@isimsizcumleler
|
Sizin için bir gülümsemeyle doğan güneş bir başkasının yeni bir kabusa uyanmasının işareti olabilirdi.
Bir gün ölecektim ve bu gün ölmeyi dilememi sağlayan bir çıkmaz sokağın içinde dizlerimi kendime çekmiş soğuk kaldırım taşında oturuyordum.
Derdim çıkmaz sokaklar değildi.
Derdim çıkmayan sokaklarımdı.
İçimde dinmek bilmeyen bir öfke, son bulmayacak bir kızgınlık ateşi yanıyordu kendimi bildim bileli. Bu ateş öyle harlıydı ki, bana göre doğduğum anda ekilmişti içime. Açması beklenen bir çiçek gibi. Ateş ektiğiniz saksıdan gül bitmesini bekleyemezdiniz, bu dünya bana olabilecek en acımasız tarafını varolduğumdan beri gösteriyorken, iyi bir insan olmamı bekleyemezdi. Hiç bir günahı olmayan küçüklüğüme kim iyi davranmıştı ki artık bir şeylerin farkına varmış ve yetişkin olmuş kadının onlara iyi davranmasını bekliyordu.
İyi bir insan değildim.
Bunun suçlusu da ben değildim.
İçime derin bir nefes çekerek gökyüzüne doğru diktim bakışlarımı, uzun zamandır bir ağlama isteği ile dolaşıyordum etrafta. Ama gözlerim dolmayı bile reddediyor, hiç bir duygu barındırmayan koyu kahveleriyle etrafa buz gibi bakışlar yolluyordu yalnızca. Ağlayabilmeyi özleyip özlemediğimin farkında değildim. Sadece bazı geceler bütün mahalle yattıktan sonra buraya gelir ve oturup içime derin derin nefesler çekerdim. Zihnim binlerce kez hayatın adaletsizliğiyle savaşırdı kendi kendine. İçimde kopan fırtınayla, gürültüyle geri girerdim eve.
Ağlasam biliyorum ki rahatlayacaktım ama elimde değildi.
İstesem de yapamıyordum.
Kendime çok kızıyordum, 'şimdiye kadar hepsini kullandın, bak kalmadı, bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsun?' Diye azarlar dururdum kendimi. Biliyordum, en iyi kaçış yolu bir şeylere ve birilerine kızmaktan geçiyordu. Ağlayamadığım anlarda kızardım. Herhangi bir şeye. Yerde biten bir ota, ya da gökyüzündeki bir buluta, yoldaki kaldırıma, bazen yürüyen insanlara.
Kızmak ağlayamadığım anlarda kaçış yolumdu.
Neye kızgın olduğumu çok iyi biliyordum. Bunu kendime anlatmak bile gururuma dokunuyordu o yüzden bir haftadır yalnızca içten içe kendimi yiyip bitiyor, düşünmem gereken cümleleri aklımın ucundan bile geçirmiyordum.
Niye yaşıyordum ben? Böyle bir hayatım olacaksa yaşamanın ne manası vardı?
"Nefret ediyorum," dedim dişlerimin arasından öfkeyle. Oturduğum kaldırımın üzerinde bacaklarımı kendime doğru çekmiş, kollarımı da etrafına sarmıştım sıkı sıkı, kendimi yok etmek ister gibi.
Ne kadar düşünmeyi reddedersem edeyim biliyordum ki bir gece karabasan gibi o cümleler kafamın içinde kurtulmamın imkansız olduğu birer kelepçe haline gelecekti. O gece bu geceydi. İçimde yeterince tutmuştum.
"Annem yolladı," Sesi yankılandı kulaklarımda. Ellerim duymak istemezcesine kaldırıp kulaklarıma koydum. "Çok güzel yemek yapar, seninde yemeni istedi."
"İstemiyorum," dediğimi hatırlıyorum çok net ve sert bir şekilde. Yemeklerden nefret etmem bir yana dursun, birinin annesinin yaptığı yemeklerden bin kat daha nefret ediyordum.
O gün tam kapıyı kapatmak için bir girişimde bulunduğumda eşikteki kız elindeki tabağı içeriye doğru uzatmıştı. "İstemiyorum dedim ya," demiştim köpürerek. İnsanlar anlamıyordu. Birilerinin annesi yoktu, ve başkalarının annelerinin olduğunu duymaya bile tahammüllerinin olmadığını anlamıyordu. Onun annesi çok güzel yemek yapabilirdi ama ben onun annesinin yaptığı güzel yemekleri yemek istemiyordum.
Herkes kendi kızına yemek yapacaktı. Bende aç uyuyacaktım.
Sorun olan aç uyuyor olmam değildi.
Karşımdaki kız şaşırmış bir şekilde bakakalmıştı. Tam, "ama," diye söze başladığında, "yeter," diyerek onu durdurmuş, "git annenin yemeklerini kendin ye," demiş ve kapıyı suratına kapatmıştım. Suçlu değildim ve yaptığımdan bir saniye bile pişmanlık duymamıştım. Bunu o istemişti. Eğer ilk söylediğim anda gitmiş olsaydı bende o kapıyı suratına kapatmayacaktım. Ya da o kadar sert çıkışmayacaktım.
Yıllar boyunca aileleriyle mutlu olan insanların hikayelerini dinlemiştim, artık buna sabrım kalmamıştı.
Ellerimi kulaklarımdan çektikten sonra yanımda bir miyavlama sesi duymuştum. Başımı yan tarafa çevirdiğimde geceleri burada oturmaya başladığımdan beri istisnasız her gece yanıma gelen sarı kedinin onu sevmem için bacaklarıma sürtündüğünü gördüm. Yüzüm bir gülümsemeyle kaplandığında elimi kedinin sırtına doğru uzatmıştım.
"Sarı çiyan," dedim bir anda neşelenen sesimle. Onun ismini sarı çiyan koymuştum, ilk yanıma geldiği anda aklıma gelen isim buydu. Bu sırada kedi kafasını bacağıma sürtmeye devam ediyordu.
O da benim gibiydi. Sokakta kimsesiz ve yalnız başına kalmıştı. Onunda annesi onu terk etmiş ve onların zorlu hayatlarında bir başına bırakmıştı. Hayvanlarla aram iyiydi. Belki de birbirimize çok benzediğimizdendi.
Kediyi bu gece yalnızca sırtını okşayarak tatmin edemeyeceğimi anladığımda kucağıma alıp biraz ileriye doğru ittiğim bacaklarımın üzerine sırtüstü yatırdım. Zaten gözleri yarım açık olan kedi çenesini okşamaya başladığımda tamamen kapatmıştı gözlerini. Gülümsemeye devam ediyordum. Boğazından -nasıl çıkarttıklarına asla akıl erdiremediğim- o hırıltıyı çıkartmaya başladığında rahat olduğunu anlamıştım.
"En azından birimiz rahat uyuyabiliyor he?" Diye sordum kısık bir sesle. "Havalar ısınmaya başladı, artık sokakta rahat ediyorsundur. Benim evim olduğuna bakma, bende sokak insanıyım. Sadece başımı sokmam gereken bir yere ihtiyaç duyuyorum o kadar."
Çoktan uyumuş olan kediyle bir kaç dakika boş boş konuştuktan sonra kalkıp eve girmiştim. Kediyi de yanıma almıştım, bu saatte onu sokakta bırakmaya içim el vermemişti. Saatte gece 01:00' ı çoktan geçmişti. Artık uyumam gerekiyordu. Sabah işe gidecektim.
***
Gece boyunca yatağımda dönüp durduktan sonra uyuyamayacağımı anlamış, pes ederek kalkmıştım yataktan. 1+0 dairemde zaten adım atacak çok bir yer olmadığından hemen banyoya gitmiş kısa bir duş almış, işlerimi halledip çıkmıştım. Bütün gece uyanık kaldığımdan ve dün en son öğlen bir şeyler yediğim için artık açlıktan midem bulanıyordu, bir şeyler yemek zorundaydım.
Kendimi bu bir şeyler yeme zorunluluğu hissedene kadar yemek yememekle cezalandırıyordum. Niye böyle yaptığımı bilmiyordum, yeni olan bir şey değildi, yetimhaneden çıktığım günden beri yiyemiyordum.
Her yemek yediğimde okuldaki çocukların annelerinin her akşam onlar için pişirdiği yemekler geliyordu aklıma. 25 yaşındaydım. Bunları aşmam gerekiyordu. Deniyordum, yemin ediyorum deniyordum. Kendime yemek hazırlayıp bir lokma bir şey yemeyi deniyordum ama olmuyordu. Bayılacak kadar acıkmadan yemek yiyemiyordum.
Banyodan çıktığımda tam karşımda duran üçlü koltuğa oturmuştum. Saçıma sarmış olduğum havluyu elime alıp saçlarımı kurutmaya başladım. En azından duş alınca kendimi iyi hissedebiliyordum. Aslında her saniye iğrenç hissettiğim falan yoktu, sürekli depresyonda da değildim, zaten öyle hayat mı geçerdi? Yalnızca bazen yaşadığım, hatta yaşayamadığım şeylerin ağırlığı fazla geliyordu omuzlarıma.
Saçlarımı kurutmam bittikten sonra koltuğun yanında duran yatağımın karşısındaki gardırobumu açmış ve içinden ilk olarak temiz iç çamaşırları, siyah bir kot pantolon, ve üzerinde çalıştığım benzinliğin amblemi olan kırmızı tişörtü çıkarttıktan sonra hızlıca giyinmiştim. Kolumda hasır bir kordonu olan siyah dokunmatik saatim vardı. Boynuma da ucunda yıldız olan kolyemi takmıştım. Kulaklarımı boş bıraktıktan sonra gardırobun alt çekmecelerinin birinden düzleştiricimi almıştım.
Omuzlarımın biraz aşağısında biten, ve kelebek model kesimi olan turuncu saçlarımı tek tek düzleştirdim. Yüzümde olan ve yukarıya doğru kabartıp yüzümün yanlarından arkaya doğru attığım perçemlerime baktım bir süre. Perçemim olmadığı bir hayat düşünemiyordum. Sanki onlarla doğmuş gibiydim. Hatırlıyordum, ilk defa on beş yaşımda iken bir kuaföre gitmiş orada kestirmiştim perçemlerimi.
Ve saçlarımın doğal rengi turuncu olduğundan hiç boyatma ihtiyacı duymamıştım.
Yüzüme günlük makyajımı yaptıktan sonra renksiz duran dudaklarıma hafif pembelik veren bir ruj sürmüştüm. Karşımda duran aynada gözlerimin içine baktım, "güzelsin Destina," dedim kendi kendime. "En azından lanet olası ailen sana güzel bir yüz verebilmişler."
Hafif çekik gözlerim, çok geniş olmayan bir anlım, orta kalınlıktaki dudaklarım vardı. Burnum hafif kemerliydi ama bundan rahatsız olmuyordum. Parmaklarım ince ve uzunlardı. Kim ne derse desin kendimi beğeniyordum. Ve kimsenin beni beğenmesine ihtiyacım yoktu.
Aynı odanın içinde bulunan mutfağa gidip önce buzdolabından bir tane yumurta çıkartmış, onu sıvı yağ ile pişirerek en fazla iki kişinin yemek yiyebileceği masamda oturmuş ve yemiştim. Yemeğimin sonunda artık mide bulantım geçtiği için şükür etmiştim, eğer biraz daha bulanacak olsaydı kesinlikle kusacaktım.
Ben bu işlerimi yapana kadar sabah saat 07:00 olmuştu bile. Dün geceden beri benim yerime de uyuyan kedicik de kalkmış kapının önünde onu çıkartmam için beklemeye başlamıştı. Onu daha fazla bekletmemek adına kapıyı açtığımda hemen dışarıya fırladı, bende onun peşinden çantamı almış ve spor ayakkabılarımı giyerek çıkmıştım.
Apartmanın dışına çıktığımda telefonumu çantamdan çıkartarak iş yeri servisinin gelip gelmediğini kontrol etmiştim. Gelmemişlerdi, eğer gelmiş olsalardı Petek bana çok mutlu mesajlarından birini yollardı.
Bir kaç dakika sonra geleceklerini düşünerek üst taraftaki caddeye çıkmıştım. Çıkmaz sokakta yaşadığım için beni almak için kapımın önüne kadar gelmiyorlardı, ben yukarıya çıkıyordum.
Kuşlar cıvıldamaya başlamışlardı. Güneş bile daha yeni doğuyordu. İşe giderken zorlanmıyordum, çalışmayı severdim. Böyle bir yerde çalışmak istemesemde imkanlar dahilinde yaşayabiliyordu bazı şeyler. Zaten benim gibi yalnız doğmuş ve yalnız ölecek olan birinin üniversite okuyup düzgün bir hayat yaşıyor olması anlamsız olurdu.
Ben çıktıktan bir kaç dakika sonra gelmiş olan ufak servisin içine girdikten sonra kimseye günaydın dememiştim. Kimse de bana dememişti. Bir tek Petek el sallayıp oturduğu iki kişilik koltuğun yanını göstermişti oturmam için.
Üç yıldır beraber çalışıyorduk.
Beni en yakın arkadaşı zannediyordu ama benim için durum tam tersiydi. İnsanlarla çok fazla yakın olamıyordum ve bunu ona bir türlü kabul ettiremiyordum. Kafamı dağıtmama sebep oluyordu, bu yüzden cidden kızarak hiç bir şey söylemiyor, yalnızca aramızdaki mesafeyi korumaya çalışıyordum.
"Günaydın," dedi yanına oturduğumda.
Kafa salladım. Bu benim sana da günaydın deme şeklimdi.
"Destina hanım bu gün de tersinden kalkmış anlaşılan."
Yarım bir şekilde güldüm, "benim tersim düz olmuş," diye mırıldandım tutamadığım bir esnemeyle. Uykum gelmeye başlamıştı. Bütün gün ne yapacaktım ben şimdi? Az da olsa uyumam gerekiyordu.
"Uykunu alamadın mı?"
"Hiç uyumadım ki."
Gözleri fal taşı gibi açılırken bana doğru çevirdi başını. "Şaka mı yapıyorsun?" Diye sordu.
Hayır anlamında başımı salladım.
"Desene ayakta uyuyacağım bütün gün diye. Marketi çaldırma bari, maaştan kesiyorlar sonra."
"Uyumam ben merak etme," dedim bakışlarımı yüzüne çevirerek. Ona baktığımı gördüğünde masum masum gülümsedi. Bana yaklaşma şeklinde hiç bir art niyet olmadığının farkındaydım, ve bende çok isterdim, onu gerçekten bir arkadaş olarak sevip vakit geçirmeyi. Birilerini nasıl seveceğimi bilmiyordum, ve denemek de istemiyordum.
"Akşam işten sonra bizim vardiyayla kahve içmeye gideceğiz, sende gelsene."
Yüzümü ekşiterek, "beni hiç bulaştırma Petek, lütfen," dedim.
"Hiç bir şeye katılmıyorsun," dedi bakışlarını camdan dışarıya çevirerek. Sesinde saklayamadığı bir kırgınlık vardı. Bana kırılmasına gerek yoktu çünkü ona hiç bir zaman hiç bir şey için söz vermemiştim.
Onun kendisini çekmesiyle bende başımı koltuğa yaslamıştım. "Sana asla bir şeylere katılmak için söz vermedim," dedim yine aynı iğneleyici tavrımı takınarak. "Bana bunun tribini atamazsın."
"Trip atmıyorum, sadece seninde bir şeylerde olmanı istiyorum ama sen ne yapılırsa yapılsın istemiyorsun. Onca erkeğin içinde kadın çalışan bir ikimiz varız, ne olur benim yanımda dursan sanki?"
"Asıl sorun benim katılıp katılmamam değil, değil mi?" Diye sorduğumda insanların bir kere daha beni şaşırtmamış olması dişlerimi sıkmamı sağlamıştı. "Sen yanında bir kız olsun diye istiyorsun gelmemi. Çalışan başka bir kız olsa ve gelmeyi kabul etse çağırmazdın bile."
Bundan sonra diyeceği şeye cevap vermeyecektim. Hatta duymak bile istemediğimden çantamdan en yakın dostum olan kulaklığımı çıkartıp telefonundan da güzel bir müzik açıp yolun bitmesini bekledim sakince.
Sabah sabah yine tepemin tasını attırmışlardı.
***
Yoğun geçen bir günün sonuna yaklaştığımızda, artık uykusuzluktan düşüp bayılmak üzere olduğumu hissediyordum. Gün boyunca Petek yanıma hiç gelmemişti, o benzinliğin yan tarafında olan lokanta da garsonluk yapıyordu. Normalde en azından öğle arasında yanıma gelirdi. Tabii ki bu beni çok etkilememişti, yapabileceğim bir şey yoktu, kendi topuğuna sıkmıştı. Beni sırf kendi çıkarları yüzünden bir yere götürmeye ikna edemezdi. Zaten dışarı ortamlarından hoşlanmıyordum.
Müşterilerin yokluğundan faydalanıp marketin yerlerine paspas yapmaya başlamıştım. Bir yandan bir şarkı mırıldanıyor diğer yandan yerleri siliyordum.
İçeriye birinin girdiğini duyduğumda kafamı "hoş.." diyerek kaldırmıştım ki lafımı bitirmeme bile izin vermeyecek biri gelmişti.
Karşımdaki kişi yamuk bir şekilde "Selam güzellik," dediğinde gözlerimi devirerek tekrar işime dönmüştüm. Onu umursamıyor rolünü çok güzel oynayabiliyordum ama içten içe hareketlerinden çok korkuyordum. Burada pompacı olarak çalışıyordu, en az kırk yaşında bir adamdı ama her gün bana laf atmadan durmuyordu. Bir kere evime gelmişti, kapıyı açmamış, onu polis çağıracağım diyerek tehdit ederek yollamıştım. Psikopat birine benziyordu, daha altı ay olmuştu işe başlayalı ama geldiği günden beri beni ne zaman tek görse ya laf atıyor ya göz kırpıyordu.
Onu gördükçe geçmişimden bir hayalet karşımda oturuyordu.
Onu umursamadığımı gördüğünde yanıma gelip elimdeki paspası çekip almıştı, yüzüne bile bakmadan "ver şunu," dedim sinirli sesimle.
"Ama böyle olmaz ki," dedi gevşek gevşek. "Sen hiç yüzüne bile bakmıyorsun benim."
"Şeytan görsün senin yüzünü," diyerek elindeki sopayı sertçe çekip aldım.
"Senin en çekici yanın ne biliyor musun?" Diye sorduğunda onun yanından ayrılıp marketin öbür köşesine giderek oradan yapmaya devam ediyordum paspasımı.
Başımı kaldırarak ona baktım nefretle. "Merak etmiyorum dedem yaşında olduğu halde kendinden asla utanmayan şerefsiz," dedim net bir sesle. Sanki ona küfür etmem hoşuna gitmiş gibi kıkırdadığında erkeklerden bir kez daha nefret etmiştim.
"Çok güzel küfür ediyorsun."
"Hemen dışarı çıkmazsan patronun odasına gideceğim."
"Bir şey yapmayacağını ikimizde biliyoruz güzelim. Bana boşa masal okuma, patron zaten çalışan bulamıyor, bir adamını kaybetmeyi göze alır mı zannediyorsun?"
"Çık dışarı," dedim sesimi yükselterek. Bu sefer söylediğim şeyi dinleyerek dışarıya çıkmış, kapının kenarından bana göz kırpmayı da ihmal etmemişti. Kalbim hızlanmıştı. Kimsem olmadığını nereden biliyordu bilmiyordum ama bana bu yaptıklarının tek açıklaması arkamda duracak kimsenin olmamasıydı. Ailem denecek oksijen israfı olan insanlardan bir kere daha nefret ettiğimi hissettim.
Sonunda mesai bitiğinde eve yürüyerek gideceğimi söyleyerek servise binmeyi reddetmiştim. O adamla aynı ortamda bulunmak istemiyordum.
Yolda yürürken kulaklığım yine kulağımdaydı. Hareket ediyor olmama rağmen her an yere yığılabilecek gibi yürüyordum. O kadar uykusuz kalmıştım ki beynim bulanıyor, odaklanmada zorluk çekiyordum.
'Az kaldı Destina,' dedim içimden kendi kendime. Evime gidecek ve uzun bir uyku çekecektim. Yarın sabah yine aynı yere işe gelecek ve o herifi görmek zorunda kalacaktım.
Belki de işi bırakmalıydım. Bunu uzun zamandır düşünüyordum ama zaten evimi bilen bir insanın ben işten ayrıldıktan sonra beni asla rahat bırakmayacağından korkuyordum. En azından iş yerinde bana yardım edebilecek kişiler vardı. Buradaki herkes kendi halindeydi, evime gelip girse kimsenin umrunda olur muydum?
Bir şekilde polisleri arasam, onlar gelene kadar bana yapabileceklerini düşünmek bile istemiyordum.
Bu düşünce aklımdan geçtiği an geçmişimden bu günüme kadar kolları uzanan hayaletin tekrar boynumu sıktığını hissettim. Kalbim hızlanmıştı.
Bu kadar kötü bir hayatı hak etmiş miydim gerçekten?
Karşıdan karşıya geçerken yüzüme vuran beyaz far ışıkları başımı o tarafa çevirmeme sebep olmuştu. Bana doğru gelen şeyin bir araba olduğunu anladığımda ayaklarım yere çakılmış gibiydi. Ne ileri ne geri gidebilmiştim.
Aynı saniyeler içinde kalbimde olan ağrı yerini amansız bir telaşa bırakıyordu. Düşündüm, benim için ölümden daha iyi bir seçenek hiç olmamıştı. Ve sanırım şimdi onu kabul edebilecektim.
Bir saniye sonra araba artık bana vurmuş ve beni ileriye doğru fırlatmıştı. Bacaklarımda hissettiğim dayanılmaz acının üzerine belimin yere çarpmayla yaşadığı acı eklendiğinde organlarımın iflas ettiğini sandım. El bileğim yere hissettiğim her acıdan daha fazlasını vermek ister gibi çarptığında gözlerimi artık açık tutamayacağımı anladığım andı.
Gördüğüm son yüz üzerime doğru eğilip beni uyanık tutmaya çalışan bir adamın yüzüydü, duyduğum son ses o adamın, "hanımefendi, gözlerinizi açın!" Demesiydi
Takvim 26 Ekim 2024 Cumartesi gününü gösteriyorken, gece yarısı oturdum be kitabımın ilk bölümünü yayınladım. Kaç kişi okuyacak, kimse okuyacak mı bilmiyorum. Sadece yazıyorum. Ya da kafasında onları çoktan yazmış bir kız. Okuduğun saati buraya yazarak yolculuğumuzda sende bize katılabilirsin... (Bölümlerin DÜZENLİ aralıklarla gelecektir. Merak etmeyin.)
|
0% |