
Eyyyy ahaliiiii kalkın biz geldikkk🥹
Psikoloji bozmak için geldiyseniz doğru yerdesiniz diyorum ve çok konuşmadan bölümle sizleri baş başa bırakıyorum ne de olsa bölüm sonu görüşeceğiz👇🏻
Keyifli Okumalar!
Bölüm Şarkısı:
Yüksek Sadakat-Döneceksin Diye Söz Ver
“Suçluydum ben, aileme suçluydum.”
2.BÖLÜM
“BENİ BIRAKMA”
Sevmenin kolay olduğu kadar sevmemekte kolay olsaydı zorluk nedir öğrenemezdik. Sevgiyi belirleyen duygular karmaşıktı. İstediğini istediğin şekilde sevebilirken, sevmek istediğin ama hayatın zorlu şartlarıyla sevmemek zorunda kaldığında işte bu kaçınılmaz bir sonun başlangıcıydı. Kalbe saplanan en ağır hançer ise sevdiğin birinden nefret etmekti. Kendine verdiğin her nasihatte yanan canındı. Severken sevmiyor gibi davranmaktı cehennem. Onunla güzel vakitler geçirmiş, beraber bir ton güzel anılar biriktirmişken sevmemek zulümdü. Benliğine yaptığın en büyük haksızlıktı.
Günün sonunda başaranlar yoktu çünkü onu her gördüğünde aklına geçirdiğiniz vakitler gelir için parçalanırdı, ne yapacağını bilemediğin o duyguları hissettiğinde sönmesini beklediğin közün canlanmasını sağlardın. Geriye bıraktığı rahatsız edici kokusu ise canını yakardı. Pişmandın, kalbin onu geri istiyordu, mantığın en diplerde onun sesini arıyordu. Pişmandın, keşke cümleleri havada uçuşuyordu.
Onlarca yarım kalmış keşke…
Lakin sadece keşke demekte kalıyor ne ileri ne de geri adım atıyorduk. Odun gibi, ruhsuzca izliyorduk yok oluşumuzu. Her şeyin olup bittiğini sandığımız için seyirci kalıp susuyorduk. Daha ne olduğunu anlamadan kendini bir çıkmazda buluyor duygularının arasında erimeye başlıyordun. Kaçıyorduk. Geleceğe kaçtıkça geçmişe kilitleniyorduk. Geçmişi kabul etmeden, içimizde bitirmeden geleceğe kaçamadığımız içinde sıkışıyorduk çıkmaz sakaklardaki yol ayrımlarında. Oysa yapılması gereken çok basitti.
Önce her daim kendini sevmeli benliğini görmeliydin. Eğer ki kendini seversen adımların daha da kolaylaşacaktı. Sonrasında kendine inanman ve olanları kötülemek yerine onlarla yaşamı renklendirmeyi öğrenmen gerekiyordu. Korkmadan, usanmadan, kendini severek ve inanarak… Baş edemeyecek kadar güçsüz değildin, tam tersi onlarla baş edecek kadar güçlüydün. Doğru adımlar attıkça emin olacak, emin oldukça da izleyicisi olduğun hayatının yanlışlarını ve doğrularını görüyor olmakla kalmayacak her biriyle yüzleşecektin. O cesaret en başından beri vardı sadece sen görmüyordun. Kendi hayatını izlemek yerine yönetmeye başladığında ise hazırdın, benliğinle huzur bulmaya.
Her zaman yapabildiğimiz ve yapabileceklerimizden korkmadığımız şeyler vardır sadece kendimize inanıp, güvendolu adımlarımızla hareket edersek gerisini de oyununa bırakmak gerekirdi.
Tam şu an sevmek istediğim hayatımdan nefret etmeye zorlandığım andı. İster istemez donakalmıştım gördüğüm görüntüye karşı. Elim kolum bağlanmış gibiydi ne çığlık atabiliyordum ne de bir şey yapabiliyordum. Kısa süre önce attığım çığlıktan sonra susmam bütün dengemi al üst etmişti. Şimdi sesimi çıkaramıyor karşımda gerçekleşenleri seyirci gibi izliyordum. Annem gözlerimin önünde, evimizin en sevdiğimiz yerinde; beraber sabahladığımız, doyasıya dans ettiğimiz, şarkı söylemekten çekinmediğimiz salonumuzda kanlar içindeydi. Sağlık görevlileri müdahalelerini bitirmiş olmalılar ki toparlanmaya başladıkları her hallerinden belli oluyordu. Bense sessizce ağlayışlarıma devam ediyor, bakışlarını benden ayırmayan görevlilerle annem arsında mekik dokuyordum yeşillerimin verdiği yanma hissiyle.
O merdivenleri çıkarken ki halimden hiç eser yoktu, olmazdı da. Yüzüm don kesmişti, vücudum hareket dahi etmeye tenezzül etmiyordu. Yaralanan annemdi, yaralanan bendim. Buna rağmen tek yaptığım gözlerimin önünden geçen neşemi, hayatımı izlemekti. Ne yaşadığımı ya da ne yaşayacağımıbilmeden izlemekti. Kendi hayatıma seyirciydim. Komikti. Yine keşke dediğim o güne mi gelmiştim? Tekrardan yaşam harabem için pişman mı olacaktım?
Hayır, bu olmayacaktı.
Nihayet ağzımı açabildiğimde çığlık atmak istedim. "A… Anne," yapamadım, o çığlığı atamadım. Başaramadım, annem için korkularımla yüzleşemedim. Yine her zamanki gibi korkularımı hareket ettim ve bu seferki korkumda yanımda olacak annem yoktu. Tek ve yalnız başımaydım.
"Hanımefendi sizin burada ne işiniz var?" duyduğum sesle başımı yerden kaldırdığımda acil yardım görevlisi ile bir polisin bana doğru yürüdüğünü gördüm. Ne mi işim var kendi evimde? Ne saçma bir soruydu bu. Kendi evimdeydim ama bir o kadarda başka evde. Anlamıyordum, hem evimde hissediyorken başka taraftan da yabancı evdeymişim gibi hissetmemin anlamı neydi?
"Annem iyi mi?" Bana doğru yürüyen görevliye o korktuğum soruyu sordum. "Anneniz bir kaza geçirmiş. İlk yardımı yaptık fakat bıçak yarası derin olduğundan acilen hastaneye gidip ameliyata alınması lazım." Çocukluğum tekrardan gözümün önünde belirdiğinde bir değişim yoktu. Yardım isteyen, ağlamaktan harap olmuş, umutla bakan kızdı.
Tamam, görevli cevap vermişti ama asıl soruma cevap vermemişti. Ben, annemin nasıl olduğunu sormuştum ama cevap yoktu. Konuşmama fırsat vermeden annemi koydukları sedyeyi de alıp yüzüme bakmadan yanımdan geçip asansöre bindiler.
-annemi götürdüler gözlerimin önünde-
İç ses annem…
Asansörün hareket sesiyle irkilerek kendime geldiğimde polisle tek kaldığı gördüm. Annemin gidişinin üstüne polisle beklemeden hızlıca merdivenlere koştum, tekrardan. Gözümden akan yaşlar durmuyor, ağlamaya devam ediyordum. Bağıra bağıra ağlamak istiyordum ama bunu yapacak gücü bulamıyordum. Aynı zamanda ihanet ediyormuş gibi gelen bu duygudan sıyrılmak içinde çabalıyordum. Ne hızla çıktığım merdivenleri bilmiyordum, şimdi aynı hızı inerken de kullandığım için bu voltaj bir çita daha artmıştı. Akşamüzeri yağmurdan kaçıp girdiğim binanın kapısından soğuk havaya çıktığımda bütün gözler üzerime çevrildi. Televizyondan dizi izler gibi baktıklarında kendime hâkim olmaya çabaladım. Şu dakika da tek bir odağım vardı, annem. Gözlerim kalabalığın içinde annemi aradı.
-her zaman arayacağımız kişi-
İç ses bunu bana şu an yapma.
Annemin ambulansa doğru götürüldüğünü gördüğümde gözlerimi kısa anlığına gökyüzüne çevirdim. Siyahtı, soğuktu bir de her an yağmur yağacak gibiydi. "Dila," ismimi duymam ile başımı sesin geldiği yöne çevirdiğimde yanıma gelmiş Naz’ı gördüm. "Naz, annem…" Çığlık atamasam da hıçkırarak kollarımı karşımdaki kıza sardım. Ayaklarımda güç hissetmiyor, her an yere yığılacakmış gibi hissediyordum. Kısa sarılmadan sonra annemi kaçırmamak için ambulansa doğru hızlı adımlarla yürüdüm. Ölüyordum, yanıyordum, iyi değildim. Günlerdir peşimi bırakmayan o kötü his nihayetimde açıklığa kavuşmuştu. Peki, bundan memnun muydum?
-asla-
"Ben de sizinle geleceğim,” sağlık görevlisi Ambulansın kapılarını kapatmak üzereyken yetişmiş ruhsuzca çıkarabildiğim sesimle konuşmuştum. "Tabii ki, buyurun hanımefendi." Hiç beklemeden açık olan kapıdan ambulansa bindim. Zamanla yarışıyorduk resmen. Ambulanstaki görevliler hala annemle ilgilendikleri içim içimden binlerce dilekler diliyor, dualar sıralıyordum. Hastanın durumunun gittikçe kötüye gittiğini söyleyen bir kadın sesi duyduğumda bütün moralim bozulmuş kaynar sular başımdan aşağıya dökülmüştü. Ambulansa binmekle iyi yapıp yapmadığımı düşündüm. Zor bir karar olsa da burada olmak zorundaydım. Görevlinin birinden fırsat bulup annemin eline dokunduğumda yanında olduğumu bilmesini en azından hissetmesini istedim. Eğer ki anneme bir şey olursa bunu her kim yaptıysa cezasını kendi ellerimle vermekle kalmam ölmekten bin beter ederdim. Akıllı olan kişi benden uzak durmalıydı çünkü er ya da geç o kişiyi saklamış gibi bulacaktım.
Ambulans hareket ettiği o ilk andan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağından çok emindim. Hissediyordum, yaşayacaktım, yüzleşecektim bu gerçeklerle kaçış yoktu.
…
Yetimhane köşesinde yalnızlığa terk edilen kızdan:
Hayatın tecrübesi miydi bizi yenilgiye uğratan yoksa biz insanların tecrübesizliğimi?
Gayet güzel giden geceye gelen bir telefonun gecenin değişmesini ve geceyi mahveden bir telefon olmasının gerçeğini hala kavrayabilmiş değildim. Dila'nın yanımdayken aldığı telefonla kendimizi onun evinin önünde bulmamız bir olmuştu. Daha telefonun şokunu atamamışken Dila'nın annesi Songül Ablanın yaralanma haberiyle bir diğer şoka girmiştik. Bu şeyin bir anda olması beni o kadar çok şaşırtmıştı ki anlam veremiyordum. Böyle olamaması gerekiyordu ama neden olmuştu.
Dila konuşmadan anlayabileceği bir şeyi anladığı gibi kendini binaya atmıştı. Peşinden gitmeye kalktığımda da güvenlik görevlisi beni tuttuğu için gidememiştim. Dila'yı tek başına göndermek içimi çok yakmıştı. Orada ne olduğunu anlamam lazımdı. Ne kadar yalvarsam da beni içeriye almadılar. Beklemekten başka yapabildiğim bir şey yoktu. Ben dışarda beklerken içerde Dila'nın ne yaptığını bilmiyordum ve yanında değildim. Deli gibi ne olduğunu düşünüyor ve anlamaya çalışıyordum. Çok süre geçmeden Dila'nın çığlığıylairkildiğimde kötü bir şey olduğunu anlamıştım. Fakat bunun olmaması gerekiyordu.
Kısa bir süre sonra sedyeyle binadan çıkan Songül Ablayı gördüm. Sedyede yatanın hiç tanımadığım annem olduğunu düşünmek bile kafa yedirtecek derecede kötü hissettirmişti. Kendimi o yere koyamadan Dila’nın binadan yıkılmış halde çıktığını gördüm. Dila'nın yanına gitmeyi başardığımda konuşup konuşmamak arasında kaldım. “Dila,” diye seslenmeyi başardığımda verdiğim karardan emin olamamıştım. Çok ağlamıştı bu her halinden belli oluyordu. "Naz annem," ne olduğunu anlayamadığım kısa sürede kollarını bedenime sardığında karşılık verip kollarımla bedenini sardım. Onun yerinde olmayı istemedim, çok zordu çünkü bu yaşanılanlar. İsmini bilmediğim annemin arkasından kollarıyla sarıldığım kızın sözünden etkilendiğimden gözyaşlarım akmaya başladı. Artık ağlıyordum, kendimi ne kadar tutsam da sonunda ağlamıştım. Ağlayıp ağlamamam ne kadar doğruydu bilmiyordum ama şu an umursayacağım son şeydi ağlamam.
Dila annesiyle birlikte ambulansla yola çıkınca kısa süredehangi hastaneye gittiklerini öğrendiğimde peşinden gitmek için taksinin yoluna koyulacağım sırada bir ses duydum: "Şey, adınız Naz’dı galiba?" sesin geldiği tarafa baktığımda bizi buraya getiren çocukla karşılaştım. İlk başta şaşırsam da ayıp olmaması için geri cevap verdim.
"Evet, ismim Naz, sen de Bulut demi?" isminin Bulut olduğunu biliyordum ama bilmezlikten gelmek işime yarardı. Çocuktan aldığım ilk iletişim koca bir soğukluktu.
"Evet, ben de Bulut. Ben hastaneye gitmek istiyorum da galiba sen de gideceksin istersen beraber gidelim. Belki size bir yardımım dokunur." aramızda geçen en uzun cümle olduğundan ilk başta şaşırsam da teklifini değerlendirmeyi unutmadım. Çok düşünmeye fırsatım yoktu zamanla yarışıyorduk çünkü. Hem de en kısa zamanda Dila'nın yanında olmalı ve onu yalnız bırakmamalıydım.
"Tamam, gidelim o zaman." Ne kadar doğru karar verip vermediğimi bilmiyordum ama bunu yapmak zorundaydım, diğer türlü çok vakit kaybederdim. İtici hissettiren bu çocukla, yabancıyla ikinci yolculuğumun bir hastane yolu olması şaşırtıcıydı. Garipti. Dila'yı ve hastanede olanları deliler gibi merak ediyordum. İçime düşürdüğüm kurdu öldürmekte geç kaldığımı düşünsem de nihayetinde yok etmiştim. Sadece Dila’yı değil bu olayın niye bu kadar ansızın geliştiğini de merak ediyordum. Onu yalnız bıraktığım için kendimden nefret ediyorum şu anda. Kız en baştan beri kötü bir şey olacak hissediyorum diyordu. Al işte oldu hem de birden bire ansızın.
Dila, annesine bir şey olacağını anlamıştı. O yüzden fazlaydı bugün ki huzursuzluğu.
Beş, on dakika süren kısa yolculuktan sonra hastaneye varmıştık. Önümüz sıra gelen ambulanstan inen Dila'yı görünce daha da kötü oldum ve kendimi suçlamaya başladım. Eğer onu ikna etmeseydik şimdi annesinin yanında olabilirdi. Hastaneye hızlı bir şekilde giriş yapıldığında etraf karmaşıklığa dönmeden hızlı davranıldı görevliler tarafından. Sedyenin bir köşesinden tutarak görevlilerle koşuşturan Dila’ya yetişmeye çalışırken sağlık görevlileri de hastanın durumunu bilgi geçiyordular. Songül Ablayı vakit kaybetmeden ameliyata aldıklarında kendimi Dila’nın yanında buldum. Her şeyin bu kadar hızlı olmasına hiç alışık değildim.
AMELİYATHANE.
Boyumu aşan kapıda ve etrafında yazan devasa büyüklükteki yazıyı okumadan durmak zordu. Kapının beş adım ilerisinden başlayan üçlü bekleme koltuklarından birinde oturmuştum.Hastane koridorlarında zamanla yarışmaya başladığımızı içeriye koşuşturarak giren doktorlardan bir kez daha anlamıştık. Dila gördüğü manzarayla iki adım gerileyip düşecek gibi olduğunda soğuk nevale ile aynı anda hareket ettik. Bize gerek kalmadan kendini toparlamayı başarmıştı benimki. Ağlamaktan harap olmasına rağmen inat etmiş gibi durmadan ağlıyordu. Sessizdi ama sesi çıkmazdı. İçine gömüyordu çığlıklarını. İçinden saniyeleri saydığına emindim. Ameliyathane kapısını önünde ileri geri yürümeye başladığında titriyordu. Titremesi artmıştı. Yabancı çocuk ise kaçak bakışlarla az ilerideki duvardan yürürken mırıldanan Dila’ya bakıyordu. Gözümden kaçmamıştı bu bakışları.
"Anne beni bırakma," sürekli, her adımında tekrarlıyordu Dila sözlerini. Yetimhanede kaldığım dönemlerde bir gün annemin benim için geleceğini düşünür, hayal ederdim. Şu an bir ameliyat odasının kapısının önünde bir anneyi beklemek ister istemez çocukluğuma itmişti. Hastalandığım gecelerde yetimhanede görevli olan abla sayıkladığımı söylemişti. “Beni bırakma, beni bırakmayın.” Dila’dan duyduğumda aklım o ablanın dediklerine gitmiş kalbimin kırılmasını sağlamıştı. Elimle kalbimi tuttuğumda orada attığını hissettim.
Duyduğum adım sesleri daldığım çocukluğumdan uyandırdığında gözlerim sabırsız bekleyiş yapan kızla buluştu. Nasıl bir ruh halindeydi anlaşılmıyordu bile. Bir kez olsun attığı o çığlıktan sonra adam akıllı dökmemişti içini. Bir şey olacağını düşünmem hata değildi çünkü tahmin etmesi zor değildi. Girdiği şoktan dolayı ayaktaydı şu anda, çok geçmeden kendini yerde bulması saniyelik işti ve bu her an gerçekleşebilirdi o sebeple hazırlıklı olmak lazımdı. Songül Ablanın ameliyata girmesinin üstünden beş dakika geçmişti ve hiçbir hareketlenme yoktu. Dila ameliyathanenin kapısında bir oyana bir buyana gitmeye devam ediyordu ki anlık başını tutup tutunmaya yer ararken yere yığılması bir oldu.
Düşüncelerimde şaşırmamıştım.
"Dila!" gördüğüm manzara ile nerede olduğumuzu düşünmeden çığlık attım. Sesimin yüksek çıkması arkasını bize dönmüş olan çocuğun yönünü tekrardan bize çevirmesini sağladı. Yüzündeki şaşkınlığı uzaktan seçtiğimde kendimi öne atarak Dila’yı avuçladım. Yaşadığı şaşkınlığı atar atmaz hemen yanımıza koştu Bulut.
"Yardım edin!" hastane koridoru bizim sesimizle inlediğinde içimden bir şeyler koptu. Neden her bir cümlede kendimi yetimhanede beklediğim o günlere buluyordum? Anlamıyordum ve bu bilinmezlikten korkuyordum.
Sesimizle gelen hemşire hemen bir sedye istedi. Sedye gelir gelmez dikkat ederek Dila’yı yerleştirip acile ilerlediler.Onların peşinden gittiğimde ise bu hızlı tempoya ayak uydurmakta zorlandığımı fark ettim. Bu zorluktaki en büyük pay sürekli geçmişe gitmemdi. Dila’ya boş olan yataklardan birine alıp sakinleştirici serum taktılar. Yatağın ayakucundaki boşluğa oturduğumda gözlerimi kapatıp kendime gelmeye çalıştım. Bu gece böyle gidemezdi, gitmemeliydi. Çocukluğum önüme çıkamazdı, çıkmamalıydı. Yaralamaktan başka bir işe de yaramıyordu. Derin nefesler alarak sakinliğimi koruyarak beklemeye başladım. Bu gece bitsin istedim, çocukluğum tekrardan yok olsun ki bende rahatlayayım.
…
Kaybetme korkusunu yaşayan kızdan:
"Anne hadi ama artık çıkmamız gerekiyor yoksa geç kalacağız." Kapının önünde durmuş anneme sesleniyordum. Bugün mezun olacaktım. Üstümde kırmızı göğüs dekolteli saten bir elbise, ayağımda ise kırmızı topuklu ayakkabı vardı. Elbisemi özellikle diz kapaklarıma gelecek şekilde seçmiştim. Seçmek kadar giymekte zorlasa da içime sinen olduğu için mutluyum. Saçlarımı kuaför yardımıyla lüle lüleyaptırdığımda makyajımı sade tonlarda tutmuş öyle hazırlanmıştım bugüne. Aynadan kendime bakamaya doymadığım bir gündü.
-her gördüğümüz aynada buna dâhil-
İşi çözmüşsün iç ses, aferin.
"Hadi çıkalım kızım," annemin sesini duymam ile gözlerimi merdivenin arkasındaki odadan çıkan anneme diktim. Üstünde siyah, yerlere kadar uzanan bir elbise olduğundan ayakkabılarını seçememiştim. Fakat üstüne baktığımda elindeki siyah çantayla birlikte ayakkabısının başka bir renk olma ihtimali yüzde sıfırdı. Kahkahalarım evin içini doldurduğunda annemde gülümsüyordu.
“Mezuniyete gidiyoruz diye biliyordum sultanım,” baştan sona siyahlara bürünen anneciğime sataşmadan bugüne hazır olamazdım. İkiz zıt renkle neyi temsil ediyorduk acaba annemle? Ben kırmızılara bürünmüşken annem siyahların içindeydi. Yalan yok her ikimizde bize en yakışan renklerdeki elbiseleri giymiştik.
"Sen beni bırak da kendine bak hanımefendi baya ve hatta çok güzel olmuşsun. Bu güzelliği neye borçluyuz acep?" bu kadına âşıktım hem iltifat ediyor hem de alttan alttan imalarda bulunuyordu. İkisini birbirine o kadar güzel harmanlıyordu ki ustasıydı resmen.
"O nasıl bir söz acaba hanımefendi? Güzelliğimi tabii ki de annemden aldım başka kimden alabilirdim ki lakin şöyle bir gerçek var o da sizin yanınızda sönük kalıyorum,” kimin kızı olduğumu en güzel şekilde gösterdiğimi düşünerek gururlu şekilde irislerimi yeşillerine düşürdüm. Annemin şaşkın bakışları gülmemekte zorlandırsa da en sonunda pes ettirmiş gülmemizi sağlamıştı. Kıyafetlerimize ve birbirimize saygı duyaraktan sıkıca, sıcacık sarıldığımızda bir his sarılmamızın önüne geçmişti. Hem de tanıdık histi. Öyle sıkı sarılmıştı ki anneme sanki ben gidecektim de bir daha onu görmeye gelmeyecekmişim gibi davranıyordum. Belki de bir yere gidecek olan oydu bu da son sarılmasıydı. Veda sarılması… Her anını aklına kazır gibi etkili, kalıcı, yorucu.
Elime düşen gözyaşıyla irkilip anneme döndüğümde içimdeki duygu değişimini hissettim. Annemin şu an ağlaması dikkatimi dağıtmış, şaşırmamı sağlamıştı. "Anne niye ağlıyorsun, bir şey mi oldu ?” Ne olduğunu anlamasam da sakin kalıp ellerini tuttum. Annemde kendini hazır hissetmiş olmalı ki gözlerimin içine bakarak ve ellerimi sımsıkı tutarak konuşmaya başladı. "Hayatım seni böyle görmek çok güzel ve çok iyi hissettirdi. Bunlar mutluluk gözyaşları aldırma sen." Dediğinde gözlerimin dolduğunu yaşattığı sızıdan hissettim. Ne kadar çok bu dediğine inanmasam da pek üstünde durmadım. "Ya anne ağlatacaksın beni?" dolan gözlerimi saklamak amacıyla annemi kendime çekip tekrardan kocaman sarıldığım sıralarda önce çok uzaktan gelen sonrasında zaman geçtikçe yankılanan bir ses duydum. Sesin ne olduğunu bulmaya çalıştığımda gözlerimi açmak zorlaşıyordu. Nerede olduğumu da bilmek ve anlamak istemiyordum.
"Yaşadığı şoktan dolayı bünyesi daha fazla dayanamamış ve bayılmış. Biz müdahale edip sakinleştirici serum bağladık hatta o da bitmek üzere. Serum kendini iyi hissetmesini sağlayacağından bittiğinde sakince ayrılabilirsiniz." Gerçeklerle yüzleşmek ve nerede olduğumu anlamak için duyduğum sesleri dinledim. Duyduğum sesler keşke bunlar olsaydı. Hafifçe gözlerimi araladığımda her şeyin bir rüya olduğunu anlamış tekrardan yüzüstü bırakılmıştım.
-her şey bir rüya mıydı şimdi-
Maalesef ki iç ses… Her şey yine rüya... Hiçbir şeyin gerçek olamayacağı gibi…
-olsun o sarılma bile çok gerçekçiydi-
İç ses yapma! Ne olursun yapma! Ben dayanamıyorum, yapma!
Her şey bir rüyaydı... Annemle sarılmalarımız, birbirimize iltifatlarımız hepsi bir rüyaydı.
"Doktor bey hasta kendine geldi." Yanımdaki hemşirenin sesiyle başımı o yöne çevirdim. Mavilerin içindeki o kızıl saçlarına hayran kalmamak elde değildi. İstemsizce gülümsemeye çalıştığımda bunu tek o hemşire anlasın istiyordum. Umarım öyle olmuştur.
"Dila iyi misin?" tedirgin gelen ses Naz’a aitti. Yalan söylemek istemesem de yalan söylemek için kafamı aşağı yukarı hareket ettirdim. Doktorumda sakince adımlamış beni kontrol etmişti.
"Kendine gelmene sevindim Dila. Serum bitene kadar dinlen serum bitince hemşiremiz gelip çıkaracaktır eğer ki gelmezse seslenebilirsin serumda çıkarılınca gidebilirsin." Doktorun olumlu konuşması beni mutlu etmişti. Konuşmak istemediğim için başımı aşağı yukarı salladım bir kez daha.
Doktor ve hemşire diğer hastalarla ilgilenmeye geçtiklerinde çekili olan iki perde arasında Naz'la yalnız kaldık. Naz’ın da gözlerinin altındaki kızarıklık ağladığını gösteriyordu. Yüz yüze geldiğimizde gözünden bir damla yaşın aktığını görünce hemen yaşlarını silip sıkıca sarıldım. Kötü arkadaştım ben. Tek benim dertlerim var gibi davranmam bencillikti, saygısızlıktı.
"Naz annem... Annem çıktı mı ameliyattan?" Bütün umudumla sormuştum bu soruyu. Her şeyi göze almıştım hem de, olacak her şeyi, duyacağım her bir kelimeyi göze alarak açabilmiştim sesimi.
"Hayır, daha çıkmadı. Aynı zaman da hiçbir şeyde söylemediler." Naz’ın söyledikleriyle şaşkına uğradığımda korkularım tekrardan yüklenmeye başladı. Başka da bir şey diyemedim, o gücü kendimde bulamadım. Ne diyecektim ki zaten? Ne diyebileceğim bir şey vardı ne de yapabileceğim bir durum. Yapacağım beklemekti. En kötüsü de bunun çok can yakmasıydı.
Beklemek gerçekten görebileceğim en kötü şeydi. Bu beklemek önceden tadılmamış bir beklemekti. Öyle arkadaşınızla yaptığınız görüşmedeki geç geleni beklemek değildi bu, bambaşka bir şeydi. Elinden başka bir şey gelemeyeceğini kabullenmek başlı başına zaten zordu ve bu zorluğu başarsan da en büyük zorluğu geçmiş olmuyordun. O kapının arkasında neler olduğunu, neler yaşandığını bilmiyordun. Tek bildiğin korku... Delice korku.
Hem de ne korku bu: Gitsen gidemiyorsun, ağlasan ağlayamıyorsun, nefes alsan aldığın nefeslerden nefret ediyorsun. Canından can gidiyor ama sen sadece bekliyorsun. Gelecek kötü veya iyi haber için bekliyorsun. İçinden, kafandan bin bir türlü düşünceler geçiyor ve daha da korkmaya başlıyorsun. Duadan başka sığınağın yok sanıyorsun ve dua etmeye başlıyorsun. Bu öyle bir beklemek ki… Çıkmaz sokağın aydınlanmasını beklemesi gibi bekliyorsun. Bir umutla bir şeyler olmasını istiyorsun. Bir mucize istiyor, umut ediyorsun ufacık bir mucizeye.
Ameliyathanenin kapısının önünde durmaya başlayalı üç saat olmuştu. Koskoca üç saat önce serumum bitmişti bende ameliyathanenin kapısına geri gelmiştim. Ellerimi açmış annem içim dua ediyordum her umutsuzluğa kapıldığımda. Annem ameliyata gireli altı saati devirdiğimizde sessiz bekleyişler yaşanıyordu. Ses yoktu annemden, doktorundan. Sadece bir ara kan grubumuzu sormak dışında söyledikleri başka hiçbir şey olmadı, yapılmadı, bilgi verilmedi.
Koskoca altı saat ya koskoca altı saat insan bir çıkar açıklama yapar. Benim ömrümden ömür gidiyorken insanların öylece durması sinirlerimi bozuyordu. Ne Naz'la ne de yeni çocukla konuşuyordum. Sessizdim, annemden gelecek küçük bir açıklamaya kadar sessizim. İçime gömülmüştüm. İçimde ki savaşları yenmeye çalışıyordum. Peki, yenebildiğim oldu mu?
-hayır, olmadı yenebildiğim herhangi bir iç çatışma olmadı-
Sessizliğin gömüldüğü ameliyathane kapısının önünde üç kişi bekliyorduk. Saat kaçtı bilmiyordum. Günlerden, aylardan hangisiydi bilmiyordum. Tek bildiğim delice korkmamdı. Yaklaşık bir on beş dakika sonra ameliyathanenin kapısı açıldı. Derin bir şekilde soluklandım. Yerimden hızlı bir şekilde ayağı kalkıp çıkan doktorun yanına ulaştığımdasevinçliydim. İnanıyordum, annem beni bırakmadan gitmezdi. Peşimden diğerleri de geldiğinde her ne olursa olsun gelecek bütün cevapları göze almıştım.
"Annem nasıl?" korktuğum o soruyu, en baştan beri sormam gereken kişiye sorduğumda kayışlar koptu. Sanki ne yapamıyorsam şu andan itibaren yapabilecektim, öyle hissediyorum.
"Anneniz için bir şey söylemek erken. Ameliyat beklediğimiz gibi gitmedi. Çok kan kaybetmişti ve bu sebeple kan takviyesi yaptık. Fakat yeterli olmadı. Hala kan takviyesi ve vitamin takviyesi sürüyor. Annenizi yoğun bakıma aldık bir müddet müşahede altında tutacağız. Hayati tehlikesi devam ediyor. Her şeye hazırlıklı olun!" Sert, net ve bıkkın bir ses tonuyla açıklama yapan doktora bir tane vuracaktım ama annem için kendimi tuttum. Kurduğu her cümle yaralamış, dağıtmıştı ruhumu, inançlarımı, hayallerimi, benliğimi.
Neye uğradığımı şaşırdığımda gözlerim doktordan başka kimseyi görmüyordu. Elimi kalbime götürdüğümde yerinde atmakta zorlandığını hissettim. İçimde devasa bir yangın başlamıştı, sönmesi o kadar uzun sürecek gibiydi ki kendimi suçlamadan yapamıyordum.
"Ameliyat istediğimiz gibi geçmedi dediniz. Neden istediğiniz gibi geçmedi?" cesaret dahi gösteremiyordum. Duyduklarım o kadar bezgine uğramıştı ki her an sinir krizi geçirip birine zarar verebilirdim. Bir türlü cesaret edip soramadığım o soruyu yeni çocuk olan Bulut sormuştu doktora.Minnettardım. Minnet dolu bakışlarımı attığımda uzunca ve tedirgin bir şekilde beni izledi.
"Ameliyata başlarken hastanın hamile olduğunu bilmiyorduk,” duyduğumla şok yaşamıştım. “Hamile olduğunu öğrendiğimizde bebeği çoktan kaybetmiştik maalesef ki. Ameliyata devam edebilmemiz için bebeği almamız şarttı!” dinlediklerimle eriyordum, yanıyordum ve sağır olmak istiyordum. “Hızlıca nöbetçi kadın doğum doktorunu çağırıp bebeği aldık. Fakat aşırı kan kaybettiği için kalbi durdu. Hemen müdahale ettiğimiz halde kurtaramadık. Tam vazgeçtiğimiz sırada kalbi tekrar atmaya başladı ve hayata geri döndü. Mucize yaşandı içerde.” Annem, benim mucizem. “Yani anlayacağınız ameliyatın beklediğimiz gibi geçmemesi ve uzun sürmesinin nedeni bebekti." Duyduğum şeylerle şok yaşamamın arasındaki dağlar kadar farkı kimse anlayamayacaktı. Duyduklarımı sindirmeye bir anlam çerçevesinde tartıyordum. Yoktu, adam akıllı bir cevabı yoktu.
-ne demek hamile-
Başımdan aşağıya kaynar sular dökülmüştü. Annem hamile miydi? Peki ya bundan benim niye haberim yoktu? Neler oluyordu anlam veremiyordum bir türlü.
“Başınız sağ olsun, kardeşinizi kaybettik.” Doktorun ağzından çıkanlar beni yerden yere vuruyordu. Saçmalıkta zirve açtığını düşündüğüm fikirlerimi kendime saklamaya başladım. “Hastanemiz adına çok üzgünüz. Geçmiş olsun!" Doktor son söylediklerinden sonra gitse ne olacaksa olsun kafasına geçmiştim. Birde üzgünmüşler, hadi oradan. Ne üzüntüsü ya, ne üzüntüsü?
Hem kazanıp hem de nasıl kaybederdim?
Arkasından baka kaldığımda gözümden akan yaşın haddi hesabı yoktu. Söylenilen bütün durumla karşı kendimde değildim. Ben kimdim? Neden annemin bunları yaşamasına izin verdim? Nasıl fark etmedim gelecek olan felaketi? Neler olduğunu çözmem gerekiyordu. Konuşmak için kelimler seçemiyordum. Ne dersem diyeyim boşa gidecekti. Bütün şeye rağmen söyleyebildiğim ilk sözler ise kalbimi parçaladı, yaktı kül etti.
"Anne sen ne yaşadın böyle?”
…
Suçluluk duygusu duyan kızdan:
Çocukluğum bekleyişler içinde geçmişti. Diğer çocuklar gibi oyuncaklar değil de babamdan göreceğim sevgiyi dilerdim. Görünmezdim birçok çocuğun hayallerindeki gibi. Görmezdi babam beni.
Başımda şiddetli bir ağrı hissettiğimde huzurca kıvrandım. Bedenimde hissettiğim rahatsız edici bir nefesle gözlerimi zor bela açtım. Sabahın ışıkları gözlerimi kamaştırdığında gözlerim tekrardan kapandı. Boynumda ve sırtımda oluşan ağrı kalkama mı zorlasa da etraftan gelen sesler an an hafızamı yerine getiriyordu. Partideydim, ablamın doğum günü partisinde. Zorla da olsa babamı ikna edebildiğimiz o partideydim. Sadece ben değil bütün arkadaşlarımda buradaydı. İçmiştik, hem de zil zurna sarhoş olacak şekilde. Kesik kesik gelen uyarıları hatırladığımda her içişimizde bebeğimin içmeyin diye söylenmeleri gelmişti gözümün önüne.
Batu’nun rahatsız olduğum kolları arasından doğrulmaya çalıştığımda başıma giren sancı ile inledim. Sesim kısıktı, duyulmadığı hala uyuyan kişilerden belliydi. Gözlerimi kafede gezdirdiğimde gün ışığının camlara yansıdığını, tek tük uyanan kişileri gördüm. Gecenin böyle sonlanmasını düşünmemiştim. Kafam çatlıyordu, bedenimdeki uyuşukluk kendime gelmemi zorluyordu.
Ayağa kalkmayı başardığımda ruhsuzca adımladım sıkışık olduğum masadan. Elif, çiçeklerin yanında onlara karışır derecede uyuyordu. Can hakkında hatırladığım en son şey bir kızla buradan ayrıldığıydı. Dila ve Naz’ın hayal meyal da olsa apar topar çıktığını anımsadığımda içimde bir şeyler oldu. Değişik bir his oturdu, boğazım düğümlendi. Adımlarımı kontrol ederek ilerlediğimde kafenin içinde ablamı aradım. Yanımdan geçip mekândan ayrılan yüzlere samimi olacak şekilde fakat içimden saydırarak gülümsedim. Biraz ilerlediğimde ücra köşelerde kalmış masada ablamın bir şeyler içtiğini gördüm. Uzaktan dahi canının sıkkın olduğu belli oluyordu.
Sanki dün doğum günü olan o değildi.
“Günaydın,” yanına ilerlediğim halde bile varlığımı hissetmemişti. Sesimi kontrol etmeye çalıştıysam da başaramadığımdan çatallı çıkmıştı. Gözlerimin önünde sıçradığında hissettim. Durumlar kötüydü, bilmediğim bir şey vardı. “Günaydın,” sesi ruhsuzdu, kırgındı. Hızlıca karşısına oturduğumda çoktandır uyku mahmurluğunu atmıştım. Çöken yüzünü görmek bile uyandırırdı bütün hislerimi. Gözlerinin altındaki kızarıklığı gördüğümde ağladığını anlamıştım. Gece dünyanın en mutlu kızı gibi neşe saçan kızın sabahın ilk ışıklarında en mutsuz kişiye dönüşmesini anlamak istemiyordum. Biliyordum, ne olduysa beni de darmadağın edecekti.
Dila ve Naz. Gecenin bir yarasında ablamın arkadaşı ile ansızın gidişi, bize haber vermemeleri, ablamın hali... Uyandığımda hissettiğim o duygu suçluluk muydu? Hayır, olmasın, olmamalı. Kafeden gelen sesleri önemsemeden masanın üstünde duran ablamın ellerini ellerimin içine hapsettim. Özellikle yanına geldiğimden beri gözlerini denk düşürmemek için çabalayan ablam kısa süreliğine baktığında içimdeki kız çocuğu çığlık attı.
En son ne zaman çığlık atmıştım, hatırlamıyorum. Çoğu kez hayal kırıklıkları ile savaştığımdan çığlık atmayı kesmiştim. Alışmıştım kırılmaya, üzülmeye, yok olmaya. Severken sevilmemenin ne anlama geldiğini kendimi bildim bilesi biliyordum. İlk zamanlar hırçındım, her şeye suçlu arar bağırır çağırırdım. Zamanla savaştığımı bilmeden mağlup olmuştum güçlü karaktere, masala, sevgiye. Geçmişi kabul ettiğimde ise değişmiştim, tanıdığımı sandığım kişilikten çıkıp yeni bir Asya yaratmıştım. Elbette değişimlerim olmuştu ama zayıf noktam hiç değişmemişti.
“B… Bir şey mi oldu?” kara düşüncelerimden sıyrılıp konuşmaya yeltendiğimde sesim titremişti. Karşımda duran, ruh hali benden kötü olan ablam irislerini elalarıma diktiğinde okudum. Okumaya çalıştım, anlamaya, yanılmaya… Olmadı, yapamadım. Gözlerinden akan yaş korkularımı şiddetlendirdiğinde içim kan ağlıyordu.
Söylemesine gerek yoktu hissediyordum. Çok sevdiğim birine verilen zararı hissediyordum. Keşke zamanı şu an durdurabilseydim ya da o ana gidip durdursaydım. Her kime verilmişse o zarar canı yanmazdı, canım yanmazdı. “Asya,” ismimi hayal kırıklarının arasında duymayalı uzun zaman olmuştu. İki gün olmuştu, çok değil mi?
“Kim?” sus abla, sus! Yakma canımı, parçalama hislerimi. Gözlerimiz birbirinden kaçmıyordu artık. Ellerimin içindeki elinden birini çekip benim elimi sardığında bu kişinin hayatımdaki değerinim paha biçilemez olduğunu simgelemiş oldu. Hafızam bir ana gitti yine.
Telaşla ayrılan Dila.
Gözlerimi açtığımda gelen suçluluk hissi…
“Deme, deme, deme abla. Yok, hayır, olamaz!” anladığımı anladığında yaşları daha da hızlandı. Niye ağlıyorsun abla, niye bunu bana yapıyorsun? Artık üzülmekte, yanmakta istemiyorum abla, sus, deme, konuşma. “O değil demi, Dila değil de,” bir mucize, küçücük bir mucize olsun, lütfen!
“Hayır, Dila değil…” Tuttuğum nefesi uzunca saldığımda az da olsa rahatladım. “ama annesi iyi değil.” Hayatın kısa bir an değişeceğini sanmıştım lakin yanılmışım. Nefes alışım zorlaştığında gerçekten suçlu olduğumu anladım. Annem gibiydi Songül Abla, beni o büyütmüştü, o öğretmişti doğruyu yanlışı. Şimdi onu kaybetmek korkutucuydu.
“Neyi var?” konuşmakta zorlanıyordum. Hayatın durduğunu sandığım o andaydım. Kendi ailemden biri böyle bir durum yaşasaydı bu kadar paniklemezdin büyük ihtimalle. Ablamın her halinden söylemekte zorlandığını anlıyordum.
“Bıçaklanmış,” kalbim durdu. “Şu an yoğun bakımda ve durumu kritik!” Gece telaşla giden Dila’yı anladığımda bütün yaşamım dönmeye başladı. Film şeridi gibi geçti onlarla geçirdiğim zamanlar. Çocuktum, okula gidiyordum, erkek sohbeti yapıyorduk, kavgalar ediyorduk, yemekler yiyorduk. Ailemdi, kan bağına gerek yoktu.
“Hangi hastanedeler?” kardeşimi, ailemi yalnız bırakamazdım. Çoktandır yanında olmam gerekirdi zaten. “Beşiktaş,” oturduğum sandalyeyi büyük bir güçle geriye itelediğimde çıkardığı ses uyuyanları rahatsız etmiş olmalıydı. Onlar umurumda değildi. Kafenin içine adımlar attığımda düşündüklerim, verdiğim savaş çok büyüktü. Dila’dan bir farkım yoktu, annemdi. O his, o korkuyu sonuna kadar hissettiğimdendir belki de kardeşimin telaşla buradan ayrılmasını anlamam. Geç kalmıştım, kardeşime ve anneme.
Bar kısmında olan çantamı hızlıca alırken değdiğim cam bardak yere düşmüş büyük bir gürültüyle parçalara ayrılmıştı. Yüksek sesten ürkerek uyananları gördüğümde hiç birini takmadan çıkışa doğru ilerledim. Ablamın arkamdan seslendiğini duyduğumda ne dediğini çıkaramadım. Duyuyordum sesleri ama anlamıyordum. Yaşadığım karmaşık hislerle arabamı bulup vakit kaybetmeden gaza yüklendim. Kardeşime, anneme, aileme gidiyordum. Zamanla yarıştığı dakikalarda nasıl oldu da kardeşimi yalnız bıraktım?
Suçluydum ben, aileme suçluydum.
BÖLÜM SONU
Yine söylüyorum: Neler oluyor bu lanet kitapta?
İlk bölümden geçmişin yükü, yaşananlar derken ikinci bölümde hızlıca hastane köşeleri... Bu hız ne be izo, biraz yavaş ilerle dediğinizi duyar gibiyim ama ne yapalım arkadaşlar olaylar böyle ilerliyor elimde değil...
Bu bölümde en çok üzüldüğün kişi hangisi diye soracak olsanız net bir isim söyleyemem çünkü hepsini birbirinden çok seviyor, çok üzülüyorum.
Peki o soruya size sorsam siz ne dersiniz? Bu bölümde en çok kime üzüldünüz?
Şey Songül'üm hamile çıkması, Dila'nın yaşadığı şok, Bulut'un hâlâ yanlarında olmasıııı...
Bıraksanız şu bölümü bile sabaha kadar anlatır, konuşurum öyle yani.
Sizce ilerleyen bölümlerde neler olacak?
Bu bölümde ki favori sahneniz ya da cümleniz?
Spotify hesabımda kitabın şarkılarını dinleyebilirsiniz✨ Beni sosyal medya hesaplarımdan takip etmeyi unutmayın. Kitap hakkında merak ettikleriniz ve daha çoğu şey için oradan ulaşabilirsiniz.
Wattpad/Inkspired: izzetcanduman Instagram/TikTok: izzettcanduman Spotify: İzzetcan Duman
Okuduğunuz için teşekkür ederim🤍 Gelecek bölümde görüşmek üzere🥰 Yorumlarınız ve oylarınız benim için önemli.
Seviliyorsunuz😍
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.06k Okunma |
190 Oy |
0 Takip |
35 Bölümlü Kitap |