşısında dimdik durdu.

"Erhan?" Siyah saçlı, mavi gözlü kadın endişeyle karşısındaki adama baktı. Saraydan ayrıldıktan hemen sonra ona yetişen muhafızla birlikte genç oğlanın çağrısı yüzünden tekrar saraya dönmüştü. Erhan’ın simsiyah gözleri önce kadının mavi gözlerine ardından da ayakkabılarının ucuna kaydı. Tüm Su Koruyucuları birbirine bu kadar benzemek zorunda mıydı?

“Ne oldu?” Erhan’ın sorumlu bir çocuk olduğunu ve durduk yere kimseyi rahatsız etmeyeceğini biliyor ona en içten gelen hisleriyle güveniyordu. Genç kadının titrek sesi, Erhan’ın işini iyice zorlaştırırken kadınla birlikte gelen muhafızlardan biri aşağılarcasına genç adamı baştan aşağı süzdü.

“Demek ki söylenenler doğruymuş,” Erhan başını kaldırıp Ateş Koruyucularının muhafızlarından birinin kararlı, alev alev yanan bakışlarıyla karşılaştı. “Saygıdeğer Kralımız daha başa geçemeden ülkede başkaldırılar başlamış.”

Erhan daha ağzını aralayamadan kızıl saçlarının arasına beyazlar karışmış Od Ata öfkeyle bağırdı.

“Ilgar!” Genç muhafız uyarıyı anlayarak burun kıvırdı ve yalnızca başını dikleştirmekle yetindi. Od Ata sert bakışlarını bu defa Erhan’a çevirdi Erhan bu ihtiyar adamın yalnızca bakışlarıyla, konuşmadan bir şeyler anlatabildiğini çocukluğundan beri biliyordu. Başını eğmeme kararlılığıyla çenesini dikleştirdi ve kararlı bir ses tonuyla konuşmaya başladı.

“Ülgen Han, tahtta olduğunu iddia ettiği hakkını savunmak için bizlere ve sivillere yönelik saldırı planları düzenliyor, sizin anlayacağınız çok yakın bir zamanda savaş çıkacak. Sizleri buraya benim yanımda durmanızı istemek için çağırdım. Sizlerin benimle kuracağınız ittifak savaşın tüm kaderini değiştirebilir. Kararı size bırakıyorum.” Simsiyah gözlerini karşısındaki mavinin en derin tonunu içeren ve kızıl kahverengi gözlere dikti. Onu büyüten adamın ardından başkalarını da hayal kırıklığına uğratma niyetinde değildi.

Mavinin en hassas tonlarını bir araya toplamış, yerleri süpüren zarif elbisesi içerisinde soylu duruşundan ödün vermeyen Kübey Hatun diğer Su Koruyucularında da belirgin bir şekilde ayırt edilebilen karakteristik özellikleri bir arada taşıyordu. Okyanus mavisi, derin gözler, diğerleriyle aynı hüzünlü bakışlar, kararlı ve dik bir duruş, koyu mavinin aralarına karıştığı simsiyah saçlar ve ince, yay gibi gergin kaşlar. Genç kadın birkaç adımda ileri çıktı ve kararlı bir ses tonuyla konuşmaya başladı.

“Oğuzların, zamanında Su Koruyucularını, Hava Koruyucularının insanlıktan yoksun saldırılarına karşı asilce koruduğunu unutacak kadar nankör değiliz. Ben senin ve senin yanında olanların tarafındayım. Su Koruyucularından yana şüpheniz olmasın.” Nazik bir reveransta bulunup geri çekilmeden söyledikleriyle karşısındaki oğlanı ne kadar rahatlattığından bihaberdi. Çisem, kendi gibi olanlara ihanet etmek zorunda kalmayacaktı. Erhan’ın gözleri içgüdüyle Od Ata’ya doğru döndüğünde yaşlı adam arkasında oflayıp puflayan muhafızına aldırış etmeden birkaç adım ilerleyip Erhan’ın tam olarak karşısına geçti.

“Ateş Koruyucuları çoktan seni Kral olarak benimsedi, Erhan. İsteklerin bizim için emirdir.” Yumruk yaptığı sağ elini göğsüyle buluşturdu ve başıyla Erhan'a bir selam verdi. Erhan başıyla yaşlı adamı selamlayıp karşısındaki iki liderden de aldığı güvenle daha da dikleşti

“Muhafızları çıkartabilirsiniz,” Gözlerini Ilgar’ın öfke saçan gözlerine dikti. “Savaş taktiklerini konuşmamız gerekecek.”

İki lider de Erhan'ı başlarıyla onaylayıp muhafızlarına bir baş hareketiyle dışarı çıkmalarını işaret ettiler. Erhan derin bir nefes aldı ve liderlere yemek masasını göstererek oturmalarını işaret etti. Kübey Hatun sağ eliyle elbisesinin eteklerini tutarak süzülürcesine masanın başına doğru yürüdü ve az önce Erhan'ın yemek yediği koltuğun hemen sağındaki koltuğa yerleşti. Erhan Od Ata’ya eliyle önden ilerlemesini işaret etti ve onun da Kübey Hatun’un karşısına geçmesiyle koltuğuna oturdu. Gergin bir şekilde karşısındaki yüzlere baktı.

“Muhafızlar!” Kapı, sesi duyulur duyulmaz ardına kadar açıldı ve muhafızlardan biri selam vererek odanın ortasına kadar ilerledi.

Erhan ümidini yitirmişlikle içini çekti ve karşısındaki genç oğlana döndü.

“Oğuz Kağan'ı, Mergen Han’ı ve Kuyaş Han’ı da çağırın.” Muhafız başıyla onu onaylayıp geri geri dışarı çıktı. Kübey Hatun sorgularcasına Erhan'a bakarken genç oğlan zoraki bir şekilde gülümsemeye çalıştı.

“Çay ister misiniz, ya da kahve?” Diye sordu ortamdaki gerginliği azaltma çabasıyla. Kübey Hatun hâlâ çatık kaşlarla Erhan'ı süzerken zarifçe gülümsedi.

“Hayır,” Naif bir ses tonuyla konuştu. “Teşekkürler.” Erhan'ın siyah gözleri bu sefer Od Ata'ya döndü. Yaşlı adam eliyle istemediğini işaret edip huzursuzca kızıl harelerle çevrelenmiş kahverengi gözlerini odada gezdirdi.

“Buraya gelmeyeli uzun zaman oldu.” Kendi kendine mırıldanırken odanın kapılarının ardına kadar açılmasıyla dikkati dağıldı.

“Ben bir orta şekerli alırım.” Erhan başını kaldırdığında yemek salonuna giriş yapmış uzun, kızıl saçları, Ateş hanedanına ait kırmızı işlemeli siyah pelerini, deri ceketi ve çizmeleriyle genç bir oğlan kendinden emin adımlarla masaya doğru ilerliyordu. Od Ata yüzünü sıkıntıyla avucunun içine alıp dertli bir nefes verdi.

“Alaz,” Bıkkınlıkla oğluna baktı. “Evde kal demiştim.”

“Babacığım,” Alaz kişiliğiyle zıtlaşmayacak bir şekilde babasının karşısında alaycı bir reveransta bulundu. “İnsanlar etrafta savaş söylemlerinde bulunurlarken Od Ata’nın oğlu annesinin dizinin dibinde oturuyor dedirtmem, sırf senin itibarını düşündüğümden yani.”

Od Ata'nın tek oğlu Alaz Han her zaman tek çocuk olmasının da etkisiyle şımarık bir çocuk olarak büyümüştü ama taktiksel ve pratik zekâsıyla kendine rakip tanımazdı. Ateş Koruyucularının genelinde hâkim olan mütevazılıktan yoksunluk havası ona da uğramadan geçmemişti. Üzerinde bulunan kırmızı işlemeli siyah pelerini, Ateş Koruyucularında bir sonraki lider olacak kişi giyerdi. Pelerini üzerinde bulundurmasının getirdiği özgüvenle, Alaz Han dimdik babasının karşısında dikiliyor ona kafa tutuyordu. Babası ona senden adam olmaz demese de bakışlarıyla mesajını yeterince iyi iletmişti. Genç oğlan pişkin pişkin sırıtarak babasının karşısındaki sandalyelere doğru ilerledi. Oturmadan önce Kübey Hatun’un eline uzanıp genç kadının elinin üzerine centilmence bir öpücük kondurdu.

“Leydim.” Şapka çıkartıyormuş gibi elini boşlukta sallayıp kıkırdamamak için dudaklarını birbirine bastıran genç kadının yanına bacak bacak üstüne atarak yerleşti.

“Alaz, bu diplomatik bir toplantı oğlum. Sen ne zaman benim lafımı dinlemeye başlayacaksın?”

“Eğer stratejik ve politik zekânın benimkinden üstün olduğunu iddia ediyorsan, babacığım durumları eşitlemek için çok sevgili Elektrik Koruyucusunun safına geçebilirim.” Yaşlı adam onaylamazcasına başını iki yana sallamakla yetindi. Sükûnetinden ödün vermeden masada ileri doğru eğildi.

“Her şey zekâ değil, oğlum. Bazen deneyime de ihtiyaç duyarsın.” Alaz da babasıyla aynı şekilde öne doğru eğildi ve doğrudan babasının kendininkiyle aynı gözlerinin içine baktı.

“O zaman izin ver de, deneyim elde edeyim.”

Genç oğlan, rahatından ödün vermeden oturduğu koltuğa iyice yerleşirken Od Ata onaylamazcasına başını iki yana sallamıştı. Erhan ikisinin arasına girmemeye özen göstererek konuştu.

“Sorun değil, kalabilir.” Alaz ona minnetle bakarken. “Üç günümüz var-” diye konuşmaya başlamıştı ki salonun kapısının açılması ve yarım saat önce hiddetle sarayı terk etmiş olan, Oğuz Kağan'ın içeriye girmesiyle Erhan rahatladığını ve gerginliğinin azaldığını hissetti. Oğuz Kağan, onu yarı yolda bırakmamıştı. Ve bırakmayacaktı da. O haklıydı, yanılan hep kendisi olmuştu ama yanında olan da hep o olmuştu. Çekik gözlü, orta yaşlı adam kararlı adımlarla Od Ata’nın yanındaki koltuğa doğru ilerledi ve beklenti dolu gözlerini Erhan'ın gözlerine dikip konuşmasını beklemeye başladı.

“Saldıran taraf biz olmayacağız! Ateş ve Su Şehirlerinin yanı sıra köyleri de güvenceye almamız lazım.” Göz ucuyla onu izleyen Oğuz Kağan’a baktı. Yaşlı adam bir saniyelik kısa bir süre içinde başını hafifçe aşağı yukarı salladı. Erhan gülümsemesine engel olamadan konuşmaya devam ederken Oğuz Kağan’ın yüzündeki gururlu tebessümden bihaberdi. Kısa süre içinde Mergen ve Kuyaş kardeşler de aralarına katılınca planı teoriye dökmeye başladılar.

“Hava Şehri savunma açısından oldukça güçlü bir şehir,” Alaz’ın konuşmasıyla tüm gözler ona dönmüştü. “Saldırı konusunda ne kadar güçlü oldukları tartışılır lakin şehre saldıracağımız düşüncesiyle askerlerinin çoğunluğunu içeride tutacaklarını düşünüyorum. Eğer savaşın ilerleyen saatlerinde saldırı tehlikesi kalmadığını görürlerse takviye destek olarak meydan savaşına katılırlar. Bu da demektir ki bizim saatlerce hatta belki de günlerce savaşmış askerlerimize karşılık tamamen dinlenmiş güçlü askerler.” Genç oğlan ayağa kalkıp pelerinini elinin tersiyle düzeltti ve geniş mantar panoya raptiyelerle tutturulmuş haritaya doğru ilerledi.

“İşte tam da bu yüzden,” Eliyle haritadaki Ötüken Sıradağlarından Hava Şehri’ne bakan dağları bir raptiyeyle işaretledi. “Buraya pusuya yatacak bir ekip yerleştireceğiz, çoğunluğu okçulardan oluşan bir ekip.” Mergen gözlerini kısarak karşısındaki oğlanın zihninin derinliklerine baktı.

“Böylece onlar şehri terk edemeden ölmüş olacaklar.”

“Zihnime girmen çok ayıp, Mergen.” Alaz sahte bir alınganlıkla başını Mergen’den ters tarafa çevirdi.

“Aa, tabi bir de,” Gözlerini kısarak babasına ve Erhan’a baktı. “Okçuları sıkıca tembihleyin, ne olursa olsun biz onlara söylemeden dağı terk etmesinler. Bir Uhud Vakası daha istemeyiz.” Mergen sırıtırken Od Ata gözlerini devirdi. Kübey Hatun önündeki verilere bakarken dudağının bir kenarı yukarı doğru kıvrıldı.

“Toprak Koruyucularının sayısı geçen sene onların ihmalinden dolayı gerçekleşen heyelan ile oldukça azaldı. Yani,” Dudaklarını bükerek önündeki defteri Erhan’a doğru itekledi. “Sayıları biz Su koruyucularının üçte birinden daha az.”

“Harika,” Erhan ilk defa başarabileceklerine olan inancıyla fısıldadı. “Yani, tabi birbirimize düşmemizi hiç istemezdim ama-”

“Erhan,” Alaz oturacağı esnada elini genç oğlanın omzuna desteklercesine koyarak araya girdi. “Senin suçun değil, abi. O hırs küpü bunu kendisi istedi biz de ona istediğini veriyoruz.” Erhan başını kaldırıp ona destek veren çocuğa en içten gülümsemesini bahşetti.

“Bir sorunumuz var,” Oğuz Kağan’ın endişeli sesiyle Alaz yerine geçti ve kaşlarını çatarak babasının yanındaki adama döndü. “Dağların savunmasız kısmından kaçabilirler ve yeterince ilerlemeyi başarırlarsa, Sıradanlarla aramızdaki kalkanı yıkarlar. Böyle bir durumda Ülgen ne yapar tahmin edebiliyor musunuz?”

“Soykırım…” Alaz’ın dehşet içinde fısıldadıklarıyla salonda herkes ürperdi “Ama buna izin veremeyiz değil mi? Yani bir kuvveti oraya yerleştirirsek eğer-”

“Alaz,” Erhan derin bir nefes alarak konuşmaya başladı. Saatlerdir konuşuyorlardı ama nereyi kapatırlarsa kapatsınlar başka bir yer eninde sonunda açık kalıyordu. Bir yerden vazgeçmeleri gerektiğini daha yeni yeni fark ediyordu. “Daha fazla kuvvetimiz yok, saray muhafızları burayı koruyacak, Oğuz kuvvetleri sivilleri koruyacak, ateş ve su koruyucularının da bir kısmı savaş meydanında geri kalanlar da kendi şehirlerinde olacak.”

“Bana bir birlik verebilirsin.” Alaz’ın babasına bakarak söyledikleri üzerine odadaki herkes şaşkınlıkla ona dönerken Od Ata'nın gözleri ardına kadar açıldı.

“Sana bir birlik mi vereyim?” Yaşlı adamın şaşkınlıkla ağzının içinde mırıldandıklarıyla Erhan içini çekti. “Beni dinle, oğlum. Bu bir oyun değil, gerçek bir savaş-”

“Gerçek bir savaş olduğunun farkındayım,” Alaz ayağa fırladı, kendisine çocuk muamelesi yapılmasından usandığını babasına yeterince gösteremediği için şuan bu raddedelerdi. “Yardımcı olmaya çalışıyorum, bir işe yaramak istiyorum!”

“Yeterince yardım ettin zaten, strateji oluşturma konusunda senden iyisini görmedim-” Erhan'ın lafı Alaz'ın öfkeli sesiyle bölündü.

“Aynı şey değil!” Sandalyesini iterek tekrar haritanın önüne geçti. Eliyle sertçe haritada dağların üzerine hiç raptiye değmemiş olan bölgesine vurdu. “İzin verin dağları savunayım. Bana sadece yirmi kişilik bir birlik bile verseniz bir santim bile ilerlemelerine izin vermem-”

“Olmaz, dedim!” Od Ata ayağa kalkmış ve odada volta atmaya başlamıştı. “Strateji oluşturmak ve savaş alanında bulunmak senin de söylediğin gibi aynı şey değil. Başına bir şey gelirse annene bunun hesabını nasıl verebileceğimi düşündün mü?” Alaz ayağa kalktı ve babasının karşısına geçti.

“Ben artık bir çocuk değilim ve bilmem fark ettin mi ama senden sonra Ateş Koruyucularının başına ben geçeceğim. Bana hiçbir şey konusunda güvenmeden bir topluluğu nasıl emanet etmeyi planlıyorsun? Başıma hiçbir şey gelmeyecek. Bunu sende biliyorsun.” Kararlılıkla babasına söyledikleriyle Od Ata inatla başını iki yana salladı.

“İzin vermiyorum.” Alaz babasını baştan aşağı son bir defa süzdü ve öfkeyle burnundan soluyup salonun kapısına yöneldi. Pelerini parkeleri süpürürken kararlı adımlarla salonu terk etti. Od Ata sıkıntıyla içini çekerek oğlunun arkasından bakakaldı.

“Senin iyiliğin için oğlum…” Kendisini toparlayıp arkasındaki ne yapacağını bilemeyen yüzlere döndü. Kuyaş boğazını temizleyip yaşlı adamın dikkatini üzerine çekti.

“Aslında,” Çekinerek kısık bir sesle konuşmaya başladı. “Alaz ile ikimize bir birlik verirseniz-”

“Hayır,” Bu defa konuşan Mergen’di. “Devam edelim.” Od Ata başıyla genç adamı onaylayarak yerine geri geçti. Erhan kurumuş dudaklarını ıslatarak sesli düşünmeye ve fikir almaya devam etti. Sonu gelmeyen ihtimaller denizinde bir girdap etkisiyle boğulmaya başlarken sağlıklı düşünemediğini fark etmesi fazla uzun sürmedi.

Ama burada bitmeyecekti…

Bitemezdi…

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayıııın.💖🔥🐦‍🔥❤️‍🔥

Kardeşler arasından favoriniz?

Od Ata haklıydı diyenler👉

Alaz haklıydı diyenler👉

🐛🐛🐛Sizi seviyorumm tırtıllarımm 💙💧🌊💎

Loading...
0%