@jenniferroyce
|
BÖLÜM
BÖLÜM 3
Gece boyunca uyumadığı için sızlayan gözlerini dinlendirmesi gerekiyordu. İsyan içindeki bedeni birazcık dinlenebilmek
için sızlanıyorken yumuşak çimenlere karşı koyabilmesi imkânsızdı.
Duyduğu sesle aniden açılan gözleri, panikle, bir an nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Aman Tanrım, uyumuştu!
Kahretsin! Nasıl bu kadar umursamaz olabilirdi?
Ayak sesini tekrar duyunca ağrıyan kemiklerine aldırmadan sıçrayarak kalktı. Gelmişti… Fergus’a yakalanacak
kadar aptaldı! İyice alçalmış olan güneşe bakarak otlamakla meşgul olan ata koştu.
Ne kadar uyumuştu?
Ata binmek için ayağını üzengiye uzatmışken, ağacın arkasındaki minik bedeni görünce
rahatlayan bir inleme bıraktı.
Gülümsemeye çalışarak, “Hey merhaba!” diye seslendi.
Bedeni ağacın arkasında kalan ufaklık hafifçe yüzünü gösterdi. Kızı merakla inceleyen gözlerinden
birini görebiliyordu Sheena.
Ondan nerede olduğuyla ilgili bilgi alabilirdi. Eğer şanslıysa Fergus’un buradan geçip geçmediğini de
öğrenebilirdi.
“Adım Sheena, bana kim olduğunu söylemek ister misin?”
Ağacın arkasından gelen incecik sesin, “Adım Neal,” dediğini duydu.
“Yanıma gelirsen daha rahat konuşabiliriz,” sözleriyle rahatlayan altı yaşlarında, kızıl kıvırcık saçlı,
mavi gözlü ve çilli
yüzlü çocuk ağacın arkasından çıktı.
“Merhaba Neal, tanıştığımıza çok memnun oldum. Bana nerede olduğumu söyler misin?”
Çocuk utangaç bir şekilde gözlerini yere dikti. Parmağıyla arkasını göstererek,
“Bizim köyümüz orada,” dedi.
“Adı ne köyünüzün?”
“Tira köyü, çok güzeldir.” Genç kızın omzunun üstüne çevirdiği bakışları kuşkuluydu.
“Senin kanatların nerede?”
Olağan tanışma cümlelerinin birden böyle saçma bir konuya geçmesi üzerine Sheena şaşkınlıkla,
“Ne kanadından bahsediyorsun, tatlım?” dedi sevecen bir sesle.
“Annem dedi ki orman perilerinin kanatları olurmuş.”
Neal’in şaşkınlık ve hayranlık dolu bakışları altında genç kız neşeli kahkahasını tutamadı.
“Benim peri olduğuma nasıl karar verdin peki?”
Onu bir süre inceleyen Neal, “Saçların güneş gelince pırıltılar saçıyor. Bir de gözlerin kocaman ve
mavi mavi parlıyor. Perilerin çok güzel olduğunu duymuştum. Şimdi bana kanatlarını gösterecek misin?”
“Biliyor musun tatlım, Kraliçe Peri, kanatlarımı insanlara gösterirsem onları koparacağını ve kanatsız kalacağımı söyledi.”
Çocuğun gözleri şaşkınlıkla açıldı, sonra gözyaşlarıyla dolarken dudağı büküldü. “Bir çocuğa göstersen de mi?”
Sheena başını sallayarak, “Benim kanatsız kalmamı ister misin?” diye sordu. Neal alt dudağını sarkıtarak
hayır anlamında başını salladı. Sonra ona bir adım daha yaklaştı. “Seni kovalayan o kötü adamlar
kanatlarını mı istiyor?” diye fısıldadı.
Sheena’nın kalbi durmak üzereydi. “Hangi adamlar Neal? Onları gördün mü?”
Neal irileşmiş gözlerle başını sallayarak, “Köye geldiler ve altın saçlı, atlı bir kızı sordular.
O sensin değil mi?” dedi.
Sheena’nın korkudan ağzı kurumuştu. Tanrı aşkına, böyle bir hatayı yapmış olmasına inanamıyordu!
“Bu ne zamandı Neal? Nereye gittiler?”
Çocuk bir süre nasıl tarif edeceğini düşünürmüş gibi gözlerini sıkıca yumdu. Gözlerini açtığında sevimli
pırıltılarla, birkaç adım geri gidip baktığı noktaya göre ayarlama yapmaya çalıştı. “Güneş,
burada durunca tam şu dalın ucundaydı.”
Çocuğun gösterdiği dala bakarak bir tahminde bulunmaya çalıştı. Tanrım, yaklaşık iki saatten fazla uyumuştu!
Peşindeki tehlikeyi unutarak gezintiye çıkmış gibi ilk bulduğu ağacın altında sızdığına inanamıyordu.
Korku damarlarında dolaşırken çocuğa, “Sen nereden biliyorsun bunları bakalım?” dedi.
Neal’in yanaklarına kırmızılık yayılırken ayağıyla yerdeki otları eşeliyor ve yaptığı işi büyük bir dikkatle izliyordu.
“Adamları görünce korktum ve yoldan buraya kadar koştum. Sonra seni görünce şuraya oturup uyanmanı bekledim.”
Konuşurken uzaktaki bir ağacın altını işaret etmişti.
“Bu kadar zaman beni mi izledin?”
Çocuk başını utangaç bir tavırla salladı. Sheena tatlı bir şekilde kıkırdayarak çocuğu kucakladı.
“Teşekkür ederim Neal, muhafızım olduğun için.”
Neal’in gözleri parladı. “Yani şimdi senin koruman mı oldum?” Düşüncesi bile hayal
âlemine dalmasına yetmişti.
Genç kız onun saçlarını okşadı. “Evet, seni muhafızım ilan ediyorum. Ama şimdi gitmeliyim.” Yanağına bir öpücük kondurdu.
Neal kulaklarına kadar kızardı. İki adım geri giderken, “Gidip anneme söylemeliyim,” diye mırıldandı. Sheena çocuğun elinden
tutup yanına çekti. “Hayır, Neal, benimle tanıştığını kimseye söyleyemezsin. Annene bile, yoksa çok
kötü şekilde cezalandırılırım. Bana söz verir misin?
Çocuk, elini kalbinin üzerine koyarak, “Söz veriyorum,” dedi.
Sheena onu son kez kucakladıktan sonra atına binerken aptallığına kızıyordu. Hayvanın yönünü çevirip
mahmuzlayarak oradan uzaklaştı.
Neal onun arkasından hayranlık ve gururla baktı. Gözden kaybolunca ıslık çalarak ve zıplayarak köye doğru yürümeye başladı.
Bugün bir orman perisiyle karşılaştığını kimseye söyleyememesi ne kadar da üzücüydü. Oysa köydeki çocukların kıskançlıktan
ağlamalarını ne çok isterdi. Ama büyüdüğünde Neal’i orman perisinin yanında kocaman bir koruma olarak gördüklerinde,
zaten her şey ortaya çıkacaktı ve işte o zaman Neal onlara bakıp alayla gülebilecekti.
***
Sheena hava kararmadan gizli geçide ulaşması gerektiğini düşünerek kaygıyla dudaklarını kemiriyor ve atını deli gibi sürüyordu.
Endişeleneceği hiçbir konu yokmuş ya da peşinden insan kılığında bir canavar gelmiyormuş gibi derenin kenarında
saatlerce uyuyarak çok zaman kaybetmişti.
Babasının neden girmesine bile izin verilmeyen bir kaleye gitmesinde ısrar ettiğini anlamıyordu. Geçidin bir sır olduğunu anlamıştı.
Eğer kalenin lorduna gidip durumu anlatsa belki Fergus’a karşı onları koruyabilirdi. Ancak babası ısrarla kimliğini de
gizlemesi gerektiğini söylemişti. Hawkslot Lordu ne yapacaktı yani, ayaklarından kalenin burcuna mı asacaktı?
Canavar Lord’un kızın nereye gideceğini tahmin etmesi imkânsız değildi. Eğer babasının sakladığı sırrın neyle ilgili olduğunu
biliyorsa -ki bildiğini düşünüyordu- Sheena’nın da Hawkslot’a gideceğini öngörmesi gerekirdi. Peki, kaleye kadar gidip Lord’la
bu konuyu konuşur muydu? O zaman Lord’un tepkisi ne olurdu?
Genç kıza göre gizli bir geçidin varlığından haberdar olan bir adam, yıllarca bu geçidi büyük bir özenle saklamış olan
adama gidip sırrını bildiğini açıklayamazdı. Belki başka bir bahaneyle kaleye gidip Lord’la konuşabilirdi. Fergus’un
bahanesini merak etmediğini söylerse yalan söylemiş olurdu. Kızın kaleye girebildiğiyle ilgili bir bilgi verirse, o zaman
Sheena kesinlikle Hawkslot Lordu’na yakalanmamalıydı.
Düşüncelerin birbirini kovaladığı, ihtimaller üzerinde başını ağrıtarak geçirdiği iki saatin sonunda denizin kokusunu aldı.
Sarp kayalıkların arasından fışkırmış otların, kekiklerin, yaban sümbüllerinin kokusu, okyanusun tuzlu ve yosunlu kokusuna
karışıyor, eşi benzeri olmayan bir esansa çeviriyordu.
Uçsuz bucaksız yeşilliğin, altındaki sarp ve keskin kayaları gizlemek istercesine yayıldığı bu manzara çok güzel olsa da
Sheena yorgunluktan bitmişti. Bir an önce dinlenebileceği, uyuyabileceği bir yer arıyordu. Atla gitmenin mümkün olmadığı
yolun bundan sonraki kısmını yürümek zorundaydı. En az kendisi kadar yorgun olduğunu bildiği atı durdurdu. Yere
atlayarak peşindekileri atlatmanın rahatlığıyla atın burnunu öptü.
“Sağ ol, dostum. Sen olmasaydın gelemezdim.” Sonra sağrısına vurarak atı serbest bıraktı. “Hadi git, evin yolunu biliyorsun,”
diye fısıldadı. Atın geri dönmesi Seyis Arnold’a kızın ya güvende olduğunu ya da attan düşüp boynunu kırdığını haber verecekti.
Yaşlı adamı ikinci ihtimalle üzmek istemese de yapabileceği hiçbir şey yoktu. Sadece genç kıza güvenmesini
umut edebilirdi.
Genç kız doludizgin uzaklaşan atın gittiği yöne arkasını dönerek derin bir nefes aldı. Hadi bakalım Sheena, bilmediğin
bir geleceğe adım atıyorsun.
Yalnız başına olmak, hiç bilmediği bu yabani yerde dolaşmak ve her an birine rastlayacağı endişesini taşımak Sheena’yı
yorgunluğun ötesinde fazlasıyla germişti. Çıkmaya çalıştığı kayalık tepede çalılıklara takılıyor ve ayağı kayıyordu.
Tepeye ulaştığı anda önünde uzanan manzaraya ağzı açık bakakaldı.
Okyanusun azgın dalgalarıyla dövdüğü kayaların tepesinde inanılmaz bir kale duruyordu. Sanki kanatlanıp uçacak bir
şahine benzeyen yapının surları ve burçları yırtıcı bir pençe gibi göğe uzanmıştı. Okyanusa bakan ve sütunların
desteklediği geniş terasa açılan pencerelerin vitray camları güneşe doğru gökkuşağından bir yol çiziyordu.
Masal ülkesine bakıyormuş hissiyle, “Demek Hawkslot burası. Şahin Yuvası…” diye mırıldandı hayran bir iç çekişle.
Gerçekten de kale, ismine yakışır bir görüntü çiziyordu.
Oraya tırmanması gerektiğini hatırlayınca bembeyaz olan ve dizleri titreyen genç kız, önünde uzanan bu zor yolculuktan
kurtulmak için bahaneler üretmeye başladı. Acaba yürüyerek kalenin giriş kapısına ulaşsa, yalvarsa, onu içeriye
almazlar mıydı? Ah hayır, bunu göze alamazdı! Fergus çoktan ondan önce varmış, kalenin lordundan onu teslim
etmesini bile istemiş olabilirdi. Lord’un azımsanmayacak bir güce ve otoriteye sahip olduğunu, yöredeki en güçlü
beyliğin ve Highland’ın gurur kaynağı olarak Kraliçe’den bile fazla saygı gördüğünü duymuştu. Fergus’un söylediklerinden
sonra zavallı yaşlı Lord onun neden bahsettiğini anlamayacaktı. Dudaklarına muzip bir gülümseme yayıldı.
Fergus’un kaleyi aramasına izin vereceklerini hiç sanmıyordu. Babasından dinlediğine göre bu kale güvenliği ve ketumluğuyla
ünlüydü. Şatoyu çevreleyen uçsuz bucaksız kalın duvarlar Çin Seddi örnek alınarak yapılmıştı.
O yıllarda savaşta esir alınan Lord gemiyle Hindistan’a götürülmüş, oradan da Çin’e köle olarak satılmıştı. Yıllarca köle olarak
kalan Lord, seddi incelemiş, on beş yıl sonra kaçıp ülkesine döndüğünde ilk işi böyle bir sur yaptırmak olmuştu. Yıllarca süren
inşaatı savaşlardan dolayı tamamlamaya ömrü yetmeyince, kendinden sonra gelen oğlu surları tamamlamıştı.
Babasının yüz elli yıl önce olduğunu söylediği bu olaydan sonra gelen lordlar kaleyi küçük, güçlü, sağlam bir devlet hâline
getirmişti. Hiç kimsenin saldırmaya cesaret edemediği, etse bile yıllarca dışarıda kamp kurmak ve yararsız hücumlarla
uğraşmak zorunda olduğu bu kale; içinde ormanları, ekili tarlaları ve Edinburgh büyüklüğünde bir şehri barındırıyormuş.
Çevresindeki kralların bile saygı duyduğu bu lordluğun tek zayıf noktası ise Sheena’nın elindeydi.
Eli istemsizce, cebinde duran haritaya gitti. Kâğıdın hışırtısı bir yandan genç kıza güven verirken, diğer yandan da ölesiye korkutuyordu.
Sonunu bilmediği bir yolun ucunda ihtimallerle boğuşmaktan yorulmuştu. Geleceğin ne getireceğinden endişeliyken, geride
bıraktığı babası için de kaygılanıyordu.
Yeniden bakışları kayalıklara pençesini geçirmiş olan Hawkslot’a döndü. Zamanın onun için hazırladığı sürprizlere boyun
eğerek ilerlemek zorundaydı. Başladığı işi bitirmesi gerekiyordu. Kendi kendine verdiği cesaretle derin bir nefes aldı.
Bazen kayarak bazen de düşüp kayaların ve çalıların canını yakmasına izin vererek kıyıya indi. Ayakları nemli ve yosunlu
kayalar üzerinde tutunamıyor, kaydıkça içinden küfrediyordu. Annesiz ve erkeklerin çoğunlukta olduğu bir kalede büyüdüğü
için elbette küfür öğrenmişti. Brenna’nın sıkça söylediği gibi dudakları kötü kelimelere sımsıkı kapalı olmalıydı. Bir leydi
asla sesli olarak küfretmezdi.
“Bir leydi küfretmez fakat bu duruma da düşmez!” diye homurdandı.
Bir sıçan gibi ıslandığı kayalıkların üzerinde oradan oraya atlarken, güneşin artık kaybolmaya yüz tutmuş ışıklarına baktı.
Işıklarını dünyadan yavaş yavaş çeken güneşle birlikte hava da aynı yavaşlıkla soğuyor, iliklerine kadar donmasına
ve titremesine
neden oluyordu. Eğer bir an önce girişi bulmazsa yükselen suların altında kalarak boğulacaktı. Daha hızlı yürümeye
çalışırken, artık düşmekten ve kaymaktan bacaklarında derin sıyrıklar, ellerinde kanayan yaralar oluşmuşken girişi gördü.
Tanrı’ya şükürler olsun…
Burada ıslak bir sokak köpeği gibi titreyerek ölmeyecekti.
Ağrıyan bacaklarına aldırmadan girişi geçip emeklemeye başladı. Ulaştığı küçük alanda duvarları ancak seçebiliyordu.
Ortam hızla kararırken mağarada hangi hayvanlarla karşılaşacağını bilememenin verdiği tiksintiyle titredi.
Ah Tanrım, bu kadar eziyete değer miydi?
Islak giysilerinden dolayı çenesi titrerken ısınabileceği bir yol bulmaya çalışıyor, oda genişliğinde olan mağarayı inceliyordu.
Taşları birbirine sürterek kıvılcım çıkartabilir miydi acaba?
Seni aptal! Ateşin olsa bile ne yakacaksın?
Çaresiz kaldığını düşünürken köşeye yığılmış odunları, meşaleyi ve çakmaktaşını fark ederek ufak bir sevinç çığlığı attı.
“Bu kadar düşünceli olan her kimse çok çok teşekkür ederim.” Sen bir sersemsin, Sheena!
Elbette seni düşünerek bırakmadılar meşaleyi ve odunları!
Yorgunluk genç kızı düşünemeyecek hale getirmişti. Uzun uğraşıları meyvesini vermiş, tutuşan odunlar
mağarayı aydınlatırken genç kızın titremesini de durdurmuştu. Soyunup bir kayanın üzerine serdiği kıyafetinin
kurumasını beklerken ateşe iyice sokuldu. Midesinden gelen gurultular açlığını hatırlatınca kıyafetinin cebine
yerleştirdiği ekmek ve peyniri çıkardı.
Son lokmayı ağzına atarken uzun uzun esnedi. Ateşe olabildiğince yakın bir yere kıvrıldı.
***
Rhona’nın, “Lordum!” seslenişine soru sorarcasına baktı. “Lordum, dış kapıda Lord Fergus ve adamları var.
Sizinle görüşmek istiyor. Önemli bir konu olduğunu söylüyor.”
“Önemli konu neymiş?”
“Özel olduğunu ve sadece sizinle görüştüğü takdirde açıklayacağını söylüyor.”
Troy bıkkın bir şekilde nefesini verdi. Oysa Gawyn Troy Kennedy, Hawkslot Lordu, askerleriyle sabahın erken saatlerinden
bu yana yaptığı uzun bir talimin sonunda yorgun bir şekilde odasına doğru yürürken, tek düşünebildiği sıcak bir
banyo yaparak yorulan kaslarını dinlendirmekti. Güne uğursuz başlamak buna denirdi. Sağ kaşının felaketi haber
verir gibi seğirmesini durdurmak için parmağıyla ovuşturdu.
Hayatı boyunca görmese bile eksikliğini hissetmeyeceği Fergus’un bu zamansız ziyaretinin sebebinin mutlu
başlangıçlar olmadığı kesindi. “Pekâlâ, askerleri ve silahları dışarıda kalsın. Bir saçmalık yapmasını istemiyorum.
Büyük salona alın.”
“Emredersiniz Lordum.”
Rhona aldığı emirleri uygulamak için uzaklaşırken Troy özel uşağı Graham’ın banyo küvetini hazırladığı odasına girdi.
Eski bir savaşçı olan adam koca kovaları zorlanmadan boşaltarak genç adamın üzerinden çıkardığı kıyafetleri topladı.
Girdiği suyun günün yorgunluğunu çekip almasıyla gevşeyen Troy, başını küvetin kenarına koydu.
Lord Fergus’un burada ne işi olabilirdi ki?
Kafasına takılan soruyla gözleri kısıldı. En son Kraliçe Anne’nin verdiği bir davette karşılaştığı bu adamın hesapçı ve
kurnaz bakışlarından hiç hoşlanmıyordu. Bir de Kraliçe’ye yaltaklanan o sahte davranışlarıyla genç adamı küçük
düşürmeye çalışmıştı. Kalesine kadar sokulmaya cüret etmesinin arkasındaki amaç ne olabilirdi? Bir şeyler planladığını
bildiği sinsi herifin bulunduğu yerin havasını kirletmesine izin vermeyecekti.
Banyodan çıkıp Graham’ın hazırladığı kıyafetleri giyerken aklı hâlâ Fergus’taydı. Birbirlerinden hoşlanmadıkları bu
kadar barizken, o çekilmez suratını sürekli çevresinde görmekten hoşnutsuz, çizmelerini ayağına geçirip çıktı.
***
Karanlıklar içindeki mağarada uyanan Sheena’nın kaç saattir uyuduğu hakkında hiçbir fikri yoktu.
Yaktığı ateş ve meşale sönmüştü. Kıpırdadıkça sızlayan kemikleri ve kaslarına rağmen ateşi yeniden yakıp meşaleyi tutuşturdu.
Kuruyan elbisesini sırtına geçirip cebinde duran geçidin haritasını çıkardı.
Karmaşık çizimdeki tuzaklardan birini bile kaçırdığı takdirde, sonunda, kendini boynu kırılmış olarak bir çukurun dibinde
bulacağından hiç şüphesi yoktu.
Babasının yönlendirdiği bu geçitteki zorlu yolculuğa başlamak gözünü korkuttuğu kadar midesini de bulandırıyordu.
Ah, bu bulantının en büyük sebebi açlıktan da olabilirdi. Meşaleyi alarak mağaranın derinliklerine doğru giden girişine yöneldi.
Kıvrıla kıvrıla yükselen nemli ve kaygan basamaklar, sonunun nereye çıktığı belli olmayan dehlizler, sık sık ürküp
çığlık atan yarasalar, adım attığınızda yolun bitip bitmediğini göremediğiniz derin, karanlık, acımasız tuzaklarla
dolu bir labirent… Sheena’nın sık sık elindeki haritayı kontrol ederek çıktığı bu yolculuk hiç de tekin değildi.
İç gömleğindeki ter, yorgunluktan çok korkudandı.
Kaçırdığı dönemeç onu sonu görünmeyen bir derinliğin girişine getirdiğinde kendini geriye atıp çığlığı bastı.
Kalp çarpıntıları içinde, “Ah Tanrım! Ah Tanrım!” diye sayıklayarak solurken, titreyen dizleriyle yere çöktü.
Kemiklerinin bile bulunamayacağı bu lanet yerde ölüp gidecek ve kimsenin haberi olmayacaktı.
Kes artık, korkmayı bırak! diye söylenerek tekrar ayağa kalkarken bu defa daha dikkatli bir şekilde, haritadan
gözünü ayırmadan yavaş yavaş ilerlemeye başladı. Kendini cesaret veren sözcüklerle oyalamaya çalışırken
ne kadar ilerlediğini ve zaman mefhumunu kaybetmişti.
Üç farklı noktaya giden bir yol ağzına geldiğinde artık bacaklarını hissetmiyordu. Kâğıttaki işarete göre
soldaki merdivenler doğru yoldu. Diğer ikisi tuzaklarla dolu olduğu kesin, uzak durulması gereken yollardı.
O zaman neden yıldız işareti koyulmuş diye düşünürken kaşları çatıldı. Boş ver dedi kendi kendine.
Başını belaya sokacak meraklardan uzak dur. Zaten hep bu meraklı hâli çocukluğundan beri başına bela olmamış mıydı?
Bitmeyecekmiş gibi görünen bu labirentten sağ çıkabilmesi için işaretlenmiş yoldan gitmesi gerekiyordu.
Yola devam etmesi gerektiğini düşünerek ayağa kalktı. Bakışları yıldız işaretiyle gösterilen merdivenlere
takılınca içinde kıpırdanan merak duygusuyla huzursuz, olduğu yerde kıpırdandı. Bir bakmaktan zarar gelmezdi.
Üstelik tehlikeli bir durum olsaydı babası işaretlerdi, değil mi? Yaptığı sırlarla dolu yolculuk daha bir gizemli
hale bürünmüştü. Yutkunarak en sağdaki merdiveni çıkmaya başladı. Tanrı aşkına, kaç basamak vardı burada?
Basamaklar geniş bir açıklıkta sona ererken elindeki meşaleyi içeriye doğru uzatarak ortamın aydınlanmasını sağladı.
Yüzlerce yıldır kimsenin uğramadığı belli olan oda örümcek ağları ve tozlarla kaplıydı. Tehlikesiz görünen ortama
rağmen tedbirli davranarak, yerden aldığı büyük kaya parçasını odanın ortasına fırlattı. Taş yere düştüğü anda
kulakları sağır eden gürültü nedeniyle gözlerini sımsıkı kapatarak geçidin başına çökmesini bekledi. Ürkütücü
sesler kesilirken yavaşça gözlerini açarak meşaleyi kaldırdı. Gördükleri korkuyla yutkunmasına neden oldu.
Attığı taş tuzağın gizli mekanizmasını harekete geçirmiş, yerden ve duvardan fırlayan neredeyse kendi gövdesi
kadar kalın mızraklar birbirine geçmişti. Korkudan hareket edemiyordu. Başını belaya sokmak mı?
O işi Sheena kolaylıkla yapabilirdi. Hatta tedbirli davranmasaydı şu anda bir başı bile olmayacaktı!
Bu kadar özenle korunan şey şimdi daha çok ilgisini çekmişti. Tekrar bir tuzakla karşılaşma korkusuyla içeri girip
girmemekte tereddüt ederken meraklı olan yanı sinsi bir şekilde genç kızı itekledi. Mantığının sesini dinlemeyi
ne zaman öğreneceksin Sheena?, diye homurdanarak mızrakların arasından eğilip ilerlerken mağaranın
içi havaya karışan toz bulutuyla nefes alınamayacak duruma gelmişti. Bu Sheena’yı durdurabilir miydi?
Elbette hayır…
Geldiği derin girişin açıldığı odayı görebilmek için meşaleyi içeriye doğru uzattı. Gördükleri karşısında ağzı açık kalırken
, “Mümkün değil!” diye söylendi. Bu gördükleri kesinlikle bir rüyaydı. Evet, hâlâ girişteki mağarada uyuyordu ve yorgunluktan
saçma rüyalar görüyordu. Eli göğsüne dökülmüş olan saçına gitti ve tutup çekti. Lanet olsun, çok canı yanmıştı!
Önünde duranın gerçekliği en az yanan canı kadar sahiciydi.
Yıllardır kimsenin uğramadığı ve unutulmaya yüz tutmuş bu oda; altın, mücevher ve kıymetli taşlarla doluydu.
Gördüklerini sindirebilmek için gözlerini kırpıştırıp derin bir nefes aldı. Kimsenin yerini bilmediği bir hazineyi mi bulmuştu?
Ya da Hawkslot Lordu burayı biliyor ve özenle koruyor muydu?
Burada bir ülkeyi refah içinde geçindirecek kadar altın vardı. Eli altınlara uzandığında kendisini kınayan iç sesini
duymamaya çalıştı. Gelecek günlerde bu paraya ihtiyacı olacaksa, bir oda dolusu hazinenin içinde birkaç altının
ne önemi vardı ki? Üstelik bu hazine uzun süredir unutulmaya bırakılmıştı. Bir avuç altın onu hırsız yapmazdı.
Elinde parlayan altınları telaşla cebine koydu. Gözünü alan mücevherlerden ve altınlardan bir an önce uzaklaşması
gerektiğini düşünerek odadan çıktı.
Yeniden başlangıç noktasına geldiğinde, işaretli olan merdivenler artık gözünü korkutuyordu. Girdiği oda gibi tuzaklarla
dolu bir başka yere girebileceğini bilmek tüylerini diken diken ediyordu. Kayarak ve zorlanarak yeniden yola koyulurken
yorgunluğunu, açlığını ve tuzakları düşünmemeye çalışıyordu. Oysa düştüğü durum labirente bırakılmış fare gibi
peynire ulaşmaya çalışmaktan ibaretti ve umutsuzluğa kapılıyordu.
Saçlarında hissettiği esinti ensesindeki teri soğutunca ve burnuna dolan küf kokusunun yerini yosun kokusu
alınca heyecanlanarak koşmaya başladı. Tanrım, aydınlık!
Merdivenlerin sonuna geldiğinde okyanus sonsuz bir şekilde gözünün önünde uzanıyordu. Güneşin eğik ışıltısı
mavilikler üzerinde dans ediyor, aşağıdan kayalara çarpan dalgaların sesi duyuluyordu.
Sevinçle çığlık attı fakat bakışlarını aşağıya çevirince hüsranla içini çekti.
***
Adamlarını ve silahlarını kalenin dışında bırakmaktan hoşlanmayan Fergus huzursuz ve sinirliydi. Kendini savunamayacağı
bir aslanın inine silahsız giriyormuş hissini üzerinden atamıyordu. Geçtiği ağaçlıklı yol ve bakımlı bahçeler, uçsuz bucaksız
görünen orman, ürünleri hasat eden tarladaki çiftçiler, ormanın ayaklanıp kılıç salladığı izlenimini veren savaşçıların talim
yaptığı büyük alan bu hislerini yatıştırmada hiç yardımcı olmuyordu. İç kaleye kadar olan mesafede gördüğü her ayrıntı daha da
gerilmesine yol açmıştı.
Lanet olası Lord bu kaleyi ve içini Babil’in Asma Bahçeleri kadar mükemmel hâle getirmişti. Cennet gibiydi.
Kıskançlığın damarlarında bir hastalık gibi dolaştığını hissetti. Atından inerek uzun, geniş mermer merdivenleri
çıkarken kendini küçülmüş ve önemsiz hissediyordu. Bu, öfkesini biraz daha arttırdı. Önünde yürüyen devasa
yapılı muhafızı takip ederken hissettiği küçülmüşlük duygusu ve acizlik hissine dişlerini gıcırdattı.. Tanrı aşkına,
bunların hiç ufak tefek olanı yok muydu? Kendisi de kısa sayılmazdı fakat bu kaslı, uzun boylu ve yürüyen bir
dağı andıran adamların yanında kesinlikle çelimsiz kalıyordu. Savaşçı dik yürüyüşüyle bu klana ait kilti gururla
taşıdığını belli ediyordu. Sarı, yeşil ve mavi renklerdeki ekose, yol boyunca gördüğü her klan mensubunun üzerindeydi.
Sarı; batmayan güneş ve aydınlığı, yeşil; bu güneş altındaki Highland’ı ve topraklarını, mavi ise; uçsuz bucaksız okyanus
gibi özgürlüğü simgeliyordu.
Fergus, dolambaçlı, uzun ve gösterişli koridorlardan geçerken bu klanla ilgili her şeyi öğrenmeye hevesli bir öğrenci gibi
her yeri en ince detayına kadar inceliyordu.
Önünde yürüyen savaşçı, yüksek ve çift kanatlı, ağır meşeden yapılmış kapının önünde durarak geçmesi için yol verdi.
Muhtemelen kendi evini içine alabilecek kadar geniş olan salona adım atarken gözleri kıskançlıkla biraz daha küçüldü.
Dev pencereler salonun gün ışığıyla yıkanmasını sağlıyor, farklı noktalardaki dev mermer sütunlar yüksek ve işlemeli
tavanı ayakta tutuyor, dört duvara yerleştirilmiş ince oymalarla süslü şömineler okyanusun gece ayazını kırmak ister gibi
yakılmaya hazır bekliyordu. Burası Hawkslot’tu. Şahin yuvası… Hâliyle geceleri okyanusun soğuğunun sert olması kaçınılmazdı.
Bir an gözlerini kapattı ve kendisini bu kalenin lordu olarak düşündü. Dudaklarına yayılan sırıtışı engelleyemedi. O sürtüğü
ele geçirdiğinde bu kalenin de anahtarını almış olacaktı.
“Kendinizi olmayacak hayallere kaptırmış görünüyorsunuz Lord Fergus, yoksa uykusuz musunuz?”
Daldığı güzel düşlerden çıkmasını sağlayan hoşnutsuz ve sert sesin sahibine baktı. Alayla yükselmiş kaşların altında,
acımasız bir çift yeşil göz üzerine dikilmişti. O cüssede bir adamın sessiz bir kedi gibi yaklaşmış olması şaşırtıcıydı. Ona
doğru yürüyen uzun, kaslı bedeni, geniş omuzları, güneşten açılmış kahverengi saçları ve heykeltıraşları bile kıskandıracak
muntazamlıktaki yüzüyle, eski Yunan tanrılarına taş çıkartan adamı inceleyen Fergus hakkını vermeliydi ki, kadınların, hatta
Kraliçe’nin bile dikkatini çekecek kadar yakışıklıydı. Alaycılığın hâkim olduğu bakışlarında hükmedici, kendinden emin ve benim
topraklarımdasın diyen bir sahipleniş de vardı. Merhametsiz çene yapısı ve hiç gülmeyecekmiş gibi duran keskin çizgili
dudakları; konuşarak ve yüzüne kondurduğu zoraki bir sırıtışla yumuşatmaya çalıştı Fergus.
“Hawkslot Lordu, iyi günler dilerim.”
Hafif bir baş hareketiyle selamına cevap veren Troy,eliyle onu şöminelerden birinin önünde yer alan koltuğa yönlendirdi .
Karşılıklı koltuklara oturdular. Açılan kapıdan giren hizmetçi elindeki, içki bardakları olan, tepsiyi önlerindeki sehpaya
bırakarak selamlayıp çıktı. Yeniden sessizliğin hâkim olduğu salonda, Fergus’un bardağa cankurtaranmış gibi sarılıp
tepesine diktiğini gören Troy, “Evet Lord Fergus, ziyaretinizin sebebini öğrenebilir miyim?” diye sordu.
Bu kibirli ses tonundan ve buz gibi bakışlardan etkilenmemek elde değildi. Hiçbir zaman karşısında oturan adam
kadar güce ve özgüvene sahip olamayacağının bilincindeydi Fergus. Doğuştan gelen asalet diye düşünürken dudağı
ince bir çizgi hâline geldi. Kendisine tanınmayan hakların hepsine doğmadan önce sahipti o. İstediğini ele geçirdiğinde
bu dünyada Fergus’un da yaşadığını ve sahip olduğu gücü herkes görecekti.
“Önemli bir mesele olmasa böyle aniden çıkıp gelerek rahatsız etmezdim, Lord Troy.”
Entrika kokusunu millerce öteden alabilirdi, Troy. Bir savaşçı olarak kazandığı gücünü destekleyen hisleri asla yanılmazdı.
Fergus ise gözlerinin içine bile bakamıyor, genç adamın düşüncelerini doğrulayan huzursuz hareketler sergiliyordu.
“Size ayıracak fazla zamanım yok, olsa da boş vakitlerimi geçirmek isteyeceğim son insansınız. Konuya gelin.
Niçin buradasınız?”
Troy’un ukala ve sabırsız sesine kısılan bakışları da eklenince, Fergus doğrudan konuya giren, “Nişanlım kaçtı!”
cümlesinin dudaklarından fırlamasına engel olamadı. Bu sözü duyan Troy’un kaşları alayla kalkarken gözlerindeki kibirli
ve hor gören bakışlar Fergus’un canını daha da sıktı. “Dediğim gibi nişanlım beni terk etti. Ufak bir kıskançlık olayı. Beni
bir başka kadınla yatakta yakaladı. Anlarsınız erkekler değişiklikten hoşlanır. Bu zamana kadar yakalanmamıştım. O da
hayatından memnundu. Öfkeyle çıktı gitti.”
“Yanlış anlıyorsam beni bağışlayın ama nişanlınızın sizi terk ettiğini söylüyorsunuz. Öyleyse neden bana geldiniz?
Şu anda onu aramanız gerekmez mi? Yoksa onu benim bulmamı mı istiyorsunuz?” Tekrar o alaycı sesi duymak tüylerini
diken diken edince, konuya yanlış yerden girdiğini ve açıklamalarının da bir o kadar yanlış anlaşıldığını fark
edip küfretti Fergus.
Adamın kıvranışı hoşuna gitse de eğlenceli olan bu sohbeti daha uzun tutmaya gerek olmadığını düşünen Troy,
ayağa kalkıp ilgisiz bir sesle,
“Kusura bakmayın, pek çok yerde adamım olabilir ama bu kadar önemsiz bir iş için ne vakit ayırabilir ne de adamlarımı
görevlendirebilirim,” dedi. Arkasını dönüp kapıya yürürken geride kalan adamın ayağa fırladığını görmedi.
Fergus, Hawkslot Lordu’nun keskin tavırlarından bocalayarak düşünmeden konuşmuş ve söylemek istedikleri
dudaklarından dökülmemişti bile.
“Nişanlım burada, sizin kalenizde saklanıyor!”
Birkaç adım atmış olan Troy adamın söylediğiyle olduğu yerde kaldı. Mutlaka şaka yapıyor olmalı aptal herif diye
düşünerek yavaşça geri döndü. Onun yüzündeki söylediğine inanan ifadeye hafif bir gülümsemeyle, “Sen şimdi
bana, nişanlını kalemde sakladığımı mı söylüyorsun?” dedi. Her sözcüğün üzerine basa basa öyle bir söylemişti ki
Fergus istemsizce geri çekilmek zorunda kaldı.
“Öyle bir şey demedim. Sadece sizin kalenizde olduğuna dair nedenlerim var.”
Troy iki adım atarak ona yaklaştı. “Bu çamuru atmadan önce bana da o nedenleri söylemenizin bir
sakıncası yoktur umarım.”
“Nişanlım çok göze çarpan bir kızdır. Kaçtığını fark ettiğim anda peşine düştüm. Yol boyunca onu görenler
beni buraya yönlendirdiler.”
“Yani söylenti üzerine buradasın, öyle mi?” Bu adam ya sarhoştu ya da ne söylediğini bilmiyordu. Lord’un sesi öyle
sakin ve nazik çıkmaya başlamıştı ki Fergus neredeyse öfkeli hâlini arayacaktı.
“İyice araştırdım, soruşturdum. Öylesine bir söylenti değil bu!”
Troy adamın dünyadan haberi olmayan bir salak olduğuna kanaat getirmişti. Sessiz adımlarla yaklaşıp sağ kolunu
kaldırınca adamın irkilerek geriye sıçramasından keyif almıştı, hem de haince. Büyük ihtimalle onu yumruklayacağını
düşünmüş olduğu gözlerinden belliydi. Sakince gömleğinin kolunu kıvırmaya başlayan genç adam, dirseğine kadar
sıyırdığı kolunu ona doğru uzattı.
“Ne görüyorsun, Fergus?”
Fergus şaşkın bakışlarını onun kaslı koluna çevirdi. Genç adamın kolunda bileğinden dirseğine kadar uzanan kılıç
tutan yırtıcı bir şahin dövmesi vardı.
“Kolunuzdaki dövmeyi.” Sesi şaşkın, kendinden emin olmayan bir tınıdaydı.
“Bu dövme hakkında ne biliyorsun?”
“Sizin klanınızın amblemi olduğunu.”
“Doğru, benim klanımın amblemi. Bilmediğin şey ise; bu dövmenin klandaki kadın, erkek ve on üç yaşını bitirmiş
herkesin kolunda da olduğu…”
“Anlamıyorum Lordum, bunun konumuzla ne alakası var?”
“Konumuzla alakası var çünkü; kale kapısından bu dövmeyi göstermeden hiç kimse giremez. Dolayısıyla nişanlın da
on üç yaşından küçük değilse ya da kanatları yoksa kapıdan girememiştir.”
Fergus bu zeki, çok zeki hamle karşısında yutkunmak zorunda kaldı. Buraya gelirken ne kadar safça düşündüğünü
ona söyleyemezdi. Nişanlısının burada olduğunu söyleyince araştırtacağını, bulup kendisine teslim edeceğini ummuştu.
Kendi kendine küfrederken aptal diyerek kafasını duvarlara vurmak istiyordu. Açıklayamayacağı konu için geri
adım atmak zorunda kaldı.
“Özür dilerim, yanlış yönlendirilmiş olmalıyım. Şimdi izninizle.” Hesaplarında olmayan; geri çekilmek ve başka yollardan
kızı bulmak zamanıydı. Uyuyan yılanı uyandırmanın ne anlamı vardı? Düşüncelerini yüzüne yansıtmadan, özensiz bir
selamla geri dönüp kapıya yürüdü.
Fergus peşinden birileri kovalıyormuş gibi salonu terk ederken Troy’un yüzündeki gülümseme silindi.
“Rhona!” Diye bağırdı.
Lord Troy’un sesini duyan Rhona anında salonun kapısında göründü.
“Lordum.”
“Kapıdaki nöbetçilere söyle gözlerini dört açsınlar. Surlardaki nöbetçileri de uyar. Devriye gezen muhafızlara söyle
gezdikleri sokaklarda kimlik sorgulaması yapsınlar. Dövmesiz, on üç yaş üstü kim varsa tutuklanmasını emrediyorum.”
Rhona bu emirleri dinlerken sorgulamadı ama Troy’un neden böyle bir taramaya gerek duyduğunu da anlamadı.
Salondan çıkıp giden o zavallı Lord’un Troy’u bu kadar asabileştirecek ne söylediğini gerçekten merak etmişti.
Genç kadın salondan çıkınca terasa doğru yürüyen Troy, okyanusun uçsuz bucaksız maviliğine baktı.
Tırabzanların üzerinden eğilip uçurumu inceledi. Bir buçuk fit uzunluğundaki uçurum neredeyse düz bir kaya görüntüsündeydi.
Çıkılması mümkün olmayan ve tırmanmayı ancak bir delinin düşünebileceği, cesaret etse bile beş kulaç tırmanamadan yere
çakılıp parçalara ayrılacağı bir uçurum. Ancak…
Yok… Bu mümkün değildi. Bu sırrı ancak kendisi biliyordu, adamlarından en güvenilir olana bile söylememişti.
Küçücük bir kadının, hem de atla yedi saat uzaklıkta yaşayan bir kadının bilmesine imkân yoktu.
Ama yine de her ihtimali değerlendirmek zorundaydı.
|
0% |