@jenniferroyce
|
KEYİFLE OKUMANIZ DİLEĞİYLE....
BÖLÜM 2
“Lordum, nöbetçiler dış kapıda sorun olduğunu söylüyor.”
Merdivenleri inmekte olan Troy karşıdan gelen Rhona’nın sözleriyle durdu. “Ne gibi bir sorun?”
“Geceyi kalede geçirmek isteyen bir kafile sorun çıkarmış. Nöbetçileri zor durumda bırakmışlar.”
Genç adam birkaç basamak daha inerek sağ kolu olan ve sıra dışı yetenekleriyle erkekleri bile gölgede bırakan genç kadına yaklaştı. “Emirlerim çok açık Rhona, izin belgesi için bana başvurmadıkları sürece geceyi kalemde geçiremezler.” Genç kadının zaten biliyorum bakışı üzerine, “Kaç kişilermiş?” diye sordu.
“Nöbetçinin söylediğine göre on beş kişi.”
“Kadın, erkek?”
“Hepsi erkekmiş, bela arıyor olabilirler. Ne söylememi emredersiniz efendim?”
Sık sık bu gibi durumlarla karşılaşıyordu. Çevrede dolaşan söylentilere kapılan haydut tipli, kolay yoldan zengin
olmayı kafasına koymuş çapulcular kale kapısına dayanıyor, öyle ellerini kollarını sallayarak içeriye girebileceklerini
zannediyorlardı. Bu defa gerçekten de kalabalık gelmişlerdi. Tahmin ettiği gibiyse olay çıkarmaları an meselesiydi.
Sağlam ve esnek adımlarla salona girdi ve kılıcını asılı durduğu duvardan indirip beline yerleştirdi. Kapıda beklemekte olan Rhona’ya,
“Bizzat kendim halletsem daha iyi olacak. Kalın kafalarına vura vura anlatmaktan büyük zevk alacağım,” dedi.
Gözlerinde pırıltılarla Lord Troy’u takip eden Rhona, genç adamı en son kılıç kullanırken görmesinin üzerinden
hayli uzun süre geçmiş olduğunu düşünüyordu. Görsel şölen denen şey işte buydu. Troy’un kılıç kullanmadaki ustalığı
bütün adaya yayılmıştı. Savaş alanında gözle takip edemeyeceğiniz bir hızla kılıcını sallardı.
Rhona, Lord Troy’u gıptayla takip ederken, aslında kendisinin de ondan geri kalmadığının farkında değildi.
Bir kadın olarak bu konuma gelmesi yıllarını almıştı. Erkeklerin dünyasında, özellikle bu erkekler İskoç savaşçısıysa,
kabul görmek imkânsızdı. Ama inatçıydı genç kadın. Azmi ve sabırlı çalışmaları, pes etmemesi sonunda meyvelerini vermişti.
Bu konuda en büyük destekçisi Troy’du. Asla bir kadın gibi davranmadığı Rhona’nın bir savaşçı olmasına yardımcı olmuştu.
Gösterdiği başarılardan sonra da onu sağ kolu olarak ilan etmekten çekinmemişti. Yadırganan bu davranışa gelen tepkileri de
görmezden gelmişti. Highland’da namı yayılırken, sıra dışı kadın komutanı da onunla birlikte adını duyurmuştu.
Genç kadın yıllardır yanında bulunduğu Troy’u her zaman bir adım gerisinden takip ederken, aynı zamanda ona gelecek zararları da
dişi bir kartal gibi amansızca kolluyordu. Saygı ve derin minnet bağı yıllar geçtikçe daha da artmış ve Rhona’yı Troy’un gölgesi hâline
getirmişti. Sessiz, ciddi ve korkusuz bir gölgeydi ama asla silik değildi. Hawkslot Lordu’nun arkasını güvenle dayayabileceği
bir duvardı. Eğer iç karışıklıklarla anılan bir ülkeyseniz ve çevreniz, topraklarınıza göz diken klanlarla çevriliyse,
Rhona gibi bir savaşçının ne kadar kıymetli olduğunu anlayabilirdiniz. Troy da arkadaşı, savaşçısı ve sağ kolu olan bu genç
kadına sonuna kadar güvenirdi.
Troy peşinde Rhona’yla giriş kapısına kadar olan yolu daha çabuk katedebilmek için ahırlara yöneldi. Kalenin lorduna ait
pek çok atın barındırıldığı büyük ahırın çalışanları da kalabalıktı. Lord’un geldiğini gören genç seyislerden biri koşarak
efendisinin atını hazırladı. Yaşlı seyis Huck da bu arada Rhona’nın atını hazırlayıp kapıya getirmişti. Troy’un hemen ardından
atına atlayan genç kadın da çıkış kapısına doğru altındaki hayvanı mahmuzladı.
Kılıcını çekmiş, yaklaşık on beş adamın karşısında pozisyon almış kendi savaşçılarını görünce küfreden genç adam
asil bir ifadeyle atından indi. Askerlerinin arasından geçerken asabiliğine ve sabırsızlığına uygun adımlar atıyor,
kılıcı bacağına dövüyordu. “Burada neler olduğunu birileri bana açıklasın.”
Çapulcuların lideri olduğu belli olan sakallı ve orta yaşlı adam, genç bir adamın ortama müdahale etmesini küçümseyerek
elindeki kılıcı kaldırdı. “Sen karışma genç adam, bize Lordunuzu çağır da askerlerinin yaptığı bu saygısızlığı telafi etsin.
Yoksa kılıçlarımızı konuşturmak zorunda kalacağız.” Adamın bakışları Troy’u ciddiye almadığını belirtircesine hiç ona yönelmiyor,
daha çok diğer savaşçıları gözlemliyordu.
Rhona müdahale etmek için bir adım öne çıktı fakat Troy elini kaldırarak onu durdurdu.
“Derdiniz neyse bana söylerseniz Lordumuza iletebilirim.”
Adam çatılmış kalın, siyah kaşlarının altından küçümseyen bakışlarını genç adama çevirdi. Kılıcıyla kapıda geçit
vermez bir engel oluşturan savaşçıları gösterip, “Kapıyı açmayan bu adamları, biz cezalandırmadan önce
gelip çeksin!” diyerek yere tükürdü.
“Onlar aldıkları emri uyguluyorlar, eğer size izin vermiyorlarsa lordları böyle istediği içindir.” Sesi kendini sabırlı
olmaya zorlayan bir tınıdaydı. Ancak karşısındaki adama laf anlatmak mümkün görünmüyordu. “Kaleye girebilmek
için izin belgesine ihtiyacınız var, kalenin lordu bu izni size vermeyecektir.”
“Biz geceyi Hawkslot’ta geçirmeye karar verdik. İster güzellikle izin verirsiniz, isterseniz bu işi zor yoldan
yaparız. Karar sizin.” Alaycı gülüşlerin yükselmesine neden olan cümleleri söylemekten oldukça
memnun görünen adam sırıttı.
“Geçmenize izin verilmiyor, gitseniz iyi olur, beyler.”
“Bu izni kim vermiyor? Lordunuz mu? Gelip yüzümüze söylesin!”
“Ben vermiyorum!” diyen genç adama, inceleyen ve hor gören bakışlar döndüğünde, Troy’un bu serserilere
ayıracak ne zamanı ne de tahammülü vardı.
Troy,“Sen de kim oluyorsun?” diye diklenen adama doğru kararlı ve otoriter birkaç adım attı. “Bu kalenin lordu!”
dedi dişlerinin arasından.
Adamlar genç adamın kesinlikle alay ettiğini düşünüyor olmalılardı ki ciddiye almayan kahkahalarıyla birbirlerini dürttüler.
“Bana bak çaylak, alay etmenin cezasını kılıcımın keskinliğiyle vermeden önce çekil önümden!
Git Lordunuza söyle, bu gece kalede kalacağız!”
Rhona, Troy’un gerilen omuzlarından ve kabaran kol kaslarından adamların kendi sonlarını hazırladığını görebiliyordu.
Eli kılıcına gitti ve efendisinin ilk hamlesi için tetikte beklemeye başladı. Diğer savaşçılar da alışkın oldukları
beden dilini fark edip lordlarının ilk hareketini takip etmeye başladılar.
Troy bu haydutların karşısında sabrını dizginlemekten vazgeçerek, “Şimdi, hemen buradan defolun!” dedi.
Adamlar kızgınlıkla homurdanarak kılıçların kabzalarını kavrarken, Troy onları olağan dışı bir sakinlikle izliyordu.
Bazı insanlar neden biraz mantık yürütmez ve belayı bile bile çağırırdı, hiç anlamıyordu.
Sözcülük görevini üstlenmiş olan adam, “Bunu sen istedin çaylak!” diyerek kılıcını çekmek istedi. Gerçekten de çekecekti,
daha ne olduğunu anlamadan, küçümsediği genç adamın kılıcı boynuna dayanmasaydı…
İri yarı grup, cüsselerinden beklenmeyen bir atiklikle çevrelerini sardığında ve kılıçlardan geçit vermez bir duvar
oluşturduğunda, adamın düşünebildiği tek şey hiç kimse bu kadar hızlı olamaz oldu. Zira harekete geçen bedenleri
ve çekilen kılıçların görüntüsünü ancak metalin soğuk temasını boynunda hissettiğinde seçebilmişti. Baskı yapan
kılıcın ucundan sızan kanının ılıklığı, güçlükle yutkunmasına neden oldu. Şimdi kalenin lordu şu karşısında gördüğü
genç adam mıydı? Hani ünü bütün adayı kaplayan, savaş konusunda kimsenin karşısına çıkmaya cesaret edemediği,
klanları peşinden sürükleyen korkusuz ve acımasız Hawkslot Lordu; yaşı yirmilerinin ortasını biraz
geçmiş olan bu adam mıydı?
“Gerçekten bu kalenin lordu sen değilsin, değil mi?” derken sesi inanmazlık doluydu.
Troy adamın kalın kafasında çenesi kadar kocaman bir delik açmayı düşünerek dudağını büktü.
Güzellikle gitmesini istediği adamlarla fazlasıyla zaman kaybetmişti. Kılıcı suratının ortasına indirmek kolaydı
fakat genç adam asla nedensiz yere kan dökme taraftarı değildi. Adamı ukala bakışlarıyla susturdu.
“İnsanları asla görünüşüyle yargılama ve kalemin kapısına bir daha dayanma! Eğer olur da böyle bir hatayı
yenilemek durumuna düşersen, bir dahaki geldiğinde cesedini atının terkisine atıp geldiğin yere gönderirim!
Şimdi çok sevdiğiniz pis kanınızı kale kapıma akıtmadan önce burayı terk edin!”
Göz ucuyla diğerlerini kollayan adam, onların yüz ifadesinden ne yapmaya karar verdiklerini az çok tahmin
etmişti. Kabullenmiş bir ifadeyle hafifçe başını sallayınca, Troy boynundan kılıcını çekti. Metalin ucunda parlayan
kanı adamın omzuna silip kılıcı kınına geri koydu. Adamlara bir daha bakma tenezzülünde bulunmadan dönüp
atına yürüdü. “Rhona, onların uzaklaşmasını sağla!” dedikten sonra atına binerek ağaçlıklı yolda uzaklaştı.
***
Güneş yakıcı ışınlarıyla tepeye geldiğinde hâlâ yoldaydı. Dinlenmeden at üzerinde geçirdiği saatler kemiklerinin
sızlamasına neden olmuştu. Yorgunluğun yanında, iki defa yanlış yola girerek kaybolması sabrını da tüketmişti.
Güneşin konumuna bakarak neredeyse altı saattir yolda olduğunu tahmin etti.
Highland sarp kayaları, derin uçurumları, vahşi el değmemiş doğasıyla kimseye geçit vermiyordu. Burada doğup
büyümemiş biri için bu vahşilik ve el değmemişlik korkutucu olabilir, bir anda ölüm kokan tuzaklara dönüşebilirdi.
Bu topraklara ait biri içinse bu el değmemişlik yaşam amacını besleyen bir heyecana döner; her muhteşem
yeşilliğin altında, her ulaşılmaz dağın zirvesinde, yanaklarına değen o alışılmamış sert rüzgârın esintisinde hayat bulurdu.
Bu topraklar olmadan yaşamak imkânsızdı onlar için, toprak sevgisi özgürlükle aynı anlama geliyordu. Bu nedenle doğaya
hükmetmeyi öğrenmiş insanlara kimse boyunduruk takamaz, hükmedemezdi. Sizi kabullenmişlerse yanınızda yer alırlar
ama asla esaret altına girmezlerdi.
Etkilendiği manzaranın içinde kendini kaybetmesi, oturduğu yeri hissetmediğini hatırlamasına engel değildi.
Daha ne kadar dayanabileceğini bilmiyordu. Altındaki atın da kendisi gibi yorgunluktan bitap düştüğünü görebiliyordu.
Tahminine göre iki saatlik yolu kalmışken daha fazla dayanabileceğini sanmıyordu. Atı çatlamadan kendisi de bayılmadan
bir yerde dinlenmesi gerekiyordu. Duyduğu su sesiyle yüzü aydınlanırken atının başını çevirerek mahmuzladı.
Vahşi yeşillikler içinde kaybolmuş dere kenarına ulaştığında atı durdurup inmek için harekete geçti. Emrine itaat
etmeyen bacaklarını zorlayınca yere kapaklandı. Aman Tanrım, ayaklarını hissetmiyordu!
Zavallı at üzerindeki yükten kurtulur kurtulmaz suya yönelmişti. Kendine gelebilseydi Sheena da suyun cazibesine
burnunu gömecekti. Rahatlayan kemiklerinin verdiği hazla sırtüstü çimlere uzandı. Bıraksalar günlerce burada
uyuyabilirdi. İnleyerek bacaklarını kıpırdatmaya çalıştı. Şükürler olsun hissetmeye başlamıştı. Bütün kemikleri isyan
ediyor, dinlenmek için çığlık atıyordu. Sızlanarak gözlerini kapattı.
***
Günün ilk saatlerinde başlayan hoşnutsuz olayların çalışmasını baltalamasına izin vermeyen Troy, telaşsız
ancak çevik hareketlerle iç kalenin merdivenlerini çıktı. Çevre klanlardan gelen beylerle yapacağı toplantının hazırlığı
için çalışma odasına yönelmeden önce dış kapıda duran nöbetçiye, “Darren, Rhona’ya onu görmek istediğimi söyle,” dedi.
Antrede karşılaştığı Graham’a, “Mutfakta çalışanlara söyle misafirlerimiz için öğlen yemeği hazırlasınlar,” dedi.
Adamın, “Emredersiniz Lordum,” diyerek uzaklaşmasından sonra çalışma odasına giden koridora saptı.
Yüzyıllardır ailesine ait olan bu kaleyle gurur duyuyordu. Zamanında kullanılan malzemeler daha nice yüzlerce yıl
düşünülerek özenle seçilmişti. İlk lordun burayı seçmesindeki sebebi anlayabiliyordu. Ne denizden ne de karadan asla
ulaşılamayacak kadar korunaklıydı. Bir de bu ulaşılması çetin noktaya karadan çekilen millerce uzunluktaki surları
ekleyince, saldırmayı düşünen düşmanların karşısında ilk anda göz korkutucu hâle geliyordu.
Bu güvenlik duvarları sayesinde klanı asla yenilmemiş, surları aşmaya niyetlenen düşmanları hüsranla geri çekilmek
zorunda kalmıştı. Gelen lordlar da savaşla zaman kaybetmek yerine halkının refahı için gayret göstermişlerdi.
Bu demek değildi ki kılıcı ellerinden bırakıp miskin bir yaşama kendilerini adadılar. Aksine dedeleri ve Troy,
sükûnet içinde geçen yıllarda bile güçlü bir ordunun barışı sürdürebilecek en büyük etken olduğunu bilerek hazır olmuşlardı.
Bazen geçtiği bu koridorlarda duvarlardaki nişlere yerleştirilmiş lordların heykellerine ait gözlerin onu gururla izlediği
sanrısına kapılıyordu. Bu duygu onurla taşıdıklarının ödüllendirilmesiydi ama bazen omuzlarına yüklenen bu
sorumlulukların içinde eksik yaptığı bir şeylerin varlığı tedirgin olmasına neden oluyordu. Bilmediği bu eksiklikle
çok fazla aklını meşgul etmese de zaman zaman hayatında eksik olanın ne olduğuyla ilgili tahminler yürütürdü.
Graham, “Hayatında eksik olan tek şey, bir kadın,” demişti. Tanrı korusun, bir kadının yaşamında yeri yoktu.
Geçmişten fazlasıyla ders almış bir adam olarak yeniden aynı acıyı yaşamak asla istemediği tek şeydi.
Bugün nesi vardı, bilmiyordu. Aklında dengelemeye çalıştığı terazinin geçmişe yönelik olan kefesi sürekli ağır
basmaya başlamıştı. Diğer günlerden farkı her neyse, genç adamı geçmişe çeken dürtü rahatsız ediciydi.
Çalışma odasına yaklaşmıştı ki açılan kapıdan çıkan kızıl saçlı, güzel bir kadın Troy’u görünce gülümsedi.
Kırmızı dudaklardaki bu kıvrılma sıradan bir gülümseme değildi. Karşısındaki adamın özelini bilen ve çok yakınlık içeren bir gülümsemeydi.
Troy işveli davranışlarını sergilemekten asla çekinmeyen kadının kendisine yaklaşmasını bekledi.
Tanrı biliyordu ya, güzelliği ve cazibesiyle erkeklerin başını döndüren bu kadın, Troy için erkeksi duygularını
şahlandırmak dışında herhangi bir anlam taşımıyordu.
Dün gece beklediği davet gelmeyince hayal kırıklığına uğrayan Melinda, Lord’un yolunu gözlemiş ve tam zamanında dışarı çıkmıştı.
Yeşil gözlerin her hareketini takip ettiğinin farkında, bakışlarını adamın uzun boyunda ve geniş omuzlarında ham bir şehvetle
dolaştırdı. Bu erkeksilik, içindeki doymak bilmeyen kadını harekete geçiriyordu. İstediği adamın aynı zamanda lord olması
Tanrı’nın ona bir lütfuydu. Bu güç ve erkeksilik akan beden, kavisli siyah kaşlar, yeşil gözler, dar kanatlı düzgün burun,
en son olarak biçimli dudaklarıyla dikkatleri üzerine toplayan köşeli çene adamın çekici özelliklerini cilalayan dış görünüşüydü.
Yemeğin üzerine tatlı ikram edilmişse Melinda kim oluyordu ki reddedecekti!
Hareketlerini bilinçli bir yavaşlıkla ve baştan çıkarıcılıkla donatmış olan kadın, onun güçlü bedenine yapışacak kadar sokuldu.
“Lordum hizmetinizdeyim,” dedi bir kedi gibi mırlayarak ve kirpiklerinin altından işveli bir bakış atarak.
Kadının ne demek istediğini gayet açık bir şekilde anladı Troy. “Melinda, daha gün öğleye varmadı.”
Bu arada göğsüne konan elin yukarılara doğru tırmanışını ince bilekleri tutarak engelledi.
“Siz, dün gece kendinizi benden esirgeyince bir kusur mu işledim diye düşündüm.
Ayrıca Lordum sizin bağımlınız olduğumu biliyorsunuz.”
Troy kadının yapışkan varlığından bir adım geri giderek kurtuldu. “Egomu okşayan sözlerinden
ne kadar gurur duysam da kendimden önce kalemin ve halkımın işleri gelir. Şimdi çalışmam gerekiyor.”
Melinda bütün yaptıklarına rağmen tepki vermeyen ve dönüp koridorda ilerleyen adamın arkasından
öfkeyle baktı. Başka bir kadın mı vardı? Artık ilgisini çekmiyor muydu yoksa? Onun şehvetinin gücünü
bilen bir kadın olarak, o kollardan ve bütün bu ihtişamdan uzaklaşıyor olma düşüncesi canını sıkmıştı. Adamın dar kalçalarını
saran pantolonu hayal gücünü hararetle dürterken, geniş omuzlarını saran beyaz gömleğin altındaki kaslı ve bronz
rengi bedenin düşüncelerini istila etmesine karşı koyamadı.
“Sadece Lord’un altına yatmak yetmiyor, seni aptal. Onun yüreğini ele geçirmelisin, senden vazgeçememeli.”
Arkasından gelen sese omzunun üzerinden baktı. Düşündüğü ihtimaller zaten canını sıkmıştı. Bir de bu şekilde
cesaretinin kırılmasına hiç ihtiyacı yoktu.
“Sonunda benim olacak. Hem bu kale hem de kalenin lordu.”
Tombul, yaşlı kadın, onun söylediklerine inanmayan bir şekilde dudaklarını gererek güldü. “Bir erkeğin yatağını
paylaşarak onu elde edemezsin, hele karşındaki onun kadar güçlü bir adamsa… Dediğin kadar istekliysen ve bu evin
hanımı olmak için hevesliysen zaman akıp gidiyor, sen de genç kalmıyorsun.”
Melinda söylenenler karşısında hırçın bir sesle, “Yeter anne! Hevesimi kırmana izin vermeyeceğim. Söylediğim gibi
sonunda benim olacak bu kalede, hâlâ aşçı olarak kalmak istiyorsan cesaretimi kırmak yerine desteklemelisin,” diye söylendi.
Yaşlı kadın kızının hırsının farkındaydı ve söylediklerini yapacağını biliyordu. Hırsını biraz ateşlemekten zarar gelmezdi.
“Beni işimden etmekle mi tehdit ediyorsun sürtük?”
“Anneciğim, sen de en az benim kadar bu kalede yaşamaktan hoşnutsun. Bu rahatlığı kaybetmekten hoşlanacağını sanmam.
Bu nedenle bana ayak bağı değil, destek olursan sevinirim.” Sözlerini bitiren genç kadın annesinin bir şey söylemesine f
ırsat tanımadan salınarak uzaklaştı.
Aşçı kadın Harriet, kızının ardından kaşlarını çatarak baktı. Geri dönüp mutfağa girerken, “Umarım hayal kırıklığına uğramazsın,
Melinda,” diye mırıldandı.
***
Güne başlamanın en eğlenceli yolunun; odasında mahkûm olan güzeller güzeli Sheena’nın, bütün erkeksi iştahını
kabartan mükemmel varlığından geçtiğini düşünen Fergus, kızı kahvaltıya indirmek için bizzat odasına bir ziyarette
bulunmaya karar verdi. Onu sıkıştırmak gününü güzelleştirecekti. Eline geçirdiği avını çabalatmak ve gözlerindeki
korkuyu görmek güçlü hissettiriyordu.
Adam, bir üst katın merdivenlerini gayet kendine güvenen adımlarla çıktı. Koridora geldiğinde birbiri ardına sıralanan
kapıların içinde Sheena’nın kapısına odaklanmıştı. Nöbetçinin sersem bir yorgunlukla duvara dayanmış hâlini görünce
kuşkuyla adımlarını hızlandırdı. Nöbetçi, Lord Fergus’u görünce sarsak tavırlarla duvardan ayrılıp dik durmaya çalıştı.
Yaklaştığı kapının ardına kadar açık olduğunu gören Fergus’un kızgınlıktan mora dönen yüzünün aldığı şekil üzerine
nöbetçi kaybolmak ister gibi küçüldü.
Fergus öfkeyle, “Sana kapıda nöbet tut dedim, açık kapının önünde kendini uykunun kollarına bırak demedim!”
diye haykırdı.
“Lordum… Ben…” Adamın tutuk konuşması, kızgın bir boğaya kırmızı mendil sallamaktı. Zavallı, Fergus’un öfkeli kişiliğin
i zaten biliyordu. Yutkunarak yeniden, “Efendim…” dedi cılız bir sesle.
Lord’un yumruk hâline getirilmiş eli adamın çenesine inince sersemleyerek geriye doğru sendeledi. Yanından hışımla
geçerek odaya dalan Fergus, aradığını bulamayınca geri dönüp nöbetçinin üzerine yürüdü.
“Nerede o?”
Lord’un öfkeli haykırışı bütün kaleye yayılarak meraklı bir sessizliğe neden oldu. Fergus’un günlük rutin haykırışlarından
birinin olduğunu düşünerek herkes işine dönerken, “Sana soruyorum sersem! Leydi Sheena nerede?” diye haykırdı yeniden.
“Bilmiyorum Lordum, uyandığımda gitmişti.”
“Uyandığında… Gitmişti… Öyle mi?” Fergus öfkeden tıkanırken, kelimeler dişlerinin arasından tıslayarak ve duraksayarak
çıkıyordu. “Sen… Nöbetçi olduğun kapıda uyuyor muydun?”
Gözünü bürüyen kızıl öfkeyle, adamın ayakta sallandığının farkına varmadan yumruklarını birbiri ardına indirmeye başladı.
Nereye vurduğunu önemsemeyen bir şiddetle, zavallıca hırsını adamdan çıkarıyordu. Nihayet nefes nefese son yumruğu indirip
geri çekilirken, kan içindeki adam duvardan kayarak yere yığıldı. Son bir kez tekme vurmadan içi rahat etmeyecekmiş gibi
yerde yatan bedene hırsla ayağını indirdi.
Neşeyle çıktığı merdivenleri şiddet dolu dürtülerle indi. Salona girdiğinde aceleci adımlarla yanına yaklaşan sağ kolu
Murdaq’a hitaben söylese de sesini bütün kale duymuştu. “Bütün çalışanların salonda toplanmasını
istiyorum! Hem de hemen!”
Murdaq masalara dağılmış ve kahvaltı yapmaya niyetli adamlara döndü. “Lordumuzun ne dediğini duydunuz!” diye bağırdı.
Adamlar tahta banklardan fırlayıp kalenin içine yayıldılar.
Murdaq ise salonda kalmış, efendisinin sinirli adımlarla dolaşmasını izliyordu. Birkaç dakika sonra, önce mutfaktaki,
daha sonra katlara dağılmış olanlar ve en son olarak da ahırlarda çalışanlar salonu doldurdu. Fergus’un karşısında tek sıra
hâlinde sıralanan çekingen ve korkmuş bakışlar, olayın ne olduğuyla ilgili bir ipucu arıyorlardı.
“Leydi Sheena nerede? Kaçmasına kim yardım etti?”
Önce anlamsız bakan gözler, gerçek idrak edilince parlayarak hesap soran adamdan gizlenen memnun bakışlara
dönüşüp zemine sabitlendi. Sessizlik Fergus’u deliye döndürmüştü. “Size soruyorum, Leydi Sheena’nın kaçmasına
kim yardım etti? Bir an önce söylerseniz ölmeden önce acı çekmemenizi sağlarım.”
Hiç kimse cevap vermeye yeltenmediği için ağır bir sessizlik ortamı sardı. Lord Fergus nefret dolu adımlarla genç
kızın oda hizmetçisi Brenna’ya yaklaştı. Bakışını zeminden kaldırıp adamın yüzüne çeviren Brenna, akla gelen ilk
isim olacağını biliyordu. Yazık, adamın hırslarına saplanıp kalmış yakışıklı yüzü, içinden geçen kötülüğün verdiği
bir kararmışlıkla çirkinleşmişti. Yeşile dönen kahverengi gözleri çıldırmış gibi bakarken, uzun sarı saçları duygularını
yansıtırcasına dikleşmişti.
“Sen ona yakındın kadın, söyle! Hanımın nerede?”
Bilseydi bile bu şeytana söylemektense ölmeyi seçerdi. “Bilmiyorum efendim, onu odasına kilitlemiştiniz.
Ben yanında değildim.”
“Sana ne yaptığımı sormadım aptal! Leydi Sheena’nın kaçmasına sen mi yardım ettin?” Adam, cümlesini bitirmeden
kaldırdığı iri elini kadının suratına indirdi. Brenna tokadın şiddetiyle yere düşerken kendini korumak için kolunu kaldırdı.
“Bilmiyorum efendim, gerçekten hanımımı en son bir hafta önce görmüştüm.” Birkaç tekme zavallı kadının bedenini
bulurken diğer kadınlar korkuyla birbirlerine sığındılar.
Fergus aklına yeni gelmiş gibi Murdaq’a dönerek, “Nöbet tutan o aptalı getirin buraya!” dedi. İki adam nöbetçiyi
getirmek için çıktılar. Birkaç dakika sonra, koluna girdikleri perişan haldeki, adamla birlikte döndüler. Bütün çalışanlar
neler olacak kaygısıyla onları izliyordu.
Fergus, adamın saçından yakalayarak önüne düşmüş başını kaldırdı. “En son ne yedin ya da içtin?”
Adam dudaklarını güçlükle kıpırdatarak, “Arkadaşlar genç bir çocukla, bir kadeh içki göndermişti,” dedi
hırıltılı bir nefesle.
Çevreden gelen biz göndermedik itirazlarının homurdanma hâlinde salona yayılmasıyla, “Kapatın çenenizi!” diye bağıran Fergus yine adama döndü. “Sana içki getiren çocuğu göster!”
İki askerin kolundan desteklediği zavallı adamı daha iyi görebilsin diye salonda bir baştan diğer uca kadar sürüklediler.
Nihayet sıranın sonuna ulaştıklarında yaralı asker başını olumsuz anlamda sallayarak, “Bunlar değil,” diye mırıldandı.
Fergus, kaleyi ve içinde çalışanları tanımayan nöbetçiye götürülen içkinin ilaçlı olduğunu anlamıştı. Her kimse, işte buna
güvenerek herhangi bir çocuğu göndermiş olabilirdi. Kimi suçlayacak ve kızın nereye gittiğini kimden öğrenecekti? Öfkeyle
böğürerek önüne gelen her şeyi devirdi ve savurdu.
Yenilmişlik duygusuyla yerinde duramazken, “Murdaq! Adamları topla, kızın peşine düşeceğiz. Burada kalanlar yaşlı
adamdan gözlerini ayırmasınlar. Bir şifacı bulun, onu tedavi edemezse gırtlağını zevkle sıkacağımı söyleyin,” dedi.
Sonra da adamlarının peşinden geleceğinden emin salondan çıktı.
|
0% |