Yeni Üyelik
11.
Bölüm

10. KARANLIKTAN KAÇANLAR

@k_blackfire

 

10. BÖLÜM

"Karanlıktan Kaçanlar"

 

Ahmed Arif, Hani Kurşun Sıksan Geçmez Geceden.

_______

__

 

Günlerden salı, aylardan kasım.

 

Çok kısa bir an duvardaki saate takılıyor bakışlarım.

 

Ardından bakışlarımı tekrar karşımda yemek yiyen adama çeviriyorum. Görüntüsü midemi bulandırıyor ama suratım oldukça ifadesiz. Elimde ki bira bardağını adamın tabaklarla dolu masasına bırakıyorum ve içimde hiçbir korku yok.

 

Adam içmekten kızarmış gözleriyle baştan aşağı beni süzüyor. Aklından geçirdiği igrenç planlarından haberimin olmadığını zannediyor çünkü içki aptal beynini çoktan ele geçirmiş. Adam bakışlarını bira bardağına indiriyor ve parmaklarıyla bardağı kaldırıp beyaz sıvıya birkaç saniye öylece bakıyor. Belki de biraz sonra o sıvının sonu olacağını hissediyor ama beyni o kadar uyuşmuş ki, muhtemelen o birayı içmek için içinde müthiş bir istek var.

 

Adam içki bardağını ağzına dayıyor ve birkaç saniye içinde, bardakta ki beyaz sıvıyı tamamen içip bitiriyor. Bu kadar çabuk içmesi beni şaşırtıyor ve ölümünü kendi elleriyle bu kadar hızlı getirmesi, buz gibi bir ifadeyle ona bakmama neden oluyor.

 

İçimde herhangi bir acıma hissetmiyorum.

 

Adam bardağı elinde tutmaya devam ediyor ve bir kaç dakika boyunca bardağa boş boş bakıyor. O sessiz dakikaların ardından adamın o bakmaya iğrendiğim gözleri bir anda üzerime dikiliyor ve elinde ki bardağı yere fırlatarak tuzla buz olmasını sağlıyor.

 

Şimdi içimde garip bir dehşet hissetmeye başlıyorum.

 

Adam tek kelime dahi etmeden ayağa kalkıyor ve hızlı adımlarla yanıma ilerliyor. Adımları o kadar hızlı ki içimde ki korkunun büyümesine engel olamıyorum. Adam sadece yüzüme bakıyor ve gözleri içimde ki dehşeti arttırıyor.

 

Gözleri çok korkunç.

 

"Yılanın yavrusu," diye fısıldıyor adam korkunç bir sesle. "Katil!"

 

Adamın elleri bir anda boğazıma sarılıyor. İçimde ki korku çığlıkları büyüyor ve nefesim boğazımda takılı kalıyor. Ellerimi oynatmaya çalışıyorum ama ellerim yerinden bir santim bile kıpırdamıyor. Adam boğazımı öyle bir sıkıyor ki gözlerimin daha şimdiden karardığını hissediyorum ve bu karanlığın içinde adamın sesi hâlâ kulağımda.

 

"Yılan," diye bağırıyor. "Yılanın yavrusu, katil!"

 

Yoğun bir sıcaklık vücudumu aniden esir aldığında derin bir soluk alarak yerimden sıçradım. Soluğum nefes boruma tıkanmış ciğerlerime ulaşamazken bir an boğuluyormuş gibi hissettim ve karanlık adeta bir karabasan gibi üzerime çöktü.

 

Kâbuslarım, sahipleri olan geceye ihanet etmiş ve geceyi dar ağacına sürüklemişti.

 

Kalbimin sıkıştığını hissediyordum.

 

Üzerimde ki örtüyü fırlatırcasına üzerimden atıp ayağa kalktım ve derin soluklarım eşliğinde kapıya doğru yürüyüp kendimi dışarı attım. Soluklarım bir türlü düzene girmiyor ve kalbim yerinden çıkacakmışcasına atıyordu.

 

Seç Dilba.

 

Buzlu su?

 

Rüzgar?

 

Kendince, kafanın içinde ki susmak bilmeyen seslere bulduğun çarelerden hangisi seni kendine getirecek?

 

İki konağı birleştiren merdivenlere taraf yönelip, orta kısımdaki yere yani konağın en yüksek terasına doğru ilerlemeye başladım. Etrafta, rüzgârın çıkardığı soluk bir hışırtıdan başka hiçbir şey yoktu. Tenime carpan soğuk rüzgarlar bile beni kendime getirmeye yetmezken büyük taş terasın en uç tarafına doğru yavaşça ilerleyip ellerimle taş parmaklıklara tutundum. Etraf karanlıktı ama yanan sokak lambaları ve avlunun ışıkları etrafı aydınlatmaya yetiyordu.

 

Rüzgar daha çok essin istiyordum.

 

Hatta öyle bir essindi ki, iliklerime kadar hissetseydim soğuğu.

 

Soğuk.

 

Benim tek sığınağımdı.

 

Derin bir nefes aldım ve o şeyin bir kabus olduğunu kendime defalarca kez hatırlattım ama o sahnenin bir kısmının hayatımdan bir kare olduğunu bilmem gerçeği bir tokat gibi yüzüme çarpıyordu. Yaşananlar kabuslarımda bana kendini hatırlatıyordu.

 

Tek fark, sonunun farklı bitmesiydi.

 

Dudaklarımı birbirine bastırdım ve tekrar derin bir nefes aldım. "Çıkar aklından," diye mırıldandım, gözlerimin yandığını hissediyordum.

"Bir sebebi vardı," dedim tekrar, sesim fısıltılı ve oldukça soluktu.

Boğazıma bir yumru yerleşti ve aldığım derin soluklar o yumruyu yok etmeye yetmedi. "Bir sebebi vardı," sesim artık titriyordu.

 

Gözlerimin dolduğunun farkındaydım ve boğazımda ki ağrı o kadar keskindi ki nefes almakta bile zorlanıyordum.

 

Kafamı eğip gözlerimi yumduğumda saçlarım önüme bir perde misali dökülmüştü. Etraf sessizdi, herkes uyuyor olmalıydı. Ben uykusuz kaldığım gecelere o kadar çok alışmıştım ki, uykuya daldığım o kısacık anda bile kabuslarım yakamı bırakmıyordu.

 

Aslında yakamı bırakmayan şey kabuslarım değil, günahlarımdı.

 

Ve o günahlar, zihnime acımasızca armağan edilen kanlı bir intihardı.

 

Nefes al.

 

Bir an kulağıma gecenin en ücra saatinde yere yavaşça düşen bir yaprağın çıkardığı ses kadar kısık adım sesleri doldu. Göz kapaklarıma inen ateş, ağlamamak için direnen gözlerime savaş açarken, taş parmaklıklara daha sıkı tutundu ellerim.

 

Tekrar sert bir rüzgar estiğinde kafamı kaldırıp saçlarımı geriye ittim ve derin bir nefes daha aldım. Herşey sisli ve fluydu. Zihnimde ki o sahne o kadar soluktu ki düşüncelerim içerisinde kaybolmuş gibiydi. Kavradığım parmaklıklardan elimi çekip bir adım geri attım ve saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırıp toparlanmaya çalıştım. Saat gecenin kaçıydı bilmiyordum ama odama gitsemde uyuyamayacağımın farkındaydım. Zihnimin içi bir savaş meydanıydı ve geçmiş o savaşın eli kanlı katiliydi.

 

"Dilba," Gecenin sessizliği içinde, kulağıma dolan bu tanıdık hem de bir o kadar yabancı sesle beraber, sadece kafamı çevirmekle yetindim.

 

Gözlerimiz karanlığı yarıp birbiriyle buluştuğunda boğazımda ki keskin ağrı kendini tekrar belli etmişti. Azer'in elleri ceplerindeydi ve bakışları üzerimde geziniyordu. Yüzü ifadesizdi. Takım elbisesinin ceketini çıkarmıştı ve üzerindeki siyah gömleğinin kollarını hafifçe kıvırmış, üsteki bir kaç düğmesini herzamanki gibi açık bırakmıştı. Muhtemelen hiç uyumamıştı ya da konağa yeni geliyordu. Esen rüzgâr siyah gömleğini aralıklarla tenine yapıştırıp yapılı vücudunu gözler önüne sererken, ben ifadesiz gözlerle ona bakıyordum. O ise gözlerini kısmış ve bakışlarını gözlerime sabitlemişti.

 

Birkaç saniye boyunca kızaran gözlerime baktı. Gözlerinin siyahı, geceye rağmen derinliğini hissettiriyordu. "Kâbus?" diye mırıldandı bir kaç saniyenin sonunda.

 

Zorlukla yutkundum. Gözlerim yanıyor, zihnim gördüğüm kabusu hazmetmekte zorlanıyordu. Gözlerimi yumduğumda, zihnimin kanlı görüntüsünü görür gibi oluyor, belki bu yüzden gözlerimi bile kırpmak istemiyordum. Sadece belli belirsiz kafamı salladım ve önüme dönüp bakışlarımı Midyat'ın taş evlerine diktim. Hissiz ve herzamanki gibi berbat hissediyordum. "Sen yeni mi geliyorsun?" diye sordum, sesimin titremesine mâni olmaya çalışarak.

 

"Evet," diye mırıldandı sadece. Dudaklarımı birbirine bastırıp gözlerimi yumdum ve biraz olsun toparlanabilmeyi denedim ama olmadı. Zihnimin içindeki kaos büyüyor ve beni her geçen saniye boğmaya devam ediyordu. "İyi görünmüyorsun," dedi birkaç saniye sessizliğin ardından. Arkamda ki varlığı zihnimin izbe boşluklarında derin bir yankı yarattı, sonra o yankı bir anda kesilip yerini korkunç bir sessizliğe bıraktı ve ben o an nefes almakta bile zorlandım.

 

Soğuk rüzgar tenime sertçe çarpıp, saçlarımın arasından süzüldü. Rüzgârın boğuk sesi, susturulmaya çalışılan acı bir çığlığı andırıyordu. "Her gece gördüklerimden farksız," diye kestirip attım. "Ayrıca iyi olup olmamamla ilgilendiğini zannetmiyorum."

 

Odama gitmek için arkamı döndüğümde bedenim aniden onun bedenine çarpmış ve beni engellemişti. Sırtım taş parmaklıklara yaslanırken onun bedeni bana olması gerekenden çok daha yakındı. Kafamı kaldırıp onun yüzüne baktığımda alnım hafif sakallı çenesine sürtünmüştü. Kafasını hafifçe eğip gece karası gözlerini, benim gözlerimle buluşturdu.

 

Gözlerim, onun gözlerinde esir düşen yıldızların karşısına bir bulut gibi dikildiğinde, zihnimin içerisinde çalmaya başlayan tehlike çanlarına rağmen gözlerimi ondan ayıramadım. O, iki elini yanımda ki parmaklıklara dayayıp beni adeta parmaklıklar ve bedeni arasına hapsettiğinde yutkunma ihtiyacı hissetmiştim. Bilekleri, çıplak koluma temas ediyordu ve ben arkamdaki parmaklıklar yüzünden bir adım bile geri çekilemiyordum.

 

"Çekilir misin?" diye mırıldandım en sonunda, sesim hâlâ bir enkazı andırıyordu.

 

Azer, gözlerime birkaç saniye baktı. Gözlerindeki ifade, anlaşılması güç ve karmaşıktı. "Ben çekilirim çekilmesine de," diye mırıldandı, gözlerime bakmaya devam ederek. "Sen sabaha kadar uykusuz kalmayı çekebilecek misin, Dilba?"

 

Gözlerim, bir uçurtmanın ağaca takıldığı gibi onun gözlerinde takılı kaldı. Ciğerlerime ulaşamayan nefesim, soluk borumda infaz edilirken, kendimi dumura uğramış gibi hissediyordum. Bakışları, gözlerimin üzerine bir perde misali kapandı. Aslında doğru söylediğini gayet iyi biliyordu. Göz kapaklarım sızlıyor ve bakışlarım sorduğu ve aslında cevabını bildiği soruyu yanıtlıyordu.

 

"Defalarca," diye mırıldandım vücudumda ki yorgunluğa rağmen diri tutmaya çalıştığım sesimle. "Kabuslarımın benden aldığı uykusuzlukla sabahladım ben," Gözlerimdeki yorgunluğa rağmen bir an bile bakışlarımı kaçırmamıştım. "Yine yaparım."

 

Taş parmaklıkları tutan elleri bir an bile gevşemedi. Bu sefer gözlerinde, gördüğüm ifade öncekilerden çok daha farklıydı. Beni anlıyormuş gibi bakıyordu. Sanki, senelerce savaştığım o kabuslar üzerime çöktüğünde o hep yanımdaymış gibi... O bir kaç saniye, sanki hiç yalnız kalmamışım gibi hissettirdiğinde, rüzgar bile esmeyi bıraktı sanki.

 

Bir yabancı dedim içimden. Tek bir bakışla sana iyi gelemez.

 

Geldi.

 

Kendime kızmak istedim, yapamadım. Bir kaç saniyede olsa bu hiss o kadar garipti ki, belkide bu ifadeyi gizlemek için ilk kez bu kadar çabaladım.

 

Çünkü bu his çok gerçekti.

 

Azer kafasını çok hafif eğerek gözlerinin gözlerimi tamamen bulmasını sağladı. "Şimdi mecbur değilsin," dedi, sesinde hissedilir bir durgunluk vardı. O an cevap vermesemde, o zaten benden cevabını almıştı. Gözlerini kıstı ve biçimli dudakları aralandı. "Bekle burada," diye mırıldandı ve kollarını çekip bakışlarını benden ayırdı.

 

O önümden çekilip yanımdan uzaklaşırken bir anda hissettiğim boşluk hissiyle başbaşa kalmıştım. Dudaklarımı birbirine bastırıp derin bir nefes aldım, üzerimde büyük bir yük varmış gibiydi.

 

Doğru veya yanlış olması şuan umurumda değildi. Odama gidip sabaha kadar boş gözlerle duvarı seyredebilirdim ama kendime bunu yapmak istemiyordum.

 

Benim şuan sadece bir düşmanım vardı.

 

Yalnızlık.

 

Kısık bir nefes verip sırtımı dayadığım parmaklıklardan doğruldum ve ellerimi saçlarıma geçirerek arkama attıp rüzgârın tenime değmesini sağladım. Yavaş adımlarım koltuklara taraf yönelirken zihnim karmakarışıktı. Köşedeki koltuklara doğru yürüyüp geniş koltuklardan birine oturdum. Şimdi Midyat karşımda tüm ihtişamıyla dikiliyordu.

Dirseklerimi dizlerimin üzerine dayadım ve kafamı eğip şakalarımı ovdum. Başımda ufak bir ağrı vardı ama çok şiddetli değildi.

 

Bedenimde garip bir hissin varlığını reddedemezdim ama yok sayabilirdim.

 

Sadece kabus gördün ve o seni yalnız bırakmak istemedi.

 

Bu kadar.

 

Bir dakika.

 

İki dakika.

 

Zihnim susmak bilmesede, içinde yankılanan çığlıkları duymamazlıktan geldim ve sadece bekledim. Öylece.

 

Bir kaç dakika sonra Azer, elinde bir viski şişesi ve iki kristal bardakla terasa geri döndüğünde, bu sefer istemsizce onu incelemekten kendimi alamadım. Gerçekten dikkat çekici bir adamdı. Yapılı vücudu ve sert yüz hatları uyumun vücut bulmuş hâli gibiydi.

 

Bunu şu an neden düşündüğüm hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu.

 

Azer, elinde tuttuğu bardakları önümüzdeki sehpaya gelişi güzel bırakıp yanıma oturdu ve parmaklarının arasında tuttuğu şişenin kapağını ağır ağır açarak kristal bardaklara viskiyi doldurmaya başladı.

 

Şuan neden burada olduğumu sorgulamak istemiyordum. Belki de yalnız kalmak beni her zamankinden daha fazla korkutmuştu bilmiyordum ama şuan ihtiyacım olan tek şeyin bu olduğunu hissediyordum.

 

Gözlerim kristal bardağa boşalan sıvıya takıldı. "Senin uykun yok mu?" diye mırıldandım düz bir sesle. "Hem Elvan bekliyordur."

 

Gözleri viski bardaklarından ayrılmadı. "Beklemez," dedi sadece, diğer bardağa viskiyi doldurmaya devam ederken.

 

Bardağı doldurup, şişeyi sehpanın üzerine bıraktı ve parmaklarıyla kavradığı kristal bardağı bana uzattı. Ben yarısına kadar viskiyle dolu olan bardağı elime aldığımda Azer, kendi bardağını eline alıp arkasına yaslanmıştı.

 

Viskiden küçük bir yudum aldım. Keskin tat boğazımı hafifçe yakarken gözlerim, kristal bardağın içinde ki sıvıdaydı. "Çözemedim ben sizi," diye mırıldandım, sesimde ki cam kırıkları boğazıma batıyordu. "Garip bir ilişkiniz var."

 

Kurduğum bu cümleye herhangi bir tepki vermedi ve viskisinden büyük bir yudum alarak kafasını koltuğun sırtına yasladı. Gözlerimi karşımda uzayıp giden manzaraya diktim. Burada rüzgâr kendini daha çok hissettiriyordu ve bu beni biraz olsun iyi hissettirmişti.

 

Viskiden bir yudum daha aldım.

 

"Bu çok sık oluyor mu?" diye sordu Azer bana bakmadan, sesi ifadesizdi.

 

Gözlerimi manzaradan ayırmadım ve belli belirsiz kafamı salladım. "Her gece," diye mırıldandım flu bir sesle. "Ama alıştım artık."

 

Azer, göz ucuyla bana baktı. "Seni uyutamayan kabuslar mı," diye sordu, bana bakmaya devam ederken. "Yoksa kâbusların hatırlattıkları mı?"

 

Gözlerimi kaçırmak istedim ama bunu yapmadım. Zihnim, bir avcı misali geçmişimin izlerini katlederken cevap vermek yerine sadece gözlerine baktım.

 

Azer'in bakışları gözlerimden ayrılmadı. "Sadece bir kâbusla bu hale gelebilecek bir kız değilsin sen," diye konuştuğunda, sesi soğuk ve sakindi. "Bu sadece bir kâbus değil," gözlerini, gözlerime kavuşturdu. "Başka bir şey."

 

Kelimeleri, bir bıçak misali göğüs kafesimi delip geçtiğinde, zorlukla yutkundum. Onun gözleri benden ayrılıp önüne döndüğünde kelimeler boğazıma dizilmiş nefes almamı engelliyor gibiydi. "Bunu defalarca kez yaşamış gibi konuşuyorsun," dediğimde, gözlerim viski bardağına indi tekrar. "Yanlış mıyım?"

 

Azer'in gözleri manzaraya bakmaya devam etti. Elindeki viski bardağını kaldırıp bir yudumda bardaktaki tüm içkiyi bitirdiğinde, benim bakışlarım onun üzerinde geziniyordu. Azer, hafifçe doğruldu ve sehpanın üzerindeki şişeyi alarak bardağını tekrar doldurdu. "Anlamak için illa yaşamış olmak gerekmez," dedi en sonunda, sesinde ki tını sakindi.

 

Doldurduğu bardağı tekrar dudaklarına yaslayıp alkolün kanına karışmasına izin verdiğinde, aslında onun da benim gibi kabuslara alışık olduğunu anlayabiliyordum.

 

Ben viskiden bir yudum daha aldığımda yavaş yavaş gevşediğimi hissediyordum. "Yaşamak gerekmez, evet..." diye mırıldandım gözlerimi ellerimde gezdirirken. "Ama yaşamayan da bu kadar iyi bilemez."

 

Azer, gözlerini hafifçe bana çevirdi. Bakışları sıcak bir havada esen ılık rüzgâr gibiydi. "Ben sana anlamak için yaşamaya gerek olmadığını söyledim," diye mırıldandı, hissiz bir sesle. "Yaşamadığımı söylemedim."

 

Sesi içinde hiçbir duygu barındırmıyordu. O tekrar önüne döndüğünde benim bakışlarım bir kaç saniye boyunca ona bakmaya devam etmişti. Kalbim, aklım ve zihnim bir enkazdan ibaretti. Arkama yaslandım ve bakışlarımı önüme çevirdim. "Tahmin etmiştim," diye mırıldandım sadece, hatıralar zihnimin izbe boşluklarında yankılanırken. "Yoksa, daha iki gündür tanıdığın bir kızın kabuslarıyla ilgilenmezdin."

 

İfadesiz gözlerle elimde ki bardağı izlerken, onun bakışlarının bir an bana dokunduğunu hissetim, sonra bakışları tekrar önüne döndü. "Garip bir kızsın," diye mırıldandı arkasına yaslanırken. "Şu an bile bir şeyleri sorguluyorsun."

 

Zorlukla yutkundum. "Bu gayet normal değil mi?" diye sordum bakışlarımı bardaktan ayırmadan. "Geldiğim günden beri sürekli bana şüpheyle yaklaşan bir adamın, beni anlayacağını düşünemiyorum açıkçası." Dudaklarıma histerik bir tebessüm yerleşti. "Gerçi bu zamana kadar kimse anlamadı."

 

Azer, elinde tuttuğu bardağı hafifçe sallayarak içindeki sıvıya baktı bir kaç saniye boyunca. "Ya da anlasınlar istemedin," dedi, kelimeleri zihnimin içinde yankılanırken.

 

"Bir zamanlar, gerçekten isterdim," diye konuştum, sesim yorgundu. "Ama artık hiç tatmadığım o duygunun yokluğunu da hissedemiyorum."

 

Hissediyordum.

 

Azer dirseklerini dizine yasladı ve kafasını eğip bana baktı. "Belki," diye mırıldandığında sesindeki tını bu sefer sıcaktı. "Anlıyorumdur seni Dilba."

 

Gözlerim gözleriyle buluştu. Yüzü ifadesizdi ama bakışlarında ki ifadeyi çözmekte zorlanıyordum. Gözlerim onun gözlerinde kalmaya devam etti. "Bilmem," diye mırıldandım düşünceli bir sesle. "Anlasan, anlardım."

 

Azer'in dudaklarında çok hafif, histerik ve belirsiz bir tebessüm belirdiğini gördüm. Bu hem varlığı belirsiz, hemde kusursuz yüzüne yerleşen ve o kusursuzluğa uyum sağlayan cinsten bir tebessümdü. Azer'in içine geceyi hapsettiği bakışları bir süre gözlerime bakmaya devam etti. "O zaman," diye mırıldandı, sesinde ki erkeksi tınıyla. "Anlayıp anlamadığıma sen karar ver."

 

Azer, hafifçe doğrulup cebindeki telefonunu çıkardı ve bakışlarını telefonuna çevirdi. Ben onu izlemeye devam ederken onun bakışları telefondaydı. Tekrar bir rüzgâr esip, konağın taş duvarlarına çarptığında Azer, telefonun sesini hafifçe açtı ve telefonu koltuğa, tam aramızdaki boşluğa gelişigüzel bıraktı. Telefonun hoparlöründen duyulan melodiyle beraber arkasına yaslanmış ve viskisinden bir yudum daha alıp kafasını tekrar koltuğun sırtına yaslamıştı.

 

Âşinası olduğum melodi kulaklarıma ulaşırken bakışlarımı önüme çevirip histerik bir gülümsemeyi dudaklarıma bahşettim. Sonra tekrar bir rüzgâr estiğinde Azer'in bakışları gökyüzündeydi.

 

Bu bir şarkı değildi. Aşinası olduğum, her kelimesinin tek tek ezberimde hapsolduğu bir şiirdi.

 

Hani kurşun sıksan geçmez geceden...

 

Bunu nereden biliyordu?

 

Zihnim, uykusuz geçirdiğim gecelerin hatırasını ve silik görüntülerini bana hatırlatırken, notalar geçmişimin karanlık odalarında yankılandı ve her kelimesi ezberimde olan o cümleler Ahmet Arif'in sesiyle aramızda gidip gelmeye başladı.

 

Gel gelelim, beter bize kısmetmiş.

Ölüm, böyle altı okka koymaz adama...

Susmak ve beklemek,

Müthiş...

 

Cam kırıkları bileklerime battı ama kanayan zihnim oldu.

 

Yüzümde yer edinen histerik ve birazda buruk bir gülümseme eşliğinde arkama yaslandım ve bir kaç saniye gözlerimi yumup öylece bekledim. Gözümün önüne gelen görüntüler az önceki kadar kokunç değil sadece derin yaraları olan görüntülerdi. Bunlar doğup buyüdüğüm şehre, bazen bir sokakta, bazen sırf anneme inat onun varlığını reddedip kendi başıma beş kuruş para kazanmak için şarkı söylediğim mekanlarda, bazense eskiden yaşadığım evin teras katında açıp sabahlara kadar dinlediğim o şiirlerin ve şarkıların sadece bir tanesiydi.

 

Neden, neden alnında ki yıkkınlık?

Bakışlarında ki öldüren buğu...

 

Ve rüzgâr, karanlığı bir kez daha göğsünden vurdu.

 

Bakışlarım, akıp giden manzaraya; zihnim, hatıralarımın siyah beyaz fotoğraflarına bakıyordu. Yanımda oturan adamın gördüğü şeyler nelerdi, bilmiyordum ama şiirlerin hatırlattıkları şeylerin basit olma gibi bir ihtimali olduğunu düşünmüyordum.

 

Kaç yol ağlamaklı oluyorum geceleri. Nasıl da almış aklımı, sürmüş, filiz vermiş içimde sevdan...

 

Dost düşman söz eder kendi kavlince.

Kınanmak, yiğit başına.

Bu ne ayıp, ne yasak, sadece bir gerçek kendi halinde...

 

Belki yaşamama sebep.

 

Benim gördüklerim, yaşadıklarımın çeyreği dahi değildi ve hissetiklerim yaşadığım anın yanından bile geçemezdi. Göğüs kafesim parçalanır gibi olsa da akıp giden melodi hissettiğim soyut acının üzerini bir battaniye gibi kapatmaya yetiyordu.

 

Ruhum kanıyor; kanları, akıp giden kelimeler siliyordu. Uykusuz gecelerimin tek dostu olan kelimeleri, şimdi nedenini bilmeden uykusuzluğumu paylaştığım adamla beraber dinliyordum.

 

Kısa bir süre kelimelerin ardından gelen melodiyi dinledik. Gözlerimi araladım ve sadece yorgun gözlerle karşıya baktım. "Sen bunu nereden biliyorsun?" diye mırıldandım, sesimde bakışlarımdakiyle aynı yorgunluk vardı.

 

Azer, bana bakmadı. "Neyi?" diye sordu. Aslında bu bir soru değil, cevabını bildiği şeyi benden duymak istemesiydi.

 

Elimde ki bardağı kaldırıp küçük bir yudum aldım. Alkol zihnimi yavaş yavaş uyuştururken, "Bu çok saçma," diye mırıldandım, sakin bir sesle. "Bunu biliyor olman..." Kaşlarımı kaldırdım ve ifadesiz gözlerle konuşmaya devam ettim. "Şu an yanında olmam."

 

Tepki vermedi, ikimizde sadece önümüzde uzayıp giden karanlığı izlemeye devam ettik.

 

Evet ağlamaklı oluyorum, demdir bu.

Anlatamam nasıl ıssız, karanlık.

Ve zehir zıkkım cıgaram...

 

Yine bir cehennem var yastığımda.

 

Gel artık.

 

Azer, içkiyi bir dikişte bitirip boş bardağı parmaklarının arasında tutmaya devam etti.

 

Konuşmadım.

 

Konuşmadık.

 

Neden buradaydım?

 

Bilmiyordum.

 

Şu an umurumda da değildi.

 

Çünkü az önce anladığım bir şey vardı;

beni anlayan şuan sadece şarkılar değildi.

 

Kısa bir süre sonra aramızda dönüp dolaşan kısık ve ağır melodi sona erdiğinde göz kapaklarımın ağırlaştığını hissedebiliyordum. Bir süre sessizliğin ve karanlığın garip uyumunu dinledik. İçimde o alışık olduğum dehşet sönmüş, yerini garip bir dinginliğe bırakmıştı.

 

Azer, hafifçe doğruldu ama bana bakmadı. İfadesiz bakışlarım avlunun taş parmaklıklarında gezinirken onun sesini duydum. "Gidip uyu," diye mırıldandı, göz ucuyla bana bakıp tekrar bakışlarını benden ayırarak. "Gözlerinden uyku akıyor."

 

İfadesiz bir ses tonuyla bunu söyleyip oturduğu yerden kalktı ve ağır adımlarla merdivenlere taraf yöneldi. Gözlerimi Azer'e çevirdim ve o gözden kaybolana kadar onu izledim. Gözlerim uyku isteğiyle kapanmak isterken gevşediğimi hissediyordum.

 

Ruhum kanıyor, geceler yarama tuz basıyordu ama şimdi canım o kadar da çok yanmıyordu.

 

Ve ben ilk defa acıların yalnız bırakmadığı bir geceyle tek başıma savaşmıyordum.

 

🕯️

 

 

Güneş, gecenin kara örtüsünü pençeleriyle yırtıp paramparça etiğinde o yakıcı ışıklar göğü oradan çekip çıkarmıştı. Tıklatılan kapı sesi beni hafif bir uykunun kollarından sıyırdı ve gözlerimi hafifçe aralamama sebep oldu. Aralık olan perdeden yüzüme vuran hafif gün ışığı gözlerimi acıtmış ve elimle yüzümü kapamama neden olmuştu.

 

Üzerimdeki ince örtüyü elimle kavrayıp üzerimden çektim ve doğruldum. Başımda hafif bir ağrı vardı. Saçlarımı elimle geriye atıp yorgun bir sesle mırıldandım. "Gel."

 

Ben bunu söyler söylemez kapı açılmış ve adının Hatice olduğunu bildiğim çalışan kadın içeri girmişti. Kadın yüzünde somurtgan bir ifadeyle yüzüme baktı.

 

"Günaydın," dedi düz bir sesle. "Kahvaltı birazdan hazır olur, onu haber vermeye gelmiştim."

 

Belli belirsiz kafamı salladım. "İnerim birazdan," dedim soğuk ve umursamaz bir sesle.

 

"Bu arada," dedi kadın, gözlerini üzerimde gezdirirken. "Bir kaç saate konağa misafirler gelecekmiş, Hanımağam aşağıda bulunmanızı istedi haberiniz olsun."

 

Hoşnutsuz bir ifadeyle Hatice'ye baktım. Anlaşılan o ki Lebriz Hanım, yine millete her şey yolunda mesajı vermek istiyordu.

 

"İyi, tamam." dedim sesimde ki umursamaz tınıyla. Hatice denen kadın beni baştan aşağı süzüp ağır hareketlerle tekrar odadan çıktığında gözlerimi devirip yataktan kalkmıştım.

 

İlk işim banyoya girip duş almak olmuştu. Duştan sonra giyinip saçlarımı kurutmuş ve hafifçe dalgalandırmıştım. Dün gece gördüğüm kabustan sonra olanlar hâlâ aklımdaydı ama sorgulamak istemiyordum çünkü bana iyi geldiğini kabul ediyordum.

 

Tamamen hazır olduğumda, telefonumu siyah, yüksek bel pantolonumun arka cebine yerleştirip yavaş adımlarla odadan çıktım. Güneş konağın taş duvarlarına çarpıyor ve etrafa sıcak ama boğucu olmayan, insana Mardin'de olduğunu en iyi haliyle hissetirecek bir ambiyans oluşturuyordu.

 

Ağır adımlarla merdivenleri aşıp avluya indiğimde göz göze geldiğim ilk kişi Ruken olmuştu. Ruken, yüzünde hafif bir gülümsemeyle bana bakarken, bende kafamı hafifçe ona çevirdim.

 

"Günaydın," diye mırıldandı Ruken düz bir sesle.

 

"Günaydın." diye karşılık verdiğimde gözlerim etrafta geziniyordu.

 

Lebriz Hanım ve Adil Bey, köşedeki koltuklarda sabah kahvelerini yudumluyorlardı. Bakışlarımı onlardan ayırdığımda gözlerimin bulduğu kişi bu sefer Azer olmuştu.

 

Ayaktaydı ve telefonla konuşuyordu. Bir an, onunla dün gece yanyana olduğumuzu düşündüğümde garip bir his beni kollarının arasına almıştı. Bunun sebebi belki de dün gecenin, yalnız başıma geçirdiğim uykusuz gecelerimden farklı oluşuydu ve onun beni yalnız bırakmamış olması garip bir şekilde iyi hissettirmişti.

 

Azer, kafasını hafifçe olduğum tarafa çevirdiğinde, gözleri kısa bir an gözlerimle buluştu. Bakışlarımı kaçırmadım ve gözlerimi o kısacık an onun gözlerinde beklettim. Onun dün yanımda, beni yalnız bırakmadığını düşündüğümde zihnimde karmaşık görüntüler belirmeye başlamıştı.

 

Gözlerimi ondan ayırdığımda, Ruken'in gözlerinin boş boş etrafa baktığını gördüm. Bakışları soluk bir endişenin izlerini taşıyordu ve gözaltına yerleşen hafif morluklar dün geceyi uykusuz geçirdiğini gösteriyordu.

 

Gözlerimi kısarak Ruken'e baktım. "Neyin var senin?" diye sordum düz bir sesle.

 

Sorduğum bu soruyla birlikte Ruken'in bakışları bana döndü, bakışları donuktu. "İyiyim," diye mırıldandı, muhtemelen bu söylediğine kendi bile inanmamıştı.

 

"Nişanlın, değil mi?" diye sordum nabzını yoklayarak. "Hâlâ ulaşamadın sanırım?"

 

Ruken, kafasını belli belirsiz salladı. "Ulaşamadım," dedi, sesi endişeli çıkıyordu. "Ve burada böylece durursam asla ulaşamayacağım sanırım..."

 

Kaşlarımı kaldırdım. "Bence abine sor," dedim oldukça düz bir sesle. Azer, bu işe karışmamam gerektiğini söylemişti ama ben yine de kendimi tutamıyordum.

 

Ruken'in gözleri benim üzerimde gezindi. "Sordum zaten," dediğinde sesi durgundu. "Geçiştirip duruyor, hayır yani abimin Azat'ın nerede olduğunu bilmemesine imkan yok. İstese anında bulurda, pek umursamıyor herhalde..."

 

Ruken'in kurduğu bu cümleyle gözlerim istemsizce Azer'i buldu. Gözlerimde beliren imayı bakışlarımla Azer'e yöneltirken onun hâlâ telefonla konuştuğunu ve bulunduğumuz yöne bakmadığını farketmiştim.

 

Bakışlarımı tekrar Ruken'e çevirdim ve düşündüğüm şeyi dışarı yansıtmadığımı bilmenin verdiği rahatlıkla Ruken'e baktım. "Sence şüpheli değil mi bu?" diye sorduğumda sesimdeki umursamazlık şüphe tohumlarının üzerini bir perde misali kapatıyordu. "Üstele birazcık, ne olup bittiğini bilmek senin hakkın."

 

Ruken, bakışlarını bana çevirdi, sorduğum soruyu garipsemediği belliydi. "Haklısın," dedi sesinden nişanlısına duyduğu siniri hissettirerek. "Ama ne yapacağımı gerçekten bilmiyorum."

 

O sırada Azer'in bakışları bana dokundu.

 

Zihnimde ki kıvılcımlar, kelimelerin döktüğü benzinle alev alev yanmaya başladığında, bu alevleri bakışlarımda taşıdığımın farkındaydım. Bakışları sertti ama o, ona bahşettiğim bu bakışlarımın anlamını farkettmiş olacak ki, gözlerini gözlerimden bir süre ayırmadı. Dışarıdan bakan kimsenin bizim aramızda geçen bu garip etkileşimi anlamadığının farkındaydım ama Azer'in anladığına adım gibi emindim. Onun bakışlarında şaşkınlık namına en ufak bir duygu yoktu çünkü benim bu bakışlarımın ne anlama geldiğini gayet iyi biliyordu.

 

"Anladım," sakin sesim, bu garip etkileşimi bir bıçak gibi böldüğünde, bakışlarımı Azer'den ayırıp, Ruken'e çevirdim. Zihnimde ki kaos asla yatışmıyordu ama bakışlarım Ruken'e döndüğü an, o kaosun bütün izlerini ifademden silmiştim. Ruken, gözlerini kısa bir süre üzerimde gezdirdi ve az önceki ifadesini zerre değiştirmeden bana bakmaya devam etti.

 

Ortada bir pislik dönüyordu, bunu en başından beri biliyordum ama tesadüf denen o lanet şey, en beklenmedik anda ortaya çıkmıştı. Ve bunu sadece ben ve o biliyorduk.

 

Kardeşine, aldatıldığını ne zaman söylemeyi düşünüyordu?

 

Ruken, huzursuz bir nefes verdi ve daldığı düşüncelerden kurtularak, göz ucuyla bana baktı. "Neyse," dedi sakin bir ses tonuyla. "Hadi oturalım."

 

Ruken, masaya doğru yürüdüğünde kısık bir nefes verdim ve ağır adımlarla yürüyüp, masadaki yerime geçtim. Elvan, tam karşımdaki sandalyede oturmuştu ve bakışları masaya sabitlenmişti. Kahverengi saçlarını açık bırakmıştı, üzerine giydiği koyu mavi tonlarında, bilekte biten çiçekli elbisesi ve koluna taktığı bir kaç takıyla, yeni gelin görüntüsü vermeye çalıştığı gayet açıktı. Geldiğimi farkettiğinde kafasını kaldırdı ve samimiyetsiz bir gülümseyle bana baktı. "Günaydın."

 

Aynı şekilde karşılık verdim. "Sana da günaydın Elvan," diye mırıldandığımda sesim oldukça umursamazdı.

 

Bu sırada sağ tarafımda oturan Mercan'ın bakışları benim üzerimde geziniyordu. Üzerinde bileklerinin biraz üstünde biten, mor bir elbise vardı ve dudaklarına pembe tonlarındaki rujunu sürmeyi yine ihmal etmemişti. Yüzüne yerleştirdiği gülümsemeyle beraber, etrafına baktı ve ardından tekrar bana döndü. "Günaydın Dilbacığım," dedi hafif neşeli bir sesle. "Dün gelir gelmez odana çekildin, yüzünü gören cenetlik valla."

 

Göz ucuyla Mercan'a baktım ve yüzüme yapmacık ve hafif bir gülümseme yerleştirdim. "Evet," diye onu yanıtladığımda, sesim oldukça düzdü. "Yorgundum biraz."

 

Mercan hafifçe kafasını salladı. "Sevdin mi bizim buraları?" dedi kaşlarını kaldırarak. "Sürekli dışarıdasın ya..."

 

Sorduğu soruyla beraber arkama yaslandım ve yüzüme oldukça rahat bir ifade yerleştirdim. "Çok sevdim," dedim imâlı bir şekilde. "Hatta daha çok gezmeyi düşünüyorum."

 

Ruken gözlerini kıstı ve biraz düşündü. "Tabi," diye mırıldandı bir kaç saniyenin sonunda. "Sen şimdi alışık değilsindir evde oturmaya."

 

"Orası öyle ama," diye araya girdi Mercan anladığını belirtircesine. "Burasıyla Ankara bir mi? İnsanın adı çıktı mı..."

 

Ruken, "Mercan," diye sözünü kesti.

 

"Kötü bir şey mi dedim Allah aşkına?" Mercan bunu söyleyip, hafifçe gülümsedi.

 

"Mercan doğru söylüyor," diye lafa girdi Elvan, bakışlarını üzerimde gezdirirken.

 

Kaşlarımı kaldırdım ve gözlerime yerleşen alayla Elvan'a baktım. "Yani?" diye sordum buz gibi bir sesle.

 

Bakışlarını hâlâ telefonda konuşmakta olan Azer'e çevirdi ve sonra tekrar bana döndü. "Yanlış anlaşılmak istemem ama, durum biraz müsait buna," dedi sesini hafifçe kısarak. "Hem Azer bile seni tek başına yollamadı dün. Demek ki bir bildiği var ki daha iki gündür tanıdığı bir kızı şoförle bile göndermiyor, yani başka açıklaması olamaz bence."

 

Elvan'ı baştan aşağı süzdüm ve bakışlarımdaki alayla beraber dudaklarım hafifçe kıvrıldı. "Burada oturup teoriler üretmekten daha kolay bir yol var biliyor musun Elvan," dedim samimiyetsiz ve buz gibi bir sesle. "Sormak."

 

Elvan'ın suratında ki o ifade, son kelimemle beraber silinip yerini ciddi bir ifadeye bıraktığında, benim ifademde en ufak bir değişiklik olmadı. Bu saaten sonra hiçkimse, Azer ve Elvan'ın arasında normal bir karı koca ilişkisi olduğuna beni inandıramazdı. Herşey gün gibi ortadaydı.

 

Kısa bir sessizlik oluştu. Azer, telefonu kapatmış ve cebine koymuştu. Avluda Lebriz Hanım'ın bastonunun sesi duyuldu. Göz ucuyla sesin geldiği tarafa baktığımda, Lebriz Hanım'ın yanında Berşan Hanım'la beraber masaya doğru geldiklerini gördüm. Berşan Hanım'ın yüzünde herzamanki gibi, kendinden emin bir tavır vardı.

 

Azer, en baştaki sandalyeyi Lebriz Hanım için geriye çekti. Lebriz Hanım'ın keyfi, Azer'i görünce yerine gelmişti. O alışılagelmiş gurur ve hayranlık duyan bakışlarını torununun üzerinde gezdirdi ve geçip Azer'in çektiği sandalyeye oturdu. "Sağolasın Ali'm."

 

Azer, kendi yerine oturduğunda Adil Bey ve Arzu'da gelip yerlerine oturdular. Orkun ise oldukça rahat bir tavırla sandalyelerden birine oturmuş telefonuyla ilgileniyordu. Adil Bey'in suratı herzamanki gibi keyifsizdi ama önceki günlere nazaran bu keyifsizliği biraz azalmış gibiydi.

 

Lebriz Hanım, "Afiyet olsun," diye konuştuğunda kahvaltı faslı başlamıştı.

 

Çalışanlar, hâla etrafta gezinip duruyorlardı. Ellerinde temiz masa örtüleri ve tabak takımlarıyla oradan oraya koşturuyorlardı. Bir kaç dakika sonra Lebriz Hanım, "Bugün hepinizin konakta bulunmasını istiyorum," diye söze girdi. Elinde ki fincanı masaya koyup bakışlarıyla hepimizi tek tek süzdü. "Akşam misafirler gelecek. Rasim Ağa'nın hanımı dün akşam arayıp haber verdi."

 

Azer'in bakışları Lebriz Hanım'a taraf döndü. "Hayırdır," diye konuştuğunda sesi ciddiydi. "Torunlarının yediği haltı böyle mi temizleyecek, Rasim denen adam?"

 

Lebriz Hanım, kafasını ağır ağır salladı. "Haklısın oğlum, haklısın," Göz ucuyla bana bakıp tekrar Azer'e taraf çevirdi bakışlarını. "Ama onca yılın hatrı ne olacak. Ben diyorum ki fazla uzatmadan çözelim bu işi."

 

Arzu hafifçe gülümsedi ve Lebriz Hanım'a baktı. "Bence de fazla uzatmaya gerek yok," dedi, sonra da bana baktı. "Hem daha düğün olayı unutulmadan, mekanda çıkan olayı konuşmaya başlamış millet."

 

Kaşlarım çatıldı. "Bir dakika," diye araya girdim buz gibi bir ifadeyle. Herkesin bakışları üzerime çevrilirken, ben Lebriz Hanım'a taraf baktım. "O Baran denen ruh hastasından mı bahsediyorsunuz siz?"

 

Lebriz Hanım beni baştan aşağı süzdü. "Evet küçük hanım," dedi üstten bir tavırla. "Belki hoşuna gitmeyecek ama aldığım duyumlara göre bu konuda seninde kusurun varmış."

 

Tam ağzımı açıp konuşacağım sırada Azer, "Yok," diye araya girdi Lebriz Hanım'a hitaben. Benim bakışlarım aniden onun üzerine döndüğünde, onun yüzü oldukça ciddileşmişti. "Dilba'nın," diye devam etti itiraz istemeyen bir sesle. "Hiçbir suçu yok."

 

Lebriz Hanım, bir kaç saniye duraksadı. Anlaşılan bunu beklemiyordu. Azer'in kurduğu bu son cümleyle beraber, etrafta kısa bir sessizlik oluştuğunda, kollarımı önümde bağlayıp arkama yaslandım. O Baran denen çocuk ve Şilan denen kızla uzlaşacağımı falan mı düşünüyorlardı?

 

Hiç sanmıyordum.

 

Lebriz Hanım'ın yüzü düşer gibi oldu ama Azer'e o kadar çok güveniyordu ki, benim herhangi bir suçum olmadığına bile inanmış gibiydi. Kadın, duruşunu dikleştirdi ve bakışlarını Azer'in üzerinde gezdirdi.

 

Onun bir şey demesine kalmadan, Adil Bey'in oturduğu yerden hafifçe doğrulduğunu farkettim. "Millet öyle demiyor ama," diye konuştuğunda, Azer göz ucuyla Adil Bey'e baktı.

 

Azer'in suratında ki ifade bu son cümleyle beraber daha çok sertleşirken, gözlerinde bir kaç dakikadır hüküm süren o öfkeyi çok daha net hissetmiştim bu sefer. Bakışları bir ok gibi Adil Bey'e değdiğinde, gözlerindeki ifadeyi çözmekte zorlandım. "Ne zamandan beri milletin lafıyla hareket ediyoruz, Adil Bey?" diye sorduğunda sesinde ki öfke masadaki herkes tarafından hissedilmişti.

 

Lebriz Hanım, bozuntuya vermeden önce Adil Bey'e, sonra da Azer'e baktı. "Rasim Ağa'nın hatrı olmasa, konusunu bile açmazdım bilirsiniz." dedi düz bir sesle. "Lakin torunlarının yaptıkları yüzünden, bunca yıllık hukukumuzu nasıl yok sayarız?"

 

Azer, arkasına yaslandı. "Rasim Ağa'ya bir dediğimiz yok," dedi Lebriz Hanım'a bakarak. "Ama o Baran denen haysiyetsiz bu konaktan içeri adımını bile atamaz," Sesindeki tını oldukça net ve kendinden emin çıkıyordu. "Ayrıca," dediğinde bakışlarının bana dokunduğunu hissettim. "Kardeşi, mekânda söylediği laflar için Dilba'dan özür dileyecek. Herkesin içinde."

 

Adil Bey, memnuniyetsiz bir tavırla Azer'e baktı. "Bu resmen Rasim Ağa'ya hakarettir," dedi sinirli bir sesle. "Adamın torununa herkesin içinde özür dileterek, onları küçük düşüreceksin."

 

Dudaklarıma alaycı bir gülüş yerleştiğinde, kendimi daha fazla tutamadım ve Adil Bey'e taraf baktım. "Küçük düşmenin nasıl hissettirdiğini bildiğiniz için mi bu öfke?" diye sordum düğün gününü kastederek.

 

Mercan'ın kıkırdadığını işittim. Harun, Mercan'a hafifçe dokunarak onu uyarmış olacakki, Mercan eliyle ağzını kapatıp güldüğünü saklamaya çalışmıştı. O sırada Orkun gözlerini masadan kaldırıp, ukala bir tavırla gözlerini üzerimde gezdirdiğinde ben gözlerimi devirip tekrar Adil Bey'e taraf döndüm.

 

Lebriz Hanım, uyarırcasına hafifçe öksürdü. "Bu akşam bu mesele çözülecek," dedi gözlerini üzerimde gezdirerek. "Senden de bu akşam uslu durmanı istiyorum küçük hanım," Alayla güldüm, Lebriz Hanım ise ekledi. "Rica ediyorum gerginlik çıkmasın."

 

Yapmacık bir edayla kafamı salladım. "Siz hiç merak etmeyin Lebriz Hanım," dedim imâlı bir ses tonuyla. "Keyifle izleyeceğim."

 

Bu söylediğim şeyle beraber, Azer'in bakışları yavaşça üzerime döndü. Dudaklarında bir saniyeden daha kısa süren, belirsiz bir tebessümü yakalar gibi oldum. Ama bu o kadar kısa sürmüştü ki muhtemelen sadece ben görebilmiştim.

 

Orkun'un bakışları ise hâlâ benim üzerimdeydi. Baygın bakışları ve alayla bakan soğuk tavırlarıyla sanki hep sarhoşmuş gibi görünüyordu. Gözlerini bir süre üzerime dikti ve alayla güldü. "Sanada gün doğdu değil mi?" diye konuştuğunda sesi oldukça rahattı. "Bu akşam kimin başını yakacaksın çok merak ediyorum."

 

Yapmacık bir ifadeyle gülümsedim. "Benden bu kadar korkmana gerek yok," dedim yüzüme indirdiğim alaycı bakışlarım eşliğinde.

 

O sırada Lebriz Hanım, bize uyarı dolu bakışlar yollayıp Berşan Hanım'a taraf döndü. "Dilcan'ı ara, onlarda gelsinler bugün."

 

Berşan Hanım ağır ağır kafasını salladı. "Ararım aramasına da," dediğinde dudaklarının kenarında o kendine has alaycı gülümsemesi belirmişti. "Cenap Ağa, ertesi gün tüm Mardin'e yayar bugün ne olup bittiğini."

 

"Amaç bu ya zaten," diye araya girdi Arzu, göz ucuyla Berşan Hanıma bakarak. "Rasim Ağa'nın torunu biricik, gayrimeşru kızımızdan özür dileyecek sonuçta, biraz gözdağı vermek gerekiyor tabi..."

 

Arzu'nun bu imâlı cümlesiyle beraber, Lebriz Hanım'ın bakışları Arzu'ya taraf döndü. Sinirlendiği, bizzat gözlerinden belli oluyordu. "Bakıyorumda kararlarım fazla sorgulanır oldu," diye konuştuğunda sesi oldukça otoriter çıkmıştı.

 

Arzu bakışlarını masaya indirdi ve, "Estağfurullah Büyük Hanım," diye mırıldandı. "Tabi bir bildiğiniz vardır ama..."

 

"Bir bildiğim var!" Lebriz Hanım, öfke barındıran bir sesle Arzu'nun cümlesini yarıda kestiğinde, Arzu tek bir kelime bile söylemedi.

 

Masada kısa bir sessizlik oluştu. Arzu, göz ucuyla Adil Bey'e baktığında, Adil Bey'in bakışlarını kaçırdığını ve oturduğu yerden doğrulduğunu gördüm. "Bir buçuk saat sonra önemli bir ameliyatım var," dedi Lebriz Hanım'a taraf bakarak. "Ona yetişmem gerekiyor, bir sorun çıkmazsa Rasim Ağa gelmeden konakta olurum."

 

Lebriz Hanım onaylarcasına kafasını salladığında Adil Bey yerinden kalkıp, çalışanların getirdiği siyah bir çanta ve ceketi eline aldı. O aceleci adımlarla yanımızdan uzaklaşırken Arzu'da kocasının arkasından bakıyordu. "Çok çalışıyor," diye konuştuğunda bakışları bize taraf döndü. "Koskoca baş hekim sonuçta, kolay mı?"

 

Alayla güldüm. O koskoca baş hekim dedikleri adam kendi öz kızının ölümüne sebep olmuştu. İşte ne zaman bu düşünce zihnime uğrasa, karşı konulamaz bir öfke vücudumu cayır cayır yakıyordu.

 

Adil Bey gözden kaybolduğu vakit Ruken sıkıntıyla oflayıp ayağa kalktı. Anlaşılan o ki, Azat konusu ciddi manada canını sıkıyordu ve haklıydı. Berşan Hanım, kızına taraf bakıp, "Ne oldu?" diye sorduğunda Ruken'in bakışları annesine değdi.

 

"Odama gideceğim," diye mırıldandı, sesi yorgun ve sinirliydi.

 

Ruken bunu der demez, Azer'in hareketlendiğini farkedip göz ucuyla ona baktım. Azer, oturduğu sandalyeden kalkıp Ruken'in olduğu tarafa doğru yürümeye başladı. "Sen bir gel benimle," diye konuştuğunda sesi oldukça ciddiydi.

 

Ruken'in gözlerine merak yerleşti ve abisine taraf baktı. "Hayırdır inşallah abi?"

 

Ruken'in meraklı bakışları abisinin üzerinde gezinirken daha fazla üstelemedi ve Azer'in peşinden yürümeye başladı. Zihnimden geçen ihtimal doğruysa Ruken'i gerçekten zor günler bekliyordu.

 

Azat'ın onu aldattığını söyleyecekti.

 

Ruken'in bunu öğrendikten sonra nasıl bir tepki vereceği hakkında en ufak bir fikrim yoktu.

 

Azat denen adamı hayatından çıkarabilecek miydi?

 

Berşan Hanım'ın yüzünde herhangi bir şaşkınlık yoktu. Belki de tüm olup biteni biliyordu ama Lebriz Hanım'ın herhangi bir şey bilmediği bariz ortadaydı. Öyle ki, torunlarının arkasından bakarken gözlerine merak yerleşmişti.

 

Masadan kalkacağım sırada, telefonumun kısık titreşim sesi doldu kulağıma. Telefonumu pantolonumun arka cebinden çıkarıp ayağa kalktım ve üzerime dönen bakışlara aldırış etmeden merdivenlere taraf yürümeye başladım.

 

Ekranda yazan isim bir anda, tokat yemişim gibi hissettirirken adımlarımın duraksamasına izin vermedim ve yürümeye devam ettim.

 

Volkan arıyordu.

 

Aceleci adımlarla merdivenlerden çıkmaya başladığımda aramayı bekletmeden cevapladım. "Volki?"

 

Kısık tutmaya çalıştığım sesimle bunu söylediğimde, karşı taraftan Volkan'ın sesi duyuldu. "Volki ya, Volki!" diye bağırıyordu diğer taraftan gergince. "Neredesin kızım sen ya? Başıma gelmeyen kalmadı..."

Bekle bir dakika," dediğimde etrafıma baktım ve aceleci adımlarla odama girip kapıyı kapattım. "Tamam, anlat şimdi."

 

Volkan'ın ofladığını işittim. "Konağın etrafına adımımı atmadan enselediler beni," dedi sinirli bir sesle. "Sen mi sattın kızım beni?"

 

Kaşlarımı çattım ve odanın içinde gezinmeye başladım. "Saçmalama be," diye konuştuğumda öfkeyle suratımı buruşturdum. "Aptalca hareket edip kendini yakaltmışsın, şimdi de bana mı laf ediyorsun?"

 

"Yemin ederim tırlatacağım ben burada he," Volkan bunu söylediğinde, sinirle gözlerimi devirmiştim. "Ben Bedo'nun itlerinden kaçıp buraya geleyim, daha sana doğru dürüst haber vermeden iki dakikada enseleneyim. Bende şu kadar şans yok, valla bak!"

 

Buz gibi bir sesle, "Ben sana gelme demedim mi?" diye sordum. "Burası daha mı güvenli zannediyorsun sen?"

Derin bir nefes aldım. "Neyse, bir şey yaptılar mı sana?"

 

Bir çakmak sesi duyuldu. Muhtemelen sigara yakıyordu. "Herifin biri fena dayak attı," diye söylendi gergince. "Hayır bari ne için dövdüklerini söyleseler..." Volkan bir kaç saniye durasadı. "Harbiden, bu adamlar kim kızım?"

 

"Bu kafayla sana iki saat o adamların kim olduğunu anlatamayacağım Volki, hiç kusura bakma," dediğimde sesim buz gibiydi. "Hem sen neredesin? Nerede kalıyorsun?"

 

Volkan, "Merkezdeyim, pansiyonda kalıyorum," diye yanıtladı beni. "Ayrıca böyle geçiştirip, geçiştirip hiç bir bok anlatmıyorsun ama sen anlatmazsan ben öğrenirim haberin olsun. Ne halt etmeye geldik kızım biz Mardin'e?"

 

Bakışlarıma buz gibi bir ifade yerleşti. "Bana bak Volki," diye mırıldandığımda sesim oldukça tehditkardı. "Sakın benim işime burnunu sokma, eğer senin yüzünden başım bir daha belaya girerse direk ben seni Bedo'ya teslim ederim haberin olsun."

 

"Aman iyi."

 

"Bu arada," diye devam ettim sesime yerleşen ciddi tınıyla. "Sen bir şey söyledin mi o adamlara benim hakkımda?"

 

Volkan bir kaç saniye düşündü. "Bir şey sormadılar ki," dediğinde şaşkınlıkla kaşlarım çatıldı.

 

Bu adamın amacı neydi? Hakkımda bildiği bir şeyler olduğu kesindi ama ne kadarını biliyordu, emin değildim. Volkan'a sorma gereği duymaması, zihnimde beliren tehlike canlarını devreye sokarken Volkan'ın aklına daha fazla bir şey sokmamak için üstelemedim. "Tamam," dedim saklayamadığım bir gerginlikle. "Ben bir kaç güne bir yolunu bulup uğrayacağım yanına, o zamana kadar rahat dur."

 

Bir şey söylemesime fırsat vermeden telefonu kapattığımda, geçip yatağın bir köşesine oturdum ve kafamı ellerimin arasına aldım. Berşan Hanım, Azer'in herhangi bir şey bilip bilmediği hakkında doğru dürüst bir cevap vermiyordu ve bu işimi yeterince zorlaştırıyordu.

 

Volkan'a hiçbir şey sormamıştı.

 

Bu ne demek oluyordu?

 

Her taraf soru işaretleriyle doluydu. Bilimezliklerle dolu bir oyunun ortasındaydım ve ne tarafa dönsem tuzaklarla karşılaşıyordum.

 

 

•••

 

"Yav bu Rasim'de kendini pek önemli zannediyor, zamanında kardeşiyle iki tarla için birbirlerine girdiklerini bilmesek inanacağız!"

 

Zihnim geçip giden saatlerin bana bahşettiği düşüncelerle boğuşurken, Cenap Ağa'nın yarım saattir süre gelen söylenmeleri bir türlü bitmek bilmiyordu. Dilcan Hanım ve Gaye'yi de almış misafirlerin geleceği saatten tam bir buçuk saat erken gelip avlunun baş köşesine kurulmuştu ve asla susmuyordu.

 

Dilcan Hanım, kocasına taraf bakıp, "Ya sabır," diye mırıldandı. "Allah aşkına bir sus Cenap."

 

Cenap Ağa, kaşlarını çattı ve arkasına yaslanarak elindeki küçük tespihi sallamaya başladı. "Azer nerede yahu? Adamlar gelecek birazdan, kimse ortada yok, valla anlamadım ben bu işi.."

 

Kahvaltıdan sonra ne Azer'i ne de Adil Bey'i görmemiştim. Adil Bey muhtemelen hâlâ hastanedeydi ama Azer'in yarım saat önce konağa geldiğini çalışanlardan duymuştum. Ruken ise Berşan Hanımın söylediğine göre kendini odaya kapatmıştı.

 

Kimsenin hâlâ ne olup bittiğinden haberleri yoktu.

 

Berşan Hanım, oturduğu tekli koltuktan doğruldu ve etrafta koşturan çalışanlara taraf baktı. "Saniye bak hele," diye bağırdığında, çalışanlardan orta yaşlı bir kadın dönüp Berşan Hanıma baktı.

 

"Buyur hanımım."

 

"Gidip Ruken'i çağır, misafirler gelecek o hâlâ odasından çıkamadı,"dedi Berşan Hanım düz bir sesle. "Büyük Hanım kızacak şimdi."

 

Kadın derhal kafasını sallayıp merdivenlere taraf yönelirken ben bakışlarımı Berşan Hanıma çevirdim. "Sabah pek iyi görünmüyordu," diye mırıldandığımda, Berşan Hanımın gözleri bana taraf döndü. "Bir gidip baksanız mı acaba."

 

Berşan Hanım, umursamaz bir ifadeyle arkasına yaslandı. "Aman," diye geçiştirdi elini sallayarak. "O hayırsız nişanlısına takmıştır yine kafayı, bir saate keyfi yerine gelir merak etmeyin."

 

Dudaklarımın alayla kıvrılmasına mani olamadım. Aynı ego, aynı umursamazlık. Berşan Hanım'da tıpkı annem gibi bir duruşa sahipti, bunu şimdi daha iyi anlıyordum.

 

Elimle saçlarımı düzeltiğimde, gözlerim bu tarafa doğru gelen, Arzu'ya takıldı. Onun hemen arkasında Elvan ve Mercan vardı. Mercan her zamanki gibi neşeli görünüyordu ama Elvan için aynısını söyleyemezdim.

 

Mercan adımlarını hızlandırıp diğerlerindem önce yanımıza ulaştı ve benle Gaye'nin tam ortasına oturdu. "Ee?" diye konuştu herkese tek tek bakarak. "Adil Amcayla, Azer Ağa gelmedi mi hâlâ?"

 

Elvan boş olan koltuklardan birine yavaşça oturdu ve Mercan'a baktı. "Azer yukarıda," dediğinde göz ucuyla bana baktığını farkettim. "İner birazdan."

 

Mercan, alayla gülüp Elvan'a taraf baktı, sonra da bakışlarını bana taraf çevirdi. "Kız Dilba," diye konuştu neşeli bir tavırla. "Daha geleli bir hafta olmadı, koskoca Rasim Ağa'yı özür dilemek için konağa gettirttin. Valla helal olsun."

 

Rahat bir tavırla arkama yaslandım. "Ben getirtmiyorum," dediğimde sesim alaycıydı. "O sapık torununu zaptedememenin cezasını çekiyor zavallı adam..."

 

Mercan'ın kıkırdadığını işittim. O sırada Gaye'nin bakışları bana taraf dönmüştü. "O Baran'ın rezilliklerini Mardin'de bilmeyen kalmadı da," diye konuştu imalı bir sesle. "Ama sende az değilsin yani, tüm Mardin'in dilindesin yani..."

 

Göz ucuyla Gaye'ye baktım ve dudaklarım tekrar alayla kıvrıldı. "Tatlım," diye mırıldandığımda sesimde umursamaz bir tını vardı. "Ezik gibi onun bunun arkasından konuşmaktansa, yaptıklarımın konuşulmasını tercih ederim. Bilmem anlatabiliyor muyum."

 

Ezik kelimesinin üzerine yaptığım baskıyla, Gaye'nin kaşları havalanırken onu zerre kadar takmadım. Hiçbir şeyi görmeden yargılamak bu konakta yeterince yaygındı ama fırsat bulsalar Baran'ı bile savunacaklarını bildiğimden bu lafları fazla umursamıyordum.

 

"Hah, Azer!" Cenap Ağa, gülümseyerek yerinde doğrulduğunda kafamı hafifçe çevirip arkama taraf baktım.

 

Azer, gülümseme gereği duymadan gelip Cenap Ağa'nın elini sıktığında, Cenap Ağa sırıtmaya devam ediyordu. "Bende seni bekliyordum," diye konuştuğunda gözlerinin içi parladı. "Şu arsa mevzusu___"

 

"Yav Allah, peygamber aşkına yeter Cenap!" Dilcan Hanım, Cenap Ağa'nın sözünü kestiğinde, Cenap Ağa menuniyetsiz bir ifadeyle karısına baktı.

 

Azer, Cenap Ağa'nın elini sıkmayı bıraktığı esnada dikkatimi çeken bir şey oldu. Bu sefer parmağında alyans vardı ve ben bir kaç saniye boyunca istemsizce yüzüğe bakakalmıştım. Bu alyansı onun parmağında ilk kez görüyordum ve bu belli etmesemde şaşırmama neden olmuştu.

 

Bakışlarımı yüzükten ayırıp, göz ucuyla Elvan'a baktım. Anlaşılan o ki, yüzük bir tek benim dikkatimi çekmemişti. Öyle ki, Elvan'ın şu an yüzünde güller açıyordu.

 

Azer'in konağa misafirlerin geldiği gün alyansını takmasına Elvan'ın sevinmesi de yeterice trajikomikti...

 

Konağın kahyası Ziya, Azer'e taraf bakıp, "Rasim Ağa'lar geldi beyim," diye konuştuğunda, arkadan Lebriz Hanım'ın da yanımıza geldiğini işittim.

 

Herkes ayaklanırken, bakışlarımı Lebriz Hanım'ın arkasından geldiğini yeni farkettiğim Ruken'e taraf çevirdim. İyi görünmüyordu. Suratı beton gibiydi ve göz altlarında ki morluklar daha da belirginleşmişti. Ağladığı bariz bir şekilde belli oluyordu. Gözlerine inen o nefreti daha ilk saniyeden hissettim. Helin'de gördüğüm bakışların bire bir aynısıydı bu.

 

İhanete uğramış kadın öfkesi.

 

Bu da demek oluyordu ki, Azer ona Azat'ı söylemişti.

 

Bakışlarımı Ruken'den ayırdım ve bende ayağa kalktım. O an Azer'in bakışlarını üzerimde hissetsemde ona bakmadım ve bakışlarımı avlu kapısına taraf çevirdim. Konağın kahyası, "Hoşgeldiniz," diye konuşup büyük kapıyı açtığında, içeriye ilk olarak Lebriz Hanım yaşlarında, saçları ve bıyıkları beyazlamış yaşlıca bir adam girdi.

 

Rasim Ağa, dedikleri bu olsa gerekti.

 

Onun ardından, karısı olduğunu tahmin ettiğim bir kadın, birisi kırklı yaşlarında, diğeri ise daha küçük iki adam ve o gece kavga ettiğim Şilan denen kız girdi içeri. Dudaklarımın kenarı alayla kıvrılırken, kollarımı önümde bağladım ve kızı baştan aşağı süzdüm. Suratı sirke satıyordu ve sebebi gayet açıktı.

 

Rasim Ağa ilk olarak, Azer'e taraf yönelip hafifçe gülümsedi. Azer'in ise suratında yine herhangi bir gülümseme yoktu. "Hoşgeldin, Rasim Ağa," diye mırıldandığında sesi buz gibiydi.

 

Rasim Ağa, saklayamadığı bir mahcubiyetle hafifçe kafasını salladı. "Hoşbulduk."

 

Rasim Ağa, Lebriz Hanım'la da kısaca selamlaştı. Şilan denen kızın, şeytanca bakan gözleri beni üzerime çevrilirken, alayla gülüp, "Hoşgeldin diyeceğim de," diye mırıldandım. "Pek hoş gelmiş gibi durmuyorsun."

 

Şilan tam ağzını açıp bir şey diyecekken, kendini engelledi ve dedesine taraf bakarak lafını yutmak zorunda kaldı.

 

Lebriz Hanım, "Buyrun," deyip merdivenleri gösterdiğinde herkes o tarafa doğru yönelip merdivenlerden çıkmaya başladı. Misafirler Lebriz Hanım'ların konağında ki büyük oturma odasına geçtiklerinde, gözlerim yine istemsizce Azer'in ellerine kaymıştı.

 

Ve bunu neden yaptığımı bilmiyordum.

 

Rasim Ağa ve Lebriz Hanım, baş köşedeki tekli koltuklara geçip oturduklarında Berşan Hanım, gözleriyle yanında ki boş yeri işaret etti. Bu özür işi onun yeterince işine yarıyordu çünkü Rasim Ağa'nın sırf özür için buraya gelişi Adil Bey'in hiç hoşuna gitmemişti. Öyle ki hâlâ ortalıklarda yoktu.

 

Geçip Berşan Hanımın yanına oturduğumda, karşı tarafta ki koltuğa Azer'in oturduğunu gördüm. Yanına ise Elvan geçti. Bakışlarımı onlardan ayırıp Rasim Ağa'nın olduğu tarafa doğru baktığımda, yaşlı adam Lebriz Hanım'a taraf döndü. "Adil nerede?" diye sordu. "Göremedim uzun zamandır."

 

Lebriz Hanım, "Adil'in hastanede önemli bir işi vardı," diye konuştu. "Gelir birazdan."

 

Lebriz Hanım, tam bunu demişti ki, kapıdan Adil Bey'in içeri girmesiyle tüm bakışlar ona taraf döndü. Rasim Ağa genişçe gülümseyip ayağa kalktı. "Biz de tam senden bahsediyorduk."

 

Adil Bey, teker teker herkesi süzdü ve durumdan duyduğu hoşnutsuzluğu gizlemeye gerek duymadan Rasim Ağa'yla tokalaştı. "Hepiniz hoşgeldiniz."

 

Gözlerimi devirdim. Onun bu saçma sapan tavırları içinde gülme isteği uyandırıyordu. Ona göre suçlu kesinlikle bendim. Hatta elinde fırsat olsa, benden özür dilememi bile isterdi.

 

Adil Bey, geçip müsait bir yere oturdu. Bu sırada, Şilan'ın nefret dolu bakışları hâlâ benim üzerimdeydi. Özür dileyecek olmasına epey bir içerlemişti anlaşılan. Onu umursamadım ve rahat bir tavırla bacak bacak üstüne atıp yüzüme alaycı bir ifade yerleştirdim.

 

Rasim Ağa, kısa bir sessizliğin ardından Azer'e taraf baktı. "Bu arada hayırlı olsuna bir türlü gelemedik," dedi düz bir sesle. "Düğünde olanlar malum."

 

Rasim Ağa'nın karısı olduğunu tahmin ettiğim kadın, "Geldi mi de böyle her şey üst üste geliyor demekki," diye eklediğinde gözleri imayla bana dönmüştü.

 

Rasim Ağa duruşunu dikleştirdi ve kafasını mahçup bir ifadeyele hafifçe salladı. "Buraya geliş sebebimiz malum," diye söze girdi. Ardından torunu Şilan'a taraf bakıp Lebriz Hanım'a döndü. "Gençlerin arasında ufak bir tartışma çıkmış, bizim Baran biraz hovardadır nerede ne söyleneceğini bilmez..."

 

Kendimi tutamadım ve "Bence torununuzun yaptığı hovardalıktan çok daha fazlasıydı," diye konuştum alayla.

 

Rasim Ağa elinde ki tespihi avucunun arasına aldı ve huzursuz bir nefes aldı. "Tabi biz orada olmadığımız için işin aslını bilmiyoruz," dediğinde kaşlarım hafifçe havalandı. "Herkes kendi tarafından anlatıyor___"

 

"Sen görmemiş olabilirsin Rasim Ağa," Azer, oldukça ciddi bir sesle bunu söyleyip Rasim Ağa'nın sözünü kestiğinde göz ucuyla Azer'e baktım, o ise devam etti. "Ama ben bizzat oradaydım," Bakışları sertleşti. "Bilmem anlatabiliyor muyum."

 

Rasim denen adam, "Senin sözüne itimadımız tam Azer Ağa," diye konuştuğunda, gözleri bir kaç saniye benim üzerimde gezindi. "Ama zaten, sen gereken cevabı vermişsin bizim toruna," Elini hafifçe kaldırdı. "Yanlış anlama ha, ben ne darıldım ne de kırıldım. Keşke bir tane de benim yerime vursaydın. Laf dinletemiyoruz ki eşşek sıpasına."

 

Şilan, "Baran suçsus dede," diye araya girdi. "Bu kızın ettiği lafları duymadınız tabi siz!"

 

"Senin o sapık kardeşin resmen beni taciz etti," dedim sinirli bir sesle. "Yüzün kızaracağına, hâlâ Baran suçsus diyorsun."

 

Lebriz Hanım yapmacık bir şekilde öksürdü ve uyarırcasına bize baktı. "Kızlar sakin," dediğinde sesi oldukça otoriterdi. "Yeni bir gerginliğe hiç gerek yok, kavga için toplanmadık öyle değil mi?"

 

Rasim Ağa kafasını sallayarak Lebriz Hanım'ı onayladı. "Çok doğru," dedi. "Gençlerin böyle küçük hataları, bunca yıllık hukukumuzu bozacak değil tabi... Ama uyarmak boynumuzun borcu."

 

Azer'in bakışlarını tekrar üzerimde hissettiğimde bu sefer ona taraf bakmaktan kendimi alamadım. Onunla göz göze geldiğimizde, dün gece tekrar zihnimde canlanır gibi oldu ve yine sebepsizce garip hissetmeye başladım. Siyah gözleri bir kaç saniye boyunca gözlerimde takılı kaldı ve o an avuçlarımın terlemesine ciddi manada anlam veremedim.

 

Bu olmamalıydı.

 

Azer gözlerini benden ayırmadan, "Hata, öyle mi?" diye tekrarladı Rasim Ağa'yı ve bakışlarını benden ayırıp Rasim Ağa'ya çevirdi. "Sizin o hata dediğiniz şey eğer bir daha tekrarlanırsa," Gözlerine aniden tehditkar bir ifade yerleşti. "Ortada ne hatır bırakırım, ne de hukuk."

 

Rasim Ağa, bir an duraksadı. Azer'in gözlerindeki sert ifade, bir an olsun yumuşamazken, Lebriz Hanım'da dahil odadaki herkes gerilmişti. Çünkü Azer'in yüzündeki ifade hiçte barışçıl değildi. Rasim Ağa'yla karısı birbirlerine baktılar ve sonra Rasim Ağa'nın gözleri torununa kaydı. Muhtemelen onu bu duruma düşürdükleri için onlara yeterince öfkeliydi. Bu bakışlarından belli oluyordu.

 

Adil Bey, huzursuz bir tavırla gözlerini üzerime çevirdi ve sonra da Rasim Ağa'ya taraf baktı. Arzu ise durumdan hiç memnun görünmüyordu. İkisi de istedikleri kadar içerleyebilirlerdi, umurumda bile değildi.

 

Rasim Ağa, torununa taraf baktı. "Şilan," dedi kafasıyla beni göstererek. "Hadi kızım."

 

Şilan'ın kaşları çatıldı. "Ama dede ___"

 

"Şilan!" Rasim Ağa uyarırcasına söylendiğinde, Şilan öfkeyle dudaklarını ısırdı ve derin bir nefes aldı.

 

Odanın içinde derin bir sessizlik oluştuğunda, Şilan bir kaç saniye öylece bekledi. Bir şey söylemek için ağzını açtı, sonra tekrar kapattı. Gözleri yere sabitlenirken zorlukla, "Özür dilerim," diyebildi sadece.

 

Bu cümle o kadar zoraki söylenmişti ki alayla gülmekten kendimi alamadım. "Ne samimi bir özür," diye mırıldandığımda, gözlerimde taşıdığım buz gibi ve alaycı tavır bir saniye bile değişmemişti.

 

Şilan öfkeyle nefesini verdi. "Özür dilerim," dedi tekrar. "Pişmanım. Oldu mu?"

 

"Olmadı," dedim küçümseyici bir ifadeyle. "Ama sen özür falan dileme ya, kibarlık çok komik duruyor üzerinde."

 

Şilan gözlerini devirdiğinde, Lebriz Hanım derin bir nefes aldı ve bize taraf baktı. "Konu tatlıya bağlandığına göre," dedi ve eliyle kapıda bekleyen çalışanlara işaret yaptı. "Servise başlayın da ağzımız tatlansın."

 

O sırada Berşan Hanım, etrafa bakındı. "Ruken nerede?" diye sorduğunda bakışlarımı etrafta gezdirdim. Farkına varmamıştım ama Ruken şu an burada değildi. Berşan Hanım, servise başlayan Yasemin'e taraf bakıp, "Yasemin, gidip Ruken'e baksana." diye konuştu sadece bizim duyabileceğimiz bir biçimde. "Nereye kayboldu bu kız?"

 

"Tamam hanım'ım." Yasemin elindeki tepsinin içinde ki çaylar servis ettikten sonra odadan çıktığında, zihnime düşen şüpheyle bir an duraksadım.

 

Aldatıldığını yeni öğrenmişti ve sağlıklı düşünemiyordu. Kendine zarar verme ihtimali aklımın ücra bir köşesine düştüğünde bir an nefesim kesilir gibi oldu. Sanki o an, Yaren'in kendi canına kıydığı ana geri dönmüşüm gibi hissettim.

 

Bu korkunç bir düşünceydi.

 

İhanetin korkunç bıçağı sırtına saplandığı vakit, insan o bıçaktan önce kendi almak isterdi canını. Ruken'in belki de ne düşündüğünü şu an tam anlamıyla anlayamazdım ama ne yapabileceğini çok iyi biliyordum.

 

O an, kapıdan hışımla birinin içeri girdiğini işittim. İçeri giren kişi o sırada çalışanlardan biriyle çarpıştı ve kadının elindeki iki tabak yere düşüp parçalandı.

 

Odada ki herkesin bakışları o tarafa doğru dönerken, gelen kişinin Güven olduğunu daha yeni farkedebilmiştim. Suratında telaşlı bir ifade vardı. Gözleri Azer'e taraf dönerken, "Abi," diye konuştu. "Ruken çalışma odasına girip senin silahlarından birini almış!"

 

Azer'in kaşları aniden çatıldığında gözleri Güven'in üzerinde gezindi. "Ne demek silahı almış?" diye sordu sert bir sesle. "Nerede Ruken?"

 

Güven derin bir nefes aldı. "Bilmiyorum," diye mırıldandı. "Çıkmış gitmiş, konağın her tarafına baktım ama yok."

 

Bu son cümleyle beraber, ben de dahil herkesin aklına korkunç bir ihtimal düştü.

 

Birinden öc almak isteyecekti.

 

Ya kendinden, yada

başkasından.

 

•••

 

BÖLÜM SONU🖤

 

Oy atmayı ve yorum yapmayı unutmayın lütfen. Sınır koymak istemiyorum ve yorumlarınız benim için çok önemli. Beni bundan mahrum bırakmayın lütfen.

 

SEVİLİYORSUNUZ ❤️

 

Loading...
0%