Emilia’nın Gözünden Liz’in Çöküşü
Liz… Onun etrafında dönerken hep bir garip huzur vardı; sanki dünyanın tüm
ışıkları onun etrafında toplanmış, her adımında bir yıldız kaymış gibi. Ama o
ışık, zamanla içimi delip geçen bir karanlığa dönüştü. Onun parıltısı, benim için
bir yıldızın son ışığına benziyordu; çok uzak, çok parlak ama yakalamaya bir
türlü yetemediğim, bir o kadar da tahrip edici. Ve ben, o parıltıyı sahip
olabilmek için her şeyi göze alacak kadar aptaldım.
Liz’le tanışmamız, ilkokulun ikinci sınıfındaydı. O zamanlar her şey daha
basitti. Liz, okulun popüler kızıydı, herkesin etrafında toplanmak için can attığı,
gözde isim. Herkes onu seviyordu, herkes ona hayrandı. Bir gün okulda bir
grup çocuğun etrafını sardığını ve Liz’i konuştuğunu duydum. Herkesin ona
nasıl imrendiğini, nasıl bir büyüye sahip olduğunu anlatıyorlardı. O an, Liz’i
daha da yakından görmek istedim, o sihirli dünyasına girmeyi hayal ettim.
Fakat gerçeklik farklıydı. Liz’in, bizim gibi sıradan insanlardan hoşlanmadığını
çok geçmeden fark ettim. Ancak, ailesinin baskılarıyla bu ilişkiyi devam
ettirmek zorunda kaldım. Babam, annem ve ablam sürekli Liz’le arkadaş
olmam gerektiğini söylüyorlardı. Liz’in ailesiyle ilişkilerimiz çok kuvvetliydi;
annemle Liz’in annesi çok yakın arkadaştı, babam ise iş ilişkilerinden ötürü sık
sık Richard’la görüşüyordu. Bu yüzden, benim de Liz’le daha yakın olmam
gerektiğine dair sürekli bir baskı vardı. Ailem, onun popülerliğinin bana fayda
sağlayacağını düşünüyordu. “Güzel bir kız, çok seviliyor. Sen de onun
çevresinde olursan daha çok arkadaş edinirsin,” diyorlardı. Benim için, bu
baskıdan kurtulmak imkansızdı.
İlk tanışmamız o an oldu. Bir sabah okulun bahçesinde Liz’in yanına gidip
“Merhaba” demiştim, o da bana gülümsemişti. O gülümseme, o kadar parlak, o
kadar sıcak bir şekilde vardı ki, bir anda kalbim hızla çarpmaya başladı. Liz, o
anki saf halimle tanıştığında nazik bir şekilde konuştu, ama ben o kadar
gururluydum ki, küçük bir “Merhaba” bile bana yeterliydi. Liz, o
gülümsemesiyle beni kendine çekmişti. Herkesin gözünde öyle bir ışık var
gibiydi ki, bir anda bu dünyaya kabul edilmiş gibi hissediyordum.
Zamanla Liz, hayatımın merkezi haline geldi. Onunla daha çok vakit geçirmek,
bir şekilde onun hayatına dahil olmak istiyordum. Birbirimizin en yakın
arkadaşı olma fikri bana her şeyden daha çekici geliyordu. Ama Liz, bu
yakınlığı her zaman benden biraz uzak tutmaya çalışıyordu. Yavaşça fark ettim
ki, bana yaklaşmak için sürekli bir çaba harcıyor ama her fırsatta kendini bir
adım daha yukarıya taşımayı tercih ediyordu. Parlak, güçlü ve her zaman bir
adım öndeydi. Ben ise, onun bu parıltısını izlerken, bir şekilde ona yaklaşmaya
çalışıyordum ama her seferinde bir adım daha geriye atılıyordum.
Liz, herkesin gözdesi, herkesin tapınarak bakacağı bir yıldızdı. Ve ben, bu
yıldızın etrafında dönerken her geçen gün biraz daha ona takıntı haline geldim.
Ona her adım attıkça, parıltısının aslında benim için ne kadar uzak ve
ulaşılmaz olduğunu fark ettim. Zamanla, onun etrafındaki herkesin sadece
gücüne ve statüsüne tapmasından ne kadar nefret ettiğimi anlamaya
başladım. O parıltının gerisinde bir boşluk vardı, bir soğukluk. Ama ben bunu
görebilmedim, görmemek için her şeyi yaptım.
Liz, bir yandan büyürken, ben de o büyülü dünyasında onun yanında olma
çabalarımı sürdürüyordum. Ama bu, sadece bir takıntıya dönüştü. Zamanla,
onun etrafında olmak bana daha fazla zevk vermemeye, aksine huzursuzluk
yaratmaya başladı. Çünkü her geçen gün, Liz’in o parıltısının ardındaki
boşluğu daha fazla keşfetmeye başladım. O, zenginlik ve gücün sağladığı tüm
avantajlarla parlıyor gibi görünüyordu ama her şeyin bir bedeli vardı. İşte o an,
Liz’in yıkılışını izlemek için sabırsızlanmaya başladım. Onun düşüşü, içinde
barındırdığı boşluğu daha derinlemesine keşfetmem için bir fırsattı.
Liz’in başına gelenlerin bir yıkım olduğunu düşündü herkes, ama ben… Ben
her anın tadını çıkarıyordum. Ailesi çökmüş, her şeyini kaybetmişti. Ama onun
için kaybettiği tek şey, güç ve zenginlikti. Zaten içindeki boşluk, ona asla
yeterince yetmemişti. İşte bu yüzden, birer birer terk eden insanları izlerken,
içimdeki karanlık gülümsüyordu. Artık parıltısı söndü, dünya kararmıştı ve ben,
o karanlıkta ne kadar parladığımı fark ettim.
Bütün bunları yaparken, hiç pişmanlık duymadım. Çünkü o bana ne yaptı?
Bana bakışlarıyla, her fırsatta küçümsemeleriyle, beni bir kenara atmasıyla ne
yaptı? Ona yıllarca baktım; o, bana karşı soğuk, yabancıydı. Ama ben, onun
başına gelen her felaketten, her acıdan bir parça zevk aldım. Çünkü bu, Liz’in
dünyasındaki gerçekliğiydi. Beni hep küçük gördü, hep dışladı, hep o
parıltısının içinde kayboldu. Ama ben? Ben ona yaklaşmanın, onun
dünyasında bir iz bırakmanın ne kadar acı verici olduğunu gösterdim. O
gülümsediği her an, içimde bir sızı daha büyüdü.
Ve sonra, Liz’in düştüğü o derin çukura baktığımda… O an ne kadar huzurlu
oldum, anlatamam. Onun en parlak zamanlarında, ben bir kenarda bekleyip,
her şeyin bir sonla bitmesini izliyordum. O düşerken, içimde bir tatmin duygusu
vardı, sanki onun yıkılışı, en büyük zaferimdi. İşte o zaman fark ettim, tüm bu
yıllar boyunca Liz’e duyduğum şey yalnızca kıskançlık değildi. O bir takıntıya
dönüşmüştü. Onun düşüşü, hayatımın en güzel anıydı.
Benim içimdeki nefretin ve saplantının arkasında tek bir gerçek vardı: Liz,
parıltılarının ardında hiç fark etmeden karanlık bir boşluk barındırıyordu. O
boşluğu görmek, onun düşüşünü izlemek, her adımında o boşluğu biraz daha
derinlemesine kazmak… Benim için gerçek bir zaferdi.
Ve elbette, bu zaferi yalnızca Liz’in başına gelenlerle kutlamadım. Rachel… O,
Liz’in etrafındaki herkese ne kadar masum görünüyor, değil mi? Ama o kadar
yanıldılar ki. Çünkü Rachel’a yapılan her şeyin ardında ben vardım. Evet, işte
ben. Her zorbalık, her küçümseme, her manipülasyon benim eserimdi. Liz ise
sadece bir piyondu, benim oyunuma giden yolda.
Rachel, kendini hep bir kurban olarak gösterirdi, ama her davranışıyla, her
bakışıyla, her sözdeki masumiyet maskesinin ardında bir hesap kitap
yapıyordu. O kadar saçma bir şekilde şikayet ediyordu ki, sanki kimse onun
gerçek yüzünü göremiyordu. Ama ben, onu çok iyi tanıyordum. O, kendisini
küçük düşürürken etrafındakileri suçluyor, yalnızca dikkat çekmeye
çalışıyordu. Ona yapılan hiçbir şey Rachel’ın kendi karanlık yüzünden
bağımsız değildi. Beni dışlamaya çalıştı, ama ben onun gerçek planlarını
gördüm. Liz’in başına gelenlerin sadece bir kısmını o yaptı, ama suçu yine
bana attı.
Şimdi, bir bakıma Rachel da aynı oyunun içinde bir parça haline gelmişti.
Çünkü ben, ne yaptığımı biliyordum. O ne kadar rahat olursa olsun, benim
içimdeki her şey ona yönelik bir planın parçasıydı. Ve sonra, herkesin Rachel’ı
masumiyetin sembolü olarak görüp savunduğu anlarda, ben her zaman bu
maskenin ardındaki gerçek kar
kıyı fark ettim. Rachel’ın gösterdiği masumiyet, aslında onun karanlık yönünü
gizlemeye çalıştığı bir kılıf olmaktan başka bir şey değildi. Her ne kadar Liz’in
düşüşünü izlemek bana tatmin verse de, aslında onun etrafındaki herkesin de
sırlarının bir bir açığa çıkmasını görmek istiyordum. Rachel, Liz’in zayıflığından
faydalanarak onun etrafında bir şeyler kurmaya çalışıyordu, ama ben o
planların farkındaydım.
Liz’in ailesi çökerken, ben Rachel’ı manipüle edebileceğimi düşündüm. Çünkü
her ikisi de aynı şekilde kırılgandı ve ben bu kırılganlıkları kullanmayı çok iyi
biliyordum. Liz’in düşüşünü izlerken, Rachel’a yönlendirdiğim her söz ve her
eylem, onu daha da yalnızlaştırıyordu. Liz’i zor durumda bırakmak bir şeydi,
ama Rachel’ı aynı şekilde yalnız bırakmak, kendi başıma koyduğum hedeflerin
bir parçasıydı.
Onlara karşı kullandığım her strateji, başlangıçta zararsız gibi görünüyordu,
ama her geçen gün Rachel’ın da Liz gibi daha fazla yalnızlaşmaya başladığını
görüyordum. O kadar incitici bir yerdeydim ki, yavaş yavaş aralarındaki farkları
ve güç dengesini çözmeye başladım. Liz’in tüm o parıltısının arkasındaki
boşluğu keşfederken, Rachel’a da benzer bir boşluk yaratmak istiyordum.
Bunu gerçekleştirdiğimde, onların her ikisinin de ne kadar kırılgan ve zayıf
olduğunu bir kez daha fark ettim. Ve ne kadar acımasızca hissetsem de, bu
oyun sonunda kazanan olacağımı biliyordum.
İlk başta, onların birbirlerini desteklemesini istedim; Liz’in en yakın arkadaşı
olması gerektiğini düşündüm. Ama Liz, bir zamanlar benim için ışık gibi
parlayan o kişi, sonunda her şeyin ne kadar boş olduğunu anlamaya başladı.
Rachel’ı bir piyon olarak kullanırken, Liz’in ne kadar yalnızlaştığını görmek,
aslında Rachel’ın her şeyin sorumluluğunu Liz’e yükleyerek onu daha da dibe
çekmesine neden oldu. O an fark ettim ki, Liz’in başına gelenler, her ikisinin de
zayıf noktalarını kullandığım bir oyundu.
Ve sonunda, ikisinin de çöküşünü görmek, bana tuhaf bir huzur verdi.
Rachel’ın her gözyaşı, her çaresiz bakışı ve Liz’in düşüşü, bana yıllarca
verdiğim çabaların meyvesi gibiydi. Liz, etrafındaki parıltıyı kaybettiğinde,
kimse kalmadığında, ne kadar gerçek bir arkadaş olduğunu ve onun
parıltısının aslında ne kadar solmuş olduğunu daha iyi anladım.
Benim için her şeyin sonu, Liz’in kaybolan ışıltısını görmekti. O düşüş, ne
kadar karanlık olsa da, içimde bir tür zafer hissi yarattı. Rachel’a karşı
yaptığım her şey, aynı zamanda Liz’in çöküşünü hızlandıran bir adım oldu. Bu,
çok daha derin bir takıntıya dönüşmüştü; kendi karanlık iç yolculuğumun ve
takıntılarımın bir yansımasıydı. Onların çöküşleri, kendi içsel boşluğumun
derinliklerinde yaşadığım bir zaferdi. Liz’in, Rachel’ın ve diğerlerinin her birinin,
kendilerini kaybetmelerini izlemek…