Yeni Üyelik
41.
Bölüm
@justtbirisii

*İlahi Bakış Açısıyla*

 

Sarsak adımlarıyla normalde olmasından çok daha erken eve giderken evdekilere okuldan atıldığını nasıl söyleyeceğini düşünüyordu.

O, yaptığı hiç bir şeyi isteyerek yapmıyordu. Başta, bağımlısı olduğu o illet onu bunlara zorluyordu. Bağımlılığı onu istemese dahi şiddete yönlendiriyordu.

Mesela, o bir kızı seviyordu. Tüm hisleri alınmış gibi yaşarken, onu sevdiğini hissediyordu. Ama kızın kendisinin olması için yaptığı hiç bir şey kâr etmiyordu.

O hep aynı yolla elde etmişti istediği şeyleri, şimdi yine aynı şeyi yaptığında işe yaramıyordu? Yeterince iyi yapamıyor muydu ya da?

Veya onlar hiç bir boktan anlamayan embesillerdi.

Evet, kesinlikle öyleydi.

Ara sokaklardan birine girdiğinde adımlarını yavaşlatıp bir köşeye sindi ve çantasından içinde beyaz, küçük haplar olan bir poşet çıkarttı. Poşetten aldığı bir kaç tane hapı aynı anda suya ihtiyaç duymadan yuttu ve kendine geldiğini hissetti.

Bedeni, zihni ve hisleri uyuşuyordu. Bu da onun fazlasıyla hoşuna gidiyordu.

Mazoşistlik miydi bu? Belki. Ama ne olursa olsun onun için güzeldi.

Güzel olmak zorundaydı.

Zaten onu bu günlere, bu hallerine getirenler de zorunluluklarıydı.

Mesela o illeti kullanmak, başkalarına da kullandırtmak bir zorunluluktu onun için. Zaten diğer her şey de bunun nedenleri ve sonuçlarından oluşan zorunluluklardı.

Eski apartmanın önüne geldiğinde duraksadı. Her zaman açık olan bina kapısını gıcırdatarak açtı ve aşağı kata inen merdivenlere yöneldi. Bir kat aşağı inip oturdukları evin kapısının önüne geldi ve içeri girip girmemek arasında bir terddüte düştü. Sonra da biraz da kullandığı maddenin ona verdiği rahatlıkla çantasının ön gözünden ev anahtarını çıkartıp kapıyı açtı ve içeri girdi.

Giriş kapısının hemen karşısındaki salonda oturan adam onun geldiğini görünce bir hışımla oturduğu yerden kalkıp çocuğun karşısına dikildi.

"Ne işin var lan senin bu saatte evde? Okulun yok mu senin?"

Adam suratına bağırırken o sadece ifadesiz suratıyla onu izliyordu. Onun bu hareketi adamı daha da sinirlendirmişti.

Çocuk yanağına inen tokat darbesini gördüğü halde engellemedi, engellemek de istemedi. Hissedebilcek miydi, görmek istedi yanlızca. Yüzüne yayılan karıncalanmayı hisseder gibi olsa da acı bunun ötesine geçmemişti. Hatta direkt acıyı hissetmemişti bile.

"Geç odana gözüm görmesin seni!"

Çocuk bir tepki vermeden denileni yaptı. İçinde haplar ve bir defterden başka pek bir şey olmayan çantasını bir köşeye fırlattı ve öylece yere çömdü.

Şu an ağlaması mı gerekiyordu?

Belki de.

Belki de şartlar el verseydi ve 'düzgün' bir hayat yaşasaydı babası ona bağırdığı an ağlardı. Ama o alışıktı. Hatrında olan ilk anısı bile bununla alakalıydı.

O anıda yaklaşık dört yaşındaydı. Babası yanına gelip elindeki oyuncak arabasını çekip alıyordu ve o ağlamaya başlıyordu. Sonra da ağladığı için azar işitip o meşhur cümleyi duyuyordu.

"Erkek adam ağlamaz."

Zaten çocuk da o andan sonra ağladığını yanlızca bir yahut iki kere hatırlıyordu.

Ayağa kalkıp yan odaya geçti. Yatakta sırt üstü yatan ve en son ne zaman hareket ettiğini bile hatırlamadığı kadının yanına gitti. Yatağın başına çömüp kadının elinin üzerine koydu hissizleşmiş ve buz gibi olan elini.

Kadın bu soğuklukla ürperip elini kaçırmaya çalıştı ama elbette iki senedir olduğu gibi bu sefer de yapamadı.

"Yine mi kullandın?" diye sordu yanında oturan ve her gün çöküşünü izlediği oğluna.

Çocuk ona bir cevap vermedi. Ama kafın cevabını almıştı. Oğlunu kendinden bile iyi tanıyordu çünkü.

"Hamza, demedim mi oğlum ben sana?"

Kadın sanki bir duvara konuşuyormuş gibi bir cevap alamamıştı karşı taraftan.

"Okuldan atıldım," dedi çocuk bir anda.

Kadın şok olmuştu. Konduramıyordu biricik oğluna. Ne bağımlısı olduğu maddeyi ne de o madde yüzünden okuldan atılmış olmasını konduramıyordu.

Gözlerini ona bakmayan oğlundan çekip tavana bakmaya başladı.

Halbuki onu ilk kucağına aldığında onunla ilgili ne büyük hayaller kurmuştu...

Mesela okutacaktı oğlunu, kendi gibi sokak köşelerinde sürünürken bir adamın merhametine kanmayacaktı. Ama onun seneler önce kandığı adam şimdi her ikisinin de hayatını mahvediyordu. O adam, küçük dünyalarının en büyük şeytanıydı.

Çocuk o odada daha fazla durmaya lüzum görmeyerek kendi odasına geçti ve akşama kadar sadece vakit öldürdü. Akşamı da bu aktiviteden ayıran şey yan odadan duyduğu çığlıklar olmuştu.

Aceleyle ayaklanıp yan odaya gittiğinde aralık kapıdan babasının elinde yastıkla annesini boğduğunu gördü. Ama karşı çıkmak, onu durdumak ve annesini yaşatmak için herhangi bir şey yapmadı, yapamadı daha doğrusu. Çünkğ buna ne cesareti ne de gücü yetiyordu.

Ve çığlıklar çok geçmeden kesildi.

Kadın öldü.

Adam istediğini elde etti.

Çocuk kahroldu.

Tek bir ölüm, üç insanı ayrı ayrı kopartmıştı.

Kadını içinde acı çektiği bedenden, adamı içinde yaşadığını düşündüğü aileden, çocuğuysa hayattan kopartmıştı.

Çocuk gördüğünün anlaşılmaması için hızlı ve sessiz olmaya çalışarak odasına geçti. Ağlıyordu, ama o ruhsal acıyı hissedemiyordu.

Onun hissettiği tek yer annesinin yanıydı, şimdi onu da elinden almışlardı.

Ne yapacaktı?

Karar verdi o an, ölecekti. Tıpkı annesi gibi, o da ölecekti.

Onun gibi iyi bir kadının yanına gidebileceğini düşünmese de, onun olmadığı dünyada yaşamak hakkı değildi.

O yaşamıyorsa neden yaşıyordu ki?

Yıllardır kullandığı ve kullanırken zevk aldığı, zevk almak zorunda olduğu maddeden ne kadar bulduysa önüne dizdi.

Hepsi kanına karışacak ve mutlak sonu ona getirecekti.

Öyle de oldu.

Adam ertesi sabah sinirle girdiği odada yirmi dört saat içinde gördüğü ikinci ölü beden ile karşılaştı.

Yaşamasına engel olduğu, hayatlarını ellerinden aldığı iki insanın cesedi.

Loading...
0%