@isikdiyarii
|
Günler geçiyordu ve ben her geçen gün daha da çok güçleniyordum. Dünyadayken, o patlama gününde bana böyle bir hayatımın olacağını söyleselerdi inanmazdım. İnanamazdım. Zira burası bir hayalden bile daha güzeldi. Ormanda yaşayanların evleri, ağaç ev şeklindeydi. Köylerde yaşayanların evleri ise sarmaşıklarla bütünleşmişti. Bütün sokak ve mahalleler ve hatta evler… Her yer doğa ile iç içeydi. Bunun sebebi Kutsal Ağaç’mış çünkü o ağaç; doğayı, hayvanları, kızıl yaratıkları, yani buradaki halkı, kutsayan yüce varlıkmış. Tanrıçalardan bile kutsalmış. Ah, evet… Tanrıçalar. Ben gelene kadar burayı korumakla görevli olan ruhani varlıklar. Ama artık ben geldiğim için onlara ihtiyaç kalmamıştı. Çünkü Işık Diyarını ben oluşturmuştum. Yani benim zihnimin gücü sayesinde oluşmuştu. Bense gücümü Kutsal Ağaçtan alıyordum. Forseti öyle söylemişti. Ve evet, birde Forset’im vardı. Ondan hoşlanıyordum. Bunu reddedemezdim, bunu reddedersem; kalbimi de reddetmiş olurdum bence. Çünkü o benim kalbimi bunca yükün altında bana tekrardan hissettiren tek kişi olmuştu. Aren’den sonra tabii ki ama Aren, büyük bir yanlış yapmıştı. Kim bilir dünyadan buraya gelirken ailelerimize ne demişti? Ailem demişken… Onları da çok özlüyordum. Her şeyden çok. Ama onlar beni kaçırmıştı. Bu onların sonu olmalıydı. Bu dünyanın sonu olmalıydı. Beni ait olduğum yerden nasıl yaptılarsa almışlardı güç için. Beni ben olduğum için değil, gücüm için, varis olduğum için sevmişlerdi… Ben yıllarca gerçek evime gitmek istiyorum diye ağlarken onlar bana gerçek evime asla gidemeyeceğimi söylerlerdi. O zamanlar pek bir şey anlamıyordum. Zaten bir süre sonra da öyle demeyi bırakmışlardı. Çünkü bir şeyleri anlamışlardı, o günün yaklaştığını. Ve ben bunu yeni yeni anlıyordum. Ve şimdi ise hoşlandığım adam, sevgili halkım ve canım evrenimde yani gerçek evimle birlikteydim. Gemela, kahvaltı tepsimi kütüphaneme getirmişti. Her zamanki gibi kahvaltımı kütüphanemde yapacaktım. Günlerdir bir araştırmanın içerisindeydim. Dünyadan hayvanları ve bitkileri buraya çekmeye başladım. Sularını kirlettim. Onları Işık Halkının kölesi haline getirmeyi planlıyordum. Ve dünyayı ise Işık Halkının tatil ve ticaret amaçlı bir yer olarak kullanacağı bir yer haline getirmeye çalışıyordum. Orada ki hayvanları buraya getiriyordum çünkü oradaki bitkileri sıfırlayıp oraya en baştan, buradan bitkiler götürecektim. Orası bütün evrenlerin ortak turizm yeri olacaktı. Orası Işık Halkına ait bir turizm yeri olacaktı. Ve orada insanlar bizim için çalışacaktı. Bizse onlara karşılığında bir kap yemek ve bir kap su verecektik. Fazlasına ihtiyaçları yoktu. Ve bu projemi Forseti’de onaylıyordu. Hatta diğer öncülerde ve varislerde bu işe güzel bakıyordu. Hatta bugün Arinna ve Selene ile oraya hangi bitkileri dikebileceğimizi, ne tür sanat ve tarihi bina dikebileceğimizi planlayacaktık. Ve ardından ise Forseti ile Kutsal Ağaç ziyareti yapacaktık. Umarım ki hiçbir şey ters gitmezdi. Projeme ara verip Gemela ve Kaira ile sohbet ederek kahvaltı yapmaya başladım. “Varisim, günlerdir bu proje için çalışıyorsunuz. Bu projeyi gerçeğe dökerek nasıl bir intikam alacaksınız ki?” diye sordu Gemela bense ona gülümseyip, “Canım benim, şimdi şöyle ki; insanlar diz çökmezler. Çok zordur bu. Diz çöktürmek istiyorsak, onları kendimize muhtaç ettirmeliyiz. Bu yüzden onların bize diz çökmeleri için onları bize muhtaç ettim.” Dediğimde Kaira, “Ama nasıl efendim?” dediğinde bu sefer ona gülümseyip, “Uzun bir süredir burada hayvanlar ve bitkilerin çoğaldığını fark ettiniz değil mi? Kirli kuyuların gidip yerlerine temiz suların geldiğini, fark ettiniz değil mi?” dediğimde her ikisi de başlarını salladı. Bende onlara gülümseyip “Hepsini dünyadan getirdim. İnsanlar şu anda bize muhtaçlar. Eğer diz çökmezler ise, kölemiz olmazlarsa yok olacaklar. Ve gururlarına bunu yediremeyip yok olmayı seçecekler. Bu yüzden onlardan bazılarını işkencelerle yok edip gözlerini korkutacağım. Böylelikle dize gelecekler.” dediğimde bana şaşkın ama gururla baktılar. Onlarla uzun bir sohbet ettikten sonra Arinna ve Selene’nin gelmesiyle birlikte çalışmalara devam ettik. Çoğu şeyi konuştuktan sonra birlikte halkın yanına çıktık. Hep beraber halkımla bu konuları konuştuk. Hangi bitkilerin, hangi hayvanların gideceği. Her şeyi konuştuk. Ve en sonunda onlara günlerce sürecek bir güneş ve ay tutulması yapmaya karar verdik. Böylece biraz daha kolaylaşıyordu işimiz. Ardından halkın arasında dolaşmaya devam ettik. Buradayken daha doğrusu; halkın arasında dolaşırken ormanın hemen girişinde kocaman bahçeli ve etrafı tamamen muhafızlarla dolu bir köşk görmüştüm ve bunu Forseti’ye sorduğumda bana oraya gitmem için daha zamanımın olduğunu çünkü kutsal ağaca gideceğimiz gün oraya gideceğimizi söylemişti. Orası benim için ve kendisi için çok önemli bir yermiş söylediğine göre. Umarım ki orası gittiğimizde, gittiğimize değecek bir yerdir. Zira boşu boşuna ümitlenmek istemiyordum. Bunları düşünürken diğer varisler ile çarşının yakınlarına kurulan kızıl yaratıklara özel kurulan pazara gelmiştik ki geldiğimizde bizi büyük bir tartışma karşıladı. Hemen tartışmanın olduğu kısma hızla ilerleyip, “Ne oluyor burada? Bu tartışma da neyin nesi?” diye ilk defa otoriter bir şekilde bağırmıştım. Normalde evet gene otoriter konuşurdum. Ama samimi ve tatlı bir otoriterdi bu. Hem halkım ile iç içe olduğum hem de halkımın yerini bileceği bir resmiyetti. Bizi birbirimizden ayıran ve sınırı belirleyen o çizgiydi halkıma karşı olan otoritem. Ama bu sefer, bu sefer başkaydı. Artık 15 yaşında ki Zümra değil, 25 yaşında olan o varis olan ve gelecekte Forseti ile evlenip krallık ile kalmayıp bütün diyarı belki de evreni yönetecek o kişiydim. Pazarda ki bir satıcı hemen olayı anlatmaya başladı. “Efendim, sağ tarafta ki dostumuz yani Aras,” Aras mı? Bir dakika, bu Aras benim dünyadan arkadaşımdı ve ben onunla birlikte gelmiştim… acaba ne olmuştu da böyle bir duruma düşmüştü? Her neyse. Ve satıcı konuşmaya devam etti. “Aras dostumuz, kendi ve ailesi için alışverişini yaparken ardından Kerdoina adlı dostumuzda ona ‘sen, varsimiz ve diğerleri bir zamanlar şu sahtekar Aren ile nasıl arkadaşlık yaptı anlamıyorum!” gibi şeyler söyledi. Ardından ise Aras dostumuzda dayanamayıp sinirlendiğinde ona çıkıştı ve kavga böyle çıkmış bulundu.” deyip lafını bitirdi. Ardından Kerdoina denen kadına baktım. “Sana mı kaldı kimin kiminle dostluk yaptığı?” diye sorduğumda Kerdoina, “Ama Varisim,” dediği sırada ben “Sus ve işine bak kimsenin hayatına burnunu sokma. Kimsenin haddine değil diğerlerinin hayatına burunlarını sokup maydanoz olmak. Herkes işine dönsün! Bir daha böyle bir olay istemiyorum. Aras, sende sakin ol ve böyle şeyleri umursama.” deyip saraya doğru yürümeye koyuldum. Selene ve Arinna’ya da saraylarına gidip kendi halkları ile ilgilemelerini, ardından ise akşam olacak yemeğe hazırlanmalarını istedim. Ve halkın arasından dolaşarak saraya doğru yürümeye devam ettim. Yürürken de karşıma çıkan kızıl yaratıklara, perilere herkese gülümseyerek selam verip onlardan gelen selamları aldım ve onların sıkıntılarını dinleyip çözüm bulmak için elimden geleni yaptım. Burada en sevdiğim şeyde halkım, kendi aralarında her ne yaşanırsa yaşansın birbirlerine hep ‘dostum’ diye seslenmeleri oldu. Bu bence çok tatlı ve hoş bir hareketti. Mesela burada kavga çok nadir çıkıyordu. Evet ben buraya geleli yaklaşık bir sene olacaktı yakında. Her şey çok çabuk geçmişti. Benim buraya gelmem, varis olmayı kabul etmem, varislik için çalışmalara başlamam, beni halkıma ve diyarıma tanıtma partisi ve ondan sonrası… Her şey çok hızlı geçmişti ve bu bir yılda halkımın en sevdiğim karakteristik özellikleri ne kadar birbirlerini sevmeyenler olsa bile kavga etmez, huzuru bozmamaya çalışırlardı. Ve bu beni daha çok gururlandırıyordu. Saraya döndüğümde Gemela ve Kaira benim için küveti hazırlamışlardı. Bir süre küvetin içinde bekleyip rahatladıktan ve sonrasında kendimi temizledim ve hızla giyinip makyaj masama oturdum. Gemela, saçımı yaparken Kaira, makyajım ile uğraşıyordu. Makyaj ve saçım hızlıca bitmişti çünkü her ikisini de sade bir şey istemiştim. Ardından ise odamdan çıkıp Forseti’nin odasına gittim. Forseti’nin odası benim odam ile aynı kattaydı. Onun odasına vardığımda kapıda ki görevliler bana krallık selamını verip Forseti’ye geldiğimi haber verdiler ve içeri geçmem için önümden çekildiler. Forseti, kocaman bir gülümseme ile bana bakıp kollarını iki yana açmıştı. Bende hızla ona gidip sarıldım. O ise bana “Benim biricik şefkatli ama vicdansız ve beni salyangoz böceğine benzetip bana ‘salyangoz böcükü’ diyen varisim nasılmış? Ne yapıyormuş?” dedi ve bana derin bir şekilde bakmaya başladı. Bende ona “Canım lordum ben iyiyim ya siz nasılsınız? Ve evet, artık daha vicdansız planlar yapıyorum o insanlara.” deyip yüzümü buruşturup tatlı tatlı gülümsedim ve o an ellerimi arkadan birleştirip iki yana sallandım. Forseti ise bu halime şen dolu bir kahkaha atıp belime sarıldı. “Biliyorum o planları ben. Ve en çok destekçin benim. Onlar bunu çoktan hak ettiler.” dedi bu sefer uzaklara bakarak. Ardından devam etti konuşmaya. “Bu arada sen Arinna ve Selene ile birlikte konuşurken bende diğer öncüler ile konuştum. Onlarda senin arkanda herkes planı destekliyor. Bugün akşam bir yere gideceğiz demiştim ya hani,” kafamı sallayarak onayladım onu. Ayrıca burada diğer varislere ve diğer lordlara ‘öncüler’ adı veriliyordu. Bu söylemde çok hoşuma gidiyordu. Çok havalıydı bence. “Oraya gidip geldikten sonra hepimiz yani öncüler ve varislerle toplanıp planı detaylıca konuşacağız anlaşıldı mı Yıldız Parçam?” Yıldız Parçam. Bizim için anlamı; benim için gökyüzünü ve yıldızları, evreni temsil ediyorsun. Özgürlüğümüzü, ruhumuzu temsil ediyorsun ve kalbimin tek sahibisin; kalbimin tacısın. Anlamına geliyordu. Bu bizim için ‘sen benim her şeyimsin, seni seviyorum’ gibi anlamlar yerine kullanılır. “Hadi artık çıkalım. Gideceğimiz yerde uzun bir süre kalacağız çünkü.” dediğinde başımı salladım ve saraydan çıkıp gideceğimiz yola doğru atın üzerinde yola koyulduk. “Nereye gideceğiz ki?” diye sordum. “Senin hep gitmek istediğin yer var ya hep sorarak başımın etini yediğin yer; siyah saray. Oraya gidiyoruz. Kutsal Ağaca gidiyoruz.” dediğinde kalbim heyecandan yerinde adam akıllı atamıyordu. Resmen heyecandan ölecektim. Ama ondan önce bir yere uğramamız gerekiyordu. Oranın neresi olduğunu ise bilmiyordum. Sürpriz olacaktı bana da. Ardından buraya geldiğim ilk gün gittiğim beyaz köşke benzeyen bir yere gelmiştik. Ama burası daha sade ve kocaman bahçesinde parkı olan, mesire alanı olan ve hem yetişkin hem de çocukların yani resmen yediden yetmişe herkesin eğlenebileceği kocaman bir alanı vardı. Ben atın üzerinde etrafı izlerken Forseti, “Eve at ile mi gireceksin? Ölmüş olan sevdiklerini bu şekilde mi ziyaret edeceksin?” diye sorduğunda bana uzattığı elinden tutunup iniyordum ve son dediği ile kendimi yerde bulmam bir olmuştu. Şoke olmuş bir şekilde ona bakıp “Ne dedin sen? Ölmüş sevdiklerim mi?” başını salladı. “Ölmüş sevdiklerin evet. İçeride seni bekliyorlar.” dediğinde tekrardan elini tutup ayağa kalktım. Turuncu saçlarını bugün arkadan toplamıştı. Ve turkuaz gözleri ise beyaz tenini bugün daha çok açmıştı. Elimden tutarak beni kapıya getirdi ve yeni fark ettiğim bir şey vardı. Etraf tamamen koruma doluydu. Sanırım yabancı kişiler girdiğinde daha güvenli olması için korumalar görünmezdi. Ardından kapıya geldiğimizde heyecandan bayılmak üzereydim. Kalbimin atışını beynimde hissediyordum ve elim ayağım titriyordu. Yıllar sonra burada tekrardan birlikteydik. Ve kapıyı çaldık. Kapıyı açan kişi bir çalışandı. Krallık selamı verip içeri geçmemiz içeri geri çekildi. Ve içeri girdik; girmemizle bir çocuğun koşarak bana sarılması bir kuşun hızla uçup omzuma konması, büyükannemin “Zümra’m, canım kızım, canım torunum!” diye ağlaması bir oldu. Ve büyükbabalarım yani dedelerim, dayım… Herkes buradaydı ve benim gelişim için hazırlanan salonda oturmuş gözyaşlarına boğulmuşlardı. Ve bacaklarıma sarılmış olan o çocuk ve diğerleri… Ölmüş olan kardeşim; Deniz. Ve sağ omzumda ki Paşa’m. Her birini öylesine çok özlemişim ki… Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Ve hızla kardeşimi kucakladım, diğerlerine koşup sarıldım. Ne kadar süre öylece kaldık hiçbir fikrim yoktu. Yıllar olmuştu ve her şey çok güzeldi. Bir rüya gibiydi. Tanrım… Ne olur bu bir rüya olmasın. Bu bir rüya olmasın ve tekrardan eskisi gibi olalım. Umarım ki, umarım ki bu an hiç olmadığı kadar gerçektir. O anda Forseti beni kendime getirdi ve her şeyin farkına vardım. Şu anda yaşadıklarım gerçekten de hiç olmadığı kadar gerçekti. Tanrım, sana bir kez daha teşekkür ederim… Gerçi, sana ne kadar teşekkür etsem azdı. Ne hayal etsem veya ne dilesem bana fazlasıyla verdin… Bu düşüncelerin içinde hep beraber uzun uzun sohbetler ettik ve en sonunda yemeğe oturduk. Sofrada benim sevdiği bütün yemekler vardı. Hiçbiri unutmamıştı sevdiğim yemekleri. Aşırı tatlı bir olaydı bence bu ve sanırım buraya geleceğimi benden önce biliyorlardı. Sanırım Forseti, onlarla konuşmuştu ve galiba çok uzun süredir de onlarla iletişimdeydi. “Eee anlat bakalım, Zümra. Bizden sonra dünya da neler oldu?” diye sordu büyükbabam. Bende ona anlatmaya başladım. “Buraya gelmeden önce depremler, virüsler, seller… Türlü türlü doğal afet oldu yani her şey devam etti aslında pek değişen bir şey olmadı.” dediğimde Deniz, “Saydığın şeyler ne anlama geliyor? Anlatır mısın? Ben dünyaya doğmadığım için bilmiyorum da.” dediğinde hüzünlenip anlatmaya başladım. “Bak şimdi, sel dediğimiz şey; böyle ırmak gibi ama daha az bir sudan oluşuyor ama bu su böyle şehirleri, köyleri vesaire buluyor. Sonrasında ise bu su birikintileri bazen kocaman olup araçlara, hayvanlara, insanlara zarar vermekte. Deprem dediğimiz şey ise fay hatlarının oynamasıdır. Mesela dört bir yanı sularla kaplı olan yerlerde fay hattı varsa bu fay hattını o deniz veyahut okyanus varsa o okyanus oynatıyor ve böylelikle deprem oluşur. Virüs dediğimiz şey ise hastalıktır. Grip, nezle gibi hastalıklar. Tedavisi olmadığı zamanlarda ölümcüldür fakat tedavisi varsa ölümcül olma olasılığı ciddi oranda düşer. Tabi sen bunları ileride daha iyi ve detaylı öğrenirsin.” dedim ve derin bir nefes aldım. Ardından yemeği yemeğe devam ettikten sonra daha detaylı bir sohbet etmiştik. Ve tekrardan onlarla ayrılık anımız gelmişti. Fakat bu sefer kısa vadeleri ayrılık olacaktı. Çünkü artık sık sık görüşebilirdim onlarla. Şimdi gideceğimiz yer tekrardan benim için sürpriz olacaktı. Forseti, tekrardan bana ata binebilmem için yardım etti. Ve benden sonra o da kendi atına bindikten sonra yola devam ettik. Yol boyunca sessiz bir şekilde yolumuza devam ettik. Ta ki ben gittiğimiz yolun sonunda siyah sarayı yani Kutsal Ağacın olduğu yeri görene kadar. Bunu görür görmez heyecanla ufak bir çığlık atıp “Ay yoksa siyah saraya yani Kutsal Ağaca mı gidiyoruz, Forseti?” diye heyecanla bağırdığım da Forseti, ufak bir kahkaha patlatıp, “Evet, Zümra. Kutsal Ağaca gidiyoruz. Uzun süredir gitmek istediğin o yere gidiyoruz.” lafını bitirdiğinde boynuna atlamamak için kendimi zor tuttum. “Atlardan indiğimizde hatırlat da boynuna atlayayım senin.” Bu söylediğime, az önce attığı kahkahadan daha büyük bir kahkaha atmıştı. Ve bu da beni güldürmüştü. Evet, ondan hoşlanıyordum belki de bu sadece bir hoşlantı değildi. Bir aşktı. Ve sanırım o da beni seviyordu çünkü beni yirmili yaşlarıma getirdiğinde bana ‘artık beni sevmemen için bir engel yok.’ demişti. Ve artık emindim; biz birbirimizi seviyorduk. Yani umarım öyledir ve biz birbirimizi gerçekten de seviyoruzdur. * * * Siyah saraya geldiğimizde muhafızlar saray selamı verip geri çekilmişti ve bizde atlarımızdan inip saraya girdik. Saray, kocamandı ve çok güzeldi. Ve içeri girdiğimizde karşımızda bizi bir portre bekliyordu. Portrenin üzerinde ki siyah ve kırmızı karışık örtüyü kaldırdığımda bir adam ve bir kadının portresi ortaya çıktı. “Bunlar kim?” diye sordum Forseti’ye o ise dolmuş gözlerle bana bakıp “Gerçek ailen. Seni dünyaya göndermemek için ellerinden geleni yaparken öldüler. Ama ne olursa olsun sen oraya gittin. Şimdi ise onlar içeride kutsal ağacın koruyucuları olarak yaşamaya devam ediyorlar. Fakat bunu senden ve benden başka kimse bilmemeli. Kutsal ağaç bizi korusun ve yüceltsin!” dediğinde bu sefer bana bakıp sağ elimi, tam oturacak şekilde olan bir boşluğa dayadı. Sonrasında kendi sağ eliyle benim sol elimi tuttu ardından ise sol elini benim sağ elimi koyduğu yere benzeyen fakat kendi elinin sığacak yere koydu. O sırada “Onlar ikimizin de ailesi…” gibi bir şey dediğini duydum Forseti’nin ama pek bir şey anlamadığım için umursamadım. Ve aynı anda, el ele bağırdık. “Yüce Kutsal Ağaç, bizi kutsa ve yücelt! Varis, geri döndü; diyar kendine geldi! Kapılarını aç ve varisinle tanış, varisinin de seninle tanışmasına izin ver!” diye bağırdığımızda yer sarsıldı, karla karışık yağmur fırtınası başladı, ağaçlar yerlerinden kopacak kadar sallanmaya başladı ve deli gibi dolu yağmaya başladı. Dolular camları delmek üzereydi. Karla karışık yağmur, sele neden olmuştu. Güneş yok olmuştu soğuk her yerdeydi. Fırtına her yerdeydi. Yerin sarsıldığını hiç bu kadar hissetmemiştim. Camlar çatladı; kapılar açıldı ve içeriden ismimin geçtiği kocaman bir gürleme koptu. Ve içeriden gerçek annem ve babam çıktı. “Varis Zümra. Gerçekliğine hoş geldin! Kutsal Ağaç seni ve Lord Forseti’yi içeride beklemektedir!” diye gürleyip ellerini öne uzattılar önden buyurun dercesine. Biz de hızla içeri girdik. Yeşil ve mavi renklerinin karışık olduğu bir ışık huzmesi parıldadı önce. Sonrasında o ışık, maviye döndü çünkü yukarıdan güneş ışınları doğrudan ağacın dalları ve yapraklarının arasından, ağacın çevresinde ki göle çarpıyordu. Ve bu çarpan ışık ise etrafa mavi bir ışık olarak yansıyordu. Ve ardından ardımızdaki kapı kapandı Kutsal Ağacın önüne koltuklar geldi. Ve o koltuklara gerçek annem ve gerçek babam oturdu. Ve bize gülümseyerek baktılar. “Hoş geldin zihninde kurduğunu sandığın ama gerçek olan evrenine ve benliğine. Bizim kim olduğumuzu merak ediyorsun değil mi?” diye sorduklarında kafamı onları onaylarcasına sallarken buldum. Onlarda bana olayı anlatmaya koyuldu. “Yıllar öncesinde güç için kaçırıldığını biliyorsun zaten. Ama ondan öncesinde zaten ben ve baban dünya da yaşayan mutlu bir aileydik fakat sonra sen doğdun ve ailemiz tamamlanmıştı. Bir akşam her zamanki gibi seni uyuttuktan sonra baban ve ben balkonumuzda sohbet ediyorduk ve bir anda daha demin yaşanan olaylar yaşandı ve biz seni korumak için yanına geldiğimizde sen, ben ve baban bir anda bir boyuttan geçtik ve buradayız. Sonra o gün yaşananlar üzerine komşularımız peşimize düşmüş ve bir şekilde nasıl yaptılarsa bizi burada bulup senin güçlerini öğrendiler ve kaçırmaya çalıştılar. Bunu başardılar da. Fakat sen buradan kaçırıldığını hissettiğin anda kendi canına kıymışsın bilmeden. Zaten kendi canına kıydıktan sonra tekrar doğana kadar ruhun, buraya gelmeden önce uğradığınız evde kaldı. O yüzden son bir yılda daha kolay her şeyi öğrendin ve on beş yaşından bir anda yirmi iki yaşına geldin. Çünkü yirmili yaşlarına kadar -ki dünya yılına göre bu bir veyahut bir buçuk asır ediyor- o yirmi iki senede her şeyi öğrendin ve burayla bir bağ kurdun. Bu yüzdendir ki buraya daha kolay bağlanıp her şeyi daha kolay öğrendin. Ve son olarak bu yüzdendir ki dünyaya olan nefretin ve intikam alma duygun.” Sonrasında koltuklardan indikleri sırada babam, “Belki Forseti söylemiştir ama ben tekrar söyleyeyim. Bu ağaç senin zihninin temeli. Bu ağaç seni koruyan şey ve bu diyarın senden sonra ki efendisi.” dediğinde başımla onaylamıştım onu. Forseti, bundan bana bahsetmişti. Biliyordum bunu. O sırada Forseti beni kendisine çevirip belime sarıldı. Annem ve babam bizi kutsal ağacın suyu, toprağı, yaprakları ve havasıyla kutsamaya başlamıştı. O anda Forseti, “İlk başta benim için bir hayaldin; ruhumu korkmadan feda edebileceğim. Sonrasında kalbime bir yıldız tohumu olarak düştün. Ve şimdi karşımdasın. Kutsal ağaç ile kutsanıyoruz ve bu kutsama yıldızlar ile de taçlandırılıyor. Yıldızlar, gökyüzüdür. Gökyüzü ve doğa bizim evimizdir derler ama benim evim sensin Yıldız Parçam.” Dedikten sonra dudaklarımız birleşti ve bir ağaç ile kutsanmakla kalmayıp gökyüzünde ki yıldızlar tarafından da kutsanmıştık. Ve o anda gökyüzünde yıldızlar kaymaya başladı, kuşlar gece gece ötüp cıvıldamaya başladı ki gece vakti buraya güneş ışınlarının nasıl vurduğunu sorgulamayı bırakmıştım artık. Sonrasında bu ötüşlere ve cıvıltılara bir bahar esintisi devamında geldi. Ve sonrası, sonrası bir rüya gibiydi. Sanki cennetteymişçesine etraf büyük bir ormana dönüştü. Ve etrafta ceylanlar, sincaplar… Her türlü hayvan koşturup mutlu bir şekilde dans ediyordu. Ve periler, elfler etrafta şarkılar söyleyip dans ediyordu beni; bizi kutsuyorlardı. Buraya ait olmak için son bir adım kalmıştı. O da dünyadan intikam almaktı. Onu da çok yakında yapacaktım. Çok az kalmıştı, emindim. Bu düşüncemin üzerine bir şarkı başladı beni benden alan, beni anlatan. “Gökyüzüne ait; Yıldız Parçası. Doğanın, diyarın ve ışığın kurtarıcısı! Kutsal Ağacın kutsadığı, Yıldızların şahit olduğu tek kişi… Hep kutsan! Hep kutsan! Senin varlığın; bizim varlığımıza, Bizim varlığımız; senin varlığına feda! İyi ki siz; iyi ki biz! Bir yaşam var burada size, Ucunda ölüm olmayan… Bir aşk var, büyük bir sır, Bir kurban ediliş var, Bu sonsuz aşka, Bir intikam var! Bu sonsuz ve sınırsız güç için! Gün geldi; devran döndü! İntikam! İntikam! İntikam! Hadi git al intikamını, Kutsal Ağaç seni kutsamışken, Yıldızlar buna şahit olmuşken. Işıklar seninleyken…” Ve şarkı bitti. İntikam gelip kapıya çattı. Ve evet, biz Forseti ile birbirimizin gerçek aşkıydık.
|
0% |