Yeni Üyelik
2.
Bölüm

KANLI LANET

@irmgns08

 

 

 

 

Tüm zihinler karanlığa

 

 

Erhan ise yalnızlığa gömüldü

***

Kılıçların birbirine çarparken metalin metale sürtünmesiyle ortaya çıkan sesler kan gölüne dönmüş arazide, İyelerin acılı çığlıklarıyla birlikte yankılanıyordu. Erhan ayaklarının altındaki arazinin titremesinin Toprak Koruyucularının işi olduğunu biliyordu. Üzerine doğru gelen adamdan kaçınmaya çalışırken bulunduğu zeminin titremesi işini kolaylaştırmasa da ayakta durmayı başarıyordu. Ülgen Han kılıcını sertçe onun kılıcına çarparken hiddetle bağırdı.

“Kaçınmayı kes! Dövüş!” Erhan gülerek alay edercesine başını iki yana salladı.

“Hiç sanmıyorum.” Savunmada kalmaya devam etmesiyle Ülgen’in sinirleri tepesine çıktı. Kılıcının sert bir darbesiyle Erhan gerilerken o acımasızca öldüresiye saldırmaya devam ediyordu. Devamlı Erhan’ın kılıcıyla karşılanan, kabzası elmaslarla süslenmiş kılıcı havayı yarıp genç oğlanın sol koluna saplanırken Ülgen’in yüzünde galip gelmiş bir ifade vardı. Erhan acıyla inleyip sol kolunu tutarken Ülgen’in galibiyeti çok uzun sürmedi. Erhan’ın yara aldığı sol omzuyla aynı yerden onu yaralayan bir bıçak darbesiyle gözlerinden anlık bir şok ifadesi geçti.

“Hâlâ kılıç kullanmada eskisi kadar kötüsün.”

Ülgen ağır hareketlerle arkasını dönerken gökyüzündeki şimşeklerin şiddeti artıyordu. Kardeşini arkasında elindeki altın kabzalı kılıcıyla görünce yakınlarındaki bir ağaca savaş alanındaki herkesi etkileyen bir yıldırım düştü. Ülgen’in mavi gözleri hiddetle parlamaya başlarken arkasından sağlam olan omzuna dokunan bir el hissetti. İçindeki tüm öfkesi uçup giderken gözlerinin parıltısı söndü ve bir anda kendisini olması gerekenden daha neşeli hissetmeye başladı. Gökyüzündeki kara bulutlar geri çekilirken yüzünde yayılmaya başlayan aptal sırıtışla birlikte tüm bedeni gevşedi ve yavaş adımlarla kardeşine doğru ilerledi.

“Erhan,” Kızagan yüzünü buruşturarak abisinin arkasındaki arkadaşına sordu. “Naptın buna?” Yüzündeki sarhoş mutlulukla boynuna atlayan abisine elinde kılıcıyla iğrenircesine bakarken Erhan sırıtarak onlara bakmakla yetindi.

“Sinirlerini aldım,” Etraftaki savaş alanına dudaklarını büzerek bakan Ülgen’i sırıtarak işaret etti. “Gevşemeye ihtiyacı vardı.” Kızagan ondan ayrılmış etrafa bir çocuğun merakıyla bakan abisine ters bakışlar attı.

“Savaş çok kötü bir şey, Kızagan.” Kızagan abisine gözlerini devirdi. “Kim çıkarttı bu savaşı? İnsanlar ölüyor.” Erhan yüksek sesli bir kahkaha atarken Kızagan ona yüzünü buruşturarak baktı.

“Kim çıkarttıysa belasını bulsun mu, Ülgen?” Erhan’ın alayla sorduklarıyla Ülgen hevesle başını salladı. “En büyük belasını bulsun!” Kızagan sıkıntıyla içini çekerken Erhan omzundaki yarasını kontrol etti ve büyük bir dehşetle abisini izleyen genç oğlanın yanına gitti. Yerde oturmuş savaşın bitmesi için dua eden abisine ters bakışlar atan Kızagan birinin omzuna vurmasıyla kendine geldi.

“Hadi!” Erhan kolundaki acıya rağmen sırıtmayı başarabildi. “Gidelim.”

“Sen var ya,” Kızagan işaret parmağını Erhan’a doğru salladı. “Duyguları yöneten bir gücün bu kadar tehlikeli olabileceği aklıma hiç gelmezdi.” Erhan omuzlarını silkmekle yetindi.

“Neresi tehlikeli? Pamuk şeker gibi oldu işte ne güzel.”

“Bir de bana sor.” Kızagan gözlerini devirerek konuşunca Erhan ona bakarak gülmekle yetindi.

***

“ÜLGEN NEREDE!” Sarı saçları etrafındaki rüzgârın etkisiyle dağılmış olan genç kadın siperlerin arkasına doğru, baş muhafızıyla konuşan Bozhan’ın yanına geldi. Esmer adam bilmediğini belirtircesine başını iki yana salladı.

“Erhan’ın karşısındaydı. Ölmüş olabilir mi sence?” Artık hiç şimşek çakmayan açık havayı işaret etti. Genç kadın yüzünü buruşturarak gökyüzüne ve siperlerin arkasında canları pahasına savaşan askerlerine baktı.

“Ben geri çekiliyorum. Onun gereksiz hırsları için daha fazla askerimi kaybetmeyeceğim.” Dişlerini sıkarak hırlarcasına konuşmasının ardından siperlerin ilerisindeki fırtınaların ve hortumların sebebi olan askerlerine doğru seslendi.

“HAVA KORUYUCULARI! GERİ ÇEKİLİYORUZ!” Yelin yeşil gözlerini savaş alanından birer birer ayrılan Hava Koruyucularından yanındaki genç adama çevirdi.

“Sana da aynısını düşünmeni öneririm.” Parmağını şıklatarak yok olmadan önce söyledikleriyle Bozhan kahverengi gözlerini ümitsizlikle yumdu.

“Üzgünüm, ahbap.” Boşluğa doğru özür dilercesine konuştuktan sonra sarsıntının ve yerlerinden sökülmüş ağaçların sebebi olan Toprak Koruyucularına döndü.

“TOPRAK KORUYUCULARI! GERİ ÇEKİLİYORUZ!”

Bozhan tekrardan özür dilercesine boşluğa bakıp parmağını şıklattı ve yok oldu.

Ülgen kendine daha yeni yeni gelmeye başlamıştı kısa sürede her şey için çok geciktiğini anlamıştı. Savaş alanından birer birer ayrılan koruyucuları izlerken delirmişçesine, durmaksızın başını iki yana sallamaya başladı. Bu gerçek olamazdı, kaybediyor olamazdı. Hayır, kaybetmeyecekti. Savaş alanından geri çekilmekte olan askerlere ve hâlâ saldırmakta olan yılanlara baktı. Sözde yılanlar sinsi olanlardı ama bugün savaş alanında onu yarı yolda bırakmayan tek taraf Şahmeran olmuştu. Mavi gözleri fıldır fıldır etrafta dönüp bir kaçış yolu ararken bir anlığına gözleri hemen arkalarında kalan dağa değdi. Yılanlar onları yeterli bir süre boyunca oyalardı. Parmağını şıklatıp bulunduğu yerden bedenini büyüyle taşıyabileceği sınır noktasına ulaştıktan sonra aksak adımlarla yürümeye başladı.

***

“ERHAN!” Od Ata yılanlardan birini kılıcından geçirirken hiddetle bağırdı. “Kaçıyor, KALKANI KIRARSA GERİ DÖNÜŞÜ OLMAZ!”

Erhan’ın simsiyah gözleri artık kimsenin bulunmadığı düşman siperlerinde dolandıktan sonra büyüksüz tırmanılamayacak kadar yüksek olan dağa ulaştı. Parmağını şıklatmaya hazırlanırken onu durduran şey Dağın zirvesinde aniden ortaya çıkan ateşten kalkan oldu. Dehşetle irileşmiş gözleri Od Ata’ya döndü.

“Bunu sen mi yaptın?” Zira böyle yetenekleri vardıysa mütevazılık yapıp elinde kılıçla dövüşmesine gerek yoktu. Yaşlı adam ilk başta Erhan’ın neden bahsettiğini anlamasa da arkasını dönüp kalkanı görür görmez gözleri irileşti. O kadar gücü yoktu. Kimsenin o kadar gücü olamazdı… Öfkeyle karışık korku dolu bir sesle mırıldandı.

“Alaz…”

Ülgen şaşkın gözlerle aniden karşısında belirmiş olan ateşten kalkana bakakaldı. Bir yıldırımı andıran mavi gözleri kalkanda bir çıkış noktası veya bir zayıflık belirtisi aradıysa da bir işe yaramadı. Kalkan kusursuzdu. İllüzyon olma ihtimaline karşı yerden bulduğu bir dal parçasını kalkana fırlattı ve dal parçasının alevlerin içinde çatır çatır sesler çıkartarak harlanmasını ve ezilip büzülmesini seyretti. Korkusuna duyduğu öfkeyle birkaç adım gerilerken gözleri bu sefer de kalkanın yaratıcısını bulmak için taramalara başladı. O, daha kalkanın bir sınırı olup olmadığını kontrol etmek için yürümeye başlayamadan, sağ tarafından ona doğru gömleğinin kollarını sıvayarak gelen genç oğlanla karşı karşıya gelmesi bir oldu.

“Hadi, kaçsana. Ne duruyorsun?” Alaz Han’ın arkasına ateşten duvarı alıp kollarını iki yana açarak söyledikleriyle Ülgen, dudağının kenarında birikmiş kan pıhtısını paçavra haline gelmiş gömleğinin yeniyle dağıtıp bozuk sinirleriyle gülmeye başladı. Genç oğlan çatık kaşlarla karşısında artık neredeyse delirmiş gibi davranan adamı baştan aşağı süzerken neler döndüğünü idrak etmeye çalışıyordu. Belki de kaybetmek bu adam da ters tepiyordu.

“Kaybettiği için gülen bir deli de sen varsın, herhalde.”

“Cidden-” Adam deli deli gülmeye devam ederken konuştu. “Cidden- buraya geldiğimi düşünmüş olamazsınız değil mi?”

Alaz Han’ın gözleri karşısındaki adamın deli kahkahaları eşliğinde söyledikleri üzerine fal taşı gibi açıldı. Kılıcını kınından çıkarttı ve karşısında gülmekten iki büklüm olmuş adama doğru savurdu. Adamın her bir zerresi rüzgâr eşliğinde toz bulutlarına dönüşürken son bir defa sırıtarak göz kırptı.

“Cehennemde görüşürüz.”

Alaz’ın göğsü yaşadıklarının dehşetiyle inip kalkarken gücünün zayıflamaya başladığını hissetti. Hemen kendini toparladı ve duvarı yerinde tutmaya devam etti. Ülgen’in nerede olduğunu düşünmeye çalışırken bir yandan da annesini yalnız bırakmış olmasının getirdiği tedirginlikle savaşıyordu. Genç oğlan sinirden haykırmamak için kendisini zor tutarken parmağını şıklattı ve Ateş şehrinin girişine ulaştı.

Seri adımlarla evine doğru yürürken bir yandan da onun sayesinde savaştan zerre etkilenmemiş olan şehrine bakıyordu. Onun nezdinde ateş şehri, her zaman en görkemli şehir olmuştu. Bir yanardağın etrafına kurulmuş şehir, yüzyıllar boyu Alaz'ın ataları tarafından yönetilmişti. Son Ateş Baş Koruyucusu onun ailesinden çıkmıştı. Ateş Birlikleri bugün onun liderliğinde şehri onlara yakışır bir şekilde savunmuşlardı. Alaz, kararlı adımlarla evine doğru ilerlerken içinden bir ses etraftaki sessizliğin hayra alamet olmadığını söylüyordu. Adımlarını hızlandırıp evine yönelirken içini bir telaş kaplamıştı. Bu telaşı, evin önüne ne olursa olsun ayrılmamalarını tembih ederek yerleştirttiği muhafızları görememesiyle yerini korkuyla değiştirdi. Koşarak kapının önüne geldi ve çoktan zorlanarak açılmış kapıyı iterek temkinli adımlarla içeri girdi.

“Anne?”

Sesi boş duvarlarda yankılanırken bir karşılık alamamasının getirdiği tedirginlikle göz pınarları dolmaya başladı. Titrek adımlarla, saatler önce sönmüş şömine yüzünden buz gibi olmuş, karanlığın bir battaniye misali üzerini örtmüş olduğu salonun kapısını açtı. Tüm vücudu tir tir titrerken salonun ortasına doğru ilerledi ve yarı yolda dizleri işlevini yitirdi. Kalbini hissedememesine sebep olan tarifsiz acısı onu uzaktan gören biri tarafından rahatlıkla hissedilebilirdi. Ciğerleri yırtılırcasına haykırdı. Acısını çıkarmak için… Çığlığı duvarlarda yankılandı, yankılandı, yankılandı ve sonsuzluğa karıştılar. Her şeyde olduğu gibi bir hiçliğe dönüştüler.

“Anne?” Genç oğlan kısık sesiyle yerde boylu boyunca uzanmış, yaşlanmasına rağmen güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş kadına doğru fısıldadı. Boynundan akan kan omzuna dökülen kızıl saçlarına doğru dökülüyordu gözü açık kalmış kadının.

“Anne? Kalksana. Ben geldim.” Gözyaşları yanaklarından süzülürken artık her şey için çok geç olduğunu kabullenemiyordu. Yere düştüğü zemine yumruklarını geçirdi parmakları kanlar içinde kalana kadar. Her zaman büyük bir hayranlıkla seyrettiği o kusursuz yüz hatları bir çiçek gibi solmuş, kan, annesinin son anda yaşadığı korkuyla birlikte yüzünü bir daha geri gelmemek üzere terk etmişti. Onu da terk edecekti o zaman. Yaş almasına rağmen kusursuz vücut hatlarını ortaya seren kızıl elbisesi kan lekeleriyle süslenmişti. Genç oğlan tir tir titreyerek mecal kalmamış olan kollarını zorlukla kaldırıp parçalanmış ellerini zemine vurmaya devam etti. Sınır noktasını aştığı nokta ise içinden bir sesin ona söyledikleriyle oldu.

“Senin suçun!”

Genç oğlan delirmiş gibi parçalanmış ellerini başının iki yanına, kulaklarının üzerine yerleştirdi ve başını iki yana şiddetle sallamaya başladı.

“Hayır, hayır, hayır, hayır ben yapmadım… Benim yüzümden değildi. Hayır, hayır…”

“ANNE!” Genç oğlan şimdi çıldırmış gibi ayağa kalkmış ileri geri sallanıyordu. Annesini ayağa kaldırmak yatağına yatırmak istiyordu yerde yatarsa üşürdü o. Ama ona yaklaşamadan onu nasıl odasına götürebilirdi ki? Parmaklarının ucundan yere damlayan kanlara aldırmadan elini ileri geri hareket ettirdi yavaşça.

“Kalk, hadi.” Yalvarırcasına çıkan ses tonuyla acınası hale geldiğinin farkındaydı.

“KALKSANA!” Ayakta durmaya çalışmaktan vazgeçti, tekrar dizlerinin üzerine düştü ve başını kollarının arasına alıp hıçkırarak ağlamaya başladı. Kabullenmek istemiyordu. Çünkü kabullenirse bununla yüz yüze gelmek zorunda kalırdı. Annesinin gittiğini kabullenmesi demek onun katili olduğunu kabullenmesiyle eşdeğerdi.

“Ölmedin…” dedi gözyaşlarının arasından. O kadar şiddetli hıçkırıyordu ki kelimeleri tamamlayacak gücü kendinde bulamıyordu. Orada annesinin ölü bedeninin başında hıçkıra hıçkıra ağlamaktan başka hiçbir şeye takatinin kalmadığını fark etti. “Seni bırakmamalıydım…”

Gerçekler yeni yeni yüzüne vurulurken Alaz Han’ın acısının öfkeye dönüşmesi uzun sürmedi. Ayağa kalkması da öyle…

Ülkenin etrafını çevrelemiş olan ateşten duvar onun her bir gözyaşıyla daha da güçlenmiş, ayağa kalkmak için attığı her adımda daha da harlanmıştı. Alaz Han, kim olduğunu çok iyi bildiği annesinin katilini aramaya çıktığında ateşten duvar durdurulamaz bir hâle gelmiş bir fanus gibi ülkenin üzerine kapanmış santim santim daralmaya başlamıştı.

Erhan'ın korku dolu gözleri her dakika onlara daha da yaklaşan duvarı bulduktan sonra Od Ata'ya döndü.

“Oğlun neyin peşinde, hepimizi öldürmeye mi karar verdi?” Yaşlı Adam tılsımlı sözler mırıldanarak duvarı durdurmaya çalışırken bilmediğini belirtmek amacıyla başını iki yana salladı.

Ülgen Han, seri adımlarla üzerine üzerine gelen alevlerle harlanmış duvara olan korkusunu göz ardı etmeye çalışarak ilerliyordu. Aradığı derme çatma evin önüne geldiğinde derin bir nefes aldı ve kapıyı, tıklatma zahmetine girmeden ardına kadar açtı. Büyü gücünü kendi çıkarları için kullanan herkes Ateş Şehrinde yaşardı. Derinlerden gelen bir ses onu karşıladı.

“Bende ne zaman geleceksin, diye merak ediyordum.”

Ülgen, ürpererek gıcırdayan kapıyı ardından kapattı ve her zamanki aşağılayıcı kişiliğine büründü.

“O zaman neden geldiğimi de biliyorsundur.” Bir hayli yaşlanmış kadının karşısına geçerken burnunu kırıştırarak konuştu.

“Onu, bana senin söylemeni umuyordum.” Yaşlı cadı Ülgen’in her zamanki tavırlarını umursamadı. Genç adam, derin bir nefes alıp, kadının zıddına gitmeme kararlılığıyla söze girdi.

“Savaşı kaybettik.”

“Zaten başka türlü buraya gelmeni bekleyemezdim.” Dedi cadı, neredeyse alınganlıkla.

“Bir büyüye ihtiyacım var. Herkesin aklından olanları silecek bir büyüye. Savaşı, onu... Erhan'ı herkesin aklından silmeni istiyorum.” Ülgen’in tane tane söyledikleri üzerine cadı bozguna uğradı.

“Bu imkânsız.” Fal taşı gibi açılmış çekik gözleriyle o bile o tarz bir büyüden korktuğunu belli etmişti. “Var olan olayları insanların aklından silebilirim ama bir insanı herkesin aklından silmek seni de evrenden siler, yok olursun.”

“O zaman onun yerini değiştir. Lanetli bir yaratık yerleştir onun yerine.”

“Bana yalnızca kendinle onun yerini değiştirmek istediğini söylesen bu işleri daha da kolaylaştırır sanırım, Ülgen Han.” Cadının laubali tavrı üzerine Ülgen bir hışımla ayağa kalktı.

“BEN LANETLİ DEĞİLİM.” Öfkesi, parlamaya başlayan mavi gözlerinden anlaşılıyordu. Bu bile onun çoktan lanetlendiğinin kanıtlarından biriydi fakat yine de yaşlı kadın gözlerini devirip onu sakinleştirmeyi tercih etti zira kulübesinin başına yıkılmasını istemezdi.

“Elbette, değilsin. Yanlış anladıysam beni düzelt. Herkesin veliaht prensi lanetli bir yaratık olarak hatırlamasını istiyorsun. Veliaht, sen olacaksın. Bugünkü taç giyme töreni senin için yapılmış olacak. Savaş olmayacak. Ölüleri nasıl açıklamayı planlıyorsun?” Dediğinde Ülgen yutkundu.

“Bir salgın, sanki bir salgın çıkmış gibi düşünebilirler, bunu onların kafasına yerleştirebilirsin.” Dedi acımadan uzak bir sesle.

“Kanlı bir tahtta oturmayı ret mi ediyorsun? Hah.” Cadı yıllara meydan okumuş bembeyaz dişleriyle sırıttığında Ülgen gerildiğini hissetti.

“Büyüyü yapacak mısın, yoksa beni oyalayacak mısın?”

“Büyüyü yaptım diyelim, benim çıkarım ne olacak?”

“Bir çıkar peşinde olmasan şaşardım zaten.” Ülgen Han’ın bıkkınlıkla söyledikleri üzerine Cadı, rahatından ödün vermeden kol kısımları aşınmış eski koltuğunda arkasına yaslanıp omuz silkti.

“Tamam, eğer büyü işe yarar da başa geçersem sarayda, güzel bir odan, huzurlu bir hayatın ve istemediğin kadar yemeğin olur.” Dedi istemeye istemeye, gözlerini kaçırırken. Cadı, dilini damağında şaklatıp cıkcıkladı.

“Başa geçersen, beni eşin ilan edeceksin.” Cadının pervasızca söyledikleri üzerine Ülgen şoka uğradı.

“Ne! Sen iyice sınırlarını aşmaya başladın. İki büyü yaptın diye seni eşim ilan etmek mi? Kafayı sıyırdın herhalde.”

“Şartlar bunlar, kabul etmiyorsan kapı orada.” Yaşlı kadın, uzun parmaklarıyla Ülgen’in arkasındaki tahta kapıyı işaret etti. Ülgen, çatık kaşlarla kadının ciddi olup olmadığını anlamak için karşısındaki kırışıklıklarla dolu yüzü incelerken dışarıdan kükreme gibi bir ses duyuldu.

“ÜLGEN! ÇIK ORTAYA, KORKAK HERİF! YAPTIKLARININ HESABINI VERECEKSİN! İT SÜRÜNÜ DE SENİ DE KEMİKLERİNİZ BULUNMAYACAK HALE GETİRECEĞİM!”

Cadı, tek kaşını kaldırdı ve kapıya tekinsiz bakışlar atan Ülgen’e doğru döndü.

“Ne, o?” Dedi alayla. “Ulu Ülgen Han, yeni yetme bir Ateş Koruyucusundan mı korkuyor?”

Ülgen kararsız bakışlarını yaşlı kadına çevirdi ve kafasındaki çelişkilerden kurtulmaya çalışırcasına derin bir nefes aldı.

“Kabul,” dedi içinden kendi kendini başka şansı olmadığı konusunda telkin ederken. “Büyüyü yap, eğer başa geçersem… Seni eşim ilan edeceğim.”

Cadı, bembeyaz dişlerini göz önüne çıkaracak şekilde gülümsedi.

“Bak, şimdi ne güzel anlaşıyoruz.” Hemen ardından adamın kapısına attığı tekinsiz bakışlara karşılık ekledi. “Bizi bulamaz merak etme, evim koruyucu büyülerle çevrili.”

Eski bir parşömen kâğıdını çıkartıp, gerginliği bir nebze azalmış olan Ülgen’e elini uzatmasını işaret etti. Kumral saçları rüzgârın ve koşmasının etkisiyle dağılmış olan adam, kararsızlıkla elini uzatırken Cadı nereden çıkardığı belli olmayan bir hançerle Ülgen’in avucunun içinde derin bir kesik açtı. Genç adam, cadının bu ani hareketi yüzünden gelen acıyla yüzünü buruşturdu. Yaşlı kadın, elinin altına bir hokka koyarken Ülgen’e elini yumruk yapmasını işaret etti. Elektrik Koruyucusu, acıyla yüzünü buruşturarak elini yumruk hâline getirip sıktı ve kanı, damla damla, hokkanın içine aktı. Hokkanın içerisinde yeterli kan birikince Cadı, başıyla elini çekmesini işaret etti. Ülgen elini kucağına çekerken kirli camdan Alaz'ın çoktan diğer evleri yoklamaya başladığını gördü.

“Kurbandan bir parça.” Cadı elini öne doğru uzattı. Ülgen bir tek Erhan’ın kanına bulanmış olan kılıcını yaşlı kadına doğru uzattı. Kadın takdir edercesine dudak bükerken Ülgen telaşla odada volta atmaya başladı.

“Hızlı ol!” Diye tısladı cadıya dişlerinin arasından. Kadın tek kaşını kaldırıp ona baktı.

“Büyüyü aceleye getirmek istemezsiniz, Han’ım.” Dedi alayla. Ülgen, buğulu cama doğru ilerledi ve üzerlerine ilerlemekte kararlı olan alevlerle örülmüş duvarın dağlardaki hayvanları ovalara kaçmaya zorladığını gördü. Sıkıntıyla içini çekip, başparmağıyla Cadıya ateşten duvarı işaret etti.

“Ölümünün aceleye gelmesini istemiyorsan büyüyü aceleye getirsen iyi olacak.” Cadı, ona bakmak yerine elindeki parşömeni ışığa tutarken gözlerini devirdi.

“Bir şey yapmalıyız!” Erhan’ın sesi artık neredeyse tamamen boşalmış, kana bürünmüş arazide yankılandı. Siyah gözleri yere oturmuş gözlerini kapatıp dakikalardır efsunlu bir şeyler mırıldanan Od Ata'yı buldu.

“O, ne yapıyor?” Diye sordu Kübey Hatun’a doğru. Çünkü eğer duvarı durdurmaya yönelik büyüler yapıyorduysa bir işe yaramıyordu.

“Bizi korumaya alıyor.” Diye açıklamada bulundu genç kadın. Erhan bir an aklına bir fikir gelmiş gibi hevesli yüzünü Kübey Hatun'un yüzüne doğru çevirdi.

“Yağmur yağdırabilir misin?” Genç kadın cevap vermek için ağzını açamadan erzak çadırından peşinde Kızagan ile birlikte çıkıp yanlarına gelmiş olan Çisem onları yanıtladı.

“Bir işe yaramaz.” Üzerinde her zamanki elbiselerinin aksine koyu mavi bir zırh vardı ve zırhın onu rahatsız ettiğini belli eden bir ifade takınmıştı. “Duvar, saf ateşten yapılmamış. Büyülü… Alaz dışında birinin bu duvarı durdurabileceğini sanmıyorum.”

Erhan onu başıyla onaylarken, düşünmek için elini çenesine yasladı ama aniden zihnine saplanan bir acıyla eli başına doğru gitti. Zihnini bir kâğıt gibi ortadan ikiye bölen acı yüzünden çenesi kasıldı. Birileri zihnine bir ok saplayıp çıkarıyordu sanki.

“Mergen!” Dişlerini sıkarak acıyla inledi. Uzaklardan Kızagan’ın boğuk sesini duydu.

“Erhan? İyi misin, kardeşim?” Ellerini kulaklarına bastırıp zihnine hücum eden ona yabancı çığlıkları susturmaya çalıştı.

“Mergen!” Bir kere daha zorlukla konuşabildiğinde bu defa duyduğu insanların çığlıklarının etkisiyle bir damla gözyaşı yanaklarına doğru yuvarlandı. Çok fazla acı vardı… Çok fazla…

Zihninden daha önce hiç yaşamamış olduğu anlar akıp gidiyordu. Karanlık bir mağara, lanetli yaratıklar, işkenceler ve taştan, soğuk bir taht… Ellerini başının iki yanına koyup kendisini dizlerinin üzerine bırakırken aniden gözünün önüne gelen çocukluk anıları işini hiç de kolaylaştırmadı. Uzaklardan bu defa da Mergen’in koşma sesini ve boğuk bir şekilde ona seslendiğini duydu.

“Erhan!” Sanki birileri onu omuzlarından tutup sarsıyormuş gibi hissetse de anılar gözlerinin önünden akıp gitmeye devam ediyordu. Mergen’in soğuk parmaklarını o an sanki hiç ona ait olmamış olan bedeninde ve başının çevresinde hissetti.

Duyguları kontrol etmeye başladığı ilk anı gördü. Oğuz Kağan'ın yanına gelip onunla saraya gelmek isteyip istemediğini sorduğu andaydı şimdi. Kralın oğullarıyla tanışıyordu. Çocukluk aşkını gördü, Çisem’i… Ergenliğe girişini, Kızagan’la olan kılıç talimlerini, Mergen ile olan okçuluk talimlerini, Kuyaş’ın her fırsatta onu desteklediği anları, Alaz ile tanıştıkları zamanı gördü. Alaz’ın onu arkasına alıp Ülgen’e diklendiği zamanları… Ülgen’e karşı onu savunan tek kişinin hep Alaz olduğunu bir kere daha anlamış oldu.

“Zihnine bir çeşit büyü yapılıyor! İçeri giremiyorum.” Şakaklarında bir baskı hissetti ama ne olduğunu sorgulayamadı kendisini anı havuzunda yüzmeye bıraktı.

Kral ile olan eğitimlerini gördü. Katıldığı davetleri, eğlenceleri, dans ettiği kadınları, sohbetine ortak olan yüzleri… Hayatı ve o ana kadar yüzünü görmüş olduğu tüm insanlar bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçerken uzaklardan yine bir ses duydu. Bu sefer daha netti.

“Erhan?” Ses duraksadı. “İyi misin?” Gözleri buğulanmaya başladı. Birileri sanki oraya ait olmayan bedenini sarsmaya başladığında yabancı bir el zihninden daha önce yaşadığı anıları çekiyormuş gibi hissetti. Ellerini başının iki yanına koyarak aniden ayağa fırladı. Etrafında toplanmış olan arkadaşları irkilerek geri çekildi.

“ADİ HERİF!” Diye gürledi. Elini kolunu nereye koyacağını bilemeden erzak çadırına girdi ve tahta masanın üzerindeki parşömenleri elinin tersiyle itti. İki elini tahta masanın kenarlarına yerleştirip sakinleşmeye çalıştı. Göz ucuyla peşinden içeri girenlere baktı. Siyah gözleri sorgularcasına Mergen’in üzerinde biraz daha fazla oyalandı.

“O yapıyor,” Mergen düşüncelerini onayladı. “Fazla vaktin olmayabilir.” Çadıra Kübey’in ardından girmiş olan Oğuz Kağan çatık kaşlarının altındaki çekik gözlerini karşısındaki ikiliye dikti.

“Ne demek o?”

“Ülgen… Erhan’ın zihnini başka bir… İnsanla değil, başka bir şeyin zihniyle lanetliyor.” Mergen’in yutkunarak söyledikleriyle Çisem’in kaşları çatıldı.

“Engellesene, abi. Ne duruyorsun?” Mergen sıkıntıyla burun kemiğini işaret ve başparmağının arasına kıstırırken cevap veremedi. “Sen Akıl Koruyucusu değil misin? Korusana Erhan’ın aklını! Ülgen’in zihnine gir ya da durdur onu! Bir şey yap!” Abisine birkaç adım daha yaklaştı.

“Burada öylece lanetlenmesini izlemeyeceğiz değil mi? Ülgen’in zihnini yönlendir, bir şey yap!” Mergen’in yakasına tutunurken kontrolden çıkmışçasına abisini sarsmaya başladı.

“CEVAP VERSENE! YAPARIM DESENE!”

Gözyaşları mavi gözlerinden süzülürken Mergen onu engellemiyor sanki hak ediyormuşçasına kız kardeşinin onu hırpalamasına izin veriyordu. Kızagan öne atılıp kız kardeşini kollarından tutarak geri çekmeye çalıştı.

“Ne demek zihni lanetleniyor! SEN NE GÜNE DURUYORSUN! CEVAP VERSENE!” Kollarından tutulup güçlükle çekilmesine rağmen ileri atılmaya çalışıyordu.

“Çisem,” Erhan konuşunca genç kız duraksadı ve yaşlarla dolu gözlerini Erhan’ın siyah gözleriyle buluşturdu. “Böyle bir laneti ortadan kaldırmaya çalışmak abinin zihninde kalıcı hasarlara sebep olabilir.” Genç kız zorlukla yutkunmayı başardı.

“Ne yapacağız?” Titreyen bacaklarını zorlayarak birkaç adımda kendisini Erhan’ın kollarına bıraktı. Erhan kollarındaki genç kadının sırtını sıvazlarken kokusunu sessizce içine çekti. “Güçlerimi aktarmam lazım.” Mırıltıyla söyledikleri üzerine Çisem başını onun göğsünden kaldırdı ve doğrudan gözlerine baktı.

“Ne?”

Erhan işaret parmağını şakaklarına yerleştirip aklını işaret etti. “Burası giderse,” Parmağını kalbine doğru ilerletti. “Burası da gider.”

Gözlerini sertçe yumup olabildiğince zihnini toparlamaya çalıştı.

“Duyguları kontrol altında tutan benim varlığım. Bunu lanetli bir yaratığa devretmek akıl işi olmaz.” Zihnine saplanan keskin bir acıyla tekrar dişlerini sıkarken gözlerini açtı ve karşısındakilere baktı.

“Üzerinizde takı adına ne varsa hemen verin.”

Hepsi yüzünde bir endişe ifadesiyle ona bakarlarken Çisem elini zırhının yaka kısmından içeriye sokup oldukça sıradan bir kolye çıkarttı ve onu masaya koydu. Kızagan, Erhan'ın yıllardır aile yadigârları olduğunu bildiği üzerine hayat ağacı işlenmiş olan iğneyi ortaya çıkarırken Kübey Hatun, mavi bir elmasla işlenmiş küpelerini masaya bıraktı. Ardından hızla dışarı çıktı. Erhan, neler olduğunu anlayamadan genç kadın, içeri geri elinde Od Ata’nın elinden asla çıkartmadığı Ateş simgesinin üzerine özenle işlenmiş olduğu bronz yüzükle birlikte geri geldi. Erhan, başına tekrar ani bir sancı girerken bileğinden, Oğuz Beyleri ile aralarındaki sihirli bağı koruyan bilekliği çıkartıp, masadaki dört takının yanına yerleştirdi. İki elini havaya kaldırıp sanki birileri çekiçle vuruyormuşçasına ağrıyan başını göz ardı edip, odaklanmaya çalıştı.

***

“Bitmedi mi daha?”

Ülgen Han'ın sabırsız sesi, gözlerini kapatmış, büyülü bir şeyler mırıldanan Cadıya ulaştığında Cadı onaylamazcasına başını iki yana sallamıştı. Ülgen, camın kenarından çekilip tekrar kadının karşısına geçtiğinde kâğıda, anlamadığı bir dilde, kanıyla yazılmış harflere baktı. Cadı en sonunda gözlerini açıp, Ülgen’e baktığında genç adam sorarcasına ona baktı.

“İmzalaman lazım.” Dedi yaşlı kadın derinden gelen bir sesle. Ülgen gözlerini devirdi.

“Beni kan kaybından öldürmeye çalışıyorsun galiba.”

Zırhının iç cebinden bir iğne çıkartıp, işaret parmağını kanattı. Cadı, arkasına yaslanıp Ülgen’in imzayı atmasını beklerken, koruyucu büyülerine rağmen bir patlamayla evinin derme çatma kapısının ardına kadar açılmasını beklemiyordu. Alaz Han, gerçek anlamda gözlerinden ateş saçarak ve burnundan soluyarak evi ateşe vermek üzereyken, parmağını büyülü kâğıda basmak üzere olan Ülgen’i gördü ve siniri ikiye katlanırken bir de üzerine şaşkınlık eklendi. Elini uyarırcasına havaya kaldırdı.

“SAKIN-” Diye haykırdığında, o gün ikinci defa gecikmiş olduğunu anlaması çok uzun sürmedi. Ülgen Han işaret parmağını, kendi kanıyla yazılmış büyünün altına, imza olarak bastı ve diyarın tüm kaderini değiştirdi.

Tüm zihinler karanlığa, Erhan ise yalnızlığa gömüldü.

 

***

“Han'ım,” Genç ve taze bir ses Ülgen Han'ın kulaklarından zihninin derinliklerine ulaştığında genç adam, bulanık zihnini, geride bırakıp parlak mavi gözlerini açtı. Karşısında ona, gözlerini kırpıştırarak bakan genç kıza sorarcasına baktığında genç kız, haddini aşmaktan korkarak ağzını araladı.

“İyi misiniz?”

Ülgen afallamış mavi gözlerini bulunduğu yerde dolandırdı. Sarayın kutlama salonundaydı. Ve işin ilginç yanı, bu defa kürsüde olan babası değil O’ydu. Özel olarak süslenmiş olan salon, tıka basa doluydu. İnsanlar kahkaha atarak sohbet ediyor, kadehler tokuşturuluyor, danslar ediliyordu. Genç adam mavi gözleri salonu tararken, vahşi yanını görmüş olduğu tüm bu insanların nasıl olup da birbirlerini seviyormuş gibi davranabildiklerini görünce şaşırdı. Gözleri, salonun en uzak köşesindeki kızıl saçlı, gözlerinden kibir akan oğlana çarptığında gerildiğini hissetti. Alaz Han, üzerindeki tamamen siyah cüppesi içerisinde babasının yanında oturmaktan ve yasını belli edercesine somurtmaktan başka bir şey yapmıyordu. Tehlike arz etmiyordu. Ülgen’in gözü refleks olarak camdan dışarı, Sıradağlara ulaştığında her şeyin yolunda olduğunu gördü. Duvar yoktu, taht O’nundu, etrafta Erhan’a dair en ufak bir işaret bile yoktu. Herkes mutluydu.

“Hem de çok iyiyim, Kübey.” Genç kadın dudaklarını birbirine bastırarak zorlukla tebessüm etti.

“Taç giyme töreni birazdan gerçekleştirilecek, Han’ım.” Ülgen, derin bir nefes alıp gülümsedi ve artık ona itaat edecek olan insanlara bakıp sonunda olmak istediği yere gelebilmesinin getirdiği haz hissiyatıyla ödüllendirildi. Belki biraz hileyle ama eninde sonunda istediği yerdeydi. O, durdurulamazdı. Hep öyle olmuştu.

“Birazdan Kara Han gelip, babanızın vasiyetiyle, tacı size takdim edecek.”

Kübey’in ellerini önünde kavuşturup söylemiş oldukları üzerine Ülgen onu başıyla onayladı ve kadının üzerindeki her zamanki sıradan elbiselerinin aksine oldukça şatafatlı ve hoş duran, gözlerinin rengini ortaya çıkaran elbisesini inceledi. Kübey, Ülgen’in onu incelediğini fark edince yanaklarının kızarmasını engelleyemedi.

“Çok… Hoş olmuşsun.”

Ülgen’in yüzüne bakmadan söyledikleri üzerine genç kadın, içinden allık sürmemiş olmayı dilese de, gözlerini kaçırarak ağzının içinde bir teşekkür mırıldanıp ağır adımlarla onlara doğru gelen Kara Han'ın yolundan çekildi. Yaşlı adam, Oğuz Kağan’dan önce Oğuz Boyları üzerindeki hâkimiyetiyle tanınıyordu. Yaşlanıp yerini oğluna bırakmadan önce ülkeye paha biçilmez yardımlarda bulunmuştu.

Ülgen babasının ne olursa olsun kraliyet işlerine bir şekilde Oğuzları dâhil etmeden yapamadığını fark ettiğinde gözlerini devirmekten başka bir şey yapamadı. Ölü bir adama ne denebilirdi ki? Kara Han, çekik gözleriyle baştan aşağı Ülgen’i süzdü ve onaylamazcasına başını iki yana salladı. Ülgen, yalnızca ikisinin duyabileceği bir sesle konuştu.

“Bir sorun mu var?”

Karşısındaki adamı aşağılarcasına baştan aşağı süzerken Kübey’in elinde tuttuğu kabarık yastığın üzerindeki ihtişamlı, göz alıcı taca yöneldiğinde salona bir sessizlik çökmüştü. Elinde taç ile Ülgen’in önüne geldiğinde uyarıcı bir ses tonu kuşandı.

“Üzerinde aşırı bir büyü kokusu var-”

“Büyü kokusu mu?” Ülgen’in alayla söyledikleri üzerine Kara Han başıyla onu onayladı.

“Sadece kadim kişiler büyünün kokusunu alabilir. Dikkat et, kaderi değiştirmenin büyük sonuçları olur.”

“Ben hiçbir şey yapmadım, ne saçmaladığın hakkında en ufak bir fikrim yok.” Yaşlı adam, kararlı gözlerini Ülgen’e dikip bir kere daha başını iki yana salladı ve tacı ağır hareketlerle genç oğlanın özenle taranmış kumral saçlarının üzerine bıraktı. Salonda bir alkış tufanı koptu. Kara Han, kürsüden inmeden önce son bir defa daha ona baktı.

“Dikkat et.” Diye uyardı, genç oğlanı ve alkışlamayı hâlâ sürdüren kalabalığın içinde kayboldu. Ülgen, dalgınlıkla yaşlı adamın arkasından bakakalırken Kübey tekrardan yanına geldi ve başını eğerek nazik bir reveransta bulunarak onu selamladı.

“Hünkârım,” dedi çekinceyle Ülgen bu kelimenin getirdiği haz hissiyatıyla mavi gözlerini genç kadına çevirdi. “Dansı açmanız gerekiyor.”

Ülgen, gözlerini kırpıştırdı ve beklentiyle ona bakan kalabalığa döndü.

“Dansı seninle açmamda bir sakınca var mı, Kübey?” Dedi açık mavi gözlerini Kübey’in mavilerine dikerken. Kız, kızaran yanaklarını gizleme çabasıyla yüzünü eğdi ve o daha ağzını açamadan başka bir ses araya girdi.

“Bana sözünüz vardı, Hünkârım.”

Ülgen, kanının donduğunu hissetti. Sol tarafından gelen sesin sahibine döndüğü sırada yaşadığı korku ve panik hissiyatı ikiye katlandı. Karşısındaki, simsiyah, gür saçları ve pürüzsüz cildiyle ona bakan kadının cüretkâr bir tavırla, sarf ettiği sözler Ülgen’in mavi gözlerini irileştirmeye yetmişti. Mümkünmüş gibi daha da irileşen gözleriyle kadının kusursuz vücut hatlarını ve hangi kuşun olduğunu bilmek istemediği siyah tüylerle süslenmiş, cesur elbisesini baştan aşağı süzdü. Sağ tarafına dönüp Kübey’e özür dilercesine bir bakış attıktan sonra isteksizce, nazik bir reveransla elini karşısındaki cüretkâr kadına uzattı. Kadın, bembeyaz dişlerini ortaya serecek bir şekilde gülümseyerek ona uzatılan eli sertçe tutup Ülgen'in onu piste götürmesine izin verdi. Ülgen elini genç kadının beline yerleştirirken, kadın eteğini zarif bir hareketle bırakıp elini Ülgen’in omzuna yerleştirdi. Kadın, bir kuğu gibi zarif hareketlerle Ülgen’in dansına eşlik ederken, genç adam yaşadığı korku yüzünden dans etmekte zorlanıyordu.

“Bu… Nasıl-”

“Deden,” diye konuşmaya başladı genç kadın. “Cadıları lanetlediğinde sen henüz bir çocuktun. Beni de lanetledi. Güzelliğimi, gençliğimi elimden aldı ve laneti kırmanın tek yolu onun soyundan gelen birinin benden yardım dilenmesiydi.”

Kadının konuşmasını bir kıkırdama takip ederken, Ülgen dehşete düşmüş gibi kollarının arasında bir kuğu zarafetiyle dans eden genç kadına bakıyordu. En ufak bir leke bile olmayan bembeyaz tenine, küçük, sivri burnuna, dolgun dudaklarına, çekik siyah gözlerini süsleyen gür, siyah kirpiklerine ve kalın, nizamlı kaşlarına… O, olamazdı. İmkânsızdı. Kendisini dansa ve partnerini incelemeye o kadar kaptırmıştı ki etrafta çoğalan fısıltıları bile duymuyordu sanki.

“Kim, o?”

“Bilmiyorum ama büyülü bir güzelliği var.”

“Kral’ın ilk dansını aldı, tabi ki büyülü bir güzelliği olacak.”

“Onu buralarda gördüğümü hatırlamıyorum.”

“Kimin umurunda? Bana, bundan sonra uzun bir süre buralarda görecekmişiz gibi geliyor.”

Ülgen, kulaklarını tıkadı ve mavi gözlerini kollarının arasındaki kadının üzerinden ayırmadı. Müzik sona erdiğinde, genç kadın zarafetle elbisesinin eteklerini tuttu ve Ülgen’in önünde dizlerini kırarak nazik bir reveransta bulundu. Kadın, pisti terk edeceği sırada genç adam kolunu tuttu.

“İsmin?” Dedi zorla yutkunarak. Kadını bir kıkırdama tuttu. İnce, uzun ellerini cilveli bir tavırla Ülgen’in omuzlarına yerleştirdi.

“Cadı diyerek yeterince eğleniyordun, sanki.” Diye fısıldadı aynı cüretkârlıkla. Ülgen tek kaşını havalandırarak başını iki yana salladı ve bir cevap beklemeye devam etti.

“Benice,” dedi kadın sırıttığı her hâlinden belli olan sesiyle. “Anlamını biliyor musun?” Ülgen başını tekrar olumsuz anlamda iki yana sallarken bu durum kadını epey eğlendiriyordu. Dudaklarını, Ülgen’in ürpermesine sebep olacak bir şekilde kulağına yaklaştırıp fısıldadı.

“Sonsuzluk.”

“Bu epey iddialı bir kavram.” Dedi Ülgen alayla, karşısındaki kadın kıkırdarken.

“Partinizin tadını çıkarın, Han’ım.”

Genç kadın pisti terk ederken, Ülgen arkasından onu büyüleyip büyülemediği düşüncesiyle kalakaldı. Salonun etrafına kurulmuş masalardan gözüne kestirmiş olduğu birine doğru ilerledi. Masaya yaklaşırken Yelin Hatun’un Od Ata ile olan sohbetine kulak misafiri oldu.

“Eşin için gerçekten çok üzgünüm ama kendine bunu yapamazsın. Alaz’ı düşün, halkını düşün… Yeni bir devir başlıyor-”

“O haklı.” Ülgen, geldiğini belirtmek istercesine araya girdi. “Kendini toparlamalısın, Krallığın sana ihtiyacı var.” Koruyucu liderler içerisinde en gençleri olan Yelin Hatun, Ülgen’in önünde nazik bir reverans yaparken, Ülgen de onu başıyla selamladı. Elini uzatıp, genç kadını dansa davet edeceği sırada kadının arkasından Ülgen’in tüylerini diken diken eden bir ses duyuldu.

“Ben de tam sizi dansa kaldıracaktım, Leydim.”

Yelin Hatun, arkasını dönüp kızıl harelerle çevrilmiş kahverengi gözlerle karşı karşıya geldi. Tam ağzını açacağı sırada Ülgen onu şaşırtacak kadar sert ve soğuk bir sesle araya girdi.

Geç kaldın, Alaz.”

Sanki sözlerinin altında başka bir anlam yatıyormuşçasına mavi gözlerini bir kedi gibi kısarak karşısındaki genç adama dikti. Yelin Hatun, yeşil gözlerini kırpıştırarak birbirlerine ölümcül bakışlar atan iki adama baktıktan sonra ortamı yumuşatmak amacıyla hafifçe kıkırdadı.

“İkinizle de dans edebilirim, beyler. Sırayla tabii.” Alaya vurarak söyledikleriyle Alaz Han, nazik bir reveransta bulundu ve beyaz gömleğinin yakasını çekiştirdi.

“Sağ olun, Leydim fakat ne yazık ki partiyi terk etmek durumunda bulunacağım. Malumunuz salon, epey bunaltıcı gelmeye başladı.”

Yelin, genç adamın reveransına açık gri elbisesinin kabarık eteklerini tutup dizlerini kırarak karşılık verdi. Genç oğlan etrafındaki engelleyemediği güç kalkanı yüzünden her yanından geçtiği masada mumların sönmesine sebep oluyor o uzaklaşınca mumlar yanmaya devam ediyordu. Salon kapısından çıkıp gözden kaybolduktan sonra Yelin nazik bir hareketle elbisesinin kabarık tüllerini düzeltti ve yeşil gözlerini Ülgen’in açık mavi gözlerine dikti.

“Ona karşı daha anlayışlı olabilirdin,” Duraksayıp Ülgen’in taş kadar sert yüzüne baktı. “Annesini daha yeni kaybetti. Yas tutuyor.” Ülgen’in yüzünde kendini beğenmiş bir gülümseme oluşurken elini bu defa izin almadan genç kadının beline doladı ve kadının zarif elini avucunun içine aldı.

“Ama vakit yas vakti değil, Yelin. Öyle değil mi?” Hatırlamıyor olabilirdi fakat Ülgen bu kadının ona bir kere ihanet ettiğini unutacak değildi.

“Bizim için elbette değil.” Dudakları iki yana kıvrılırken porselen gibi parlayan yüzünün büyüleyici görüntüsüne inci gibi parlayan dişleri de dâhil oldu. “Hep senin Kral olmanı destekledim biliyorsun, Ülgen.” Genç adamın omzuna yerleştirmiş olduğu uzun, biçimli elini kaldırıp parmaklarının ucuyla Ülgen’in kumral saçlarının üzerine yerleştirilmiş olan taca dokundu. “Sana çok yakıştı.” Ülgen samimiyetten uzak bir gülümseme takınmak istediyse de başarısız oldu.

Karşısındaki kadına en içten tebessümlerinden birini bahşederken müziğin sona ermesiyle kadının elinin üzerine nazik bir öpücük kondurdu ve kürsüye yerleştirilmiş olan ihtişamlı tahtına doğru ilerledi. Kürsüye çıkmadan önce tahtın yanında duran dört muhafızdan ikisine doğru döndü.

"Erkek kardeşim Kızagan'ı bulun ve onu saraydan olabildiğince uzaklaştırın." Muhafızlar tedirgince birbirlerine baktıktan sonra yeni kralı başlarıyla onayladılar ve geri adımlarla kürsüden indiler.

Kırmızı bir koltuğun üzerine yerleştirilmiş olduğu altından yapılma tahtına ulaşmak için henüz kürsüde birkaç basamak çıkmıştı ki içgüdüyle başını arkaya doğru çevirip mavi gözleriyle salonu taradı. Gözleri bir çift kahverengi gözle buluşana kadar bakınmayı sürdürdü. Kardeşiyle göz göze gelir gelmez genç adamın kalp atışları hızlandı. Hemen gözlerini kaçırmasına rağmen başını tekrar çevirip de kardeşini olduğu yerinde görememesiyle telaşı ikiye katlandı. Titrek adımlarla tahtına doğru ilerlerken zihninin içinde yankılanan bir sesle gözleri fal taşı gibi açıldı.

Hakkınla oturduğun taht, öyle mi?

Adımlarını hızlandırıp kürsüyü geçti ve tahtına yerleşip bu defa tahtın iki yanında duran biri kadın biri erkek olan muhafızlara döndü.

“Kardeşim Mergen Han’ı bulun lütfen.” Muhafızlar sorgularcasına birbirlerine bakarken sözünü tamamladı. “Ama onu uzaklaştırmayın sarayda tutun, ona layığıyla muamele göstereceğinize eminim.”

Muhafızlardan erkek olan kararsızlıkla ağzını aralamak üzereyken kadın araya girerek Ülgen’in önünde diz çöktü.

“Emredersiniz, Hünkârım.”

Arkadaşına bir baş hareketi yaptıktan sonra ayağa kalktı ve iki muhafız kutlama salonunu dikkat çekmemeye özen göstererek terk ettiler.

Hakkıyla ya da hileyle fark etmez, zafere ulaşan ve tahta kurulan kişi kendisiydi.

Madem ortada bir oyun vardı.

Bundan sonra oyun onun kurallarıyla oynanacaktı...

BİR ASIR SONRA...

Soğuk ve ıssız koridorda peşinde sürüklenen peleriniyle yürüyen, kumral saçları omuzlarına dökülen adam sert adımlarla koridorun sağına ve soluna yerleştirilmiş odaları geçip koridorun sonuna ulaştı. Çenesi dişlerini sıkmaktan gerilmiş, mavi gözleri karanlık koridorda birer yıldız gibi parlıyorlardı sanki. Geniş kapıları olan yemek salonunun başında bekleyen muhafızlar o yaklaşır yaklaşmaz iki geniş kapıyı da ardına kadar açtılar. Adımlarındaki kararlılığı kaybetmeden içeriyi boylu boyunca kaplayan yemek masasının bulunduğu, göz alıcı güzelliğiyle onu her seferinde mest eden yemek odasına girdi. Açık mavi gözleri kısa bir süreliğine odayı taradıktan sonra en başta bulunan koltuğun hemen sağ tarafında oturan siyah saçlı kadını görmesiyle kapıları elinin küçük bir hareketiyle kapattı.

“Benice,” Gençliğinden yıllar geçse de hiçbir şey kaybetmeyen kadın çekik siyah gözlerini önündeki yemeğinden, kapıdan içeri henüz girmiş olan kocasına doğru çevirdi. “Konuşmamız gerek.” Kadının kaşları çatılırken ayağa kalktı ve siyah, dar, dökümlü elbisesini gözler önüne serdi.

“Ne hakkında, tam olarak?” Kadın zarif hareketlerle ona doğru gelirken adam sessiz bir yakarışla gözlerini yumdu.

“Yıllar önce bana güvencesini vermiş olduğun ama bugün sekteye uğradığını öğrendiğim tek işin üzerine.” Adamın sert bir duvarı aratmayacak tavırlarla söyledikleriyle kadın duraksadı.

“Ne olmuş?” Adamın sesindeki endişe ona da bulaşmıştı. Adam sert adımlarla eşine doğru yürüdü ve tam önünde durdu.

“Büyü yüz yılda bir, bir kişinin zihni tarafından kırılıyormuş.” Adamın fısıltıyla söyledikleri üzerine kadının gözlerinden belirgin bir şaşkınlık ifadesi geçti. Titrek gözleri kocasının kararlı mavi gözleriyle buluştu. Göğsünde bir şeyler içeriyi tırmalarken nefes alışverişleri düzensiz bir hale büründü. Büyüyü yapmasının üzerinden bugün tam yüz yıl geçmişti.

“Ülgen,” Kadın yutkundu ve siyah gözlerini titreyen ellerine çevirdi. “Her büyünün bir açığı olur. Bu elimde olan bir şey değil. En iyi cadılar bile bunu engelleyemez.”

Ülgen sıkıntıyla yüzünü sağ elinin avucunun içine aldı ve derin bir nefes aldı. Kadını anlaşmayı bozmakla tehdit edemezdi çünkü yıllar içinde ona ve onun varlığına olması gerekenden daha fazla alışmıştı. İçinden bir ses ona, gün geçtikçe kadına daha da fazla âşık olduğunu söylese de o bunu reddetmekte ısrarcıydı.

“Bil bakalım, ilk yüzyılda kimin zihni büyüyü kırmış?” Yüzünü kadının yüzüne daha da yaklaştırarak tehdit edercesine söyledikleriyle kadın bilmediğini belirtmek istercesine göz kırpıştırdı. İlk başta tek amacı sarayda ve yönetimde söz sahibi olmakken şimdi Ülgen’in yanından ayrılmak zorunda kalma düşüncesi bile onu harap ediyordu.

“Oğuz Kağan’ın.”

Benice’nin nefesi kesildi. Kocasından birkaç adım geri çıkarken ellerini sıkıntıyla siyah saçlarından geçirdi. Kafasını hiddetle iki yana sallamaya başladığında Ülgen onun da bundan haberi olmadığını anladı.

“Şimdi ne yapacağız?” Genç kadının başını ellerinin arasından kaldırarak sorduklarıyla Ülgen bilmediğini belirtircesine başını iki yana salladı.

Benice, bulunduğu yerde dikleşerek toparlandı ve omuzları çökmüş eşine doğru ilerledi. İnce, uzun ellerini zarif hareketlerle karşısındaki adamın geniş omuzlarına yerleştirdi. Ülgen başını kaldırmayı reddederek yere bakmaya devam ederken genç kadın hafifçe onun önünde eğilerek görüş açısına girdi ve eşinin ona bakmasını sağladı.

“Onu halkıyla tehdit et.” Ülgen’in kaşları çatılırken karşısındaki kadının tam olarak ne düşündüğünü anlamaya çalışıyordu. Benice işaret parmağıyla karşısındaki adamın göğsüne vurdu. “Tahttan düşsen bile, tüm Oğuz boylarını yerle bir edecek güç damarlarında akıyor senin.”

Ülgen’in kaşları daha da çatılırken eşi çekik gözlerini kısarak ona onu anlayıp anlamadığını sorarcasına baktı. Genç adam kaşlarını serbest bırakıp başıyla kısaca onayladığını belirtirken kapının çalınmasıyla ikisi de o yöne doğru döndü.

“Gel.” Ülgen’in emriyle kapıda bekleyen muhafızlardan biri dimdik odanın ortasına kadar ilerledikten sonra Kral’ın karşısında saygıyla eğildi. Ülgen onu başıyla onayladıktan sonra yeniden dikleşti.

“Oğuz Kağan sizinle görüşmek istiyor, Hünkârım.”

Ülgen yutkunarak son bir defa karısına baktı, Benice onu başıyla yalnızca ikisinin anlayabileceği kadar kısa bir süre içinde onayladı. Genç adam muhafıza döndü.

“Kendisine toplantı odasına kadar eşlik edin ve ikramlarda bulunun. Geleceğimi kendisine bildirin.” Muhafız onu başıyla onaylayıp geri geri odayı terk ederken Ülgen sıkıntılı adımlarla masayı geçip eşinin tepsisinde yarım bırakılmış olan içki dolu bardağı bir dikişte bitirdi. Tekrar eşinin yanına dönüp kadını belinden tutup kendisine çekti ve dudaklarına kısa ama sert bir öpücük kondurduktan sonra kadının konuşmasına izin vermeden odanın çıkışına yöneldi. Aklında eşinin ona söylediğinden çok daha farklı bir fikir vardı ama Benice’nin planı da bir B planı olabilirdi.

Üst kattaki toplantı odasına giderken merdivenleri ağır adımlarla, bitmemesini umarcasına çıkmasına rağmen son basamağa ulaştığında sıkıntılı bir nefes daha alıp verdi ve merdivenlerin hemen karşısında kalan toplantı odasına odanın iki yanında bulunan muhafızlara aldırmadan giriş yaptı. Oda uzun bir masanın yanı sıra, iki kişilik özel toplantılar için camların önüne yerleştirilmiş özel masalarla doldurulmuştu. Ülgen Han, ağır adımlarla boylu boyunca geniş odanın büyük bir kısmını kaplayan masayı geçtikten sonra Oğuz Kağan’ın tüm heybetiyle odanın bir duvarını tamamen kaplayan camın önündeki iki kişilik masalardan birinde, önünde hiç dokunulmamış bir içki şişesi ve içindeki buzların erimeye yüz tutmuş olduğu bir bardakla oturuyordu. Kapının açılıp kapanmış olmasını duymasına rağmen başını saray bahçesine bakan camdan ayırmamıştı. Ülgen dikkat çekmek için boğazını temizleyerek adamın karşısındaki sandalyeyi çekti ve ona dönen çekik kahverengi gözlerden gözlerini ayırmadan sandalyeye kuruldu.

“Dokunmamışsın.” Ülgen’in başıyla içki şişesini göstererek söyledikleriyle Oğuz Kağan gözlerini devirdi ve başını tekrar cama doğru çevirdi.

“İçki içmem.” Ülgen’in mavi gözleri anlayışla kısıldı.

“Benim hatam. Kahve?”

“İstemez.”

Oğuz Kağan’ın yüzüne bakmadan verdiği cevapla genç adam bir kere daha boğazını temizleyip karşısındaki asırlar geçse de asla yaşlanmayan adamın dikkatini çekti.

“Buraya neden geldin?”

İçten içe cevabını bildiği bir soruyu karşısındaki adama yöneltince Oğuz Kağan alayla başını sağa sola sallayarak güldü ve bu defa doğrudan Ülgen’in gözlerinin içine baktı. Dirseklerini masanın üzerine yerleştirirken çatık kaşlarının altındaki kahverengi gözlerini karşısındaki adamdan bir saniye bile ayırmadı.

“Neden geldiğimi biliyorsun ve ne bildiğimi de.” İddialı bir ses tonuyla teklemeden söyledikleriyle Ülgen’in göz bebekleri bile oynamadı.

“Bir anlaşma yapabiliriz diye umuyordum-”

“Hayır,” Oğuz Kağan’ın ürkütücü bir sakinlikle söyledikleriyle Ülgen ürperse de belli etmedi. “Sana tavsiye vermeye geldim, evlat.” Bu defa göz deviren Ülgen oldu.

“Lanet Erhan’ı etkilemiş olabilir ve farkında olmayabilirsin ama o yanında tuttuğun cadı günden güne seni zayıf düşürüyor olabilir.” Konuşmanın ciddiyetiyle alaylı halinden kurtulan Ülgen kaşlarını çattı. “Ama eğer bir çocuğunuz olmasını isterse ki bu çok yakın bir zamanda olacak,” Oğuz Kağan sakin hareketlerle sandalyesini geri itti ve ayağa kalktı. “O çocuk, bir cadının çocuğu, hepimizin laneti olur. Ama en çok senin. Daha ne kadar lanetlenebilirsin bilmiyorum, Ülgen ama tüm gücünü iliklerine kadar sömürecek bir güç düşün.”

Arkasını dönüp lafını bitirdiğini belirtircesine kapıya doğru ilerlerken onu durduran şey Ülgen’in söyledikleri oldu.

“Aynı senin gibi mi?”

Adımı havada asılı kalan adam ağır hareketlerle başını arkasında sırıtarak ona doğru bakan adama doğru çevirdi. Genç adam, rahat hareketlerle işaret parmağını ‘seni gidi seni’ dercesine karşısındaki adama doğru salladı ve sandalyesine iyice kuruldu.

“Kral olmanın birkaç iyi yanı da var tabi,” Masadaki içki şişesine uzanırken alaylı konuşmasına devam etti. “Bilmem kaç bin yıldır bu topraklarda yaşamana rağmen hiç yaşlanmamanı araştırmayacağımı düşünmen senin ayıbın.”

Aslında yalan söylüyordu. Oğuz’un zihninin laneti kırdığını öğrenir öğrenmez onun hakkında detaylı bir araştırma yapmış ve annesinin şaman soylu bir cadı olduğunu öğrenmişti. Bu da neden laneti ilk onun zihninin kırdığını açıklıyordu. Keyifle içindeki buzların yarısının erimiş olduğu bardağı içkiyle doldurup bardağı tekrar masaya yaklaşmış olan adama doğru kaldırdı. Oğuz Kağan adımlarındaki kararlılığı kaybetmeden biraz önce kalkmış olduğu sandalyeye geri oturdu.

“Ne istiyorsun?” Ülgen’in yüzündeki sırıtış büyüdü.

“Bu sırrımızı sende bizimle birlikte saklı tut ki Oğuz boyları liderlerinin onlar gibi güçten mahrum bırakılmadığını hatta ve hatta lanetli olduğunu öğrenmesinler.” Oğuz Kağan çatık kaşları altından karşısındaki adama bakmaya devam ederken sesli bir şekilde burnundan soludu. Sağ elini bıyıklarından başlayıp gür sakalına doğru hareket ettirdi.

“O çocuğu kurtarmamız lazım. Başımızda yeterince lanetli yaratık var.” Ülgen bardağını sakin hareketlerle masaya bırakırken yüzünde sahte bir gülümseme oluştu.

“Nasıl da kendini biliyor.” Ülgen’in söyledikleriyle Oğuz yumruğunu masaya indirdi ve masadaki içki dolu bardağın bir kısmı Ülgen’in beyaz gömleğinin üzerine döküldü.

“Saf pamuktandı, bu!” Ülgen’in yakarışına aldırmadan gözlerini ondan ayırmayan adam konuştu.

“Bu odada lanetlenen tek bir kişi var ve o da ben değilim. Şimdi soruma cevap ver.” Ülgen sakinliğinden taviz vermeden bardağını tekrar eline aldı.

“Hayır,” Aynı sakin hareketlerle içkisinden bir yudum aldı. “Her şeyi hatırlıyor.”

“Lanet tüm ülkeyi etkiledi, o da bu ülke sınırları içerisinde.” Ülgen alayla başını iki yana salladı.

“Değil, Erlik Han hiçbir şey hatırlamıyor olsa da onun zihninin içinde sıkışıp kalmış olan Erhan’ın zihni her şeyi hatırlıyor.” Oğuz Kağan’ın sinirden dişlerini sıkmasıyla kasılmış çenesi titriyordu.

“Onu kurtaracağım, benim himayemde oğullarımla birlikte saraydan uzakta yaşayacak. Mergen eminim yüzyıldır yaptığın gibi bir işkence seansından daha sonra onun da zihnini temizleyecektir.”

Ülgen arkasına yaslandı ve karşısındaki adamın dürüst olup olmadığını anlamak için gözlerinin içine baktı. Mergen’e olanları bilmesi şuan umursayacağı son şeydi.

“Pekâlâ,” Elindeki bardağı sallayıp artık neredeyse erimiş olan buzlara baktı. “Halkımız Krallarının onları bir canavardan kurtardığını öğrenince bu onları epey mutlu edecektir.” Oğuz Kağan içinden karşısındaki adam için hiç hoş şeyler geçirmeden yerinden kalkarken Ülgen tekrar arkasından seslendi.

“Annenin yanına uğrarken karımı da yanında götür, Oğuzcuğum. Benice, kendisi gibileri görmeyeli yüz yıl oluyor. Hasret gidersin canım karım.” Oğuz ellerinden biri yumruk olurken ağzının içinde mırıldandı.

“Piç herif.”

“Bir şey demedin umarım, Oğuzcuğum.”

“Götürürüm.”

Huysuzca konuştuktan sonra arkasından sertçe kapanan kapılar eşliğinde merdivene yöneldi. Ülgen giden adamın arkasından sırıtarak baktıktan sonra tamamen erimiş olan buzlarla karışmış içkisini bir dikişte bitirdi.

“İşte böyle.”

Elinde tuttuğu boş bardağı masaya bırakırken bir zafer daha kazanmasının getirdiği mutlulukla dördüncü katın camından bahçeye çıkmış bir hışımla dağlara doğru ilerleyen adamı izledi.

***

Kralın yatak odasında yüz yıl önce ülkenin o zamana kadar gördüğü, sınır ülkelerin bile misafir edildiği en ihtişamlı düğünle saraya girmiş olan siyah saçları beline dökülen genç kadın yerinde duramıyor, odada volta atıyordu. Devamlı camdan dışarıya bakıyor ve gökyüzünde tek bir bulut bile olmadığını gördükçe içine su serpiliyordu. Ülgen’in emriyle merdivenin başındaki muhafızlar dışında tamamen boş olan koridorda yankılanan ayak sesleriyle kadın kapıya doğru bakarak büyük bir telaşla açılmasını bekledi. Birkaç saniye sonra kapı aralandı ve eşi ne yaşadığı okunamayan bir yüz ifadesiyle odaya girdi. Genç kadın konuşmak için hemen birkaç adımda yanına gitti ama araladığı ağzını gömleğinin üzerindeki lekeyi görmesiyle geri kapattı.

“Kavga mı ettin?” Endişeyle sorarken bir yandan da eşinin gömleğinin düğmelerini zarif parmaklarının yardımıyla açıyordu. Genç adamın içten gelen kahkahası odada yankılanırken Benice şaşkınlıkla kocasına baktı.

“Yüzyıl önce Alaz-” Ülgen yüzünü buruşturup eşinden uzaklaştı ve yatağına doğru ilerledi.

“Bari yatak odamda anma şunun adını.” Kadın inatla başını iki yana salladı.

“Yüzyıl önce Alaz sana yenilmenin sende yan etki bırakıp bırakmadığını sormuştu. Kahkaha attığın için.” Ülgen tek kaşını kaldırıp eşine baktı. Kadın onu umursamadan devam etti. “Ama yanılıyordu. Sen zafer kazanmadığın sürece gülmezsin. Bu senin hırsının en büyük işareti.” Adam birkaç adımda eşine iyice yaklaştı.

“Ve sen, bunu nereden biliyorsun?” Kadın bir adım gerileyip gözlerini ayakkabılarının ucuna dikti. Ülgen gülerek ona biraz daha yaklaştı ve yüzünü eğip eşinin yüzüyle aynı hizaya getirdi. “Aklımı mı okuyorsun, Benice?” Genç adamın eğleniyormuş gibi çıkan sesiyle Benice gözlerini onun gözlerine dikti.

Yanakları kızarmıştı. Ama Cadılar utanmazdı.

“Bilerek olmuyor,” Benice, onu köşeye sıkıştırmış olan kocasını göğsünden itekleyip yatağa doğru ilerledi. “Bazen kâbuslar görüyorsun. Çoğunlukla Alaz ile ilgili… Zihnine girip seni rahatlatmam gerekiyor ama zihnin çok karışık.”

Elinin bir hareketiyle elbisesinin sırtındaki fermuar dokunmasına gerek kalmadan sonuna kadar açıldı. Siyah, dar elbisesi ayaklarının dibine düşerken Ülgen gözleriyle arsızca karısını süzüp karısının gözlerine ulaştığında sırıttı. Benice tek kaşını kaldırıp parmağını şıklattı ve üzerinde pamuklu, siyah pijamaları belirdi.

Genç adam somurtup karısının açmaya başladığı gömleğinin düğmelerinin tamamını açıp beyaz gömleği üzerinden cübbesiyle birlikte çıkarttı. Yapılı vücudunu eşinin gözüne sokmak istercesine geceliğinin üstünü giymemeyi tercih etti. Parmağının bir hareketiyle odadaki aydınlığın tek sebebi olan mumları söndürdü ve çoktan yatağa girip ona sırtını dönmüş olan Benice’nin yanına kıvrıldı.

“Ne olduğunu sormayacak mısın?” Eşinin merakından şuan çatladığını bildiği için sırıtarak sormuştu bu soruyu. Yüzüne bakmayı reddeden karısından bir homurtu yükseldi.

“Sen uyuyunca zihnine girerim.” Kadının beraberinde kıkırdayarak söyledikleriyle Ülgen yatakta oturur pozisyona geçti.

“Benice!” Kadın arkasını dönüp yorgun siyah gözlerini eşinin karanlıkta gücüyle birlikte parıl parıl parlayan mavi gözlerine dikti.

“Gözlerini söndürür müsün? Uyuyamıyorum.” Kadının inci gibi dişlerini gözler önüne sererek söyledikleriyle Ülgen hâlâ parlamakta olan gözlerini devirdi.

“Bana ne zaman söyleyecektin?” Eşinin ciddileşen sesiyle yerine iyice sinen genç kadın yorganı daha da üzerine çekti. Gözlerini kırpıştırarak Ülgen’e baktı.

“Neyi?” Genç adam tekrar yatar pozisyona geçerken ondan uzaklaşmaya çalışan eşine biraz daha yaklaştı.

“Kaç tane şey saklıyorsun, acaba?” Benice sindiği yerden çekik gözlerini kırpıştırarak kocasına baktı.

“Cadıların sırları olur.” Fısıltıyla söyledikleriyle Ülgen ona biraz daha yaklaştı.

“Cadılar kocalarına yalan söylememeli.” Eşinin dolgun dudaklarına doğru fısıldayarak verdiği karşılıkla genç kadın kıkırdamasına engel olamadı. “Oğuz Kağan’ın sizden biri olduğunu benden niye sakladın, Benice?”

“Sormadın ki,” Kadın yatağın içinde omuzlarını silkti. “Hem bak, isteyince öğrenebiliyormuşsun.” Ülgen sıkıntıyla içini çekti.

“Adının anlamı sonsuzluk ama sen benim sonum olacaksın.” Benice sinirle kocasının omzuna vurdu.

“Saçmalama, ölmeye kalkarsan seni de Cadı yaparım, sonsuza kadar Oğuz’la mutlu mutlu yaşarsınız.” Ülgen kadının ince bileğini yakalayıp onu kendine doğru çekti.

“Cidden Benice,” Yüzünü eşinin yüzüne yaklaştırarak söyledikleriyle genç kadın nefesini tuttu. “Neden söylemedin?” Benice, Ülgen’in tutuşundan kurtulmaya çalışmadan elini başının altına koydu ve kocasına biraz daha yaklaşarak fısıldadı.

“Onun doğumuna ben yardımcı oldum. Annesi…” Yutkunarak gözlerini kaçırdı.

“Annesi benim kız kardeşim.” Ülgen’in mavi gözleri şok içinde irileşirken kadının bileğini tutan eli gevşedi. Genç kadın yatakta geri çekilirken gözlerini yumdu.

“Bedenim çok genç olsa bile sen bazen benim ne kadar yaşlı olduğumu unutuyorsun.” Arkasını dönerek söyledikleriyle Ülgen içini çekti.

“Ne kadar yaşlısın?”

“Huzurlu zamanları gördüm.”

Genç kadının burnunu çektiğini belli ederek söyledikleriyle Ülgen’in şaşkınlığı katlandı. Çünkü Cadılar ağlamazdı.

“Huzurlu zamanlar mı?”

“Koruyucuların olduğu zamanlar…” Ülgen eşine arkadan biraz daha yaklaştı.

“O kadar huzurlu muydu, cidden? Bölünmüş bir ülke.” Benice elleriyle gözlerini ovuştururken yorganın içine iyice sindi.

“Düzen vardı. Herkes mutluydu. Biz cadılar saklanmak zorunda değildik. Görüldüğümüz yerde öldürülmezdik.”

Ülgen elini eşinin beline atıp onu çıplak göğsüne doğru çekti. Genç kadın hiçbir tepki vermeden gözlerini yummakla yetindi.

“Şimdi de sana asla zarar veremezler. Ben varken…” Kızarmış siyah gözlerinin, üzerinde birer boncuk gibi parladığı yüzünü kocasına çevirdi genç kadın.

“Sorun… Diğerleri. Her şey eskiden daha güzeldi, Ülgen. Senin doğmadığın zamanları gördüm. Dedenin sana öğrettiği gerçeklerle büyüdün sen. Senden doğruyu görmeni bekleyemem. Deden tahta geçer geçmez, koruyucuları öldürttü, Cadıları… Bizi lanetledi. Halkın bizi öldürmesini yasal kıldı.”

Ülgen dikkatle karısını dinlerken bir elini genç kadının yaşlarla ıslanmış yanağına koydu ve başparmağıyla kadının gözyaşlarını sildi. Benice kendisini geri çekip yatağın diğer ucuna ilerlerken burnunu çekti.

“Her neyse,” Yorganı savunma içgüdüsüyle iyice üstüne çekerken boğuk sesi Ülgen’in kulaklarına ulaştı. “Hayatın değiştiğini kabullenmem lazım.”

Genç adam sıkıntılı bir nefes verirken yorganın altından uzattığı koluyla karısının zayıf bedenini kendisine doğru çekti. Benice şaşkınlık içinde ona bakarken kadının kızarmış burnunun ucuna tüy kadar hafif bir öpücük kondurdu.

“Sen onun teyzesi misin şimdi?” Alayla konuyu değiştirmek amacıyla söyledikleriyle kollarındaki kadının gözlerinin içi güldü.

“Evet,” Eski bir anıyı hatırlamışçasına gözlerini boşluğa dikti. Kendi kendine kıkırdarken kocasının yüzündeki tebessümden bihaberdi. “Doğduğunda kocaman bir bebekti.” Kollarını iki yana açarak söyledikleriyle kollarında olduğu adam mavi gözleri kısılırken güldü.

“Cadılar… Çocuk sahibi olamıyorsunuz diye biliyorum.” Benice gözlerini devirdi.

“Halk efsanesi,” Sonra aklına bir şey gelmiş gibi güldü. “Bunu sana Oğuz mu söyledi?”

Ülgen kaşları çatılırken başıyla eşini onayladı. Genç kadın hafifçe güldü ve gülmesini bastırmak için yüzünü eşinin çıplak göğsüne yasladı.

“Dedenin bizi öldürmek için geçerli bir sebep sürmesi gerektiğini düşünerek bulduğu bir zırva ama Oğuz senden çocuğum olmasını istemiyor olmalı.” Genç kadın çekik gözleri daha da çekikleşirken gülmeye devam etti.

“Nasıl yani?”

Ülgen’in kaşları çatılmıştı. Ona bunu söyleyen dedesiydi o konuda haklıydı. Okuduğu hiçbir kaynak bundan bahsetmiyordu.

“O benim yeğenim, aileden işte anlarsın ya.” Göz kırparak söyledikleriyle Ülgen gözlerini devirdi. “Hatırladığı şeyler yüzünden seni sevmiyor olmalı.”

“Bana seni kötüledi.” Benice tekrar kıkırdadı. “Ayrıca hatırladığı şeyleri birlikte yaptık.” Eşinin hâlâ kızarık olan küçük burnuna bir fiske attı. Benice gülmeye devam ederken burnunun ucunu ovuşturdu.

“Hatırlat da bir ara kulaklarını çekeyim.” Ülgen ikisinin arasının böyle olmasına duyduğu şaşkınlığı gizlemedi. “Benim sebeplerim vardı. Sonsuza kadar çirkin ve yaşlı mı kalsaydım?” Ülgen bu sorusunu kadının dudaklarına minik bir öpücük bırakarak yanıtladı. Genç kadın sırıtarak parmaklarının ucuyla eşinin kumral saçlarını karıştırdı.

“Deden bu yalanı sadece bizden kurtulmak için söylemedi,” Kocasının iyice göğsüne sokularak söyledikleriyle Ülgen başını aşağıya çevirdi. “Aslında bizden kurtulmak istemesinin sebebi de buna bağlanıyor.”

“Neymiş o?” Ülgen merakla eşinin saçlarını okşayarak sordu. Benice çenesini kocasının göğsüne yasladı ve alttan alttan Ülgen’in pürüzsüz yüzünü incelemeye başladı.

“Cadıların, diğer iyelerle bir çocuğu olması… Baş Koruyucuların doğmasının başka bir yolu.” Bir diğer yol ise herhangi bir iyenin bir sıradanla ilişkiye girmesiydi. Siyah gözler bu gece sayamadığı kadar çok şok ifadesi geçiren kocasının pürüzsüz yüzünü bir kere daha izledi.

“Deden bizleri yaşlı ve çirkin yaparak, sıradanlarla da aramıza set çekerek bin yılı aşkındır Baş Koruyucuların doğmasını engelliyor.”

Ülgen kaşlarını çatarak kucağındaki kadının doğruları söyleyip söylemediğini anlamaya çalışıyordu. Benice yüzünü kocasının boynuna gömüp ona iyice sırnaştı.

“Bebeğimiz olsun mu, Ülgen?”

Genç adamın yüzünden bir şaşkınlık ifadesi daha geçti. Oğuz Kağan yine haklı çıkmıştı, her ne kadar amacı farklı olsa da. Eşini omuzlarından tutarak dikleştirdi ve ciddi olup olmadığını anlamak için yüzüne bakmasını sağladı. Benice’nin gözlerinde gördüğü şey büyük bir ciddiyet ve istekti. Başını ağır hareketlerle iki yana sallarken genç kadının yüzünden bariz bir hayal kırıklığı ifadesi geçti.

“Üzgünüm,” Ülgen ona hayal kırıklığıyla bakan siyah gözlere zorlukla bakabildi. “Ben Baş Koruyucuların var olmaması gerektiği düşüncesiyle büyütüldüm. Onlardan birini kendi elimle var edemem.”

Benice gözlerini sessizce yumarak sertçe omuzlarını eşinin tutuşundan kurtardı ve yatağın kocasına en uzak köşesine sırtını dönerek sindi. Ülgen cenin pozisyonunda yorganın altına kıvrılmış eşine baktı ve içli bir nefes verdi.

Her savaş kolayca kazanılamıyordu anlaşılan.

 

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayıııın.💖🔥🐦‍🔥❤️‍🔥

Bu bölüm favoriniz?

Ülgen haklıydı diyenler👉

Erhan haklıydı diyenler👉

İlk bölümler ana bölüm sayılmaz, geçmişi anlatıyor ana hikayeyi anlamak için bu savaşı ve geçmişte yaşananları bilmeniz lazım bebitolarım 🐥🦋🎀

Sizi seviyorumm💗💞❤️‍🔥💓

 

Loading...
0%