@ismailkrkk123
|
Her ne kadar hava sıcak olsa da çıktığı yerin bunaltıcı havasından kurtulmuştu Rinor. İçerisinin dışardaki havadan daha sıcak olduğunu fark etmesi geç sürmemişti. Gördüğü rüya belki de sıradan bir rüyaydı. Bu düşünce çelişkisinde boğulmaktan çok rahatsızdı. Bu yüzden artık aklından çıkartmaya ve hayatına olduğu gibi devam etmeye karar verdi. Dureterdor limanı bulunduğu yüksek sokaktan bakıldığında evlerin arasından görünebiliyordu. Rebbül denizinin sıcak rüzgârı beraberinde kokusunu da getiriyor ve Dureterdor’un deniz ülkesi olduğunu bir kez daha kanıtlıyordu. Rinor gelişigüzel yerleştirilmiş taşlı yollardan liman pazarına doğru gidiyordu. Çoğu tahtadan yapılma geneli iki katlı evler dizesinden geçiyordu. Pazara varmıştı. Çoğu Montalino’da dokunan kilimler gemi ticareti sayesinde Dureterdor pazarlarında satılırdı. Şık ve zenginler için paha biçilemez parçalardı kilimler. Ayrıca pazara da renk katıyorlardı. Rinor kilimlerin arasından geçti ve kilim tezgahını arkasında bıraktı. Pazar telaşı gök kararmaya başlayana dek sürerdi. Tezgahlarda ve yerlerde bakliyatlardan porselenlere kadar çokça çeşit ürün bulunurdu. Deniz yolculuğunda her ne kadar yemek çıksa da yanına birkaç parça şey almaktan sakınmazdı Rinor. İlerideki tezgâhta kurutulmuş dana eti bulunuyordu. Kendisine yetecek kadar aldıktan sonra limana bakan yönde ilerlemeye başladı. Ancak solundaki köle pazarını görmezden gelemedi. Her görüşünde anıları canlanır gibi olurdu. Çünkü kendisi her ne kadar onlar gibi satılmasa da bir zamanlar bileklerinde demir halka olanlar gibi bir esirdi. Buraya kendisi gibi insanlar değil de üst tabakadan insanlar gelir ve kendilerine köle seçerlerdi. Aynı zamanda onlara kötü davranırdı. Ancak sadece yetişkin insanlardan oluşmuyordu köleler. Aralarında dikkat çeken küçük yaşlarda bir çocuk bulunuyordu. Rinor çocuğun bulunduğu platforma doğru yürüyerek ona yaklaşmaya çalıştı. Bugüne kadar onun dikkatini bir köle bu kadar çok çekmemişti. Belki de bugüne kadar gördüğü en genç köle o olabilirdi. Saçları kazıtılmış ve diğerleri gibi bel üstü çıplaktı. Bileklerinde pranga takılıydı. Bir platform üzerinde satılmayı bekliyordu. Gözleri yere bakıyor, açlıktan ve susuzluktan halsizliği belli oluyordu. Rinor sert, dik başlı ve taş kalpli gibi gözükse de öyle değildi. Böyle bir çocuğu bu halde bırakacak kadar da vicdansız değildi. Açıkça bir köle, Rinor’un yıllık toplam maaşından bile fazla sayılabilecek fiyattaydı. Sağ eliyle kısa, dağınık sakalını okşadı. Çocuk belli ki çok ön plana çıkarılmamıştı. Bugün satıcının elinde kalan son köle o olmalıydı görünüşe bakılırsa. İnsanlar daha yapılı kölelerin etrafında pazarlık yapıyorlardı. Önündeki çocuk dışında neredeyse hepsinin etrafına alıcılar toplanmıştı. Köle tüccarı kendini belli etmeye çalıştı. Biraz kilolu bıyıklı ve kafasına da beret takmış biriydi. Rinor’a doğru yaklaştı ve parmaklarını bağdaştırıp göbeğinin altında tutarak şöyle dedi. “Hoş geldiniz efendim.” Lafına durmadan devam etti. “14-16 yaşlarında zeki, çalışkan bir erkek çocuğu, tarlada, evinizde her yerde çalışır. Ne derseniz onu yapar. Size 40 riik olsun.” “Ben bu çocuğu almak istiyorum. Ancak biraz pahalı değil mi?” dedi sanki parası yetecekmiş gibi. “Aman efendim. Bu çocuk sabahtır alıcısını bekliyor. En düşük fiyat bu. Daha düşüğünü bulamazsınız burada!” “En düşük fiyat bu olsa sabah kadar alınırdı da neyse, tamam alıyorum.” dedi Rinor. “daha iyi bakamadınız mı çocuğa?” “Bunlara az bile. Biz olmasak dize getirecek kimse yok bunları. Kimseye faydaları yok bu çapsızların.” dedi alaycı bir üslupla. Rinor “Öyle mi?” diyerek geçirdi içinden. Tüccar cebinden anahtarı çıkartırken sordu “Ödemeyi nakit olarak mı yoksa taksit olarak mı yapacaksınız efendim?” Rinor’un basit bir planı vardı. Onu gerçekleştirmek için rolüne devam etmesi gerekiyordu. “Taksit, ancak çocuk köle fazla işime yaramaz. Sizin köle deponuz vardır illaki. Beni oraya götür bi’ köle daha almam gerek.” Tüccar şaşırdı. Tek seferde iki köle alan çok olmazdı. Alanlar da zaten önde gelen tanınmış insanlar olurdu. “Siz kimsiniz?” diye sordu. “Benim kim olduğum önemli değil, buraya yeni geldim. O yüzden sen beni oraya götürecek misin yoksa ben bu çocuğu da almaktan vazgeçip gideyim mi? Zaten bu çocuğun başka alıcısının olacağını sanmıyorum. Ne dersin?” Tüccar boğazını temizledi ve “Tamam efendim, çocukla gidelim, gidesiye kadar onu çözmem” dedi anlık bir tebessüm ile. Genelde köle depoları köle pazarlarına yakınlarında olurdu. Ve depolar kölelerin kaçmaması için korunurdu. Tüccarın hemen arkasında koruması da vardı. Kafasında demir kask, üstünde deri yelek ve içinde gambeson vardı. Kemerinde de bir hançer ve tabanca bulunuyordu. Planı basit ve zordu ama etkili olabilirdi. Tüccar, çocuğun kolundan tutup onu ve Rinor’u deposuna doğru götürmeye başladı. Depo üç dört sokak ötedeydi. Ancak Dureterdor’un liman sokakları dar olmasıyla ünlüydü. Rinor’da bundan yararlanacaktı. Tüccara doğru bakarak konuştu “çocuğu birazda ben tutayım.” Tüccar her ne kadar tedbir alsa da Rinor’un dış görünüşünden ve korumasız gezmesinden de şüphelenmemiş değildi. Ancak günün son kölesini satıp evinde rahat uyku çekmek de istiyordu. Rinor temposunu azaltmaya başladı. Çocuğa doğru çaktırmadan eğilerek kulağına cümleler fısıldadı. Ardından Sokağa iyice bakındı. İnsanlar gözükmüyordu. Tüccar bir şeyler fark etmeden Rinor adama bakıp” çocuğu tutmaya devam edebilirsin” dedi ve kolunu bıraktığı anda soldaki sokağa doğru kaçmaya başladı. Üç adam da anlık şaşkınlığa kapıldı ve tüccar korumasına “ne duruyorsun. Git şu çocuğu yakala!” diyerek atıştı. Ellerinde prangasıyla ve halsiz haliyle çok uzağa kaçamazdı. Rinor o sırada duvara dayalı metal bir kovanın içindeki odunlardan birini eline aldı. Tüccarın biraz da olsun arkasında sayılırdı. Odunu sol elinden sağ eline aldı. Tüccara doğru konuştu “şerefsiz.” Tüccar ikinci bir şaşkınlıkla sesin geldiği yöne doğru döndüğü anda Rinor sağ elini arkaya doğru yay gibi gerip tüccarın kalın boynuna geçirdi. Bunları çok kısa sürede yaptı. Tüccarı cüsseli yapısına rağmen devirmeyi becermişti. Elindeki odunu bırakıp tüccarın cebinden pranganın anahtarını aldı. Arkasına bakmadan hızlıca koşmaya başladı. Çocuk eğer akıllıysa Rinor’u dinlerdi. Yoksa tüccarların elinde işkence görürdü. Rinor ona kurtulması için caddelerin arasından yükselen çan kulesine doğru kaçması gerektiğini fısıldamıştı. Rinor bu sokakları çok iyi bilirdi. Çan kulesine nasıl hızlı varacağını da. Artık daha çok yaklaşmıştı çan kulesine. Bir sonraki aralığa geçerek korumayı telaşlı bir şekilde çocuğun hangi taraftan gittiğini bulmaya çalışırken görmüştü. Rinor korumaya doğru bağırdı. “Çocuğun nereye gittiğini gördüm, patronun kavgaya tutuşmuş ona git çabuk.” Koruma ne yapacağını şaşırdı. Patronunun yanına gitse iyi olacağına karar verdi ve geri döndü. Anahtar Rinor’daydı. Çocuğun bileğinde prangalar ile dolaşması hiç doğru ve akıllıca olmazdı. Çocuğa bulmak için çan kulesine yaklaştı. Sağ tarafa dolandı ve tahta kapıya baktı. Daha önce buraya gelme fırsatı bulmuştu. Çan bu mahalle için pazar kurulduğunda ve önemli vakitler geldiğinde çalınıyor sonrada çıktıklarında kapıyı düzgün kilitleyemeden gidiyorlardı. Kapı açık olduğuna göre hala aynı alışkanlıklarını sürdürdükleri anlaşılabiliyordu. Rinor kapı aralığını genişleterek içeri girdi. “Çıkabilirsin çocuk, onlar gelmeden gidelim hemen.” Diye fısıldadı. Zaten adımları dahi yankı yapıyordu. Duvar köşesine dayalı merdivenlerden yukarı doğru çıktı. Tahta zeminde çanı çalmak için yapılmış çark mekanizması bulunuyordu. Çarkın arkasından bir ses duydu. Mekanizmanın köşesine bakmak için kafasını o yöne oynattı. Bir surat gördü. Kel bir kafası vardı. Bu o çocuğun suratı olmalıydı. Ona doğru yaklaştı. Gerçekten de oydu. Duvarın dibine bir tavuk gibi tünemiş orada masumca duruyor ve kafasını kollarının arasına gömüyordu. “Korkma, senin için geldim.” dedi diz çökerek. Anahtarı çıkartıp kolundaki prangayı uzatmasını istedi. Çocuk tedirgin davransa da kolunu uzattı. Yaşadıkları ona ağır gelmişti. Kolları kızarmış, deri parçaları kanla karışmış haldeydi. Kızaran sadece kolları da değildi, gözleri de kızarmıştı. Kurumuş yapış yapış dudakları suya hasretini belli ediyordu. Rinor pranganın kilidini çözüp yavaşça çıkarttı. Prangayı yere bırakıp çocuğa yolculuklar için taşıdığı deri matarasını uzattı. Titreyen elleri matarayı zor kavrattı. Suya kavuştuğu göz pınarlarında biriken sıcak damlalarda belli oluyordu. Rinor çocuğun içmesini bekledi.” Hadi, gitmeliyiz” dedi ayağa kalkarak. Çocuk suyu içmeyi bitirince elinden matarayı alıp dirseğinden tutarak kalkmasına yardım etti. Birlikte çan kulesinden çıkıp sokak aralarına girdiler. Ne olur ne olmaz tanınmamaları için üstlerine farklı bir şeyler almaları gerektiklerini anlamışlardı. Rinor’un artık limana da dönmesi gerekiyordu. Liman ambarına gitmeyi düşündü. Sokak aralarında pencerede pencereye asılan koyu renkli iki adet örtü aldı. Rinor hırsızlık yapmazdı ancak bulundukları durumdan da kurtulmaları gerekti. Bu yüzden kesesinden bir miktar para çıkartıp pencerenin önüne bıraktı. Ambar limana yüklerin bırakılması için çok yakın olurdu. Çocuğu sokağa öylece bırakamazdı. Onu da gemiyle götürmeliydi. Sonra ne yapması gerektiğini düşünürdü. Limana doğru genişleyen sokak aralarından geçiyorlardı. Kafalarının üstlerine atıp gidiyorlardı. Olanlar yüzünden çocuğun ismini sormaya vakit bulamamıştı Rinor. “Benim adım Rinor. Seninki ne?” Çocuğa bakılırsa korkusu hala sürüyordu ya da dili yoktu. “Anlaşılan o ki konuşmayarak yolculuğumuza devam edeceğiz.” dedi ve pazardan aldığı kurutulmuş etleri sardığı bez parçasını çıkarttı. Bir parça kendi ağzına götürdü. Ağzında çiğnerken konuşmaya çalıştı “Acıkmışsın, al ye biraz!” diyerek bezi çocuğa uzattı. Çocuk bir süre et parçalarına baktı. İstemiyor değildi. “Hadisene al. Kurutulmuş et, çok lezizdir.” Bezi çocuğa daha da yaklaştırdı. Daha fazla aç kalırsa ölecekti. Her ne kadar köle alınmış gibi hissetse ya da korkusunu atlatmamış olsa da Rinor onu kurtarmıştı. Titreyen elleriyle ete uzandı. Tırnak araları toprakla dolmuş, eli de kirler içindeydi. Etleri alıp yemeye başladı. “Ne zaman istersen söyle çocuk. İsmini söylemedikçe sana çocuk demeye devam edeceğim” dedi ve bezi sarıp yeleğinin cebine geri koydu. “Şimdi… Senin efendin filan değilim ama ikimizin iyiliği için şimdilik benim sözümden çıkmamalısın. Senden bir şey isteyeceğim.” dedi yürümeye devam ederken. Aynı zamanda “Umarım beni anlıyordur.” diye geçirdi içinden. Ta ki çocuk konuşmasına kafa sallayarak yanıt verene kadar. Rinor konuşmasını sürdürdü. “Ambara varmamıza çok az kaldı. İsteğimi orada yerine getirmen gerekiyor.” Çocuk tekrar kafa sallayınca Rinor sol eliyle çocuğun sırtını okşadı. Samimi davranmaya çalışıyordu çünkü güvenini kazanmak istiyordu. Onu anlayabiliyordu. Köle tüccarı ya da efendisi değildi. Ona zarar vermeye çalışanlardan da değildi ve onun bunu bilmesi için güvenini kazanması gerekliydi. Böyle zamanlarda güven kolay kazanılabilen bir şey değildi. Dureterdor her ne kadar estetik bir ülke gibi dursa da her türlü pis insanın Cize keçileri gibi gezdiği bir yerdi aynı zamanda. Bütün kirli işler üst tabaka insanlardan, devlet adamlarından ve hatta halktan da beklenirdi. Yani kısacası kimse kimseye güvenmiyordu neredeyse. Hiç hoşlanmasa da komutan Alpagos’a hizmet ediyordu. Maaşını o tedarik etmiş, işini o atamıştı bu yüzden belli bir saygısı da vardı tabi. Ambara varmışlardı. Garipsenmemek için Rinor kafasındaki örtüyü boynuna attı. Gemilerinde götürülmek üzere olan eşyaların yanına yaklaştı. Gözleri malzemeleri taradı. Rom gemide olmazsa olmazlardandı. Rom varillerinin bulunduğu yana geçti. Eğilerek ilerliyorlardı. Yük taşımaya birinin geldiğini gördüklerinde Rinor çocuğa ses çıkarmaması için talimat verdi. Zaten konuşmuyordu bile. Rinor varillerin arasındaki boşluğa gözünü dayayarak baktı. İki adam gemilerinin önündeki depolanacak ürünler için varillerden bazılarını sırtlanıp götürüyorlardı. Ambarın geniş kapısından ayrıldıkları anda Rinor gözlerini çocuğa dikti. Biraz daha doğrulup boş bir varil aramaya başladı. Boş varillerin olduğu bölüm biraz daha sağlarındaydı. Ona doğru hızlı adımlarla yaklaştılar. Rinor varilin kapağını kaldırıp belindeki kınından hançerini çıkardı. Varilin gövdesine zor olsa da iki ufak delik açmayı becerdi. Ardından çocuğa doğru döndü. “Senden istediğim bunun içine girmen. Sakın telaşlanma, varil gemi ambarına depolanana kadar da sakın çıkma.” Dedi ancak çocuk hala titriyor ve korkuyordu. Devamında şunları da ekledi “Başka şansın yok. Lütfen beni dinle çocuk.” Çocuk elleriyle varilin ağzını kavradı. Rinor onu belinden kavrayarak kaldırdı ve varile girmesini sağladı. Cenin pozisyonunda içine sığmıştı. Rinor geri ceketine koyduğu bezi çıkardı ve çocuğa uzattı. “Yersin acıktığında. Çocuk diye seslenmediğim sürece kapağı açma” dedi ve eline kapağı alıp kapattı. Varili kucağına alıp kaldırdı. Bu sırada iki adam tekrar geldi ve Rinor’a bakarak varilleri sırtlandı. Adamlar şaşırmıştı. Rinor mürettebattan olduğunu yardım etmeye geldiğini söyledi. Böylece adamlarla birlikte gemiye yanaştılar. Tahta bloğun üzerine varili bırakıp dinlendiler. Rodan, Rinor’u görünce ona doğru yürüdü. “Nerde kaldın Rino (Rinor), son yükleri atıyoruz, sensiz gitmeye içim elvermez” dedi gülümseyerek. Güldükçe koca göbeği titrerdi ve bu hiç umurunda olmazdı. Rinor bir elini varilde tutarak konuştu. “İşlerim vardı, biraz uzun sürdü ama hallettim.” Rodan herkesle iyi anlaşabilen biriydi. O gurubunun en sevileni olur esprileri ile tanınırdı. Son yükleri de gemiye doğru taşınmaya başladılar. Tabi ki çocuğun bulunduğu varili Rinor taşıdı. Geminin altına, romların koyulduğu ambara doğru indi. Rom varilleriyle dolu ambarın arka kısımlarına, diğer varillerin arasına koyup ana güverteye çıktı. Mürettebat ana güvertede toplanmış ve kaptanın isim kontrolü yapmasını bekliyordu. Bu geminin kaptanı Farbor olmuştu. Kısa, dağınık saçları sarıya çalan beyaz bir renge sahipti. Sert bakışlı ve yara izli yüzü, sağ gözünde de göz bandı vardı. Genelde korsanlar göz bandı takardı ve denizcilerde bu nadirdi. Ancak yarası Farbor’un gözüne kadar gidiyordu. Az olan sakalı da içtiği purodan sararmıştı. Kaptan, Kaptan köprüsünü ana güverteye bağlayan merdivenlerden ağır ağır adımlarla iniyordu. İki elini de belindeki kılıcının sapı etrafında birleştirmiş şekilde baş subayın yanına gidip ve ondan kayıt defterini aldı. Sırasıyla her mürettebat üyesinin yanına gidip kontrolunu yapıyordu. İsim kontrolu sıra Rinor’a gelmişti. Kaptan Farbor yorgunluğunu oflayışından belli etmeye çalışıyordu. Gözlerini defterden kaldırıp Rinor’a dikti. “Adın ne denizci.” dedi kalın sesiyle. “Rinor Pugavor, kaptan!” “Evet. Buradasın Rinor” dedi ve duraksadı. Bir şeyler soracağı belliydi. Ve sordu da. “Kalkmadan önce bir ara kayboldun, nereye gittin.” Rinor hiç böyle bir soru beklemiyordu. Yalan söylemekten başka çaresi yoktu. “Ambarda yükler daha rahat taşına bilsin diye düzene sokmaya çalışıyordum.” dedi Rinor. Pek inandırıcı bir yalan olup olmadığı tartışılırdı ama kaptanın bu kadar önemsiz meseleyi kafaya takmayacağını biliyordu. “Tanrı Ugar hep yanında olsun, Tanrı Fuseyra da yardımcın olsun.” dedi Kaptan. Sayım bittikten sonra Kaptan geminin kıç tarafına geçti ve karşısına mürettebatı alıp beklentilerini, sefer hakkındaki bilgileri, mürettebatın görev ve sorumluluklarını motive edici ve aynı zamanda otoritesini koruyup anlattı. Artık yelken açma vakti gelmişti. Gemi Dureterdor’dan Itzıo’ya bağlı Yalen şehrine yük bırakıp almaya gidecekti. Mürettebat iskele tarafına yönelip rıhtıma bağlı halatları çözüp yelkenleri rüzgâra göre ayarladılar. Kaptan, geri kaptan köprüsüne çıkıp dümeni ve geminin yönünü ayarladı. Rota ayarlanmış ve seyrüsefer kontrol edilmişti. Artık açılmak için hiçbir engel kalmamıştı. Rebbül denizinden başlayıp Yığ denizde bitecek olan sefer başlamıştı. |
0% |