@k_blackfire
|
Keyifli okumalar...
12. BÖLÜM "Bir Nefes Kadar" Part 1
𓆙
Kaderin en karanlık ağıydı önüme dökülen intikam yeminleri.
Ve bir şerefsizin kanına akıttığım zehirdi uykularımın kansız katili.
Bir gece yarısı boğazıma sarılan eller benim nefesimi değil, kendi katilinin kalan son vicdanını katlettiğinde, Azrail'in soğuk nefesi yanından geçti kimsesiz kalmış riyakar bedenimin.
Yıllar önce, bir gece yarısı sarhoş olup bizim evin sokağında sızıp kaldığımda, Yaren'in beni telaşlı bir suratla bulduğu geceye dönmek isteseydim eğer, onun bana; herzaman seni sokaklardan toplayacak bir ablan olmayacak demesini engellemek isterdim mesela. O sarhoş halimle bile bu cümleyi zihnime hapsedebilmişken, neden beni yaşama tutunduran bir hayatı alamamıştım ki ölüm denen darağacından?
İşte bunun gibi, başkalarının hayatıyla bu denli alakadarken, kendi hayatını bir hiç uğruna feda edecek kadar çelişkili insanlarla büyüttü beni bu zifir suratlı hayat.
Oysa en başta, kendi hayatı uğruna benim hayatımı feda edecek insanlar yüzünden gözlerimi açmamış mıydım ben bu dünyaya?
Gece boyu gözüme tek damla uyku girmediğinden, geçen tam bir saati daha karşı duvardaki saatten takip etti bakışlarım. Midyat'ın tepesindeki kara göğün, sabahın ilk ışıklarıyla paramparça edilişini uykusuz gözlerle seyretmiş, uyumayı bile denemediğim bir gecenin bitişini beklemiştim öylece.
Saat sekizi geçiyordu. Sırtımı yatağın başlığına dayamış boş gözlerle tek bir noktaya dalmıştı bakışlarım. Azer'in dün söylediği o cümle gece boyu aklımdan çıkmamıştı. O tarihi telaffuz edişi, bir bomba misali zihnimin ortasına düşmüştü.
Bana olması gerekenden çok daha yakındı.
Bunun olmaması gerekiyordu. O an zihnimde, dün akşam gözlerimin içine bakıp, ben hiç unutmadım dediği an tekrar canlandığında, göğüs kafesimin içindeki tutsağın isyanı başladı bir kez daha. Aynen dün akşam ve beni yalnız bırakmadığı o gece gibi. Bunun olduğunu farkettiğim an kucağımda buruşturduğum ince örtüyü avuçlarımla ezdim bir süre. Bu olmayacaktı. Kontrolümü kaybetmeme neden olan hiçbir şey zihnimde barınamazdı. Buna izin veremezdim.
Örtüyü yatağın diğer köşesine fırlatırcasına atarak çıktım yataktan ve banyoya doğru ilerlemeye başladım. Zihnimin içindeki ses bir saniye bile susmak bilmezken banyoya girip duşakabine yöneldim. Üzerimdekilerden kurtulup, buz gibi suyun beyaz fayansa akışını seyrettim bir kaç saniye boyunca. Ardından suyun altına girip, soğuk suyun bedenimi daldığı uykudan uyandırmasına izin verdim. Bedenime akan buz gibi su nefesimi keserken, dakikalarca bekledim suyun altında.
Beni kendime getirecek tek şey buydu.
Yarım saat süren duşun ardından banyodan çıkıp üzerime hızlıca bir şeyler geçirdim. Islak saçlarımı kurutup arkadan gevşek bir topuzla topladıktan sonra yüzümde ki yorgunluğu gizlemek adına hafif bir makyaj yaptım. Gece boyu uyumamıştım ve bunun anlaşılmasını istemiyordum.
Üzerime ince bir ceket alıp, telefonumu ve cüzdanımı ufak çantamın içine koydum. Helin'i görmek için bugün çalıştığı hastaneye gidecektim. Ruken olayını duyup duymadığı hakkında en ufak bir fikrim yoktu ama nasıl olduğunu gidip görmem gerekiyordu.
Güneş gözlüğümü ve çantamı alıp odadan çıktığımda, aynı anda Orkun'un da koridorun sonudaki odasından çıkıp merdivenlere taraf yöneldiğini görmüştüm. Ben kapıyı arkamdan kapatırken, o göz ucuyla bana baktı ve duraksayarak bana taraf döndü. O beni baştan aşağı süzerken, alayla gözlerimi devirip merdivenlere doğru ilerledim.
Onu umursamayıp merdivenlerden inmeye devam ederken, Orkun alayla gülüp benimle beraber yürümeye başlamıştı. "Hayırdır kardeşim?" diye sorduğunda sesindeki alay kendini bariz bir şekilde belli ediyordu. "Nereye böyle?"
Ona taraf bakmadan, "Sana ne Orkun," diye mırıldandım. "Senin benden başka işin yok mu?"
Orkun dilini damağına vurdu, "Çok ayıp ama," dedi ve elini cebine koyup rahat bir tavırla yürümeye devam etti. "Piyangodan çıkan yeni kardeşimin normal bir günü olmadığı için, merakımı maruz görürsün zannediyordum."
Alayla güldüm ve uykusuzluktan kızarıklığı hâlâ geçmeyen gözlerimi gizlemek adına güneş gözlüğümü taktım ve avluya doğru ilerlemeye başladım. "Bu konakta herşey çok normal zaten," diye konuştum imalı bir sesle. "Bir ben anormalim."
Orkun'un güldüğünü işitsemde ona bakmadım ve avlu kapısına doğru yöneldim. Aşağıda, kahvaltıyı hazırlayan çalışanlardan başka kimse yoktu. Bu iyi bir şeydi, kimsenin sorgulayıcı bakışlarını çekmek istemiyordum.
Orkun araba garajının olduğu tarafa doğru yürüyüp gözden kaybolurken ben avlu kapısına gelmiştim. Tam dışarı çıkacakken, konağın kahyası Ziya'nın bir anda önümde belirmesiyle adımlarım duraksadı. Ziya, "Hayırdır Dilba Hanım, bir yere mi gidiyorsunuz?" diye sorduğunda, karısı olduğunu tahmin ettiğim başka bir çalışan kadında yanımıza gelmişti. Adama ters ters bakmamla, "Yanlış anlamayın," diye konuştu. "Bir soran olursa diye şey ettiydim."
Hoşnutsuz bir ifadeyle adama baktım. "Soran olursa çıktı dersin," dedim buz gibi bir sesle. "Fazlasına gerek yok."
Ben bunu söylediğimde, Güven'in avlu kapısından içeri girdiğini yeni farkediyordum. Adam, önce bana sonra da Ziya'ya baktı. "Siz işinize bakın," diye konuştu düz bir sesle, sonra tekrar bana döndü. "Buyrun, nereye gidecekseniz ben bırakayım sizi."
Güven'e taraf bakıp bir kaç saniye duraksadım, "Azer mi tembihledi yine?" dedim oldukça rahat bir tavırla.
Güven hafifçe gülümsedi. "Genel kurallar bu şekilde," diye mırıldandı ve kafasını hafifçe salladı. "Taksiyle gitmeniz pek uygun düşmez."
Umursamaz bir ifadeyle omuz silktim. "İyi tamam," dedim düz bir sesle. "Gidelim."
Kapıdan çıkıp, Güven'in gösterdiği arabaya doğru ilerledim ve bekletmeden bindim arabaya. Gözlüğü çıkarıp konağa doğru baktım. Muhtemelen dün olanlardan dolayı Lebriz Hanım'ın sinirini epey bir bozmuştum, o yüzden bu sabah onlarla karşılaşmayıp yeni bir gerginlik çıkmamak iyi bir şeydi.
Güven şoför koltuğuna geçip kapıyı kapattı ve ardından arabayı çalıştırdı. Araba, konağın önünden ayrılırken göz ucuyla Güven'e taraf baktım. "Sence, Azat polise gitmiş midir?" diye sordum aklıma gelen soruyu dillendirerek. "Azer vurdu ya onu."
Güven olumsuz anlamda kafasını salladı ve dikiz aynasından bana baktı. "Öyle bir şey olmaz," dedi gözleri tekrar yola dönerken. "Çibran'larla kırk yıla yakındır iş yapıyoruz, ta rahmetli Ali Boranlı zamanından beri sürüyor bu. O iş o kadar kolay değil yani."
Bakışlarımı cama doğru çevirip dışarıyı seyretmeye başladım. "Ali Boranlı," diye mırıldandım sorarcasına. "Azer'in babasıydı değil mi?"
"Evet," diye yanıtladı beni Güven. Sesinde beliren saygı ifadesi bile Ali Boranlı'nın zamanında nasıl güçlü bir adam olduğunu gözler önüne seriyordu. Güven gözlerini yoldan ayırmadan ağır ağır kafasını salladı. "Çok büyük adamdı," dedi aynı ifadeyle. "Zamanında yaptığı bazı anlaşmaları sırf onun hatrı var diye bozmuyor Azer Ağa. Yoksa şimdiye Çibran'ların başına konaklarını çoktan yıkmıştı."
"Anladım," diye mırıldandığımda burada ailelerin kendi adaletlerini kendilerinin sağladığına ikna olmuştum.
Güven omuzunun üzerinden bana baktı ve sonra önüne döndü. "Bu arada siz nereye gidecektiniz?"
Bakışlarımı Güven'e taraf çevirdim. "Hastaneye," diye konuştuğumda kaşlarının merakla çatıldığını buradan bile görebiliyordum. "Bir tane hastane var zaten burada öyle değil mi?"
Güven, "Doğrudur," dediğinde tekrar dikiz aynasından bana baktı. "Doğrudur da, bir sorununuz yoktur inşallah?"
Olumsuz anlamda kafamı salladım. "Hayır canım, benim bir şeyim yok," diye konuştum umursamaz bir sesle. "Arkadaşım orada çalışıyor, yanına uğramam lazım."
Güven anladığını belirtircesine bana baktı ve sonra tekrar önüne döndü. "Ha, şu doktor olan arkadaşınız," dediğinde hafifçe kafamı salladım. "Hani Azat denen adamın diğer..." Cümlesini yarıda kesti. "Neyse."
Hastane uzak olmadığından yaklaşık on beş dakika sonra araç hastanenin önünde durmuştu. Güven bana taraf bakıp, "Çıktığınız zaman telefon etmeniz yeterli," diye konuştuğunda arabanın kapısını açmıştım.
"Gerek yok, kendim dönerim ben."
"Ben olmasam bile, diğer adamlar mutlaka buralardadır," diye yanıtladı beni. "Siz yine haber verin, Büyük Hanım bizi sorumlu tutar yoksa."
Hoşnutsuz bir ifadeyle arabadan indim. "İyi, tamam."
Arabanın kapısını kapatıp, yürümeye başladığımda etrafta ki insan kalabalığına göz gezdirdim bir süre. Henüz sabah saatleri olduğundan, bu kalabalık çok yoğun değildi.
Çantamı omuzuma takıp hastaneye doğru ilerlediğimde, dün geceden beri aklımdan çıkmayan o konuşmayı zihnimden uzaklaştırmaya çalışıyordum. Sabahın bu saatinde konaktan çıkmamın sebebi de bir nevi bundan kaynaklanıyordu. Bir kaç gündür üzerime çöken garip bir duygunun varlığından kaçmaya çalışıyordum. Beni güneş doğana kadar bir saniye bile uyutmayan şeyde tam olarak o duyguydu.
Adını koyamıyordum ama varlığını iliklerime kadar hissediyordum.
Tek yaptığım şey yok saymaktı.
İnsanların arasından sıyrılıp hastanenin içine girdiğimde, gözlerim Helin'i aradı. Genelde acilde görev aldığı için, buralarda bir yerde olmalıydı. Onu aramak için telefonumu çıkaracağım sırada, hasta giriş kısmından içeri giren Helin'e değdi gözlerim. Yüzünde durgun bir ifadeyle hem yürüyor hemde beyaz önlüğünü üzerine geçiriyordu.
Ona doğru ağır adımlarla ilerlemeye başladım. Bir kaç saniye geçmemişti ki oda beni görüp biraz duraksadı ve ardından gülümseyerek olduğum tarafa geldi. "Dilba?"
"Günaydın doktor hanım," diye konuştuğumda hafifçe gülümsedim.
Helin yanıma ulaştığında, beni baştan aşağı süzdü ve sonra sanki ilk defa görüyormuş gibi sarıldı bana. Beni görmeyi beklemediği açıktı. "Ya iyi ki geldin," Benden ayrılıp yüzüme baktı. "Nasılsın?"
Kafamı hafifçe eğip, gözlerimi sorarcasına Helin'in üzerinde gezdirdim. "Ben iyiyim," dediğimde, sesim düşünceliydi. "Asıl sen nasılsın?"
Helin biraz durdu ve sıkıntıyla derin bir nefes aldı. "Gel hadi bahçeye çıkıp konuşalım," dedi kafasıyla dışarıyı göstererek. "Mesaimin başlamasına yarım saat var daha."
Kafamı sallayıp onu onayladığımda, beraber bahçeye çıkıp, köşedeki banklardan birine oturduk. Helin'in iyi görünmeye çalışsada gerçekten iyi olmadığını gayet iyi biliyordum. O neşe saçan yüzü düşmüş, gözlerinde saklayamadığı bir keder yer edinmişti. Ruken'in durumu nasılsa, Helin'in de ondan hiçbir farkı yoktu. İkisinin de tüm yaşam sevinci bir günde sönüp gitmişti.
Arkama yaslanıp Helin'e taraf baktım. "Hiç konuştun mu?" diye mırıldandığımda onun bakışları yerdeki taş parkelerdeydi.
Bir kaç saniye sustu ve sonra elleriyle oynamaya başladı. "Eğer o adamın yüzüne bir daha bakarsam," Bakışlarını yerden ayırmadan, ağır ağır kafasını salladı. "Annemin yüzünü görmek nasip olmasın."
Ettiği bu büyük yemin, öfkesinin şiddetiyle bir kez daha yüzleşmeme sebep olurken bakışlarımı ondan ayırıp önüme döndüm. "Annenin haberi yok değil mi?"
Hayır anlamında kafasını salladığını hissettim. "Ayrıldığımı söyledim ama o adamın yediği halttan haberi yok," dediğinde sesinde ki buruk tını şuan ağlamaya çok müsait olduğunu gösteriyordu. "Bu kadarını kaldıramaz, bilmesin..."
Annesi, bu olanlara dayanamayacak kadar kızına düşkün, kızının yükünü paylaşamayacak kadarda hasta bir kadındı. Bilmemesi, sağlığı açısından daha iyiydi ama Helin'in bu acısını annesiyle bile paylaşamıyor olması çok daha kötüydü.
"Ama iyi oldu biliyor musun," Helin'in kurduğu cümleyle beraber bakışlarım ona taraf dönerken, onun sesine kararlı bir tavır yerleşmişti. "Zaten hâlâ o adama nasıl inandığımı aklım almıyor? Nasıl bu kadar güvendim bilmiyorum ama bu şey bana güvenmemeyi öğretti," Gözlerini yerden ayırıp bana baktı. "Bundan sonra hiçbir erkeğe güvenmemem gerektiğini hayat benim kafama vura vura öğretti..."
Yerdeki bir yaprak parçasını ayağımın ucuyla itip, "Kendi belasını buluyor zaten," diye mırıldandım. "Sende daha fazla üzme kendini, değmez o adam için."
Helin omuz silkti. "Umurumda bile değil, gidip kendi pisliğinde boğulsun." dedi yüzünü buluşturarak. "Hayatıma girmesin, başka bir şey istemiyorum..."
Aklıma gelen şeyle beraber Helin'e doğru döndüm. "Dün Azer'in kardeşi, gidip Azat'a silah çekti," diye konuştum sanki çok normal bir şey söylüyormuşum gibi. "Haberin var mı bilmiyorum ama baya olay çıktı..."
Helin'in suratı soluk bir şaşkınlığın gölgesinde kalırken, dudakları hafifçe aralandı. "Sen ciddi misin?" dediğinde kaşlarını hafifçe çatmıştı. "Kız vurdu mu diyeceğim de o adam ne yapıp edip ondan da kurtulmuştur..."
"Doğru tahmin," diye onayladım onu. "Tabi ayaklarına yediği iki kurşunu saymazsak__"
"Bir dakika, bir dakika..." diye sözümü yarıda kesti Helin. "O kız," Biraz duraksadı ve sonra tamamlandı cümlesini. "O kız mı yaptı?"
Dün yaşanan olaylar silsilesi birer birer zihnimin duvarlarına çarpıp hafızamda bir kez daha canlandığında, "Azer," diye konuştum. "Bir saniye bile düşünmeden sıktı Azat'ın topuklarına..."
Helin suratına yerleşen şaşkınlık eşliğinde bir süre düşündü. "Sende mi oradaydın?"
"Ruken öyle bir anda ortadan kaybolunca kendine bir şey yaptı zannettiler, bende gittim haliyle," dedim ifadesiz bir sesle. "Meğer Azat'ın konağına gitmiş kız."
Helin, biraz düşündü. "İyi yapmış," dedi ondan hiç beklemediğim bir tepki vererek. "Abisinin de ellerine sağlık, keşke bir tane de benim yerime sıksaymış..."
Kaşlarımı hafifçe kaldırıp, Helin'e baktım bir süre. O normalde asla bu tür şeyleri onaylayan biri değildi. Helin bile Azat'ın bunu hakettiğini düşünüyorsa, bu Azat'ın gerçekten onun kalbini nasıl kırdığını gösteriyordu. "Sen baya baya kinlenmişsin bu adama," diye konuştuğumda, Helin'in bakışları bana doğru döndü. "Gerçekten bu kadar aşık mıydın?"
Helin derin bir nefes alarak, "Bilmiyorum," dedi. "Yani bu gerçekten aşk mıydı, yoksa güvenimin boşa çıkmasına mı öfkeleniyorum bu kadar bilmiyorum ama içimde şuan sadece saf öfke var. Ona karşı hissettiğim her şey bir anda sönüp gitti sanki..."
"Bu iyi bir şey," Kafamı ağır ağır salladım ve histerik bir tebessüm yerleştirdim dudaklarıma. "Aşkının altında ezileceğine, öfkenle o adamın üzerine basıp geçmen gerekiyor."
Helin bu söylediğim şeyle beraber zorlukla gülümsedi ve beni onaylarcasına gözlerime baktı. "İyi ki buradasın Dilba," dedi yumuşak bir sesle. "Gerçekten o kadar ihtiyacım var ki birinin yanımda olmasına."
Bünyeme bu şehrin acımasız ruhu çöktüğünde, Helin'in acıdan bir nebze olsun sıyrılmayı başaran gözlerine baktım destek olmak istercesine. Onun ise bakışları koluna taktığı ince saate değdi ve hareketlendi. "Benim mesaim başlayacak," diye konuştu bana bakarak. "Sen beni beklersin değil mi Dilba? Öğle arası beraber yemek falan yeriz..."
Kafamı sallayıp onu onayladım. "Sen git," dedim ifadesiz bir sesle. "Buralardayım ben."
Helin aldığı cevaba memnun olduğunu belirten bir gülümseme eşliğinde kafasını salladı ve aceleyle ayaklanıp hastaneye girdi.
Arkama yaslanıp, telefonumu elime aldım. Telefonu açtığım gibi ekrana onlarca mesaj ve arama bildirimi düşmüştü. Aramaların çoğu Ankara'da ki arkadaşlarımdandı. Onlara arkadaş demek bile doğru değildi çünkü hepsiyle menfaatin ön planda olduğu sahte bir dostluk kurmuştuk. Annemin çevresinde dolanan kadınların, yüksek sosyeteden kızlarıyla kurduğum arkadaşlıkların samimiyetten çok uzak olduğunu herkes biliyordu. Tek amaç sosyal çevre ve onun getirdiği artıları kullanmaktı.
Bu yüzden, parti gecelerinin olmazsa olmaz yüzlerinden biri olan Ceren'in dedikodu yaratmak için attığı arama ve mesajlarına dönmeyi sonraya bırakıp diğer mesajlara göz gezdirdim. Mesaj atan kişilerden biride Volkan'dı. Tabiki de yine boş boş söylenip, kendi kendine dram yaratmıştı. Gözlerim ekranda gezinmeye devam ederken attığı mesajların sayısı bile gözlerimi yormuştu.
Volkan: Çok merak ediyorum, senin annen nasıl göz yumdu ta buralara gelmene?
Volkan: Hayır yani Ankara'dan kalkıp Mardin'e gelmekte ayrı bir olay...
Volkan: Birde burada herkes ağam paşam triplerinde, onu da anlamadım. Yavaş yavaş ısınıyorum gibi buralara haberin olsun. Ne Bedo derdi var, ne de saklanma.
Volkan: Ama yediğim o dayağı hâlâ unutamadım o ayrı. Zaten ne bir şey anlattığın var ne de arayıp sorduğun. Sebepsiz yere dayak yediğimle kalıyorum ben.
Gözlerimi devirip, gönderdiği diğer mesajları okumadan kapattım telefonu. Cevap verirsem akşama kadar susmazdı o yüzden onuda şimdilik es geçiyordum.
Başımda bir sürü dert vardı ve daha ben bir tanesini bile çözememiştim...
•••
"Yani adam baş hekim Dilba, hem hastane hemde şirketle uğraşmak yoruyordur şimdi insanı..."
Helin, elinde ki su bardağını masanın üzerine koyup bunu söylediğinde, elimdeki çatalı salataya batırıp umursamaz bir tavırla ağzıma götürdüm. Kahvaltı bile yapmadan konaktan çıktığım için, Helin'i beklerken baya acıkmıştım.
Helin araya beklediğimden bir kaç saat geç çıkmıştı çünkü acil bugün baya bir yoğundu. Yaklaşık bir saattir Helin'le beraber, hastanenin hemen karşısındaki restoranta gelmiştik. Öğle arasına kadar Helin'i beklemiş olmak pek hoşuma gitmesede, o bir kaç saatti etraftaki mağazalarda gezinerek tüketmiştim. Konağa erkenden dönüp, konaktakileri memnun etmek gibi bir niyetim yoktu. Bana karışma haklarını kendilerinde görmelerini istemiyordum çünkü bir kez ipin ucu kaçarsa sırf olay çıkmasın diye konaktan çıkmama bile engel olabilirlerdi.
Helin, camekandan bakışlarını ayırmadan dışarıyı seyretmeye devam etti. "Bugün hastaneye gelir mi gelmez mi bilmiyorum ama," diye konuştuğunda göz ucuyla ona baktım, Adil Bey'den bahsediyordu. "Yeni bir özel hastane yapacakları konuşuluyor hastanede, sizinkilerin."
Sizinkiler kelimesi alayla gülmeme neden olurken, "Midyat'ta mı yapacaklarmış?" diye sordum.
Helin bana taraf baktı ve kafasını sallayarak yemeğine odaklandı. "İnşaatı bitmek üzereymiş," dediğinde, sesi umursamazdı. "Baya büyük bir şey, Mardin'in en büyük hastanesi olacakmış. E tabi Adil Boranlı oraya en iyi doktorları doldurur, kendisi zaten baş hekim. Anlayacağın çok büyük bir proje..."
Elimdeki çatalı masaya bırakıp Helin'e taraf baktım. "Belki de hakkında çıkan rezillikleri mesleki başarısıyla kapatmaya çalışıyor," diye konuştum. "Mesleğinde gayet başarılı bir adamın, özel hayatının bu kadar karışık olmasıda ayrı bir olay zaten."
Helin bir an aklına bir şey gelmiş gibi hafifçe gülümsedi. "Ayrıca senin biyolojik babanın da, aynı senin gibi doktor çıkması da..."
Dediği bu şeyle beraber yalanların ayakta tuttuğu o duvarlara korkunç bir zelzele armağan etti. O benim babam değil, demek istedim ama acımasız zihnim dilime mühür vurup doğruların esaretindeki tek bir kelimenin bile oradan kurtulmasına izin vermedi.
Baba kavaramıyla ilgili tek bir gerçeğim bile yoktu. Benim babam, yoktu. Daha altı yaşımdayken annemin bana senin baban Şahin deyişine bile inanmamıştım. Daha o zaman annemin bizim için kurduğu o masallara inanmayı reddetmiş ve bir daha o bile bana yalan söylememişti.
Ne bir daha senin baban Şahin demişti, ne de gerçek babamın kim olduğunu söylemişti...
Bilmek isteseydim, bir şekilde öğrenirdim. Yaren nasıl öğrendiyse bende öğrenirdim ama ben değil istemek aklımın ucundan bile geçirmedim. Yok dedim sadece kendime. Yok say ve unut.
En azından birini daha zihnimdeki o katil kinden kurtarırsın...
Parmaklarım sandalyenin tahta kısmına ritim tutmaya başladığında, hafızamda canlanan geçmişin korkunç silüetini görmezden geldim ve etkilerini ifademden silerek Helin'e değdirdim bakışlarımı. O ise daha fazla Adil Bey'den bahsetmedi ve derhal konuyu değiştirdi. "Neyse," dedi gözleri benim üzerimde gezinirken. "Anlaşılan sen Adil Bey konusundan pek hoşlanmıyorsun..."
Umursamazca omuz silktim. "İlgilenmiyorum açıkçası."
Ben bunu söylediğimde, masanın üzerinde ki telefonumun titreşim sesi doldu kulağıma. İkimizin bakışları aynı anda telefona dönerken, ekranda gördüğüm isim gerçekten hiç beklemediğim birine aitti.
Azer Boranlı.
Geçenlerde Helin'le buluşmaya geldiğimde almıştı numaramı ve şimdi de beni arıyordu. Şaşkınlığımı belli etmemeye çalışarak göz ucuyla Helin'e baktığımda, o merakla bakışlarını telefondan ayırdı ve bana baktı.
Masanın üzerinden telefonumu elime alıp aramayı cevapladım ve telefonu kulağıma doğru götürdüm. "Efendim?" "Neredesin sen?" Erkeksi, içinde hiçbir duygu barındırmayan sesini duyduğumda, arkama yaslanıp bakışlarımı camdan dışarıya çevirdim.
"Niye soruyorsun bunu?"
Telefonun diğer ucundan bir takım sesler duyuldu. Muhtemelen arabadaydı. "Sabahın köründe çıkıp gitmişsin, bir de neden sorduğumu mu merak ediyorsun?" diye konuştuğunda, sesi hafiften sert çıkmıştı. "Bilmem farkında mısın ama konaktan böyle kafana göre çıkıp gidemezsin."
Hafifçe güldüm. "Bunu daha önce konuşmuştuk diye hatırlıyorum," dedim alaycı bir üslupla. "Ayrıca konaktan çıkmanın yasak olduğunuda bilmiyordum."
Azer'in sert bir nefes aldığını işittim. "Ben sana konaktan çıkamazsın mı dedim?" diye sorduğunda sinirlendiği açıkça ortadaydı. "Böyle konaktaki kimseye haber vermeden çıkınca ne yapmaya çalıştığını anlamıyor muyum zannediyorsun sen?"
Kaşlarımı çattım, bu sırada Helin kulak kabartmış beni dinliyordu. "Ne yapmaya çalışıyormuşum ben?" Sesimde ki sinir, dozunu giderek artırıyordu. "Daha önce de söyledim, kimseye hesap verme gibi bir sorumluluğum yok benim."
"Neredesin Dilba," Sabır dilercesine sorusunu tekrarladığında, sinirle gözlerimi devirdim, o ise ekledi. "Ben öğrenmeden kendin söyle."
Sinirle derin bir nefes aldım ve dudaklarımı ısırdım. Kasıtlı olarak bam telime basıyordu ama ona istediğini vermeyecektim. Adını koyamadığım katil bir his göğüs kafesimden tüm vücuduma anlık olarak yayıldığında, "Git kendin öğren o zaman," diye konuştum.
"Dilba."
Bir şey söylemesine izin vermeden telefonu kapattığımda, onu nasıl sinirlendirdiğimi gayet iyi biliyordum. Öfkesi her zaman sınırda bekleyen bir adamın yüzüne telefonu kapatmam onun öfkesini taşırmaya yetecekti ama bu umurumda bile değildi. Ona hesap vermeyecektim.
Telefonu çantama koyup Helin'e baktığımda o anlam veremeyen bir ifadeyle kafasını salladı. "Bir dakika..." diye konuştu sesinde ki bariz şaşkınlık eşliğinde. "Azer Boranlı mı seni aradı az önce, yoksa ben mi yanlış anladım?"
Kollarımı önümde bağlayıp, "Ta kendisi," diye yanıtladım onu.
Helin gözlerini benden ayırmadı. "Ve sen bu adamın yüzüne az önce telefon kapattın," dediğinde hafifçe öne eğilerek bana yaklaştı. "Kızım Azer Boranlı seni niye arıyor? Yani duymadım ama belli ki basbayağı hesap sordu bu adam sana..."
"Boşver Helo," diye kestirip attım sandalyemi geriye itip ayağa kalkarken. "Gidelim hadi."
Beklemeden yürümeye başladığımda, Helin neredeyse koşarak bana yetişti ve yanımda yürümeye başladı. "Sende bir şeyler var," dedi, anlaşılan konuyu kapatmaya niyeti yoktu. "Bir sinirlendin gibi sanki."
"Evet sinirlendim," diye konuştum buz gibi bir ifadeyle. "Böyle hesap sorulmasından nefret ediyorum."
Kasada, hesabı halledip dışarı çıkana kadar bir şey söylemedi ama suratında hâlâ meraklı bir tavır vardı. Karşıya geçip hastanenin bahçesine girdiğimizde, Helin kolumdan tutup beni durdurdu. "Dilba aklıma takıldı ama bu benim..."
"Allah aşkına kapat konuyu Helo," dedim bıkkın bir sesle.
Helin kaşlarını çattı. "Dilba farkında mısın bilmiyorum ama, birileri senin Azer Boranlı'yla bir ilişkin olduğu hakkında söylenti çıkarmış," diye mırıldandığında, bir kaç saniye bekledi. "Sen bu adamın düğününü bastın ama bu adam buna tepki vermedi mi yani? Birde üzerine seni arayıp neredesin diye soruyor, Dilba bu adam sana___"
"Saçmalama," diye sözünü kestim aniden. "Böyle bir şey mümkün değil."
Helin ellerini kaldırdı. "Ay tamam sustum," dedi ve sonra beni baştan aşağı süzdü. "Ama Helin söyledi dersin..."
Söylediği şey, kor bir alev misali algılarımın orta yerine damlayıp orayı yangın yerine çevirdiğinde, zorlukla yutkunup bakışlarımı Helin'den ayırdım ve önüme dönüp yürümeye devam ettim. "Demem merak etme."
Yok öyle bir şey.
Bu cümle defalarca kez tekrarlandı zihnimde. Adımlarım zemini döverken, bu sefer Helin'in adımları duraksadı ve öylece kalakaldı. Kendi zihnimle olan savaşım sürüp giderken neden durduğunu anlamak için ona taraf baktım ama o gözlerini ileride ki siyah arabaya dikmiş öylece bakıyordu.
Daha doğrusu, içinden inen kişiye.
Azat ve abisi olduğunu düşündüğüm iki adam hastaneye girerken yanlarında ki diğer adamlarda kapıda beklemeye başladılar. Azat tekerlekli sandalyedeydi. Azer onun iki ayağına da sıktığı için muhtemelen ayakta bile duramıyordu. Başka bir adam Azat'ın sandalyesini iterken, abisi olduğunu düşündüğüm adamda ciddi bir suratla önden yürüyordu.
Helin bir an ne düşündü bilmiyorum ama tekrar yürümeye başlayıp acil kapısından içeri girdiğinde bende koşarcasına peşine takıldım. "Ne işiniz var sizin burada ya?" Helin bağırarak bunu söylediğinde, adamlar durup arkalarına baktılar ama Helin resmen üstlerine yürüyordu.
Azat'ın abisi, kaşlarını çatıp Helin'e taraf baktı. "Ne oluyor?"
Azat denen adam, "Helin?" diye konuşup araya girdiğinde Helin, Azat'ın yüzüne dahi bakmadan elini kaldırdı.
"Kes sesini!" Helin oldukça sert bir sesle bunu söylediğinde Azat tek bir kelime daha edemedi, Helin ise nefret dolu bir sesle cümlesini tamamladı. "Eğer tek kelime daha edersen, burada ellerimle boğarım seni."
Azat'ın ayağında ki sargının kırmızıya boyandığını farkettiğimde, yere damlayan bir kaç kan damlasıyla dikişlerinin açıldığını anlamıştım. Zaten Helin'in tehditi üzerine Azat'ın tek kelime bile edecek hali yoktu.
Azat'ın abisi, muhtemelen Helin'in kim olduğunu anlamış olacak ki, kardeşine hoşnutsuz bir tavırla baktı. "Şimdi anlaşıldı," dediğinde Azat acıyla yüzünü buruşturup eliyle bacaklarını tuttu.
Bu sırada başka bir adam, Azat'ın abisinin yanına gelmişti. "Yaman Bey, Mesut daha gelmemiş hastaneye ne yapalım?"
Adının Yaman olduğunu öğrendiğim adam önce Azat'a, sonra da diğer adama baktı. "Aramadınız mı lan siz?" diye sordu gergince.
Diğer adam, "Başka doktor..." diye konuştuğunda Yaman elini kaldırıp adamı susturdu ve Helin'e baktı.
"Biliyorum şuan Azat'tan nefret ediyorsunuz," Adam, eliyle diğer adamın sağlık kabinine soktuğu Azat'ı gösterdi. "Sonuna kadar da haklısınız ama iyi değil gördüğünüz gibi, işin içine polis girsin istemiyoruz..."
Gözlerime inen mesafeli tavır eşliğinde, dün sadece bir kez gördüğüm ve şimdi Azat'ın abisi olduğuna emin olduğum adama baktım. "Bu kadar şey yaptıktan sonra, Helin'den Azat'ı muayene etmesini beklemiyorsunuz herhalde?"
Adamın bakışları bu söylediğim şeyle beraber bana doğru dönerken, Helin diğer taraftan bizi izleyen Azat'ın önünde ki perdeyi çekerek onunla olan iletişimi tamamen kesti ve gelip yanımda ki duvara yaslandı. "Etmemde zaten," dediğinde sesi oldukça kararlıydı.
Azat'ın abisi ciddi bir suratla önce bana sonra da Helin'e baktı. "Bunu sizden isteyemem," diye konuştu oldukça kibar bir ifadeyle. "Ama en azından bizim doktorumuz gelene kadar müdahale edemez misiniz? Kan kaybediyor hâlâ..."
"Merak etmeyin ölmez," diye araya girdim alayla. "Sadece dikişleri açılmış rahat dursaydı böyle olmazdı."
Adam bana bakıp bir süre beni inceledi. "Sen?" dedi ve baş parmağıyla beni gösterdi. "Dün sende oradaydın, Adil Bey'in kızıydın değil mi?"
Gözlerimi devirme isteğimi bastırıp hafifçe kafamı salladım. "Evet oradaydım," dedim son söylediği şeyi duymamazlıktan gelerek. "Ve kafasına kurşun yemekten son anda kurtulduğunu da gözlerimle gördüm, bence sizde fazla abartmayın."
Adam kaşlarını çatarak. "Sende doktorsun," diye mırıldandı bunu yeni anladığını belli ederek. "Ve dün karşında biri vurulurken müdahale etme gereği duymadın öyle mi?"
Alayla güldüm ve adamı baştan aşağı süzdüm. "Ben oraya şerefsiz Azat için gelmedim," diye konuştum. "Yani kusura bakmayın ama bu tür ihanete meyilli insanlara yardım etmeyi tercih etmiyorum."
Adam anlam veremeyen gözlerle bir kaç saniye bana baktı. "Etik değerlere de pek saygılıyız," dedi, o sırada Helin'in alayla güldüğünü işittim. "Hani doktorsun ya sen, hipokrat, yemin falan? Hiç tanıdık geliyor mu?"
Gülümseyerek kollarımı önümde birleştirdim. "Komik adamsın," dediğimde adamda hafifçe tebessüm etti. "Ama etik falan beni bağlamaz, canım kimi isterse ona müdahale ederim."
Diğer taraftan bulunduğumuz odaya başka bir erkek doktor girdiğinde, karşımdaki adam sonunda dercesine gelen doktora taraf baktı. "Lütfen çabuk olun," dedi eliyle Azat'ın olduğu yatağı göstererek. "Zaten yeterince kan kaybetti."
Doktor, Helin'e ve bana garip garip bakıp perdeyi açtı ve Azat'ın yanına geçti. Muhtemelen Azat'a neden müdahale etmediğimizi sorguluyordu kendince. İstediği kadar sorgulayabilirdi.
Helin, bana taraf döndü ve "Benim kontrol etmem gereken bir kaç hasta var," diye mırıldandı. "Yarım saate yanına gelirim tekrar, senin için sorun olur mu?"
"Hayır olmaz," diye yanıtladım Helin'i. "Sen bak işine."
Helin, adeta Azat'ı görmezden gelerek abisine göz devirdi. Helin yanımızdan uzaklaştığında, Azat'ın abisi Azat'ın olduğu kabinden çıkıp tekrar yanıma geldi. "Dediğin gibi dikişleri açılmış," dedi kabine taraf bakıp eliyle o tarafı göstererek. "Fazla disiplinli bir hekim olmasanda, anlıyorsun bu işlerden."
Hoşnutsuz bir ifadeyle, Azat'ın kabinine baktım ve sonra tekrar karşımda ki adama çevirdim bakışlarımı. "Dua et, Azat'ın yaptıklarını savunmadın diye fazla kızmadım sana," dedim soğuk bir tavırla. "Yoksa çoktan indirmiştim kafana şu çantayı."
Adam bu dediğim şeyle beraber keyifle gülümsedi ve kafasını salladı. "İyi, buda bir gelişme," diye konuştu ve elini uzattı. "E o zaman tanışalım, Yaman ben. Yaman Çibran."
Bozuntuya vermeden adamın eline baktım ve sonra bende elimi uzattım. "Dilba."
Adının Yaman olduğunu öğrendiğim adam sevecen bir gülümseme eşliğinde, "Adını bir süredir duyuyordum," diye konuştu. "Azer Boranlı'nın düğününü basan o meşhur kız..."
Gözlerimi devirdim. "Bir meşhur olmadığım kalmıştı, o da oldu."
Yaman hafifçe kafasını eğerek, "Bir kaç haftadır herkesin dilindesin," dedi. "Kendini fazla hafife alma bence."
"Azat'ın yediği haltlarda az değil," diye mırıldandım sakince. "Daha olay o kadar yayılmadı diye kurtuldum sanmayın."
Yaman, gerginlikten uzak oldukça rahat bir tavırla ellerini cebine koydu ve gözlerini kıstı. "Şuan senin neden hem Ruken'in, hemde az önceki kızın yanında olduğunu sorguluyorum," dediğinde durumun dışarıdan gerçektende garip göründüğünün farkındaydım. "Hayır, bu tip durumlarda genellikle bir tarafa destek olunur."
Adama bakıp sonra tekrar önüme döndüm. "Azat'ın yediği halttan sadece Azat sorumludur," diye mırıldandım. "Bunun için kimseye düşman kesilecek halimiz yok."
Bunu dedikten sonra çıkışa doğru yürümeye başladım. Helin'in muhtemelen işi uzun sürecekti ve benim beklememin bir anlamı yoktu.
"Sende komik kızsın," diye konuştu, Yaman denen adam arkamdan. "Bir daha karşılaşırız umarım."
Alayla gülüp yürümeye devam ettiğimde, acilden dışarıya çıkana kadar dönüp arkama bakmadım. Azat'ın durumu umurumda bile değildi açıkçası. Yediği haltın cezasını çekiyordu.
Hava yavaştan bozmaya başlamıştı. Midyat'ın masmavi göğünü gri bir örtü gibi kaplayan kara bulutlar, birazdan gelecek olan yağmurun habercisiydi. Buna rağmen bahçenin ortasına doğru yürümeye başladım ve banklardan birine oturup kafamı ellerimin arasına aldım. Ensemden şakaklarıma doğru yükselmeye başlayan baş ağrım etkisini arttırmaya başlarken, benim bakışlarım yere sabitlenmişti.
Tenime bir iğne misali saplanan o korkunç hatıralar bir kez daha zihnimin kapısını tıklattığında, gözlerimi kapatmama rağmen yine Yaren'in son görüntüsü geldi gözlerimin önüne. Sakin kaldığım her saniye hafızamı ve algılarımı yoklayan bu acımasız görüntüyle dakikalarca başbaşa kaldım.
Kızıyor musun?
Kafamım içinde defalarca kez aynı soru tekrarlanıp durdu. Kızıyor musun, diye soruyordu o ses bir an bile durmadan.
Senin için bile bile içine atladığım bu çukuru görüp bana kızıyor musun Yaren?
Gitmeseydin dedim içimden.
Gitmeseydin kalkışır mıydım tüm bunlara ben?
İntikamın o keskin kokusu yağmur kokusuna karışıp bir kez daha hissettiğim tüm duyguların üzerine sindi ve o zehir bir kez daha kanıma karışıp beni zehirledi. O canavarın eli her zaman ensemdeydi ve ben ne zaman kendimle başbaşa kalsam bir kurşun gibi beynime saplanıp kurduğum herşeyi paramparça ediyordu. Ve ben sadece susuyordum. O canavar ruhumu kendi bedenine hapsederken, göğüs kafesimi yakan o acının bağırdığı kadar susuyordum.
Orada öyle ne kadar kaldım bilmiyorum ama beni kendime getiren şey bedenime ard arda değen yağmur damlaları olmuştu. Hafifçe yağan yağmur ve yavaştan kararmaya başlayan hava bir saaten daha fazla süredir burada oturduğumu gösteriyordu. O duygu tüm algılarımı kapatıyordu. Belki daha saatlerce burada kalıp kendi zihnimle savaşmaya devam edebilirdim ama bu öyle bir şeydi ki, sizi içine çektiği zaman o geçen süre boyunca gerçek hayattan tamamen kopuyordunuz.
Baş ağrımın hafiflediğini hissederken, elim tokama gitti ve gevşekçe topladığım saçlarımı serbest bıraktım. Saçlarım omuzuma dökülürken kafamı kaldırıp derin bir nefes aldım. Çoğu kişi hastaneye girip yağmurdan kaçmaya çalışırken ben ayağa kalkıp yağmurun saçlarımı ıslatmasına izin verdim. İyi geliyordu, her anlamda.
Saçlarımı hafifçe geriye itip gökyüzüne baktım. Bunu neden yaptığımı bilmesemde, düşüncelerin boğduğu bedenime yağmurun değmesi iyi hissettiriyordu. Yavaş yavaş siyaha dönmeye başlayan gri göğün altında dakikalarca beklerken, ağır ağır yağan yağmur saçlarımı ıslatmaya devam ediyordu.
Yağmur damlaları kirpik uçlarımdan akıp giderken arkamda birinin varlığını hissettim. Bir nefes. Bana yeterince yakın olduğunu iliklerime kadar hissettiğim esnada, oldukça tanıdık bir ses adeta saçlarımı okşadı. "Çok güzelsin."
BÖLÜM SONU Part 2 yarın veya pazartesi gelecek ❤️ |
0% |