Yeni Üyelik
3.
Bölüm

TANRI MİSAFİRİ

@irmgns08

Bu bölüm yavaş yavaş birinci kişili anlatıma geçiyoruz 🫠🩷

Ana karakterlerimizi tanımaya az kaldı❣️❣️❣️

***

Oğuz Kağan, yine dediğini yapmıştı.

Kumral saçlı adam elinde içki dolu bir bardak, yedinci kattaki odasının camından bahçedeki Hıdırellez Bayramının hazırlıklarını yöneten siyah saçlı genç oğlanı izliyordu. Birkaç hafta önce Oğuz Kağan, annesinin ve teyzesinin yardımıyla Erhan’ı Erlik Han yapan büyüyü kırmıştı. Genç oğlan kendisine gelir gelmez hatırladığı şeyler üzerine krizler geçirmiş ve kendisine zarar vermeye çalışmıştı. Krizleri sarayda Mergen Han ağlayarak onun zihnini temizleyene kadar devam etmişti. Kendisine gelmesi bir haftayı almıştı ama şuan oldukça kendindeydi. Ülgen’in en son hatırladığı halindeydi. Güçleri yoktu ama yine de oldukça mutluydu.

Şimdi ise Benice’nin isteğiyle Hıdırellez şenliğinin düzenlemelerini o yapıyordu. Her seneki alevlerin üzerinden gençlerin atlayarak açtıkları şenliği bu sene Erhan açacaktı. Ülgen Han sıkıntıyla içini çekerek başparmağını bardağının üst yüzeyinde gezdirdi. Genç oğlanı izlemeye kendisini o kadar kaptırmıştı ki odasının kapısının açılıp kapandığını bile duymamıştı.

“Hâlâ onun yerini kapacağını mı düşünüyorsun?”

Eşinin sesini duymasıyla ağır hareketlerle arkasını döndü. Benice haftalardır yüzüne bakmıyor, baktığında ise ters laflar ediyordu. Onu yataktan gönderme aşamasına kadar geldiğine göre iş oldukça ciddiydi.

“Hayır,” Ülgen bardağın dibinde kalan içkisini de tek dikişte bitirdi. “Artık güçleri bile yok. Bana karşı bir şansı yok.” Eşi zarif hareketlerle yanına gelip üzerindeki siyah uzun elbisesinin yakasını nazikçe düzeltti.

“Ancak sen Ülgen,” Alayla başladığı konuşmasıyla Ülgen sükûnetle gelecek olan lafı beklemeye başladı. “Her şeyin güce bağlı olduğunu düşünebilirdin.”

Genç adam sıkıntıyla içini çekti. Haftalardır elini süremediği karısını alıcı bir gözle baştan aşağı süzerken eşi bir adım geri çıktı.

“Ne zaman bitecek bu, Benice?” Karısına bir adım yaklaşıp beline doğru uzandı ama Benice kendisini geri çekti. “Niye yapıyorsun bunu bana?” Genç kadının yüzünde sahte bir tebessüm oluştu.

“Benden çocuk istemiyorsan,” Genç kadın sırıtarak gözlerini devirdi. “Bende ondan çocuk yaparım.” Başıyla bahçede muhafızlara direktifler veren Erhan’ı işaret etti. Ülgen’in mavi gözleri irileşti.

“Ne söylediğine dikkat et!” Uyarıcı bir ses tonuyla söyledikleriyle genç kadın omuzlarını silkti.

“Eğer çocuğum olmayacaksa seninle evli kalmamın bir anlamı yok,” Gözlerini uzaklara dikip ağzının içinde mırıldandı. “Belki de ayrılmalıyız.”

Ülgen’in gözleri ardına kadar açılırken uyarıcı birkaç adımda ondan uzaklaşmış olan karısına yaklaştı.

“Önce odaları ayırdın, şimdi de benden mi ayrılacaksın?”

Eşi tekrar gözlerinin içine bakarak omuzlarını silktiğinde genç adam derin bir nefes aldı. Karşısındaki boncuk gibi simsiyah gözlerini bahçeye dikmiş olan eşinin eline uzandı. Benice onun dokunuşunu hisseder hissetmez kendisini geri çekmeye çalışsa da ona izin vermedi. Elinden tutup göğsüne doğru çektiği karısına üstten bir bakış attı ancak eşi ona bakmayı reddediyordu. Boştaki eliyle eşinin sivri çenesini parmakları arasına alıp ona bakmasını sağladı.

“İstediğin bir çocuk mu?”

Genç kadının siyah göz hareleri titreşirken başıyla kısaca onu onayladı. Ülgen başını eğerek dudaklarını onun dudaklarına yaklaştırarak fısıldadı.

“Sana istediğini vereceğim. Ama kimse onun Baş Koruyucu olduğunu bilmeyecek. Bana söz ver. Hiç kimse.”

Benice kirpikleri titreşirken eşinin dudaklarına kayan gözlerini bir anlığına onun her bir hareketini izleyen mavi gözlere dikti ve başıyla kısaca onu onayladı. Ülgen’in yüzünde zafer kazanmışçasına bir ifade oluşurken eşinin zarif elini sıkıca tutan elini karısının ince beline kaydırdı ve onu sertçe kendisine çekip haftaların acısını çıkarırcasına öpmeye başladı. Nefes nefese ayrılırlarken Benice alnını eşinin alnına yasladı ve soluklanmaya başladı.

“Sanırım,” Ülgen’in soluk soluğa dudaklarına fısıldadıklarıyla omurgasından aşağıya soğuk bir ürperti indi. “Sana âşık oldum.”

***

Yazın gelişi insanların yaşama heveslerini ve iyiliğe olan inançlarını günden güne arttırıyordu. Gün batımından hemen önce şenlik hazırlıklarının bitmiş olması ülkenin soylularıyla birlikte ellerinde meşaleleriyle gelen iyeleri saray bahçesine toplamıştı. Büyüleyici bahçenin tam ortasında kuru dallar toplanıp belirli bir hizada dizilmiş ateşe verilmek için bekliyorlardı. Dalların hemen etrafında her yıl yalnızca o gün açan ve genç kızların rengârenk mendilleriyle süslenmiş gül ağaçlarıyla bir halka oluşturulmuştu. Bu şahane görüntünün yaratıcısı olan siyah saçları alnına dökülen ve yakışıklı yüzünü gölgeleyen genç oğlan ise kendisine gelen tebrikleri kabul etmekle uğraşıyordu.

Ülgen Han, yanında eşiyle birlikte sarayın verandasında ayakta dururken mavi gözleri şenlik başlangıcının sembolü olan, dalların ateşe verilmesi olayını gerçekleştirmesi için Od Ata’yı aramaya başlamıştı. Eşine doğru baktı ve onun da başıyla verdiği onayla boğazını temizleyerek mavi gözlerini bahçedeki soylulara dikti.

“Bugün baharın gelişini, verimli zamanları ve yeni askerlerin görev başına geçeceği ilk günü yani yardıma muhtaç insanların kurtarıcısı Hızır ile denizlerin sonsuz hâkimi İlyas'ın ayrı düştükleri yılların ardından buluşmalarının kutlandığı Ruz-ı Hızır'ı için buradayız."

Konuşmasına devam ederken mavi gözleri eşine döndü.

“Bu kelimelere sığmayacak güzellikteki kutlama alanı için sevgili eşime sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.”

Benice gözleriyle soyluların gerisinde gül ağaçlarından birine kollarını kavuşturarak yaslanmış konuşmayı dikkatle dinleyen Erhan’ı işaret etti.

“Tabii ki Oğuz Kağan’ın en büyük oğlu Erhan’a da sarf ettiği çabalar için teşekkür ediyoruz.”

Gözlerini devirmemek için kendisini zor tutan Ülgen kalabalığın en arkasından ona elini kaldırarak teşekkürlerini kabul eden genç oğlanı kendisini zorlayarak başıyla selamladı. Erhan’ın adı geçince fısıldaşmaya ve kıkırdamaya başlayan genç kızlara aldırmadan konuşmasına devam etti.

“Elbette, her yıl olduğu gibi bu yıl da şenlik açılışını çok değerli büyüğümüz Od Ata’nın yapmasını ümit-”

Lafı kalabalığın içinden gelen bir boğaz temizleme sesiyle birlikte bölündü.

“Sevgili babam bu sene kutlamalara teşrif edemediği için özürlerini iletiyor ve bu kutsal görevin Ateş Halkı tarafından oğluna yani bendenize devredilmesinin uygun görüldüğünü belirtiyor.”

Kalabalığın iki yana çekilmesiyle aralarından çıkan kızıl saçlı genç oğlan doğrudan Ülgen’in gözlerinin içine bakıyordu. Ülgen hafifçe yutkunurken Benice parmaklarının ucuyla onun parmaklarına dokununca zorlukla donuk gözlerini toparlayarak kendisine gelebildi.

“O zaman bu sene bir ilk yaşanıyor.”

Titremesini engellemeye çalıştığı ellerini iki yana doğru açarak her zamanki ‘her şey yolunda’ tavrını takındı.

“Gece yarısı huzuru ve barışı sağlamak için ileri sürdüğüm yeni kararların bulunduğu fermanın okunacağını da benden duymuş olun. Alaz Han’ın şenlik açılışını yapması için alanı boşaltalım ve eğlenmemize bakalım lütfen.”

Alaz başıyla onu selamladığında ürperdiğini gizlemek için ek bir çaba sarf etti. Gözlerini kalabalığın etrafından ayrılmış olduğu kuru dal yığınına doğru ilerleyen Ateş Veliahdından bir an bile ayırmadı.

Genç oğlanın kızıl harelerle çevrelenmiş kahverengi gözleri kalabalığın en gerisinde kendi kendine duran Erhan’ın siyah gözleriyle buluşunca ona yanına gelmesi için bir işaret verdi. Genç oğlan dudaklarına kondurduğu mahcup tebessümle Alaz’ın yanına ilerlerken kızıl saçlı genç oğlan ellerini iki yana doğru açarak havaya kaldırdı. Önündeki kuru dallar küçük bir kıvılcım eşliğinde yanmaya başlarken genç oğlanın yüzünde bir tebessüm belirdi. Yanına gelmiş olan Erhan’a doğru ilerledi ve genç oğlanın kulağına doğru eğildi.

“Onlara kim olduğunu göster.” Erhan şaşkınlıkla Alaz’ın söylediklerini anlamlandırmaya çalışırken genç oğlan ona şenlik ateşini işaret edip göz kırptı.

Siyah saçları rüzgâr sebebiyle dağılmış olan genç oğlan derin bir nefes aldı ve nefeslerini tutmuş onu izleyen kalabalığın gözleri önünde şenlik ateşine doğru koşmaya başladı. Harlanmış odunların önüne gelince ayaklarından aldığı destekle havaya sıçradı. Takla atarak ateşin üzerinden geçtikten sonra ayakları üzerinde sendelemeden yere indiğinde kalabalıktan alkışlarla birlikte yükselen ıslık seslerini, adını haykıran kalabalığa doğru bir reveransta bulunarak kabul etti. Kalabalığın ön taraflarında onu çenesini yukarı dikerek selamlayan Alaz’a başıyla ufak bir selam verip kalabalığın arasından ona uzatılan elleri umursamadan yine bahçenin en uzak köşesine doğru ilerlemeye başladı. Bütün bunlara yabancıydı. İçinden bir ses her şeyi biliyor ve tüm bunlara alışık gibi davranıyor olsa da o böyle ortamlarda büyümemişti. Hoş, nerede büyüdüğüyle ilgili anıları lanet yüzünden bölük pörçüktü ama böyle bir yerde büyümediğine emindi.

“Ne o, partiden bu kadar çabuk mu sıkıldın?” Arkasından gelen sese aldırmadan yanına varmış olduğu bahçe duvarının dibine oturdu ve kardeşinin gücüyle özdeşleşen, gökyüzünü andıran gözleriyle karşı karşıya geldi. Alayla gözlerini devirdi.

“Orada kızları etrafına toplayıp ‘meşhur’ savaş hikâyelerini anlatmadığına göre sende çabuk sıkılmış olmalısın.” Genç oğlan yere bir dizini kırarak oturmuş abisine bakarken başını iki yana salladı.

“Artık hayatın bir mağarada geçmiyor, Erhan. Biraz eğlenmeyi denemelisin.”

Erhan homurdanarak duvarın bir kısmını saran sarmaşıkları süsleyen çiçeklerde gözlerini gezdirdi.

Zehirli ama büyüleyici…

“Bana tavsiye vereceğine gidip eğlenmene bakabilirsin, Gökhan.”

Abisinin onun sesini taklit ederek söyledikleriyle Gökhan mavi gözlerini onun üzerine dikti. Yavaş adımlarla ayağının altındaki otlardan gelen hışırtılarla birlikte abisinin yanına oturdu.

“Gerçekten hatırlamıyor musun? Lanetten önceki hayatını yani.”

Erhan kırdığı dizinin üzerine yerleştirmiş olduğu elinin tırnaklarını incelerken başını olumsuz anlamda iki yana salladı. İkisi de sessizlik içinde karşılarındaki eğlenen kalabalığı izlerken Erhan aklına bir şey gelmiş gibi siyah gözlerini üvey kardeşine doğru çevirdi.

“Bana anlatır mısın,” Gökhan abisinin sesini duyunca mavi gözlerini, meşalelerindeki ateşi, şenlik ateşiyle güçlendiren kalabalıktan ayırıp Erhan’a çevirdi. “Kaçırdığım şeyleri… Onca yıl geçirmelerine rağmen neden kimse yaşlanmıyor? Kral neye göre seçiliyor? Oğuz Kağan neden öz çocuğu olmamamıza rağmen bizi oğlu kabul ediyor?” Gökhan anlayışla abisine baktı ve elini onun omzuna atıp karşısındaki kalabalığı işaret etti.

“Biz İyeler yirmili yaşlarımıza kadar normal bir insanın hızıyla büyürüz ama ondan sonra neredeyse hiç yaşlanmayız. Tabi kendi isteğiyle yaşlananlar oluyor. Ben yüz yirmi yaşındayım. Ülgen Han üç yüzlerinde filan ve babam bin küsur yaşında.” Erhan’ın gözleri irileşti.

“Bin mi?”

Gökhan başıyla onu onaylayınca Erhan’ın gözleri kalabalığın bir köşesinde iki yanında diğer iki kardeşi Günhan ve Ayhan ile ayakta dikilen oldukça dinç ve genç görünen adama değdi. Gökhan’ın mavi gözleri verandadan az önce ayrılmış olan Kral’ın boşluğuna değdi.

“Asırlardır ülkemiz Ülgen Han’ın soyu tarafından yönetiliyor. Zavallı babası yani eski Kralımız onu konuşamayacak kadar kötü hale getiren bir salgına kurban gittiğinde ben henüz yirmi yaşındaydım. Vasiyetini belirtemediği için saray doğrudan en büyük oğlu Ülgen’e kaldı. Kendisi dışında dört kardeşi daha var.”

Göz ucuyla Erhan’a baktıktan sonra anlatmaya devam etti.

“Kızagan Han, Ülgen tahta geçmeden önce ordunun başındaydı ve ülkenin gelmiş geçmiş en iyi komutanıydı. Ülgen tacı takar takmaz ilk yaptığı işlerden biri Kızagan’ı komutanlıktan men edip saraydan kovmak oldu.”

Erhan’ın siyah gözleri Gökhan’ın başıyla işaret ettiği, uzun siyah saçları omuzlarına dökülen ve onlar gibi kutlamaları bahçenin bir köşesinden ruhsuz gözlerle izleyen adama değdi. İçinde anlam veremediği bir sıcaklık hissi yayılırken sakalları bir hayli uzamış olan adam izlendiğini hissetmiş gibi bir şahin kadar keskin olan siyah gözlerini Erhan’dan tarafa çevirdi.

Göz göze geldikleri kısacık bir anda Erhan’ın içinde yayılmaya başlayan sıcaklık tüm göğsünü kapladı. Genç adam çekinerek hemen siyah gözlerini başka bir tarafa çevirdiği için Kızagan’ın dudaklarında oluşan minik tebessümden asla haberdar olamadı.

“Çisem Hatun, bir Su Koruyucusu.”

Başıyla kalabalığın içinde Alaz’ın kollarının arasında üzerindeki mavi zarif elbisesi ve beline kadar gelen, uçları koyu mavi tonlarında olan siyah saçlarıyla coşkuyla dans eden genç kadını işaret etti. “Alaz Han’ın nişanlısı.”

Erhan içinde kabaran anlamsız bir coşkuyla gözlerini kadının üzerinde olması gerekenden fazla oyalayınca Alaz’ın kızıl harelerle çevrelenmiş kahverengi gözleri sanki izlenildiğini hissetmiş gibi onun gözleriyle buluştu. Kızıl adamın kaşlarından biri sorgularcasına havaya kalkarken Erhan içinde bulunduğu durumdan kurtulup saygısızca üzerlerine dikmiş olduğu gözlerini onlardan ayırdı ve tekrar kardeşine doğru döndü.

“Kuyaş Han, bir Güneş İyesi.”

Erhan’ın kardeşi Günhan gibi bir Güneş İyesi olan ve Günhan’ın eğitimlerinden dolayı tanıdığı elinde bir içki bardağıyla Kızagan’ın yanına doğru ilerleyen sarışın genç adamı gösterdi.

“İkisi de kardeşleri Mergen’in yokluğunun ardından bir çöküşe geçtiler.”

Erhan kardeşinin elinden içki bardağını bitkin hareketlerle alan, gözlerinin etrafı mor halkalarla çevrelenmiş Kızagan’a tekrar göz ucuyla baktı.

“Bu sarayın içi hiç dışarıdan göründüğü gibi masum değil, Erhan.” Genç oğlan içini çekerek kardeşini başıyla onayladı ve devam etmesini bekledi.

“Mergen Han, Akıl Koruyucusuydu. Yıllar önce delirip mağaralardan birine kaçtığı söyleniyor.”

Bunları Erhan da duymuştu. Kardeşi Ayhan evde istemediği bir şey olduğunda Mergen Han gibi izini kaybettirip, evden kaçacağıyla ilgili saçmalıkları sıralardı. Gökhan tedirgin hareketlerle etrafını kontrol edip onları dinleyen biri olup olmadığına baktı. Gözleri tekinsiz bir şekilde etrafı tararken Erhan nereye baktığını anlamaya çalışıyordu.

“Ama gerçek başka.”

Genç oğlan kaşları çatılırken yönünü Gökhan’a doğru çevirdi.

“Yüz yıl önce Ülgen’in taç giyme töreninde bir arkadaşımla birlikte törende muhafız olarak görevliydim. Ülgen Han tacı başına geçirdikten sonra arkadaşımla bana Mergen Han’ı yakalayıp onu mahzene kapatmamızı emretti. Yolda Mergen’i ararken arkadaşımla aynı fikirde olduğumuzu anladım. Aynı gün tahtta söz sahibi olabilecek iki kişiyi aradan çıkartmaya çalışıyordu. Önce Kızagan sürüldü sonrada Mergen için yakalama emri çıkarıldı. Mergen Han’ı bulduğumuzda o, gözümüzün içine bakar bakmaz planımızı anlamıştı. Arkadaşım Münevver… O bir şekil değiştiriciydi. En güçlüsüydü. Mergen… O bize çok yalvardı… Onu alıp Ülgen’e götürmemiz, zarar görmememiz için. Kabul etmeyince onu bulduğumuz mağarada gücünün bir kısmını planı anlamamaları için Münevver’e aktardı. Güç aktarımı onu kaldıramayacak kişiler için çok tehlikelidir. Özellikle akıl okuma ve telepati gibi zihinle ilgili bir gücün aktarımı iradesi zayıf kişileri deliliğe sürükleyebilir. Münevver uyum sağlama gücü sayesinde ona bahşedilen gücü kaldırabilse de Mergen aşırı yüklenme yüzünden orada bayıldı.” Erhan soluğunu tutmuş kardeşinin doğruyu söyleyip söylemediğini anlamaya çalışırken Gökhan duraksamadan devam etti. “O gün Mergen Han’ı babamın yardımıyla sınırdan çıkartıp Sıradanların arasına gönderdim. Ardından Mergen’in kılığına girmiş Münevver’i sarayın mahzenine kendi ellerimle kapatmak zorunda kaldım-”

Lafı yüksek sesle konuşan ve gülüşen kalabalığın aniden sessizleşip herkesin yönünün verandaya dönmesiyle kesildi. İkisi de ayaklanarak ne olduğunu anlamak için verandayı görmeye çalıştılar. Sağ taraflarında aralarında biraz mesafe olan Kızagan ve Kuyaş’ın da çatık kaşlarla etrafı süzmeye başladıklarını gördüler. Adeta etten bir duvar gibi hareketsizce verandayı izleyen kalabalığın arasından geçmeye çalıştılarsa da başarısız oldular. Az önce şuh kahkahalar atan kadınların rengi solmuş, tedirgin bakışlarını sarayın girişine dikmişlerdi. En sonunda merdivenlerin en üst basamağından tüm bahçede sesi duyulan Kral’ın sağ kolu Utkuuçi’nin konuşması herkesin kulaklarına çalındı.

"Saygıdeğer kralımız Ülgen Han Hazretlerinin hatırlatma fermanıdır. Dikkatle dinlenilmesi ve sessiz olunması talep edilir. Fermanın tekrarı yapılmayacaktır." Utkuuçi duraksadı ve onu dinleyip dinlemediklerini anlamak için kalabalığa bir göz atıp devam etti. Soylular yutkunmak dışında bir şey yapmıyorlardı. Çünkü herkes biliyordu ki Utkuuçi yalnızca kötü haberlerin iletileceği zamanlarda ortaya çıkardı.

“Krallığı kandırmanın ve emirlere uymamanın affı yoktur, cezası sürgündür.”

Kalabalıkta meraklı bir fısıltı dalgası dolaşırken iri yarı iki muhafız, kollarından tutup sürükleyerek, sarı saçları kendi kanına bulaşmış genç bir kadını verandaya adeta fırlattılar. Üzerindeki erkek cübbesi yer yer yırtılmış, yer yer kana bulanmıştı. Yeşil gözlerinin etrafındaki siyah halkalar ve yüzündeki kesikler uzaktan bile belli oluyordu. Dudağının kenarından çenesine kadar inen bir bıçak yarası kalabalıkta bazı kişilerin ürperip gözlerini kaçırmalarına sebep oldu. Cübbesinin yırtılmış kısmından açıkta kalan boynu morluklarla doluydu. Sarışın kadın fırlatıldığı yerde dizlerinde derman olmamasına rağmen zorlukla dik durmayı başarabildi. Sarı saçlarını geriye atıp ağzında birikmiş kanı Utkuuçi’nin ayağının dibine tükürürken genç adam elindeki kâğıt tomarını parmağının bir şıklatmasıyla yok edip yönünü yerdeki kadına çevirdi. Erhan yanında kardeşinin çaresiz mırıltısını duydu.

“Münevver…”

Yeniden Utkuuçi’nin sesi tüm bahçede yankılandı.

“Sana verilen emre neden itaatsizlik ettin?”

“BANA BAKIN!” Genç kadının Utkuuçi’nin sorusunu önemsemeden ondan gözlerini kaçıran kalabalığa doğru bağırarak söyledikleriyle birkaç kişi yerinde sıçradı. Kimse bu hale gelmiş birinin konuşabilmesine ihtimal vermiyordu anlaşılan. “BANA YAPTIKLARINI BU KRALLIKTA HAK İDDİA EDEBİLECEĞİ İÇİN MERGEN HAN’A YAPACAKLARDI. YÜZ YILDIR ONUN GÖRÜNÜMÜNDEYİM BEN. BİR KUTSALI KURTARDIĞIM İÇİN KİMSEDEN ÖZÜR DİLEMEYECEĞİM.”

Sonlara doğru çatallaşan sesiyle önündeki insan topluluğundan birkaç kişi ona doğru yeltendi fakat muhafızlar soyluların önünde bir set oluşturdular. Kalabalıktan genç kadını onaylayan mırıltıların çıkmasıyla Utkuuçi’nin gözleri ardına kadar açıldı. Halsizce kalabalıktan gelecek bir yardım beklentisiyle onların olduğu tarafa bakan kadının yüzü Utkuuçi’den gelen sert bir tokatla sola doğru savruldu. Başını kaldırıp kızarmış yanağındaki el izini gözler önüne serdi.

“O GÜN GÖREVE KİMİNLE GİTTİN!” Genç adamın kalabalık bahçeyi inleten sesiyle birkaç kişiden sert, itiraz sesleri yükselmeye başladı. Muhafızlar mızraklarını çıkartıp kalabalığa doğrulttular. Onlara doğru dönmüş bir mızrağın altında Erhan yanındaki kardeşine dönüp ne yapmaya çalıştığını anlayınca kalkmaya hazırlanan koluna yapıştı.

“Sakın.” Gökhan kolunu hiddetle geri çekip abisine verandayı işaret etti.

“Buna bu kadar seyirci kaldığım yeter. Yiyorsa o tokadı bana da atsın.” Abisinin itirazlarını dinlemeden kalabalığı itekleyerek verandaya ilerlemeye başladı. Tüm muhafızlar mızraklarını Gökhan’a ve hemen peşinden ilerleyen Erhan’a doğru doğrulttular. Erhan önündeki insanları ve onu göz hapsine almış muhafızları atlatmak için hızını arttırdı. Kalabalıkta oluşan dalgalanmaya karşılık Utkuuçi yönünü karşısındaki topluluğa çevirdi. Peşinde Erhan ile birlikte kalabalığın en önüne gelmiş olan Gökhan abisinin onu yakalamasına fırsat vermeden verandaya doğru ilerledi. Muhafız topluluğu genç oğlanın hemen bir adım arkasından ilerlerken muhafızlardan biri kardeşinin yanına yönelen Erhan’ı kabaca mızrağıyla durdurdu.

“BENİMLE GİTTİ!” Münevver duyduğu ses ile ardına kadar açılmış yeşil gözleriyle Gökhan’ı görür görmez başını histeri krizine girmiş gibi iki yana sallamaya başladı. Muhafızlar geri çekilmeye başlarken Utkuuçi’nin yüzünde bir sırıtış peydahlanmıştı.

“Onu kandırdım,” Genç kadın, Utkuuçi’ye bakarak neredeyse yalvararak konuştu. “Öldüğüme ikna edip Mergen’in kılığında karşısına çıktım Mergen sandığı beni bizzat mahzene o kapattı.”

“Birlikte çalıştık.” Gökhan’ın araya girmesiyle Münevver zorlukla ayağa kalktı.

“YALAN SÖYLEME!” Utkuuçi elini kaldırarak susmalarını emretse de Gökhan genç kadına birkaç adım yaklaştı.

“Sence kimi mahzene götürdüğümü bilmeyecek kadar aptal mıyım?”

“ÖYLESİN! Buraya hangi akılla çıkarsın?”

“SUSUN!” Utkuuçi’den yükselen sesle ikisi de birbirlerine tekinsiz bakışlar atarak sustular.

“Kralımızın emri, onun merhametini ve bağışlayıcılığını hepinizin görmesi için sizinle birlikte, ülkenin huzurunu bozabileceğine inandığı on sekiz kişiyi ülkeden sıradanların dünyasına sürmek oldu.” Kalabalıktan yine itiraz sesleri yükselmeye başlayınca muhafızlar soyluları bir çember içine alacak şekilde etraflarını sardılar. Utkuuçi onlara aldırmadan ülkeden sürülen isimleri saymaya başladı. Münevver’i de içeren on tane muhafızın arkalarında ağlayan ailelerini bırakarak yerlerini almalarının ardından sıra soylulara gelmişti.

"Kızagan Han."

Kalabalığın en arkasında kardeşiyle birlikte ayakta ruhsuzca dikilen adam tüm gözlerin ona dönmesiyle başını ağır ağır sağa sola salladı. Delirmiş gibi başını daha hızlı bir şekilde iki yana sallayıp gülerken kardeşi Kuyaş ise onaylamazcasına Utkuuçi’ye bakıyordu. Kızagan henüz olanların etkisinden çıkamadan sarsak adımlarla onun için açılmış kalabalığın arasından verandaya doğru ilerledi ve Utkuuçi’nin yüzüne bile bakmadan kendisini güçsüzlükle yere bırakmış olan genç kadının koluna girip onu ayağa kaldırdı. Münevver dolu dolu gözlerle onu ayağa kaldırmış adamın göğsüne yaslanırken dudaklarının arasından kaçmak üzere olan bir hıçkırığı zorlukla durdurdu.

"Kuyaş Han."

Ülgen’in ikinci kardeşinin de isminin söylenmesi kalabalıkta huzursuz mırıltılara yol açarken kalabalığı yararak kendinden emin adımlarla ilerleyen Kuyaş ensesinde topladığı sarı saçlarını serbest bırakarak abisinin yanında yerini aldı. Utkuuçi karşısında ona nefretle bakan yüzlere onaylamazcasına başını iki yana sallarken kalabalığın arasından herkesin tüylerini diken diken eden bir ses duyuldu. Zaman sadece bir anlığına herkes için durdu. Tekrar akmaya başlamadan önce herkesin aklındaki şey ülkenin zamanın birinde onları terk etmiş en güçlü medyumunun sesinin kulaklarındaki yankısı oldu.

"MERGEN HAN!"

Kızagan’ın ve Kuyaş’ın başları aynı anda sesin geldiği yöne dönerken Utkuuçi’nin gözleri irileşti. Kalabalığın saygıyla sağa sola çekilerek hatta bazılarının önünde diz çökerek sesin sahibine açtıkları yoldan daha önce hiç uzamadığı kadar uzayarak omuzlarına gelmiş saçları, gürleşmiş ve ilk defa jilet yüzü görmemiş sakallarıyla birlikte yüz yıl içinde zayıflamış, neredeyse tanınmayacak hale gelmiş bir adam çıktı. “Gönüllüyüm.” Kuyaş zorlukla dudaklarını aralayabildiğinde ağırlığını Kızagan’ın boştaki omzuna verdiğinden bihaberdi.

“Abi…” Mergen çatık kaşlarının altındaki kahverengi gözlerini Utkuuçi’nin gözlerinden bir an bile ayırmadan kardeşlerinin yanına geçti. Erhan, Mergen’in abisine ve kardeşine sıkı sıkı sarılmasını yüzünde buruk bir tebessümle izlediği esnada kalabalığın içinde bir arbede yaşandı. Kopan tiz bir çığlığın ardından insanlar geriye çekilmiş abilerinin yanına gitmek için Alaz’ın kolları arasında çırpınıp duran Çisem’i ortaya çıkartmışlardı.

“MERGEN!” Genç kız ağlamaktan çatallaşmış sesiyle elini sanki ona uzanabilirmiş gibi abisine doğru uzattı. Mergen çatık kaşlarla bir Alaz’ın tutuşunun altında çaresizce çırpınan kız kardeşine bir de kalabalığın bir köşesinde sessizce olanları izleyen Erhan’a baktı.

Alaz gözyaşları yanaklarını ıslatmış nişanlısının kulağına bir şeyler fısıldadı ve hiddetle onu göğsüne doğru çekerek abilerinin yanına gitme çabasını boşa çıkartıp genç kızı kalabalıktan uzaklaştırdı. Erhan nasıl olduğunu bilmeden doğrudan gözlerinin içine bakmış Akıl Koruyucusunun etkisinden başını sağa sola sallayarak kurtulmaya çalıştı. Utkuuçi boğazını temizleyip tekrar kalabalığa döndüğü esnada Mergen kardeşlerinden ayrılıp Münevver’e ve Gökhan’a yöneldi. Yüzüne olgunluğun getirdiği bitkinlik çökmüş olan genç adam iki gence sıkı sıkı sarılırken isimler okunmaya devam etti.

"Kübey Hatun."

Kalabalıktan birkaç hayret nidası yükselirken Kübey Hatun’un hemen önünde korumacı bir tavırla duran Su Koruyucularının baş muhafızı mızrağını çıkarıp Utkuuçi’ye yöneleceği esnada kolunu uyarıcı bir tavırla tutan bir elin etkisiyle geri çekildi. Muhafızı engelleyen elin sahibi kalabalığın arasından sıyrılıp muhafızına doğru bir şeyler fısıldadıktan sonra omuzlarını düşürmeden Mergen’e doğru ilerledi. Genç kadın yılların ardından ilk defa gördüğü arkadaşına sıkıca sarılıp safını herkese belli ettikten sonra onun yanında yer aldı.

"Yelin Hatun."

Kalabalığın ön taraflarında yer alan genç kadının yüzünden bariz bir şaşkınlık ifadesi geçerken iyelerin itiraz sesleri sessiz arazide yankılandı.

“Amacınız ne sizin! Liderleri ülkeden sürüp ülkeyi birbirine katmak mı?”

“Bir kutsala işkence etme fikriyle çıktığınız yolda haksızlığınızı onları ülkeden sürerek mi kapatacaksınız!”

Utkuuçi elini kaldırıp kalabalığı susturmaya çalışsa da iyelerin susmaya niyeti yoktu. İtiraz etmeye hatta muhafızları aşıp Utkuuçi’ye saldırmaya çalıştıkları esnada yakınlarındaki bir ağacın üzerine düşen yıldırımla itiraz sesleri korku dolu çığlıklarla yer değiştirdi. Yelin, yeşil gözlerini arkasındaki kalabalığa dikip elini havaya kaldırdı ve yumruk haline getirdi. İyelerden yükselen sesler hemen kesilirken genç kadın gururundan ödün vermeden sarı saçları arkasından gelen rüzgârla birlikte birbirine karışırken ilerlemeye devam etti merdivenleri çıktığı esnada Utkuuçi yüzüne çarpan sert rüzgârla olduğu yerde sendeledi. Genç adam onaylamazcasına başını iki yana sallayıp tekrar kalabalığa doğru döndü.

“Alper Tunga!” Toprak koruyucularının yeni lideri aynı zamanda ordunun komutanı olan genç adamın seçilmesi iyeler için son nokta oldu. Genç bir toprak koruyucusu etrafındaki insanlara eğilmelerini emrettiğinde iyeler ikiletmeden yere doğru eğilip başlarını ellerinin arasına aldılar.

“Seni soysuz it!”

Genç adam nerden geldiği belli olmayan mızrağı elinde belirirken bir an bile düşünmeden mızrağı muhafızları atlatıp Utkuuçi’ye doğru fırlattı. Mızrak havada duraksayıp yönünü genç oğlana doğru döndürdüğünde kalabalıktan çığlıklar yükseldi. Dumura uğramış genç oğlanın göğsüyle buluşacak olan mızrak bir hava dalgasına kapılıp bahçenin en köşesindeki ağaçlardan birinin gövdesine saplanırken genç oğlan başını yavaş hareketlerle Yelin’e doğru çevirdi. İleri atılmış genç kadın iki eli de havada muhtemelen arkasından çağırmış olduğu hava akımı yüzünden sarı saçları birbirine karışmış bir şekilde ayakta dikiliyordu. Genç çocuk ağzını araladığı esnada Yelin hiddetle bağırdı.

“GİT!”

Utkuuçi sarayın girişinde duran muhafızlara başıyla bir işaret verdi ve iki muhafız koşturarak bahçeyi terk etmek üzere olan genç çocuğun ardından gittiler. En azından denediler. Onlarla birlikte tüm kalabalık gecenin bir vakti gökyüzünde parlayan hilal evresindeki ayın gölgesinin değişmesiyle bakışlarını gökyüzüne çevirdiler. Muhafızlar daha yörüngesini değiştirip dolunay halini almış olan aya olan şaşkınlıklarını üzerlerinden atamadan onlara doğru ilerleyen iki kardeşi görmeleriyle mızraklarını o yöne çevirdiler.

“Böyle olayların gece olmasından nefret ediyorum.” Sarışın olan yanındakine doğru konuştuğunda siyah saçları beyaz tenini örten gencin kahkahası sessizliğe bürünmüş bahçede yankılandı.

“Gökyüzü Ay Kağanı’nın şovlarını daha çok seviyor olsa gerek.” Sarışın genç gözlerini devirirken konuştu.

“Sen mi alırsın ben mi alayım?”

“Keyfine bak, Günhan.” Ay ışığıyla aydınlanan karanlık arazide kör edici bir patlama oldu ve ellerini gözlerine siper etmiş olan iyeler tekrar gözlerini açtıklarında iki kardeşin yere yığılmış muhafızların başında durduklarını gördüler.

“Uyarmalı mıydım, Ayhan?”

Sarışın genç avuçlarını birbirine bastırarak güç patlamasını tekrar göğsünün içine hapsederken gözlerini ovuşturan kardeşine doğru alayla konuştu. Siyah saçlı genç oğlan huzursuzlukla homurdanırken kalabalığın dikkati bu defa da Utkuuçi’nin arkasından gelen gür sesle o yöne çekildi.

“Bu kadar şamata yeter!” Saray balkonunda ayağa kalkmış Ülgen Han’ın ürkütücü sesinin sessizliğe bürünmüş bahçede yankılanmasıyla iki kardeş birbirlerine bakıp aynı anda başlarını salladılar. Günhan kolunu Ayhan’ın omzuna attı ve kalabalığı selamlayıp Ülgen’e göz kırptıktan sonra tam üzerlerinde toplanmaya başlayan bulutlar yüzünden irkildi ve hızlıca parmağını şıklatarak kendisiyle kardeşini sınır bölgesine taşıdı. Ortadan kaybolan iki kardeşin arkalarında belirip etrafa yayılan parlak, sarı tozların üzerine düşen bir yıldırımla herkes irkildi. Alper Tunga omuzları düşük bir şekilde yanlarına geçerken Kuyaş yanındaki abisi Kızagan’a döndü ve sırıtarak konuştu.

“Onu ben eğittim.” Günhan’ı kastederek söyledikleriyle Kızagan’ın yüzünde de bir sırıtış peydahlandı

Kalabalıkta başlayan onaylamaz mırıltılara aldırmadan Ülgen başını Utkuuçi’ye çevirip sert gözlerle devam etmesini işaret etti.

"Ve son olarak…" Utkuuçi duraksayıp karşısındaki endişeli gözlere baktı ve derin bir nefes alıp devam etti.

"Erlik Han."

Az önce ortadan kaybolan kardeşlerini takdirle izleyen genç adam bir anlığına tüm algılarını yitirdiğini hissetti. Kulağına çalınan uğultular dışında hiçbir şey duymuyor. Gözünün önündeki bulanıklıktan başka bir şey göremiyordu. O an doğru düzgün nefes alıp alamadığından bile emin değildi. Hayatının neredeyse tamamını lanetli bir şekilde bir mağarada geçirdikten sonra… Yeni bir başlangıç yaptığını sanıyordu ama o yeni hayat şimdi başlar başlamaz sona mı eriyordu? Boş bakan gözleri Utkuuçi'nin beklenti dolu gözleriyle buluşunca gözlerini kaçırdı ve başını kontrolünü kaybetmişçesine iki yana sallamaya başladı. Ağzından ret cümleleri firar edeceği sırada gözleri Gökhan’ın mavi gözleriyle buluştu. Kardeşi yavaşça yalnızca onun anlayabileceği bir hızda başını iki yana salladı.

Erhan'ın algıları yavaş yavaş kendine gelirken başı duraksadı. Titrek adımlarla kalabalığın içinden, yeni bir olay çıkmayacağının bilinciyle derin bir nefes alıp rahatlamış olan Utkuuçi'nin bulunduğu kürsüye ilerlemeye başladı. Oğuz Kağan onun için bu kadar riske girmişken onun yapacağı en ufak bir yanlış hem kendisini hem de babası bildiği Oğuz Kağan’ı zor duruma düşürür, onu haksız çıkartırdı.

Babasını düşünecekti, kendisini düşünecekti, babasını düşünecekti, kendisini düşünecekti, babasını düşünecekti ve evet kendisini düşünecekti çünkü eğer şimdi bu görevi reddederse kimse onun gerçekten değiştiğine inanmazdı.

Bunları düşünürken adımları kararlaştı ve ona yargılayıcı bakışlar atan kalabalığı koşar adım geçti. O farkında olmadan gözlerinden firar etmiş gözyaşlarını cüppesinin yeniyle sildi ve titrek adımlarına aldırmadan merdivenleri çıkarak Utkuuçi ile tokalaştıktan sonra Mergen’in yanındaki boşluğa geçip başını dik tuttu. Utkuuçi genç adamın hızlıca sıktığı eli havada kalırken şaşkınlıkla eline doğru baktı. En azından birileri hâlâ nezaket nedir biliyordu.

Birçok bakışla karşılaştı; Delirdiğini düşünen bakışlar, onaylamayan bakışlar, acıyan bakışlar, hak ettiğini düşünen bakışlar… Bakışlar her yerdeydi ve bir şekilde Erhan'ın canını konuşmaktan daha çok yakıyorlardı. Bir tanesi hariç.

Tüm kalabalığın içinden ona ulaşmayı başaran babasının gurur dolu bakışları…

Bulunduğu platform aşağıya doğru hareket etmeye başladığında bile gözlerini bir an bile babasının gözlerinden ayırmadı. Ta ki yanından gelen iki el omuzlarını tutup onu sarsmaya başlayana kadar. Platform neredeyse zemine ulaşmak üzereyken çatık kaşlarının altındaki sorgulayıcı bakışlarını hemen yanında omuzlarını sarsan Mergen’e dikti.

“Ne olu-” Mergen hızla lafını bölüp onu susturdu.

“Vaktimiz yok!” Gözlerini Erhan’ın gözlerine dikeceği esnada omzuna dokunan bir elle dikkati dağıldı Akıl Koruyucusunun.

“Mergen,” Kızagan çatık kaşlarla yıllar içinde yıpranmış kardeşini baştan aşağı süzdü. “İyi misin?”

“Vaktimiz yok!” Mergen yine kendisini tekrarlayınca Kızagan bir adım geriye çekilerek kardeşi Kuyaş’ın sorgulayıcı bakışlarını cevapsız bıraktı. “Gözlerime bak!”

Mergen’in omuzlarını bir kere daha sarsarak söyledikleriyle Erhan siyah gözlerini karşısındaki etrafı kanlanmış kahverengi gözlerine dikti. Mergen iki elini Erhan’ın başının iki yanına yerleştirip zihnindekileri ona aktarırken Erhan neler döndüğünü ancak anlayabildi. Mergen ona unuttuğu hayatını geri veriyordu. Kazandığı ama hileyle mağlubiyete uğradığı savaşı, laneti, arkadaşlarını, ailesini, Çisem’i, onun başında olması gereken tacı gördü Erhan. Anılar gözlerinin önünden bir film şeridi gibi akıp giderken başına saplanan bir sancıyla Mergen’in tutuşundan kurtulup kendisini geri çekti ve çatlayacakmış gibi ağrıyan başını eliyle ovmaya başladı.

“Kusura bakma,” Mergen yavaş hareketlerle geri çekilirken genç oğlanı baştan aşağı süzdü. “Sana hemen göstermem gerekiyordu. Birazdan ağrın geçer.”

“O biliyor mu?” İki büklüm olduğu yerden doğrulurken dişlerinin arasından konuşarak Oğuz Kağan’ı kastetti Erhan. Mergen başını onaylarcasına aşağı yukarı salladı.

“Yüz yılda bir, bir kişinin üzerindeki etkisi bitiyor.” Arkalarında anlamsız gözlerle onları izleyenler birbirlerine bakıp anlamadıklarını belirtircesine omuzlarını silkti.

“Onlara da gösterebilir misin?” Erhan arkasındaki iyeleri işaret etti. Mergen dudaklarını birbirine bastırarak gözlerini kardeşlerinin ve diğer soyluların üzerinde dolaştırdı.

Kızagan’a ve Kuyaş’a yaklaşarak bir elini abisinin diğerini de kardeşinin başına yerleştirip yüz yıldır zihninde barındırdığı düşünceleri onlara da aktardı. Kızagan’ın gözleri ardına kadar açılırken Kuyaş’ın kehribar rengi gözlerinden yanağına doğru bir yaş aktı.

Sıra Kübey ve Yelin’e geldiğinde platform neredeyse yere inmişti. Mergen hızlı davranarak kızların aklına aklındakileri aktardığı esnada ikisinin gözleri de fal taşı gibi ardına kadar açıldı.

Alper Tunga gördüklerinin ardından ortamdaki herkesin düşüncesini yansıtan ağzına yakışmayan bir küfür savurmakla yetindi. Mergen yerde kucağında Münevver ile oturan Gökhan’a yöneldiğinde Gökhan eliyle onu durdurdu.

“Ben zaten biliyorum,” Başıyla baygın bir şekilde kucağında yatan sarışın genç kızı işaret etti. “Sen ona gücünü aktardığında Erhan’ın zihnini temizleme işi ona düşmüştü. Kardeşimin zihninden ağlayarak sildiği gerçeklerle ilk yaptığı iş onları bana göstermek oldu.” Erhan’ın gözleri ardına kadar açıldı.

“Ve bana söylemedin mi?”

“Başını belaya mı soksaydım? Hiçbir şey hatırlamayan senin daha az zararlı olduğunu düşünüyordu. Eğer tekrar hatırladığını anlasaydı o cadı karısıyla seni tekrar lanetlerlerdi!”

“Burada, hiçbirinizin gücünün eskisi gibi işlemeyeceği bir yere doğru yola çıkıyor olmazdık en azından!” Koruyucuların güçleri doğdukları yerde onlara bahşedilirdi ve başka topraklarda tamamen güçsüz kalmasalar bile güçleri haftalar içinde zayıflardı. Yelin ikisinin arasına girmek amacıyla elini havaya kaldırdı.

“Güçler umurumuzda değil, Erhan. Savaşta farklı saflarda yer almış olabiliriz ancak biz Bozhan ile geri çekilmesini bildik. O, ileriye gitti, kaderi değiştirmenin büyük sonuçları olur. İlk başta beni neden ülkeden sürdüğünü anlamamıştım, o ne derse Hava Şehrinde onu yapıyordum ama o hâlâ bizim hatırlamadığımız olayların kinini tutuyor. Emin ol, lanetle yönetilen bir ülkede yaşamaktansa oradan sürülmek hepimiz için daha iyidir.” Etraftakilerden onaylayan mırıltılar çıkınca Erhan yüzüne kondurduğu minnettar gülümsemeyle karşısındaki kadının yeşil gözlerine baktı.

“Yüz yıldır onların içinde yaşıyorum,” Mergen gözlerini karşısındaki gözlere dikerken mırıltıyla konuştu. “Çoğu konuda geri olsalar da bizden daha huzurlular orası kesin.”

Platform zeminle buluşup gürültülü bir ses çıkardığı esnada sarayın ortasından yükselen dokuz dallı çınar ağacının köklerini görebilecek kadar aşağıya inmiş olduklarını fark ettiler. Etraftaki şifacılar onlar daha ne olduğunu anlayamadan hepsine içinde ne tür bir sıvı olduğu belli olmayan ilaçları enjekte ettiler. Erhan’ın son hatırladığı şey iki şifacı tarafından tutulan buna rağmen kolları arasındaki genç kızı bırakmayan kardeşinin çırpınışlarıydı…

***

Galiba artık bitmişti, Ülgen isyan çıkmaması için halka bizi süreceğini söyleyerek hepimizi zehirlemiş olmalıydı. Gökhan’ın kendisinden önce Münevver’i korumaya çalışırken ki çırpınışları gözlerimin önünden gitmezken bize enjekte ettikleri şeyin gerçekten zehir olup olmadığını merak ettim. Ölmek böyle bir şeydiyse eğer piç kurusunun istediği olmuştu, en sonunda bizden kurtulmayı başarmıştı. Birbirine yapışmış kirpiklerimi zorlukla açıp da başımın üzerinde bana çipil çipil gözlerle bakan bir buzağıyla karşılaşana kadar düşüncelerim bunlardı ama o an cennette beni karşılayan ilk şeyin bir buzağı olamayacağı düşüncesiyle yaşıyor olduğuma kanaat getirmiş olacağım ki gözlerimi kırpıştırdım. Hızla ayağa kalkıp beni yalamaya yeltenen buzağıyı başımdan kovdum o da benden korkmuş olacak ki boynundaki çanın sesi içinde bulunduğum buğday tarlasında yankılanırken koşarak otlanan diğer ineklerin yanına gitmişti.

Üzerime bakıp en azından üzerimde şenlikte giydiğim pelerinin olmamasına sevineceğim esnada birkaç saniye üstümdeki kahverengi bol paça pantolon ve mürdüm rengi kolları dar gömlekle bakıştım. Bunlar ucube gibi gözükmekten daha iyi bir tercihtiyse eğer düdük gibi dolanmaya katlanabilirdim, sanırım. Ne ara buraya gelmiş, bunları giymiş ve ne zamandır buğdayların üzerinde uyuduğum hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ama bir an önce birilerini bulup buradan çıksam iyi olacaktı. Etrafıma bakındım ve bulunduğum yerin biraz aşağısında bulunan patikaya takıldı gözlerim.

Tarlaların arasından büyük ihtimalle çiftçiler için ayrılmış patikada sakin adımlarla ilerlerken pantolonumun arka cebinde hissettiğim ağırlıkla elimi oraya atıp cebimi yokladım. Bize en azından işe yarar bir şeyler vermiş olmalılardı. İnce ama ağır deri, kahverengi bir cüzdanı cebimden çıkarttığımda sağını solunu yokladım ve üzerindeki fermuarı çekerek içindekilere baktım. Üzerinde bir fotoğrafımın ve hakkımda bilgilerin olduğu “Türkiye Cumhuriyeti Nüfus Cüzdanı” yazan mavi kartın önünü ve arkasını inceledim.

“Erhan Çevik, ha?” Sıradanların bizde olduğu gibi baba adıyla değil de soyadıyla anıldıklarını biliyordum.

Burada yazana göre annemin adı “Havva” babamın adı ise “Âdem” idi. Onların kim olduğunu sorgulamaya başlayamadan cüzdanımdan çıkan bir öğrenci yurdu kartı bana onların kim olduklarıyla ilgili epey bir bilgi verdi. Yüklü bir miktar para, banka şifresi olduğu yazılan bir kağıt ve bir kütüphane kartı dışında cüzdanın içinde başka bir şey yoktu. Nüfus cüzdanında yazana göre Ankara diye bir yerde doğmuştum. Diğer cebimde bulup da çıkarttığım tuşlu bir cihazla ise epey bir cebelleştikten sonra cihazın bir tuşuna uzun basılınca ötmeye başlayıp siyah ekranından bir ışık çıkarttığını öğrenmek dışında pek bir bilgi edinemedim. Cihazı daha fazla kurcalamadan cebime tekrar yerleştirdikten sonra kafamda Mergen’in son anda aklıma aktardığı gerçeklerle yüzleşmeye çalıştım. Acaba onlar neredeydi? Mergen şüphesiz zaten alışık olduğu hayata devam edecekti. Fakat onun gerçekleri bildiğini bilen Ülgen neden onun bizimle görüşmesine müdahale etmemişti. Her şey o kadar uçuruma doğru sürükleniyordu ki… En azından bizimkilerden birini bulabilsem onlarla bir şekilde hayata tutunabilirdim.

O kadar uzun bir süre yürümüştüm ki ayaklarım ağrımaya başlamıştı fakat hâlâ bu tarlanın dışına çıkamamıştım. Koyu kahverengi deri ayakkabımın ucuna gelen bir taşa sinirle bir tekme attıktan sonra yol kenarına yerleştirilmiş bir iskemle gözüme çarptı. Bu ayakkabıları özellikle ayağıma vursun diye Ülgen’in seçtiğine neredeyse emindim. Gökyüzünde iyice tepeye ulaşmış olan güneş de zaten susuzluğum konusunda bana pek de yardımcı olmuyordu. İskemleye çöküp önümdeki patikayı izlemeye başlarken lanetten önceki hayatımda hangi güce sahip olduğumu merak ettim. Mergen’in bana gösterdiklerinden gücümü anlayamamıştım. Bir Su Koruyucusuyduysam eğer güçlerimin ortaya çıkmasının tam vaktiydi.

Neyi beklediğimden habersiz susuzluğum dayanılmaz bir hale gelene kadar dakikalarca belki de saatlerce başımı ağrıtan düşüncelerimle birlikte bekledikten sonra daha ilk günden Ülgen’e iyi dileklerimi göndermeye başlamıştım bile. Anlaşılan o ki Su Koruyucusu filan değildim yoksa şuan bayılma raddesine gelmişken bir şeylerin olması gerekirdi. Ayağa tekrar kalkmaya yeltendiğimde başıma saplanan ani acıyla tekrar geri iskemleye oturdum.

Susuzluk artık düşünmemi engelleyecek bir hale geldiğinde dudaklarımı yalayarak belki patikadan birileri geçer umuduyla önümdeki patikaya odaklandığım esnada arkamdan gelen adım sesleri ve ardından önüme çekilen ucundan oluk oluk su akan hortumu gördüğümde gözlerimin irileştiğine eminim. Kafamı kaldırıp hortumu önüme çekmiş olan, ağarmaya başlayan saçlarının üzerine hasır bir şapka takmış, üzerinde kareli bordo bir gömlek ve haki rengi keten bir pantolon bulunan yaşlı adama en minnettar gülümsemelerimden birini gönderdim. Önümde davetkâr bir şekilde akan suya haksızlık etmeden avuçlarıma doldurarak kana kana içmeye başladım. Karnım fazla su içmekten şişene kadar durmadım. Soluklanmak ve kendime gelebilmek için başımı kaldırarak tek bir bulut bile olmayan gökyüzünde parıl parıl parlayan güneşe karşı gözlerimi kırpıştırdım. Güneşe biraz fazla bakmış olmalıyım ki gözlerim sulanmaya başlamıştı. Gözlerimi çiftçiye doğru çevirip ayağa kalktım.

“Teşekkür ederim.” Önümde kalan patikaya geri döndüğüm esnada arkamda kalan yaşlı adamın kırışıklıklar ve nasırlarla dolu elini omzumda hissettim.

"Yolculuk nereye, yeğenim?" Bir anlığına arkamı geri dönmeden gözlerimi kırpıştırdım. Nüfus Cüzdanı denen şeyde Ankara’da doğduğum yazıyordu. Oraya gidersem bizimkilerden birini bulabilirdim. En azından şu öğrenci yurduna gider ve konaklama sıkıntımı ortadan kaldırırdım.

"Ankara." Diye karşılık verdim yaşlı adama. Adam çakır rengi gözlerini kısıp bana baktı.

“Ankaralı mısın?” Başımı onaylarcasına salladım. Yaşlı adam başını ağır ağır aşağı yukarı sallarken bana doğru nazikçe gülümsedi.

“Merkeze gidiyorsun değil mi?” Duraksadı ve düşünür gibi elini kafasına attı. “Kızılay’a mı, Ulus’a mı?” Yurt kartında konum Ulus denen yeri gösteriyordu. Şuan nerede olduğumuz hakkında bir fikrim yoktu. Bir köyde filan olmalıydım.

“Ulus’a… Şuan neredeyiz acaba?” Adam kaşlarını çatarak bana baktı. Bulunduğum yeri bilmemem onu şaşırtmış olmalıydı.

“Haymana’dayız evladım, bilmediğin yerde ne işin var?” Güzel soru. Bu soru sana gelsin Ülgen.

“Bir araştırma için arkadaşlarımla buradaydık, sanırım bayılmışım. Onlar da yardım bulmaya gitmiş olmalılar. Eğer yeterince hızlı gidersem daha fazla endişelendirmeden onları yakalayabilirim.” Adam bana bakarak yavaşça başını salladı.

“Burada bekle beni.” Ana yola doğru ilerleyen yaşlı adam, yoldan geçen bir kamyoneti durdurdu ve kamyonun motorunun gürültüsünden dolayı şoförle bağırarak konuşmaya başladı.

“Erdal!” Başıyla geriye dönüp beni işaret etti. “Bu delikanlı tanrı misafiridir.” Yanlış, Ülgen’in misafiriyim. “Onu merkezde nereye gitmek istiyorsa götür. E mi?” Benim yaşlarımdaki şoför başını eğip bana baktı. Zararsız olduğuma kanaat getirmiş olacak ki başıyla yaşlı adamı onayladı ve bana yan tarafındaki koltuğu işaret etti. Adını öğrenememiş olduğum yaşlı adamla tokalaşıp araca atladığımda kamyonet motorundan gelen büyük bir gürültüyle yola çıktı.

Epey sessiz biri gibi duran adamı göz ucuyla süzdükten sonra tekrar yola odaklandım. Adamın konuşmaya niyeti olmadığını görünce tekrar düşünmeye başladım. Belki de yurda gitmeden önce biraz araştırma yapmalıydım. Cüzdanımı çıkartıp tekrar inceledim ve bulduğum kütüphane kartını şoföre doğru tuttum.

“Yolunuzu saptırmayacaksam eğer, buraya gitmemiz ne kadar sürer?” Genç adam göz ucuyla karta baktı ve tek kaşını kaldırdı.

“Bahçelievler burası… Bir bilemedin iki saat sürer. Seni buraya mı bırakayım?” Gözlerimi kırpıştırarak tekrar yola dönmüş olan adama baktım. Adam elini vitese atıp devir değiştirirken vitesin üzerine takılmış olan tespihin boncuklarının birbirine çarparak çıkardıkları ses ikimizin arasında yankılandı.

“Size zahmet olmayacaksa.” Adam başıyla beni onayladı ve yolun devamında konuşmamaya yemin etmişçesine gıkını çıkartmadı. Kamyonu şoförün “benzin” dediği şeyle doldurmak için “benzinlik” denilen yol üstü bir yerde durduğumuzda Erdal ağzının içinde bir şeyler yiyebileceğimizi de söylemişti.

“Konuşmayı sevmez misiniz?” Çantasından çıkarttığı bir yarım ekmeği sessizce bana uzatınca kendimi tutamayıp soru sorma gafletinde bulundum.

“Gerekmedikçe hayır.” Erdal’ın elinden ekmeği alırken teşekkür edercesine başımı salladım.

“Evli misiniz?” Adam tek kaşını kaldırarak bana baktı. Ekmeğinden bir ısırık alırken sessizce yutkundu.

“Bilmiyorum.” Gözlerimi kırpıştırarak ona baktığımda devam etmesi için onu nasıl teşvik edeceğimi bilmiyordum.

“Hayatımın bir kısmı buradan silindi.” İşaret parmağıyla sol şakağını gösterdi. “Birkaç ay önce kendimi seni aldığım tarlada buldum. Nereli olduğumu, kaç yaşında olduğumu, neden orada gözümü açtığımı ya da niye hiçbir şey hatırlamadığımı bilmiyorum.” Gözlerim istemsizce açılırken içimden bir ‘acaba’ geçti. Bu adam ya Mergen ile karşılaştıysa ya da daha da kötüsü ya bir iyeydiyse.

“Ama bunların bir önemi yok,” Adam bitmiş olan ekmeğini sarmış olduğu peçeteyi katlayarak tekrar çantasına yerleştirdi. “Zonguldak’tan bir iş teklifi aldım. Seni bıraktıktan sonra Batı Karadeniz’e gideceğim. Bu kamyon da köyden bir arkadaşımın emaneti.” Dudaklarımı birbirine bastırarak onu onayladım. Sanırım bende geçmişimi hatırlamıyor olsaydım -Ki bir dönem hatırlamıyordum da- aynı böyle sessiz olurdum.

“Umarım,” Adam açık kahverengi gözlerini bana dikince bir anlığına duraksadım. “Umarım, bundan sonra hayatında her şey istediğin gibi gider.” Adam hafifçe gülümseyerek tekrar kamyonun motorunu çalıştırdı ve yola koyulduk. Biraz ilerledikten sonra gözlerim elimdeki çiçek desenli peçeteye kaydı. Elimle ona şekil verirken Erdal göz ucuyla bana baktı.

“Ya sen? Senin ne işin vardı o tarlanın ortasında?” Ülgen denen bir taht hırsızı sümsük herif yüzünden ülkemden sürüldüm. “Ben araştırmacıyım. Arkadaşlarımla toprağın yapısını inceliyorduk sanırım sıcaktan ya da başka bir sebepten ötürü bayılmış olmalıyım.” Çiftçiye söylediğim yalanı ona da söylemekte bir sakınca görmedim.

“İsminiz önceden de mi Erdal’dı? Yoksa sonradan mı-”

“Sonradan. Gerçek ismimi bilmiyorum.” Başımla onu onayladım. İşler gittikçe karışık bir hale geliyordu. Eğer bunda da Ülgen’in bir parmağı vardıysa o herifi bu sefer cidden elimden hiçbir şey kurtaramazdı. Tüm yolculuk boyunca birbirimizi tanıma çabamız bundan ibaretti. Bir daha ne o ne de ben ağzımı açmadım.

Kamyon sakin bir şekilde durduğunda göz ucuyla Erdal denen adama baktım. Adam bana iyi değilmişim gibi baktıktan sonra içini çekti.

“Geldik,” Başıyla sağ tarafımızda kalan binayı işaret etti. “Milli Kütüphane.” Ağzım şaşkınlıkla açılırken kendimi gerçekten aptal gibi hissettim. Yine de bozuntuya vermemeye çalışarak genç adama elimi uzattım. Adam elimi sıkarken yanlış anlamaması umuduyla cüzdanımdan çıkardığım bir miktar parayı alması için ona doğru uzattım. Erdal denen adamın yüzünde yol boyunca ilk defa gerçekten içten olduğuna inandığım bir tebessüm oluşturmayı başarmış olduğumda adam elini uzatıp parayı tekrar benim avucuma koydu.

“Para için yapmadım,” Yüzündeki tebessüm silinirken tekrar önüne döndü. “Çok fazla insanı bir yerden bir yere götürürüm. Ama para için değil.” Genç adama bu defa sıcak bir tebessüm gönderen ben oldum.

“Uzun yola çıkıyorsun,” Umarım Zonguldak dediği şu yer buraya uzaktır çünkü oranın neresi olduğuna dair bir fikrim yoktu. “İhtiyacın olabilir.”

Adam açık kahverengi gözlerini bana çevirdi ve başıyla onaylayarak parayı gönülsüzce de olsa benden aldı. Koltukta ileri atılıp adamı dumura uğratarak ona hafifçe sarıldıktan sonra araçtan indim. Erdal camdan bana bir baş selamı verdi ve ben de kamyon arkasında bir toz bulutu bırakarak trafiğe karışırken arkamda kalan binaya döndüm. Cüzdanımdaki üyelik kartını çıkartıp gözlerimi altın renkli plakaya yazılmış “Milli Kütüphane” yazısına diktim. Merdivenleri çıkarak girişe ulaştığımda kapıdaki görevli etrafa attığım anlamsız bakışlarla yardıma ihtiyacım olduğunu anlamış olacak ki bana doğru seslendi. Önce ona kartımı göstermemi istedi ve kartımı gördükten sonra ne aradığımı sordu. Ne aradığımı ben bile bilmiyordum. Kitap arıyordum işte. Bu kadar zor olmamalıydı. Sıradanların bizim yaşam tarzımızı ele aldıkları yazı biçimini hatırlamaya çalıştım.

“Türk…” Duraksadım ne diyordu bunlar. “Mitolojisi?” Görevli dikdörtgen çerçeveli gözlüklerinin üzerinden bana baktıktan sonra ağır ağır başını salladı.

“İkinci katta. Ses çıkarmamaya özen gösterin lütfen.” Tekrar önündeki listeyi düzenlemeye dönen görevliyi beni görmeyeceğini bile bile başımla onaylayarak kırmızı döşemelerle süslenmiş merdivenleri çıkmaya başladım. İkinci kata ulaştığımda sessiz olmaya özen göstererek çalışan ya da kitap okuyan sıradanların olduğu masaların arasından usulca geçerek kitaplıklara doğru ilerledim. Raflara alfabetik olarak yerleştirilmiş kitapları tek tek incelemeye başladığımda beni durduran şey önümdeki rafın arkasına yerleştirilmiş masadan kulağıma çalınan bir kız sesi oldu.

Yerin yer olduğu vakit, sularla kaplıydı her yer,

Ne gök vardı, ne güneş, ne ay, ne de tutunacak bir yer,

Gök Tengri uçar dururdu, insanoğluysa tekti,

O da uçar dururdu sanki Tengriyle eşti,

Yoktu Tengrinin hiçbir işiyle düşüncesi,

İnsanoğlunun ise bitmedi hiç hilesi-”

“Dünya’dan Leyla’ya! Kütüphanedeyiz kızım, kitabı bana uzat da ben de okuyayım. Şimdi bizi buradan atacaklar!” Genç kızın sesi bir oğlan tarafından bölündü fakat kız heyecanla fısıldayarak konuşmaya devam etti. En azından fısıldamaya çalıştı, bulunduğum yerden benim bile onu duyduğum göz önünde bulundurulduğunda pek de başarılı olduğu söylenemezdi.

“Burada bahsedilen ‘insanoğlundan’ kasıt benim nezdimde Erlik Han’dan başkası değil.” İsmimi duymamla raflara daha çok yaklaşıp iyice dikkat kesildim. “Ama asıl sorun da tam da burada başlıyor. Tüm mitler, eksiksiz bir şekilde Erlik Han’ı yeraltının kötü Tanrısı olarak yazıyor.” Bulunduğum yerde sanki biri beni görebilirmiş gibi göz devirdim. Anlaşılan Ulu Ülgen Han buraya da el atmıştı. Mağaraların iyi bir seçenek olduğunu söylemiyorum yine de hadi ama yeraltı ne be! Ülkede maden bile çıkmazken nasıl yeraltında yaşayacaktım? İçimden bir ses dönüp işime bakmamı söylese de kızın sesi sanki bir büyüyle beni olduğum yere çivilemişti ve onu dinlemeye zorluyordu. “Ben buna inanmıyorum. Sonuçta bu mitler Şamanlar tarafından yazıya geçirilmiş metinler ve bir saniyeliğine de olsa bu Tanrıların gerçek olduğunu düşünürsek kimin kötü olduğunu anlamak için…” Kızın sesi kesilince sayfa çevirme sesleri kulağıma ilişti.

“Şurayı oku…” Yüksek sesle okursanız çok makbule geçer. Birkaç saniye sonra az önce kızı uyaran genç oğlanın sesi kulağıma ilişti.

“Güçlerinden bahsediyor…” Kızın onaylayan bir mırıltı çıkardığını duydum.

“Ülgen Han, hava durumunu kontrol etmesinin yanı sıra insanların üzerinde büyüleyici bir etkisi var. Yani gelip sana senin bir kız olduğunu söylese bunu yadsınamaz bir gerçek olarak kabul etmen kaçınılmaz.” Bizim Ülgen’e bak sen, böyle güçlerin varsa gel de bunların dünyasını yönetsene benim tacıma ne diye göz dikiyorsun, it!

“Erlik Han da masum değil tabi.” Ah bir gerçekleri bilseniz. “Duyguları kontrol edebiliyor yani herhangi bir kişiyi doğrudan duygusuyla yönlendirebilir.” Bir anlığına duraksadım. Mergen’in bana gösterdiği gerçekler onun taç giyme töreni esnasında Ülgen’in zihninde gördükleriydi. Yani ne benim ne de onun açısından bakabileceğim anılarım yoktu. Bizim hatırlamadığımız fakat Ülgen’in hatırladığı gerçeklere sahiptim. Bir anlığına… Çok kısa bir anlığına Ülgen’in gözünden kendimi gördüm… Kızagan denen adamla yan yanaydık ve gülüyorduk fakat hatıra diğerlerinin aksine sanki başka bir bakış açısından yaşanmış gibiydi. Gerçekten bu kızın söylediği gibi duyguları yönetebiliyor muydum?

“Yine de,” Tekrar oğlanın sesini duyduğumda düşüncelerimi bir kenara atıp dikkat kesildim. “Bu bir yanlışı gerçek kabul ettirmek kadar kötücül bir güç değil sanırım.”

“Şamanlar birer insan sonuçta ve bu mitlerin gerçek olduğunu düşünürsek Ülgen Han’ın kolaylıkla insanları yanlışa sürükleyebileceği bir gerçek. Mitler tam olarak burada çelişiyor.” Genç kızın hararetle söyledikleri benim de aklımı karıştırmıştı sanırım sıradanlar konusunda Mergen haklıydı. Birçok konuda bizden geriydiler.

“İnsanların aklıyla oynayabilen ve İyilik Tanrısı sayılan bir adamdan bahsediyoruz. Gerçeklerin ne olduğuna mitlerde bu kadar kesin dille bahsedilmiş olması da bizim teorimizi kanıtlıyor.” Kız o kadar heyecanlı konuşuyordu ki ben bile onu dinlerken istemsizce kendi kendime hiç susmamasını istediğimi fark ettim.

“Evet, sen yeni bir teoriye atlamadan izninle ben bir hava almaya çıkayım.” Oğlanın sesinde hissettiğim ufak bir bıkkınlıkla söyledikleriyle kızın homurdanmasını duydum.

“Ciğerlerini çürüteceksin.” Kitapların arasından aniden gelen bir cesaretle arkaya bakmaya karar verdim. Parmak ucumda yükselerek önümdeki rafı doldurmuş kitapların üzerinden arkaya baktığımda genç bir oğlanın sandalyede oturan sarışın bir kıza doğru eğilip kızın yanağından makas aldığını gördüm.

“Ben sana mitlerle beynini çürüteceksin diyor muyum, maviş?” Kız huysuzca başını geriye doğru çekti ve o an bir saniyeliğine de olsa sarı saçlarının altında saklanan yüzünü doğrudan görebildim. Yüzümde ne tür bir ifade oluştuğunu bilmiyorum fakat biliyorum ki o an içimdeki ifadeleri ne anlatabilirdim ne de dışarıya yansıtabilirdim. Tek yapabildiğim yavaşça yutkunmak olduğunda içimdeki gözlerimi kaçırmam gerektiğine dair bir şeyler söyleyen sesi susturdum. Gözleri… Gözleri çok güzeldi. Hayal bile edemeyeceğim kadar güzeldi. Gökyüzü ya da okyanusla sınırlandırılamayacak kadar güzeldi. İyelerin güzellik standartlarını fazlasıyla doldurup taşıracak kadar…

“Git, hadi.” Genç kızın melodik sesi tekrar kulağıma ulaştığında kumral oğlan ona göz kırparak kitaplıkların ötesinde bulunan masalara doğru ilerlemeye başladı.

Tekrar topuklarımın üzerine inerken yutkundum. Ya şimdiydi ya da hiç. Ayaklarımı sesi yalıtmak amacıyla kadifeyle kaplanmış zeminde sürüyerek arkasında bulunduğum kitaplığın köşesine doğru ilerledim. Derin bir nefes alarak anlık gelen bir cesaretle başımı kitaplığın köşesinden ileri doğru uzattım ve onu görmeye çalıştım. İçimdeki bu coşku bir anlığına da olsa sanki bu dünyaya gelme sebebimmiş gibi geldi. Gözlerim iki kitaplığın arasına yerleştirilmiş masada tek başına oturan ve önündeki kitaba tamamen gömülmüş olan sarışın kızın üzerinde tüm yüzünü ve vücudunu ezberlemek istercesine bir süre dolandı. Sayfayı çevirmek için bir hamle yaptığında tedirginlikle geri çekildim. Bu heyecan benim için o kadar saçmaydı ki… Ben, Oğuz Kağan’ın oğlu kabul ettiği, tek gerçek veliaht, Erlik Han. Sıradan bir kadını izlemek için şekilden şekle giriyordum. Tüm oksijeni ciğerlerime doldurmak istercesine derin bir nefes daha aldıktan sonra kitaplığın yanından ileriye doğru bir adım attım. İlk adımdan sonra gelen tüm cesaretle bir adım daha attıktan sonra artık genç kızdan yani hedefimden yalnızca on adım uzaklıktaydım. Tam olarak sağ tarafımda kalan sarışın kıza baktığımda yutkundum ve anlık gelen cesaretim yerle bir oldu. O tekrar sayfa çevirme hamlesinde bulunmadan iki adımda aldığım mesafeyi bir adımla tekrar geri giderek kapattım. Göğsüm sanki kilometrelerce koşmuşum gibi bir adrenalinle inip kalkarken kaşlarım çatıldı. Benim sorunum neydi? Hadi Erhan, sen kimleri kılıçtan geçirdin, Ülgen’i bile çıldırma raddesine getirdin, sen. Yalnızca sıradan bir kız. Üçüncü kez derin bir nefes alıp geri gelmiş olduğum yolu tekrar adımlayacağım esnada arkamdan gelen sesle olduğum yerde sıçradım.

“Astım krizi geçirmiyorsunuz, değil mi?” Arkamdan gelen sese doğru ağır hareketlerle dönüp benden yalnızca birkaç adım mesafe uzaklıktaki sarışın kızla karşı karşıya geldiğimde siyah gözlerimin irileştiğine emindim. Ağzımı aralasam da bir şey söyleyemediğimi fark ettiğimde aralık ağzımı geri kapatmam fazla gecikmedi.

“İyi misiniz?” Kızın elini gözümün önünde sallayarak söyledikleriyle kendime geldim ve yutkunarak hızla birkaç kere başımı aşağı yukarı salladım.

“Eğer astımınız varsa çekinmenize gerek yok, ilacım var bende astım hastasıyım.” O söylediği şeyin ne olduğunu bilmiyordum ama bende kesinlikle yoktu. Bende olan bir şey varsa o da bir tutam aptallıktı. Başımı olumsuz anlamda iki yana salladım. Kız konuşmadan onunla iletişime geçme şeklimi yadırgamış gibi mavi gözlerini kırpıştırdı ve başını hafifçe sağa eğdi.

“Tamam, o zaman.” Sanki ne diyeceğini bilmiyormuş gibi gözlerini benden kaçırarak kucağındaki kitaplara dikti. “İyi araştırmalar.” Çekingen adımlarla arkasını dönüp gideceği esnada yutkundum ve kim bilir neden aniden konuşmam gerekenden daha yüksek sesle konuştum.

“Bekle!” Etraftaki birkaç kişi bana gözlerini dikip homurdanınca hemen sesimi kıstım. “Yani, bekle.” Etrafımdakileri gösterip bu defa fısıltıyla söylediklerim üzerine kızın dudaklarından biri yukarıya doğru kıvrıldı. “Size katılabilir miyim?” Mırıldanarak söylediklerimle kızın gözlerinden bariz bir şaşkınlık ifadesi geçti. “Asla karışmam, katılmaktan kastım sessizce yanınızda oturup sizi dinlemek.”

“Mitolojiyle ilgili ne biliyorsun?” Kızın kaşlarından birini havalandırarak sorduklarıyla dudaklarımda peydahlanan sırıtışı gizleme gereği duymadım.

“Eminim dikkatinizi çekecek birkaç hikâyem vardır.” Kızın bu defa şaşkınlıkla iki kaşı da havalandı.

“Adım ne demiştin?” Yüzümdeki tebessüm büyürken kıza birkaç adım yaklaşıp aramızda sadece bir adımlık bir mesafe bırakacak şekilde durdum. İrileşmiş gözlerine bakarak yüzümü onun yüzüne yaklaştıracak şekilde eğildim.

“Erhan,” Fısıldayarak yüzüne doğru söylediklerimle bu kadar yakından yutkunduğunu görmek pek de zor olmadı. “Sen?” Kızın çekiniyor olmasına rağmen geri adım atmaması beni etkilemişti. Sadece kucağındaki kitaba onu buruşturmak istercesine sıkı sıkıya tutunmuştu.

“Leyla…” Sessiz mırıltısı kulağıma ulaştığında yüzümdeki sırıtış büyüdü. İçime ne kaçmıştı bilmiyordum ama bu kesinlikle ben değildim!

“Memnun oldum, Leyla.” Biraz geri çekildim ve nefesini tutmuş kıza nefes alması için alan bıraktım. “Ne dersin? Size katılmamda bir sakınca var mı?” Leyla mavi gözlerini baştan aşağı benim üzerimde alıcı gözle dolandırdıktan sonra omuzlarını silkti.

“Fazladan yardımın zararı olmaz.” O an bana sadece sıradanların bizim hakkımızdaki düşüncelerini öğrenmek için yanlarına gitmiş olduğum bu iki gencin tüm hayatım olacaklarını söyleseniz aklınıza Mergen’in dokunup dokunmadığını sorgulardım.

Ama vakit geçtikçe bazı şeyleri gösteren tek şeyin zaman olduğunu öğrenmiş oldum…

🎀Hikayenin bundan sonraki kısmının çoğunda Leyla olacak yani ona alışıverirsiniz artık sdfsdhkfjhk🎀

Erhan'ın bakış açısı👉

İlahi bakış açısı👉

💫🐚🕊️Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayınnn ❣️❣️❣️

 

 

 

 

Loading...
0%