

Hava, yavaşça kapanan bir perde misali, gökyüzünü kasvetli bir griye bürüyordu. Mumbai'nin daracık, kıvrımlı sokaklarından biri, bu göksel değişimin altında kendi sessizliğine gömülmüştü. Yaşlı binalar, yorgun cepheleriyle sokağı çevrelerken, çatılarında birikmeye başlayan yağmur damlaları, usulca bir melodinin ilk notalarını mırıldanıyordu. Sokak lambaları henüz yanmamıştı, fakat gün ışığının çekilişi, gölgeleri uzatırken sokağın üzerindeki ağırlığı hissettiriyordu.
Kaldırımlar, yer yer çatlamış taşlarıyla yılların hikâyelerini fısıldarken, ara sıra geçen bisikletlerin çıtırdayan tekerlek sesleri bu melankolik senfoniye eşlik ediyordu. Bir köşede, küçük bir çay tezgâhı, kaynayan demliklerden yükselen buharıyla misafirlerini selamlıyordu. Tezgahtaki fincanlar, yağmurun habercisi olan rüzgârda küçük bir titreme ile birbirine dokunup hafif bir tını yaratıyordu.
Vikram, sıranın ona gelmesini beklerken, tezgahtaki hareketliliği izliyordu. Tezgâhın ardındaki adam, ustalıkla çayı fincanlara dökerken, bir yandan da ince ince doğradığı zencefili karışıma ekliyordu. Her bir fincan, dikkatle hazırlanmış, içlerine serpilen misket limonu ve baharatlarla tamamlanıyordu.
Çay tezgâhının hemen yanında, rüzgârın hafifçe dalgalandırdığı bir bez tente, yağmurun ilk damlalarına karşı siper oluşturuyordu. Vikram, çevresine göz gezdirirken, insanların çaylarını alıp hızlı adımlarla uzaklaşmasını izledi. Kalabalığın arasından usulca tezgâha sokulduğu bir an, gözleri satıcının maharetle doldurduğu fincanlarda takılı kaldı. Bu anın sıcaklığına sığınmak istercesine, hafif bir tebessümle seslendi:
"İki bardak çay alabilir miyim? Ama sıradan olmasın, hava bu kadar kasvetliyken bizi biraz neşelendirecek sihirli bir karışım olsun, lütfen!"
Ben motosikletin üzerinde oturmuş, Vikram'ın çayları almasını izlerken, o kalabalığın arasından sıyrılıp bana doğru gelmeye başladı. Elinde taşıdığı iki fincanın sıcaklığı, soğuk havaya meydan okurcasına etrafına buharlar saçıyordu. Vikram, yanımda durup bir fincanı bana doğru uzattığında, buhar yüzüme doğru nazikçe yükseldi; bu, yağmur öncesi havanın serinliğine karşı adeta bir sıcaklık davetiyesiydi.
Vikram, gözlerinde şakacı bir parıltıyla bana baktı.
"Hadi, tadına bak; bakalım gerçekten sihirli miymiş? Beğenecek misin, merak ediyorum?"
Çayın buğusu, taze demlenmiş baharatların kokusunu burnuma taşırken, fincanı iki elimle kavradım. İlk yudumu aldığımda, içime yayılan sıcaklık, soğuk havayı ve üzerimdeki tüm yorgunluğu silip süpürdü. Kendime gelirken, arka arkaya birkaç yudum daha aldım. Vikram, beni kıkırdayarak izliyordu; gözlerinde dostça bir muziplik parlıyordu. Ardından, elindeki bardağı yavaşça dudaklarına götürdü.
"İşten çıktığımda, eve gitmeden önce mutlaka buraya uğrarım. Günün yorgunluğunu burada, bu çayın sıcaklığında atmak gibisi yok."
Vikram, dışarıdan bakıldığında, modern dünyanın bir parçası gibi görünse de, ruhunda geçmişin izlerini taşıyan bir gezgin gibiydi. Bu tezatlık, onu daha da ilginç ve derin kılıyordu; sanki her anı, iki dünyanın buluştuğu bir köprüde yaşıyordu.
"Çoğu zaman buraya tek başıma gelirim; buraya getirdiğim ilk arkadaşım sensin."
Vikram'ın yüzüne dikkatle baktığımı fark ettiğinde, derinlerde bir yerlerde saklı olan yalnızlığını anlamış olduğumu sezdi. Bu anlayışla dolu bakışlarımın etkisiyle, dudaklarında beliren ince bir gülümseme, aramızdaki sessiz anlaşmayı pekiştiriyordu.
"Senin tarafından bir arkadaş olarak kabul edildiğimi hissediyorum; umarım bu his beni yanıltmıyordur."
"İçindeki ses sana doğruyu söylüyor, Vikram; arkadaşız."
Vikram, motosikletin metal aksamına hafifçe basarak, dirseğini bacağına yaslayıp düşünceli bir pozisyonda durdu. Bu hareketi, içinde büyüyen merakı ve biraz da tereddüdü ele veriyordu. Gözleri, sormak istediği sorunun ağırlığını taşıyor, ancak dile getirme konusunda çekingen bir tavır sergiliyordu. Onun bu tereddütlü halini gördüğümde, hafif bir gülümsemeyle cesaret vermek istedim.
"Sormak istediğin bir şey mi var, acaba?"
Vikram, kem küm ederek düşüncelerini toparlamaya çalışırken, elini çenesine götürüp kirli sakalını kaşıdı. Gözlerindeki tereddüt, kararsızlıkla birleşmişti, ancak sonunda cesaretini topladı.
"Yanlış anlamazsan, Salman Khan ile olan bağlantını sormak isterim."
"Haklısın, benim ve Salman Khan'ın adı bir arada anılınca kulağa oldukça tuhaf geliyor olmalı."
Bakışlarımı avucumda sıktığım boş fincandan kaldırmaksızın, geçmişin derinliklerine dalarak anlatmaya başladım. Parmaklarımın arasında duran soğuk porselen, o anın gerçekliğini hissettiren bir hatıra gibiydi.
"Bundan iki ay önce-"
Cümlem, boğazımda düğümlenen kelimelerle yarım kaldı. İçimdeki duyguların yoğunluğu, bir an için beni susturdu. O an, Vikram yanımda olduğunu hissettirerek elini uzattı ve nazikçe kolumu sıvazladı. Bu dokunuş, içimdeki sessiz fırtınayı yatıştıran bir teselli gibiydi, beni konuşmaya teşvik eden sessiz bir destek.
Derin bir nefes alarak, sözlerimi toparladım.
"Bir hastanenin bahçesinde karşılaştım onunla. Ben, ruhumda ve bedenimde taşıdığım yaraların ağırlığı altında ezilirken, o ise bu yaraları sarmaya hazır bir merhametle oradaydı."
Salman Khan; o gün yalnızca bir tesadüf değil, kaderin ördüğü ince iplikler arasında, geçmişin izlerini taşıyan anlamlı bir karşılaşmaydı.
☙
Eve dönüş yolculuğumuzda, gökyüzü gri bulutlarla ağırlaşmış ve muson yağmuru aniden üzerimize boşalmaya başlamıştı. Caddeler, yağmurun etkisiyle parlayan birer nehir gibi uzanıyor, asfaltın ıslak yüzeyi sokak lambalarının solgun ışıklarını yansıtıyordu. Mumbai'nin sıkışık trafiği, kaçınılmaz bir şekilde arabaları durma noktasına getirmişti. Vikram, motosikletini ustalıkla bu duraklamış araçların arasında geçiriyor, yağmurun altında adeta bir balık gibi kıvrak hareket ediyordu.
"Meena, sıkı tutun, şimdi hızlanıyoruz!"
Ben, arkasında oturmuş, şehrin yağmurla yıkanmış manzarasını izlerken, içimde bir özgürlük hissi belirdi. Trafik nihayet açıldığında, Vikram hızını artırdı ve ben de ellerimi omuzlarından çekip kollarımı iki yana açtım. Yağmur, yüzüme tazeleyici bir serinlik getirirken, saçlarımda yankılanan her damla, içimdeki mutluluğun birer yankısıydı.
Nihayet Galaxy Apartmanı'nın önüne vardığımızda, sırılsıklam olmuş bir halde motosikletten indim.
"Vikram, bugün bana göz kulak olduğun için teşekkür ederim. Tek başıma olsaydım bu durum katlanılmaz olurdu, ama seninle her şey çok daha eğlenceli hale geldi."
"Huyum kurusun, Meena, insanları gülümsetmek benim doğal bir yeteneğim. Belki de bu yüzden, sanırım bende şeytan tüyü var."
Vikram, gülümseyerek kaskının vizörünü indirdi ve motosikletinin motorunu bir kez daha canlandırarak hızla uzaklaştı. Yağmur damlaları, onun arkasında bıraktığı ince iz gibi yola serpilirken, gözden kayboluşunu izledim. Dış dünyayı yıkayan bu yoğun yağmurun altında, Vikram'ın uzaklaşan silueti, anılarımda bir dostluğun sıcak izlerini bırakarak kayboldu.
Geniş, kahverengi kapıya doğru adımlarımı atarken, yağmurun verdiği serinlik ve huzur iç içe geçmişti. Kapının önünde beni her zamanki nezaketiyle selamlayan korumaya gülümseyerek karşılık verdim. Tam içeri adım atmak üzereydim ki, bir an duraksadım. İçimde beliren bir merakla geri dönerek korumaya baktım.
"Şey... Salman Bey henüz geri dönmedi mi?"
"Üzgünüm, efendim. Salman Bey dönüş saatini bildirmedi, bu yüzden kesin bir bilgi veremem."
Başımı düşünceli bir şekilde sallayarak avluya adım attım. Yağmur, üzerimde ince bir örtü gibi serilmeye devam ederken, Salman'ın arabasının otoparkta olmadığını fark ettim. Bu eksiklik, içimdeki merakın ve belirsizliğin bir yankısı gibi yankılanıyordu. Daha fazla ıslanmamak adına adımlarımı hızlandırarak apartmana doğru koştum, yağmur damlaları ardımda minik su birikintileri bırakarak izimi sürdüler.
Dairenin kapısını açtığımda, üzerimden damlayan suların zeminde oluşturduğu minik adacıklarla vestiyere yöneldim. Islak çantamı kancaya asıp, topuklu sandaletlerimi dikkatlice önüne bıraktım. Sanki her biri, dış dünyanın fırtınalı yüzünden geriye kalan birer anıydı.
"Ben geldim, Bijal yenge."
Salona adım attığımda, üzerimden süzülen suların serinliği hala tenimde hissediliyordu. Bijal yenge, divanda oturmuş, önündeki geniş tepside taze kişniş yapraklarını temizliyordu. Parmakları zarif bir şekilde yaprakları saplarından ayırırken, beni bu halde görünce gözleri şaşkınlıkla açıldı. Yüzündeki ifade, bir anlık şaşkınlığın ardından yerini endişeye bıraktı.
"Arrey, Meena! Tamamen sırılsıklam olmuşsun!"
"Biraz ferahlık arıyordum."
"Üşütüp hasta olmayı göze alarak mı? Aklını mı kaçırdın, Meena?"
Belki de gerçekten aklımı kaçırmışımdır; fakat bu taze yağmur damlalarının ruhuma işleyen serinliği, Nisha'nın üzerimde kurduğu baskıya inat, içimde bir özgürlük hissi uyandırıyor.
Bijal yenge, kaşlarını hafifçe çatıp beni baştan aşağı süzdükten sonra, kararlı bir ses tonuyla beni doğruca banyoya yönlendirdi. Yağmurun üzerimde bıraktığı serinliği sıcak bir duşun buharıyla değiştirmek, adeta bir ritüel gibi, tüm yorgunluğumu alıp götürdü. Duşun ardından, pamuklu pijamalarımın rahatlığına büründüm ve yatağımın üzerine bağdaş kurarak oturdum.
Biraz sonra, Bijal yenge elinde buharı tüten bir bardak sütle odaya geldi. Sütün sıcaklığı içime işlerken, Bijal yenge havluyu eline alıp saçlarımı nazikçe kurulmaya koyuldu.
"Ah, böyle bir havada ferahlık arayışına çıkmana sebep olan neydi?"
Bardak dudaklarıma değmişken, bir an durakladım; sütün sıcaklığı ile düşüncelerimin serinliği arasında kısa bir tereddüt anı yaşadım. Bu sessizliği, Bijal yengenin nazik ama kararlı sesi bozdu.
"Her neyse, Sanjeet birazdan burada olur. Hadi, akşam yemeğini hazırlamaya başlayalım."
Bijal yengenin bu sözleri, bizi mutfağın sıcak atmosferine ve yemek hazırlamanın sade telaşına yönlendirirken, dışarıda yağmurun ritmik sesi eşliğinde, evin içinde farklı bir müzik yankılanmaya başladı.
☙
"Salim amca, bu plağı dinlemeye ne dersin?"
Gramofonun üzerinde durduğu oymalı, yuvarlak yan sehpanın alt rafından dikkatlice bir plak seçtim. Plağın nostaljik kapağını usulca okşarken, doğrulup arkamı döndüm. Fakat Salim amcayı göremeyince, bir an için duraksadım. Yemek odasında tek başıma olduğumu fark ettiğimde, sessizliğin içimde yarattığı ürperti, derin bir nefesle birlikte içime işledi.
"Salim amca! Salma teyze! Neredesiniz?"
Etrafı dinlediğimde, salon tarafından gelen ve mırıldanmayı andıran belirsiz konuşmalar kulağıma çalındı. Salim amcanın orada olabileceğini düşünerek, seslenmek istedim. Ancak sessizliğin cevapsızlığı, içimde büyüyen bir tedirginliğe dönüştü. Adımlarım beni salona yönlendirdi; her biri, ahşap zeminde yankılanarak, içimdeki huzursuzluğu daha da artırıyordu.
Salona doğru attığım adım, beni ansızın bambaşka bir âleme taşıdı. Gözlerimi açtığımda, kendimi zamanın unuttuğu, tarih kokan bir avlunun ortasında buldum. Bu yer, sanki bir masal diyarının kalbinde atıyormuş gibi sessiz ve derin bir huzurla doluydu.
"Neredeyim ben, burası neresi?"
Gün ışığı, ahşap işçiliğinin ve zarif sütunların üzerinde dans ediyor, yüzyılların sırrını fısıldıyordu. Her bir sütun, geçmişin yankılarını saklayan birer bekçi misali duruyordu karşımda. Özenle oyulmuş taş duvarlar, bu mekânın ruhunu ve karakterini oluşturan ince detaylarla bezenmişti. Avlunun ortasında, küçük bir çeşme, sessizliği bozan tek ses olarak suyun nazlı akışını yankılatıyordu; bu melodik akış, sanki mekânın ruhunu besliyordu.
Yerden hafifçe yükselmiş merdivenler, yaşamın izlerini taşıyan ahşap kapılara doğru uzanıyordu. Her kapı, ardında sakladığı hikâyeleri merak eden gözlerime bir muamma olarak bakıyordu. Burada, zamanın ve mekânın ötesinde bir dinginlik hüküm sürüyordu; sanki dünya dışındaki her şey unutulmuş, sadece bu an kalmıştı.
İçimde tanıdık bir özlem dalgası kabarıyor; burası, sanki uzun bir yolculuktan sonra döndüğüm yuvam gibi.
Avlunun ortasına doğru ilerlerken, başımın üzerindeki kubbeye doğru yüzümü kaldırdım. Gökyüzüne açılan bu geniş kubbe, sanki zamanın kendisi tarafından dokunmuş bir zarafet örtüsüydü. Gözlerim, kubbenin detaylarında dans eden ışığın ve gölgenin oyununa takıldı. O sırada arkamda yine aynı mırıldanmalar yankılandı, ancak bu kez kelimeleri ayırt edebiliyordum:
"Birlikteliğimiz sona erdi
sevgilim,
Ah, yollarımız ayrıldı.
Kalbim kırıldı sevgilim,
Sevgi dolu kalbim parçalandı."
Bu tanıdık melodinin yankısıyla irkilerek arkamı döndüm. Gözlerim, gramofonun başında duran bir figüre takıldı. Adam, eski ama zarif bir cihazı çalıştırıp yavaşça bana döndüğünde genç yaşta olan babam olduğunu gördüm; yüzü, yıllar öncesinin anılarını taşıyan bir aynaydı adeta. O an, zamanın ve mekânın tüm sınırlarının bu büyülü avluda kaybolduğunu hissettim.
Babam, gramofondan yükselen melodiyi mırıldanarak avlunun diğer ucuna, ahşap bir salıncağın üzerinde oturan anneme doğru yürüdü. Annem, nazik bir rüzgarın kollarında sallanır gibi salınıyordu. Babam yanına yaklaştı, şarkının sözlerini yumuşak bir tonda mırıldanarak salıncağı hafifçe salladı.
"Meena, neden beni buraya getirdin?"
Kulağıma fısıldanan bu sözlerle ürperdim ve başımı omzumun üzerinden çevirdim. Salman, beklenmedik bir şekilde yanı başımda duruyordu. Varlığı, bu eski ve gizemli mekânda birdenbire belirmiş gibiydi. Onun buraya nasıl geldiğini anlamaya çalışırken, zihnimdeki düşünceler bir girdap gibi dönmeye başladı. O anın tuhaflığı, beni gerçeklikten koparıp bilinmezliğin kucağına bıraktı.
Salman'ın varlığı, sanki bir hayal gibi, bir anda gözlerimin önünden kayboldu. Onun ani yokluğunu bile fark edemeden, boşluğa bakakaldım. Çevreme bakınırken, içimde bir huzursuzluk dalgası yükseldi. Düşüncelerim hâlâ onun buradaki varlığını sorgularken, başka bir yönden gelen sesle irkildim.
"Yoksa beni ailenle tanıştırmak mı istedin?"
Sesin kaynağını bulmak için hızla o yöne döndüm, fakat gözlerimin önünde beliren tek şey, ıssız bir boşluktu. Gözlerim boşluğun derinliklerinde bir cevap ararken, içimdeki huzursuzluk gitgide büyüdü. Korku, damarlarımda yavaşça dolaşmaya başlamış, kalbimin atışını hızlandırmıştı. Etrafımı saran bu belirsizlik, zihnimin derinliklerinde yankı bulan sorularla birleşerek içimde kasvetli bir ağırlık oluşturdu.
Ancak, düşüncelerim bu bilinmezliğin içinde çırpınırken, o ürkütücü ses bir kez daha kulaklarımda yankılandı, adeta karanlık bir fısıltı gibi zihnime işledi.
"Peki, onlar gerçekten senin ailen mi?"
Bu sözlerin ardından avlu, derin bir karanlığa gömüldü, ve ben içimde yükselen korkuyla birkaç adım geri çekildim. Ayaklarımın altındaki taşlar, sanki bu kasvetli atmosferin bir parçasıymış gibi soğuk ve kaygandı. Bir an sırtım beklenmedik bir şekilde sert ve sıcak bir yüzeye çarptı. Kalbim hızla çarparken, dönüp baktığımda karşımda duran varlığı fark ettim.
Kırmızı bir ışık yavaşça yanmaya başladı, etrafı saran karanlığı delip geçerken onun yüzünü gölgelerden çekip çıkardı.
"Su-Suneel..."
Yüzündeki gülümseme, karanlık bir gölgenin ardında beliren hain bir sır gibi belirginleşti. Dudaklarının kenarı sinsice yukarı kıvrılmış, gözleri ise buz gibi bir parıltıyla bakıyordu. Elimi nazikçe, fakat bir o kadar da kararlılıkla tuttu. Parmaklarının soğuk dokunuşu, içimde bir ürperti uyandırırken, kendime olan hakimiyetimi kaybettiğimi hissettim.
"Meena, yüzüğünü neden takmadın? Seni hâlâ çok seviyorum. Peki ya sen? Bu, karşılıksız bir aşk değil, öyle değil mi?"
Elimi geri çekmeye çalıştım, fakat o sıkıca tuttu ve bir anda beni kendine doğru çekti. Göğsüm onun göğsüne değdiğinde, aramızdaki mesafe tamamen kayboldu. Kalbimin çarpıntısı, onun nefes alışverişiyle senkronize olmuş gibiydi. Elini nazikçe yanağıma koydu; dokunuşu, bir zamanlar paylaştığımız anıların sıcaklığını taşır gibiydi.
"Söylesene sevgilim, beni hiç mi özlemedin?"
Kabustan aniden uyandığımda, ciğerlerime dolan havayı büyük bir açgözlülükle içime çektim. Nefes nefeseydim; sanki karanlık bir uçurumdan düşüyormuşum gibi hissetmiştim. Gözlerim, odanın loş aydınlığında korku dolu bir belirsizlikle gezindi. Bir an için nerede olduğumu, hangi gerçeklikte bulunduğumu ayırt edemedim.
Gözlerim yavaşça odanın tanıdık detaylarını seçmeye başladığında, bir nebze olsun rahatladım. Yatak odamın güven verici huzurunu hissettim. Yastığımın altında duran telefonumu elime alıp saate baktım; bu sırada ekranın aniden aydınlanmasıyla kalbim bir kez daha sıkıştı. Salman'dan gelen bir aramaydı.
Telefonu titreyen ellerimle açtığımda ise, karşı taraftan gelen ses beni şaşkına çevirdi.
"Meena Hanım, ben Pratap. Bu saatte sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim, ancak gerçekten mecbur kalmasam aramazdım."
"Pratap, neden sen arıyorsun? Salman Bey nerede?"
Bir anlık sessizlik, geceyi daha da derinleştirirken, hattın diğer ucundan gelen yutkunma sesi, içimdeki korkuyu daha da büyüttü. Telefona iki elimle sıkıca sarıldım, sanki bu küçük cihaz bana bir nebze olsun güven verebilirmiş gibi.
"Niçin sessizsin? Lütfen, konuş."
"Sa-Salman Bey bir kaza geçirdi, şu anda hastanede."
Yüreğimin derinliklerinde yankılanan acı, bir kaybı daha kaldıramayacağımın sessiz çığlığıydı; zira her ayrılış, ruhumdan koparılan bir parça gibi eksiltiyordu beni.
Ancak bu kez eksilmek yerine, tamamlanmayı arzuluyordu yarım bırakılmış hayallerim.
☙
Salman'ın kaza geçirdiğini öğrendiğimden beri içimdeki huzursuzluk bir türlü dinmek bilmiyordu. Evin duvarları üstüme geliyordu adeta; bu yüzden, içimdeki sesin baskısına boyun eğerek hastaneye gitmeye karar verdim. Ancak gecenin karanlığı ve yalnızlığın getirdiği tehlike, zihnimin bir köşesinde yankılanıyordu. Pratap'ın kimseye haber vermemem konusundaki uyarısı, apartmandaki tanıdık yüzlerden yardım istememi engelliyordu. Böylece aklıma gelen tek kişiyi, güvenebileceğim yegâne dostu aradım.
"Vikram, sana ihtiyacım var; gelmen gerek. Güvenebileceğim tek kişi sensin."
Arka bahçenin duvarına tırmanarak dengesiz bir şekilde tepeye ulaştım, ardından dikkatlice sokağa atladım. Karanlığın içinde bir gölge gibi beliren Vikram, hiç tereddüt etmeden kaskı bana uzattı. Hızla motosikletin arkasına yerleşirken, geceyi yaran rüzgarın arasına karışarak hızla uzaklaştık.
Hastanenin önüne geldiğimizde Vikram, nereye vardığımızı fark edince şaşkınlıkla gözlerini bana çevirdi. Kaskı çıkarıp motosikletin selesine bıraktım ve telaşla ileriye atıldım. Tam o anda, Vikram kolumu tuttu ve bedenim onun yönüne doğru savruldu.
"Meena, durum ciddi mi? İstersen seninle gelebilirim."
"Her şey için teşekkürler, Vikram, fakat bundan sonrasını kendi başıma halletmem gerekiyor."
Vikram tereddüt içinde gözlerimin içine baktı, sanki gözlerimdeki kararlılığı çözmeye çalışıyordu. Bu sessiz an, gecenin karanlığında bile fark edilen bir gerilimle doluydu. Ona güven veren bir gülümsemeyle karşılık verdim; bu, hem bir teşekkür hem de bir veda gibiydi.
"Gerçekten, iyi olacağım."
Vikram'ın bakışlarındaki endişe yavaşça dağıldı ve yerini sükûnet aldı. Onun güven veren varlığını arkada bırakarak, hastanenin acil girişine doğru telaşla koştum. Pratap, danışmaya bir şey sormama gerek kalmadan onu bulacağımı söylemişti; fakat içeri adım attığımda, beklenenin aksine, ortalıkta görünmüyordu.
Koridorun steril beyaz duvarları, yankılanan ayak seslerimi bir çığlık gibi geri yansıtıyordu. Her adımda kalbim daha hızlı atıyor, her boş bakışta içimdeki belirsizlik biraz daha büyüyordu. Zaman sanki ağırlaşmış, her saniye bir öncekinden daha uzun sürüyordu. Yüreğimdeki telaş, beni bir ileri bir geri koşturuyordu koridor boyunca, umutsuzca bir işaret, bir iz arıyordum.
Sonunda, bir an için duraksadım ve derin bir nefes aldım. O anda, koridorun sonunda, bekleme koltuğunda oturan bir siluet fark ettim. Pratap, başı önüne eğilmiş, düşüncelerin ağırlığı altında eziliyormuş gibi görünüyordu.
"Pratap!"
Ona seslendiğimi duyar duymaz, ansızın dalmış olduğu düşüncelerden sıyrıldı ve ayağa kalktı. Az önceki telaşlı adımların aksine, şimdi ağır ağır, sanki zaman durmuş gibi yavaşça ona doğru yürümeye başladım. Gözlerim, onun önünde durduğu kapıya kaydı; Müdahale Odası yazısını okuyunca içimdeki korku iyice belirginleşti. Sesim titrek ve kırılgan bir halde, neredeyse bir fısıltı gibi dile geldi.
"Ne oldu, Pratap, nasıl? O, sensiz asla bir yere gitmezdi. Zaten kendi başına direksiyona nadiren geçerdi. Bugün sensiz gitmesine nasıl izin verdin?"
Sesim titredi; her bir kelime, içimde yankılanan bir çan gibi, güçlü ve derinden geldi. Duygularımın ağırlığı altında, başım dönmeye başlayınca, ileri geri sallandım ve çaresizce duvarın soğuk yüzeyine tutundum. Gözlerindeki panik, beni desteklemek için öne atılmasıyla yerini kararlılığa bıraktı. Yumuşak ama sağlam bir dokunuşla kolumdan tutarak, beni nazikçe yakındaki koltuğa yönlendirdi. Pratap, önümde diz çökerek adeta bir sığınak gibi beni çevreledi.
"Nasıl olmuş, Pratap, anlat diyorum sana."
"Yol çalışması yüzünden olmuş. Bir işçiye çarpmamak için direksiyonu ani bir hareketle kırmış ve bu sırada kontrolü kaybedip iş aracına çarpmış."
Sözleri içimdeki karmaşayı yatıştırmak bir yana, adeta körükledi. Belirsizlik, adeta bir sis gibi etrafımı sardı, düşüncelerimi bulanıklaştırdı ve nefesimi daralttı. Tam bu duygusal girdabın ortasında, kapının açıldığını duyduk. İkimiz de refleksif bir hareketle ayağa kalktık ve sesin geldiği yöne döndük. Koridorda beliren doktor, ciddi ama yatıştırıcı bir ifadeyle bize bakıyordu. Ancak bu sakinlik, bana ulaşmaktan çok uzaktı; içimdeki fırtına dinmek şöyle dursun, daha da şiddetlendi.
"Hasta yakını siz misiniz?"
Bu basit soru, zihnimin karmaşası içinde bir anlığına yankılandı.
"Olabilirim, yani evet, benim."
Cümleyi toparlamakta güçlük çekerken, doktorun yüzündeki ifadenin sabit kaldığını fark ettim. Kendi içimdeki dalgalanmaları görmezden gelircesine, profesyonel bir tavırla duraksamadan açıklamaya başladı.
"Size hastamızın durumu hakkında bilgi vermek istiyorum. Geçirdiği kaza sonrası yapılan muayenelerde, yalnızca hafif bir sarsıntı tespit ettik. Şu anda stabil durumda ve ciddi bir komplikasyon beklemiyoruz. Ancak, bu gece belirtileri izlemek için belirli aralıklarla kontrol edilmesi önemli. Özellikle baş ağrısı, mide bulantısı veya baş dönmesi gibi semptomlar izlenmeli. Eğer bu belirtiler kötüleşirse, derhal müdahale edeceğiz.
Ayrıca, birkaç yüzeysel incinme var ama bunlar endişe verici değil. Dinlenmesi ve rahatlaması iyileşme sürecine yardımcı olacaktır."
Doktor, hiçbir soruya mahal bırakmayan detaylı açıklamasını tamamladığında, nazik bir baş selamıyla yanımızdan ayrıldı. Onun dikkatle seçilmiş kelimeleri hâlâ havada asılı dururken, içimdeki merak ve endişe dalgası beni müdahale odasının kapısına yönlendirdi. Kapı hafifçe aralıktı; oradan içeriye, odanın soluk floresan ışığına göz gezdirdim.
Salman, sedyede hareketsiz uzanıyordu. Yüzü, acının ve yorgunluğun izlerini taşıyor, kaşları hafifçe çatılmıştı. Gömleğinin yakasında biriken kan, olan bitenin sarsıcı gerçeğini gözler önüne seriyordu; kırmızı, neredeyse karanlık bir gölge gibi, beyaz kumaşın üzerinde yayılmıştı. Eli, sedyenin kenarını sımsıkı kavramıştı; sanki bu dünyaya tutunmak istercesine, sanki acının dalgaları arasında bir dayanak noktası ararcasına.
"Salman..."
O an, kapının arkasında beliren hemşire, sessiz adımlarla kapıya yaklaştı. Yavaşça, büyük bir itinayla kapıyı kapattı. Metal kapının kapanışı, içimde yankılanan bir çaresizlik hissi bıraktı. Odanın içindeki görüntü, artık zihnimin derinliklerinde bir anı olarak kalmıştı; fakat o bir an, içinde taşıdığı tüm duygularla birlikte, aklımdan silinmeyecek kadar güçlüydü.
Kapının kapanışıyla birlikte, koridorun sessizliği yeniden üzerimize çöktü. Zaman, ağır ve kasvetli bir örtü gibi üzerimize serilmeye devam ediyordu. Ancak, bilmediğim bir geleceğe rağmen, içimdeki umut kırıntıları hâlâ sönmemişti.
"Şimdi ne yapacağız, Pratap? Eğer bu geceyi hastanede geçirmesi gerekiyorsa, ailesine haber vermek zorundayız."
Pratap, derin bir nefes aldı ve bakışlarını yerdeki solgun karo taşlara sabitledi, sesi peşinden sürüklediği bir yük gibi ağırdı.
"Bunu yapamayız, Salman Bey kesinlikle buna müsaade etmez."
"Kaza haberi sabaha kadar magazin basınına sızacak, er ya da geç öğrenecekler."
"Nisha, haberin gizli tutulması için çalışıyor. Merak etme, kimse duymadan bu meseleyi halledeceğiz."
Bu güvence, içimdeki huzursuzluğu tamamen dindirmeye yetmedi. Zihnimde beliren başka bir olasılık beni daha da kaygılandırdı.
"Peki, ya hastanede daha uzun süre kalması gerekirse?"
"Bunu da, bu geceyi atlattıktan sonra düşünürüz."
☙
Hastane odasının klostrofobik sessizliğinde, yalnız başıma bekliyordum. Dışarıdan gelen hafif ayak sesleri ve cihazların monoton bip sesi, odanın soğuk duvarlarında yankılanıyordu. Kalbimin ritmi, bu mekanik seslerle uyumlu bir şekilde atıyordu, endişe ve merakın iç içe geçtiği bir bekleyiş anıydı bu.
Nihayet, Pratap kapıyı nazikçe araladı ve içeriye adım attı. Ardından, hasta bakıcılar Salman'ı taşıyan sedyeyi dikkatle odaya yönlendirdiler. Sedye, odanın ortasına yerleştirildiğinde hemşire, becerikli elleriyle serumu taktı ve sessizce odadan çıktı, geride yalnızca hafif bir ilaç kokusu bırakarak.
Pratap hemşireyi takip ederek odadan çıkarken, içime dolan derin bir huzursuzlukla sedyenin yanına yaklaştım. İçimdeki karmaşayı bastırmaya çalışarak ellerimi sedyenin soğuk kenarlarına koydum. Salman'ın gözleri kapalıydı; uykunun dinginliğinde mi yoksa bilinçsizlik denizinde mi kaybolmuştu, ayırt etmek zordu. Mavi hastane önlüğü, bedeninin etrafında nazikçe sarılmış, boynundaki boyunluk ise adeta bir güvenlik duvarı gibi, onu dış dünyadan korumaya çalışıyordu.
Kaşının üzerindeki ve yanağındaki sürtünme izleri, kazanın izlerini taşırken, bileği saran bandaj dikkatimi çekti. Narin bir nesneyi tutarcasına, incitmekten korkarak elini avucumun içine aldım. O an, zaman durdu ve odanın sessizliği, yalnızca ikimizin nefes alışverişleriyle yankılandı.
"Düşüncesi bile beni kahrediyor; eğer canın benim yüzümden acıdıysa, kendimi asla affedemem."
Pratap'ın yeniden odaya girmesiyle içimde beliren mahcubiyetle elimi geri çektim ve birkaç adım geri çekilerek sedyeden uzaklaştım. Odanın sessizliğini bozan adımlarım, geride bıraktığım duygusal yoğunluğun izlerini taşıyordu.
"Doktor, geceyi uyanık geçirmesi gerektiğini söylemişti. Neden uyuyor acaba?"
"Kim demiş ki uyuyorum?"
Ne var ki, yanıtı Pratap'tan beklerken, kelimeler Salman'ın dudaklarından döküldü. O an, elini tuttuğumu bilmesi ve söylediklerimi duymuş olması gerçeği, içimde derin bir utanç dalgasının yükselmesine neden oldu.
"A-ama... Gözleriniz kapalıydı."
"Tavanı seyretmekten gözlerim yorulmuştu; başka ne yapabilirdim ki?"
Panikle dolu bir anın içinde, ellerim kontrolsüzce havada dolandı, sanki görünmez bir tehlikeyi savuşturmaya çalışıyordum. Dudaklarımdan dökülen kelimeler, bu ani hareketin etkisiyle daha da keskinleşti.
"Yasak, şu andan itibaren gözlerinizi kırpmak bile yok."
Salman, bu uyarıyı alaycı bir tebessümle karşıladı. Gözleri, kapalı olmasına rağmen, sanki içten içe bildik bir sırra gülüyormuş gibi bir ifade taşıyordu.
"Aksi halde, görmemem gereken bir şeye mi şahit olurum?"
Salman'ın alaycı tavrı, onun iyi olduğunu açıkça belli ediyordu. İçimdeki endişe yerini kendime karşı duyduğum kızgınlığa bırakırken, refakatçi için odaya yerleştirilen kanepeye yöneldim. Kollarımı göğsümde bağlayarak oturdum, zihnimdeki karmaşayı yatıştırmaya çalışarak.
Pratap, sessizce yanımdan geçip elime bir kahve fincanı tutuşturdu. Gözlerimle teşekkür ederken, o da Salman'ın başucunda sessiz bir nöbete başladı. Arada bir, boynumu uzatıp Salman'ın uyuyup uyumadığını kontrol etme ihtiyacı hissediyordum; çünkü o da sessizce uzanıyordu, zamanın akışını yavaşlatan bir huzur içinde.
Fakat bir kez daha kontrol ettiğimde, gözleri kapalıydı. Yine gözlerini dinlendirdiğini düşündüm ve seslendim. Cevap alamayınca içimdeki huzursuzluk yeniden alevlendi. Sedyenin yanına usulca yaklaştım, üzerine eğildim ve onu nazikçe uyandırmaya çalıştım. Tam o anda, parmaklarım yüzündeki yara izine doğru uzanırken, Salman aniden elimi yakaladı.
"Meena..."
Saçlarımın uçları yüzünde hafifçe dolaşırken, göz göze kaldık. Gözlerindeki derinlik, sessiz bir itirafın yankısını taşıyordu.
"Bu kazanın sorumlusu sen değildin; tamamen benim dikkatsizliğimdi."
"Size karşı kaba davrandığım için hiçbir geçerli mazeretim yok. Bu yüzden vicdan azabım peşimi bırakmayacak."
Gözlerimde biriken yaşlar, ağırlaşarak yanaklarımdan süzüldü ve burnumun ucunda ince bir çizgide birikti. Salman, elimi bırakarak parmaklarının hassas dokunuşuyla bu damlaları sildi.
Tam o sırada, Pratap telaşla içeri daldı ve kapıyı ardından kapatarak nefes nefese kaldı.
"Salman Bey! Basıldık, efendim!"
Keskin bir dönüşle Salman'dan uzaklaşıp hızla Pratap'a döndüm, Salman da yatakta hafifçe doğruldu.
"Ne yapıyorsun Pratap? Tüm hastaneyi ayağa kaldırdın."
Pratap, hala heyecanını kontrol etmeye çalışırken aceleyle açıkladı.
"Nisha Hanım şu an hastanede. Meena Hanım'ı görmemesi için kapı numarasını yanlış verdim, ama birazdan burada olacak."
Nisha ile son karşılaşmamızın izleri hâlâ taze ve acı vericiydi; elimdeki kızarıklık, o anın bir hatırası olarak parmaklarımın altında hissediliyordu. Ona tekrar rastlamak istemiyordum, ancak odanın dört duvarı arasında sıkışmış halde nereye saklanacağımı bilemiyordum.
Salman, bu içsel kargaşamı fark ettiğinde, yüzündeki sakin ifade ile beni şaşırttı. Serum takılı olan elini yavaşça kaldırarak odadaki tek kaçış noktasını işaret etti.
"Banyoya saklan, onu ben göndereceğim."
Banyonun dar kapısından içeri girip kapıyı sessizce kapattığım anda, dışarıdan Nisha'nın aşina olduğum sesi yankılandı. Sesindeki yapmacık şefkat, tırnaklarıyla cam bir yüzeyi tırmalar gibi içimi titretti.
"Nasıl hissediyorsun, hayatım? Senin için yapabileceğim bir şey var mı?"
Son anda bu küçük alana sığınmayı başarmış olmanın getirdiği rahatlamayla derin bir nefes aldım ve sırtımı kapının soğuk yüzeyine yasladım. Nefes alışverişim yavaşça düzene girerken, dışarıdaki konuşmalara kulak kesildim. Salman'ın nazik ama kararlı bir ses tonuyla Nisha'yı ikna etmeye çalıştığını duyabiliyordum; onu bir an önce göndermenin yollarını arıyordu. Ancak Nisha, adeta yapışkan bir gölge gibi, kalmak için can atıyordu. Bu yılışık tavır, içimde biriken sabırsızlık ve öfkeyi daha da körüklüyordu. Dişlerimi sıkarak, isyanımı bastırmaya çalıştım.
Nisha, burada hoş karşılanmadığını anla ve git artık.
Kapının ardında, dışarıdaki dünyanın gürültüsünden izole edilmiş halde, zamanın ağır aksak ilerlemesine teslim olmuştum. Bu anın bir an önce geçmesini dileyerek iç çekiyor, kalp atışlarımın yankısı arasında, Nisha'nın inatçı varlığının mekânı dolduruşunu dinliyordum. Gitmek bilmeyen Nisha, doktorla görüşmekte ısrar ediyor, Pratap ise onu nazik bir kararlılıkla vazgeçirmeye çalışıyordu. O an, klozetin soğuk seramiğine oturmuş, bu çekişmeyi dinlerken burnumda hafif bir kaşıntı hissettim. Kendimi tutmaya çalışsam da, ansızın gelen hapşırık bu sessizliğin içine patladı. Elimi aceleyle dudaklarıma kapattım, ancak iş işten geçmişti. İçerideki konuşmalar bir anda kesildi.
"O neydi öyle? Sanki birisi hapşırdı... Banyodan mı geldi?"
Çabucak ayağa kalkıp kapının arkasına geçtim ve duvara sinerek, buraya gelmemesi için içimden dualar ettim. Ancak, topuk sesleri giderek yaklaştı ve kapı ansızın açıldı. Yakalandığımı düşünerek gözlerimi kapadım.
"Affedersiniz, Nisha Hanım. Gerçekten çok sıkıştım, banyoya daha sonra bakabilir misiniz?"
Ancak kapının eşiğinde beliren kişi Pratap'tı. Nisha'nın cevabını beklemeksizin, kararlı bir hareketle kapıyı hızlıca kapattı. Ardından, musluğu açarak suyun yumuşak şırıltısını odanın dört bir yanına yaydı. Onu görmek, içimdeki endişeyi bir anda dağıttığında, derin bir nefes alarak rahatladım. Ellerimi önümde birleştirip sessizce teşekkür ettim; bu minnettarlık, kelimelerle ifade edilemeyecek kadar derindi.
Biz içeride beklerken, dışarıda Nisha'nın sonunda pes edişini duydum. Sesi, önceki ısrarından yoksun, daha yumuşak bir tonda yankılandı.
"Sabah erken kalkmam gerekmeseydi, yanından ayrılmazdım; ama şimdi gitmeliyim."
"Nisha, gerçekten iyiyim."
"Endişelenme, hayatım, yine ziyaretine gelirim."
Burasını boş bırakmaya hiç niyeti yok, ne inatçı kadın.
Nisha'nın gittiğinden emin olunca, banyonun kapısını usulca aralayıp içeri adım attım, peşimden Pratap'ın ayak sesleri yankılandı. Salman, gözlerini merakla bana dikti ve sanki biraz önceki sahneyi yeniden canlandırmak istercesine sordu.
"Neden hapşırdın öyle? Yoksa, hasta mı oldun?"
"Hayır, ben gayet i-"
Cümlem tıpkı bir dalga gibi başka bir hapşırıkla kesildi. Hapşırığın ani sarsıntısıyla irkildiğimde, Salman oturduğu yerden doğrulmaya çalıştı, ama yüzünü buruşturup acı bir inilti çıkardı. İçimde endişenin hızla yükselmesiyle, durumunu kontrol etmek için yanına doğru hamle yaptım. Fakat o, bu fırsatı kullanarak elini alnıma koydu. Anlaşılan, sadece ateşimi kontrol etmek için küçük bir oyun oynamıştı.
"Ateşin çıkmış, Meena. İşte, bu havada motosiklete binersen böyle olur."
Sözlerinin altında yatan ince uyarıyı fark ettiğimde, Vikram'ı kastettiğini anladım ve kaşlarım istemsizce çatıldı.
"Bağışıklığım güçlüdür, biraz yağmur altında ıslandım diye hemen hasta olacak değilim."
Salman, sözlerime karşılık olarak, sinirle dolup taşan ses tonuyla çıkıştı.
"Bir de seni yağmur altında motosikletine mi bindirdi?"
Vikram'a olan öfkesi içini kavuran bir ateş gibi yükseldi ve sonunda dayanamayarak elini sedyeye indirdi. Ardından, bakışlarını Pratap'a çevirdi; gözlerinde kararlılığın sert çizgileri vardı.
"Doktorla konuşmak istiyorum; çıkış iznimi onaylaması için."
☙
Hastanenin koridorlarında yankılanan ayak seslerimizi geride bırakarak, basının meraklı gözlerinden sakınmak adına yemekhanenin arka çıkışını tercih etmiştik. Şu an sessizliğin hüküm sürdüğü siyah minibüste, şehir ışıklarının dansını izleyerek apartmana doğru ilerliyorduk. Salman, yolculuğun monotonluğunda kaybolmuş gibi, boyunluğunu dikkatlice çıkardı ve başını yavaşça çevirerek hareketlerini test etti. Bandajını çözmek niyetinde olduğunu sezdiğim anda, elimi nazikçe uzatıp onu durdurdum.
"Lütfen, Salman Bey. Doktor birkaç gün daha kalması gerektiğini söyledi."
Salman, bu uyarıyı sessizce kabul etti ve düşüncelere dalmış bir halde başını camdan dışarıya çevirdi. Apartmanın görkemli silueti görüş alanımıza girdiğinde, Pratap camı indirip korumayla birkaç kelime paylaştı. Bu esnada, gizliliğimi korumak adına koltuğa daha da gömüldüm. Salman'ın korumaya selam verirken yüzündeki sıcak gülümsemeyi fark ettim; bu, kısa bir an için bile olsa içimi ısıttı.
Apartman sakinleri derin uykularında kaybolmuşken, apartman sessizliğin kollarına terk edilmişti. Bu mutlak sessizlikte, Salman'ı dikkatlice dairesine doğru yönlendirdik. Ayak seslerimiz neredeyse duyulmazken, kısa ve dar bir antreden geçip geniş salonun loş aydınlığına ulaştığımızda, bir anda Salman durdu. Onunla birlikte ben de istemsizce durakladım, merakla yüzüne baktım, ne söyleyeceğini bekleyerek.
"Meena, artık sen evine dön. Geri kalanını ben halledebilirim."
"Hayır, Salman Bey-"
"Bana itiraz etmeye kalkma; bu gece benim yüzümden yeterince yıprandın. Ben... Pratap'ın seni çağırdığını bilmiyordum; bilseydim, buna asla müsaade etmezdim."
Salman'ın sözleri, odanın içinde yankılanan bir komut gibiydi. Sesindeki kararlılık, içimdeki itiraz ateşini söndürmeye yeterliydi. Bir an için derin bir nefes alarak, gözlerimi yere indirdim ve sessizliğin içinde kendimi toparladım. Yüzümde hiçbir duygu belirtisi yoktu; ifadesizliğimi koruyarak, bir gölge gibi geriye çekildim. Ayaklarım, adımlarımın yankılandığı odanın ahşap zeminine hafifçe dokunuyordu.
Arkamı döndüğümde, açık kalan giriş kapısına doğru ilerledim. Odanın ötesinde, karanlık koridorun sessizliği bizi izliyordu. Amacım gitmek değil, kapıyı nazikçe kapatmaktı. Bir anlığına Salman'ın yüzündeki gerilimi hissettim; sanki gideceğimi düşünerek sıkılaşan çenesi, huzursuzluğunu ele veriyordu. Ancak kapıyı kapatıp ona doğru döndüğümde, bu gerginliğin yerini derin bir rahatlamanın aldığına tanık oldum.
"Sizi bu durumda yalnız bırakacağımı nasıl düşünebilirsiniz?"
Pratap, Salman'a yatak odasına kadar eşlik ederken, ben de yatağın yanına geçip örtüyü titizlikle açtım ve bir kenara çekildim. Salman, Pratap'ın yardım teklifini hafif bir el hareketiyle geri çevirerek, yavaşça yatağa oturdu. Bacaklarını örtünün altına sokarken, sırtını yumuşak yatak başlığına yasladı. Odanın sessizliği, günün yorgunluğunu ve gecenin dinginliğini kucaklıyordu.
"Salman Bey, ihtiyaç anında beni aramaktan çekinmeyin."
"Pratap, sen de uzun bir gün geçirdin. Hadi, gidip güzel bir uyku çek."
Pratap'ı uğurlamak için arkasından sessizce ilerledim. Kapıya vardığında birden durakladı, sanki aklına önemli bir şey gelmiş gibi bana döndü.
"Az kalsın unutuyordum."
Ceketinin iç cebine doğru elini uzattı ve çıkardığı kese kağıdına sarılı küçük paketi bana uzattı. Paketi açtığımda, içinden çıkanlar hafif bir şaşkınlıkla karışık bir minnettarlık hissi uyandırdı. İçeride, özenle yerleştirilmiş soğuk algınlığına iyi gelen ilaçlar parıldıyordu. Kağıdın hışırtısı odanın sessizliğinde yankılanırken, bu küçük jestin ardındaki düşünceli planın Salman'a ait olduğunu hemen anladım.
Pratap apartmandan ayrıldıktan sonra, ayaklarım beni usulca yatak odasına geri götürdü. Odaya tatlı bir gerginlik hakimdi; sanki her şey, birazdan başlayacak olan sessiz bir diyalog için nefesini tutmuş gibiydi. Yatağın yanına bir sandalye çekip oturdum, ahşabın hafif gıcırtısı anlık bir yankı bıraktı odada. Salman'ın bakışları, elimde tuttuğum pakete takıldı, ilaçları teslim aldığımı görünce yüzüne hafif bir sevinç ifade yayıldı.
"İlaçlar için teşekkür ederim, onları kesinlikle kullanacağımdan emin olabilirsiniz."
Salman, komodine doğru uzandı ve karafın üzerine kapatılmış olan bardağı ters çevirdi. Bandajlı elinin kısıtlı hareketlerine inat, bardağı suyla doldurdu ve bana nazik bir kararlılıkla uzattı.
"Günün telaşı içinde ilaçlarını almayı unutabilirsin, bu yüzden içtiğini görüp emin olmak istiyorum."
Bardağı nazikçe alarak, avucumun içine çıkardığım renkli tabletleri birer birer yuttum. Su, tabletlerin ardından içimde serin bir yol açarken, boş bardağı hafifçe havada salladım.
"İşte, hepsini içtim. Artık mutlu musunuz?"
"Kesinlikle, çok mutlu..."
Gece, saatlerin nasıl geçtiğini anlamadığımız tatlı bir muhabbetle akıp gitmişti. Salman, film setinde yaşadığı ilginç bir olayı anlatırken, sesindeki enerji ve yüzündeki ifadelerle hikayesini adeta yeniden yaşıyordu. Ancak, benim için bu saatler, uykuyla uyanıklık arasında bir yolculuğa dönüşmüştü. Salman'ın sesinin huzur veren ritmi beni sarmalarken, göz kapaklarım yavaşça ağırlaştı ve sonunda, oturduğum yerde uyuyakaldım.
Gözlerimi açtığımda, sabahın ilk ışıkları odaya dolmuş, incecik perdelerden süzülerek içeriye altın rengi bir ışık huzmesi bırakmıştı. Gözlerimi kırpıştırarak gerinirken, önceki günün yorgunluğunun tatlı bir kas ağrısına dönüştüğünü hissettim; fakat yine de içimde bir dinlenmişlik vardı. Yatağın rahatlığına kendimi bırakarak diğer tarafıma döndüm. Yastığın tanıdık kokusu burnuma ulaştığında, gözlerim birden fal taşı gibi açıldı. Bu, Salman'ın kokusuydu.
Ben, Salman Khan'ın yatağındayım.
Bu düşünce zihnimde yankılanırken, banyonun kapısı gıcırdayarak açıldı ve içeriden buharla birlikte Salman çıktı. Üzerinde beyaz bir bornoz vardı, saç havlusunu elinde tutuyordu. Yüzünde uykulu ama samimi bir gülümseme vardı.
"Günaydın, Meena."
Bu sözler beni bir anda gerçekliğe çekti. Yataktan bir hışımla kalkarken, içimde bir heyecan dalgası kabardı. O an, gece boyunca süren muhabbet ve samimiyetin sıcaklığı, sabahın serinliğinde canlanarak kalbimde yerini aldı.
Bir anda kendimi ona doğru çekilmiş buldum; sanki bilinçaltım, onu ayakta ve sapasağlam görmenin verdiği mutlulukla hareket ediyordu. Boynuna sarıldığımda, o anın sıcaklığı ve samimiyeti beni ele geçirmişti. Ne yaptığımın farkına vardığımda, geri çekilmek istedim ama onun bel çukurumda birleşen elleri bu çabamı nafile kıldı.
"Salman Bey, lütfen, beni bırakın."
Sesimde hem bir ricayı hem de utangaç bir gülümsemeyi saklayarak mırıldandım.
"Peki, ya seni sonsuza dek tutmaya devam edersem, o zaman ne yaparsın?"
"Çığlık atarım, tüm apartmanı ayağa kaldırırım. Şaka yapmıyorum, ciddiyim."
Kalbim hızlı atarken, dudaklarım hafifçe titredi, ama içimdeki cesaretin sesi, tüm tereddütlerimi bastırıyordu.
"Bende şaka yapar bir hal var mı? Ama, Meena, sen yine de sessiz kalacaksın."
"Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?"
"Kim buraya gelirse gelsin, senin buradaki varlığını sorgulayacak ve bu nahoş manzarayı yargılayacak. Bunu hepimiz biliyoruz."
Gözlerinde kararlı bir ışıltı vardı ve dudaklarının kenarında hafif bir gülümseme beliriyordu, sanki bu durumu umursamadığını ve kendine olan güvenini ifade etmek istercesine.
"Yine de... Seni bırakacağım. Niye, biliyor musun?"
Başımı yavaşça, hayır dercesine iki yana salladım, içimdeki merak dalgası giderek kabarıyor, sabırsız bir bekleyişle yanıtını arıyordu.
"Çünkü ilk kez sana karşı bir borcum var ve senin aksine, bu hesabı kapatmayı hiç düşünmüyorum."
Salman'ın elleri yavaşça çözülüp beni bıraktığında, sanki dünyamdan bir parça eksilmiş gibi hissettim. Onun dokunuşunun sıcaklığı ve güven veren ağırlığı kaybolur kaybolmaz, ayaklarım yerden kesilmişçesine bir boşluğa yuvarlanmaya başladım; adeta içimdeki denge yitip gitmiş, yalnızca onun varlığıyla tamamlanan bir eksiklik içinde sallanıyordum.
Fakat Salman, bu ani değişimi hemen fark etti. Bakışları beni dikkatle süzdü ve tereddütsüzce yeniden kollarını etrafıma sardı, beni tekrar kendi dünyasının güvenli sınırlarına çekti.
"Eğer mümkünse, ömrümün sonuna kadar sana borçlu kalmayı tercih ederim."
BÖLÜM SONU
Dipnot:
Karaf: Genellikle su gibi içeceklerin şık bir şekilde sunulması için kullanılan, geniş gövdeli ve dar ağızlı bir sürahi türüdür.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |
