Yeni Üyelik
16.
Bölüm

14. CESUR VE GÜZEL

@k_blackfire

Keyifli okumalar...

 

14. BÖLÜM

"Cesur ve Güzel"

 

...

 

 

Daha küçük bir kız çocuğuyken, başlamıştım kin tutmaya.

 

Hayatımın ufak bir köşesinde, sahte baba rolünü üstlenen Şahin; sebepsiz sinir krizlerini, Yaren'in benim için aldığı doğum günü pastasını camdan aşağı atmakla yatıştırdığında, kaç yaşında olduğumu bilmiyordum lâkin arabasının tekerleklerini paramparça edip, makam arabasını bir hurdaya çevirmek için fazla küçüktüm.

 

Ama yapmıştım.

 

O gün bana öyle bir ceza vermişti ki, o günden sonra sıcaktan ölesiye nefret etmeye başlamıştım. O gösterişli, büyük evin bodrum katındaki kazan dairesinde tam iki gün kalmış ve en son nefes almakta zorluk çekmeye başladığımda çıkartılmıştım. Hatırlıyordum da, arada bir elinde metal bir bardakla gelir, ateşten yeni alınmış kaynar suyu bana zorla içirmeye çalışırdı. Ve bu onun gözünde bir hata değil, disiplindi.

 

Disiplin denen şeyin dozunu tamamen kaçırdığında bende, Yaren'de anlamıştık hayatı bize tamamen zehir edeceğini. Bu saçma takıntı onların nazarında terbiye vermek olarak algılandığı için, ne annem ne de Şahin birbirlerinin yetiştirme tarzına karışmazdı.

 

İçimdeki kin gün geçtikçe kök salarken, geçmişin omuzuma yüklediği o ağır yüke rağmen hâlâ dimdikti duruşum. Bir zamanlar sadece kendim için savaşırken, şimdi yitip giden bir can için almam gereken bir intikamım vardı.

 

"Davet çiftikte mi olacak, yoksa başka bir yer mi tutmuşlar?" Daha az evvel Ziya kahyanın eşi olduğunu yeni öğrendiğim Hatice, Ruken'e taraf bakıp bunu sorduğunda, Ruken hafifçe omuz silkti.

 

"Hayır çiftlikte değil, bizim mekânlardan birinde olur muhtemelen."

 

Akşamki davet için, konaktaki yoğun çalışma ve kalabalık Ruken'in içinde bulunduğu ruh halinden biraz olsun sıyrılmasına neden olmuş gibiydi. Tam olarak toparlanmış sayılmazdı ama en azından artık odasına tıkılıp kalmıyor ve normal görünmeye çalışıyordu. İkimizde mutfakta oturmuş çalışanları seyrediyorduk. Elvan'la çıkan son gerginlikten sonra, onunla yan yana gelmek daha büyük bir gerginliğe sebep olacağından, Ruken'in teklifi üzerine onların yanında oturmayıp, mutfağa gelmiştik. Daha fazla saçmalık duymak istemiyordum ve Elvan yüzünden günümü mahvetmeyecektim.

 

Mutfağın işlemeli kapısı, çalışanların gidip gelmesiyle sürekli açılıp kapandığından Hatice denen çalışan kadın sürekli söylenip duruyordu. Elinde ki büyük tepsiyi tezgahın üzerine dikatlice koyarken, "Azer Bey bir şey söylemedi mi?" diye sordu.

 

Ruken, oturduğu sandalyeden hafifçe doğrularak Hatice'ye taraf baktı. "Niye merak ettin bu kadar? Duyan da gizli bir şey zannedecek, herkes biliyordur nerede olacağını," dediğinde tekrar önüne döndü. "Benim ilgilenecek halim mi var sanki?"

 

Hatice, tepsideki pişmemiş böreği fırına koydu ve sonra hafiften somurtkan bir tavırla eline bir bez alarak mutfaktan dışarı çıktı.

 

Bakışlarım elimdeki sargı bezinde gezinirken, oldukça ifadesiz ve sakindim. Her geçen saniyede kendini tekrar eden bir melodi, zihnimin zindanlarında kısıkça uğulduyordu. Uyku, yurdundan sürgün edilmiş bir suçlu misali dün geceme de uğramamıştı. Aldığım ilaçları vücudum kabul etmemiş ve bir türlü geçip gitmeyen mide bulantısıyla sabahlamıştım. Ama beni asıl yoran şey, zihnimin içindeki hiç tanımadığım bir duygunun susmak bilmeyen çığlığıydı.

 

Bedenim ilaçları, ruhum ise bu duyguyu hazmedemiyordu.

 

Parmak uçlarım saçlarımın dalgalarında ağır ağır gezinirken, Ruken'in bakışları beni buldu ve bir süre bir şeyi anlamak ister gibi yüzüme baktı. Buz gibi ve ifadesiz bir suratla bir kaç saniye ona baktım ve "Sor," diye mırıldandım.

 

Ruken sanki bunu bekliyormuş gibi kapıya taraf baktı ve kimsenin gelmediğine emin olduktan sonra tekrar bana döndü bakışları. "Dün gece abimle ne konuşuyordunuz?" diye sorduğunda bir an bunu beklemediğim için duraksadım.

 

Dün geceki o kısa ana dair sahneler birer birer gözümün önünde canlandığında, şeytanın o sinsi nefesini bir kez daha bedenimde hissettim. Bakışlarımda bir an bile yer vermediğim herhangi bir tepkinin, üşüten soğukluğuyla ortama keskin bir sükünet hakim olurken, Ruken sorduğu sorunun cevabını beklercesine gözlerimin içine baktı.

 

Bakışlarım tekrar elimdeki sargı bezine indi ve elimi hafifçe kaldırarak Ruken'e gösterdim. "Bunu sordu," diye konuştum en ufak bir tereddüt duymadan. "Orada mıydın sen?"

 

Ruken, gözlerini üzerimde gezdirdi yavaşça. "Yanına uğrayacaktım," dedi hafiften imalı bir sesle. "Ama abim benden önce davrandı."

 

Dudağımın kenarı alayla belli belirsiz kıvrıldığında, ruhumun derinliklerindeki o çığlığın sesi bir kez daha doldu kulaklarıma. Kapının açılma sesi, kelimelerimi dudaklarıma geri hapsederken içeri Yasemin ile giren Hatice'ye göz ucuyla baktım ve tekrar arkama yaslandım.

 

Hatice bir kaç saniye sessizliğin ardından, "Arzu Hanım'da bugün baya sinirli," diye bir laf attı ortaya. "Az önce bir güzel payladı Hatun ablayı..."

 

Yasemin, hafifçe Hatice'ye taraf döndü ve saçlarının yarısını örten çiçekli yazmasının uçlarını hafifçe çekiştirdi. "Adil Bey dün gece konağa gelmemiş," diye konuştu gizli bir şey söylüyormuş gibi. "Bence ondan sinirli, Adil Bey'in konağa gelmediği görülmüş şey değildir sonuçta..."

 

Ruken, gergin bir ifadeyle onlara taraf baktı ve yapmacık bir şekilde öksürdü. "Bence siz işinize bakın hanımlar," diye uyardı sakince. "Böyle şeyleri konuşmak hoş değil."

 

Hatice, mahçup bir tavırla Ruken'e doğru bakarak hafifçe kafasını salladı ve sonra tekrar Yasemin'e döndü, "Bırak dedikoduyu da, Büyük Hanım'ın kahvesini yap," diye konuştu ve sonra dolaplardan birini açarak işlemeli, porselen bir fincan çıkardı. "Kaç defa dedim, Büyük Hanım aşağı inmeden kahvesini hazır tutun diye. Büyük Hanım benim kahvemi içmeden akşam etmez bilmiyor musun?"

 

Yasemin hafifçe kıkırdadı. "Kahveyi sen yapmıyorsun ki abla, ya Hatun abla yapıyor ya da ben...."

 

"Kız valla, geçireceğim şu fincanı kafana he..." diye çıkıştı Hatice, aksi bir tavırla. "Yirmi yıldır her gün ben yaparım Büyük Hanım'ın kahvesini, bir iki defa sen yaptın diye başıma Hanım Kahya mı kesildin?"

 

Yasemin gülerek yaptığı işe döndü tekrar. "Yok abla, ne münasebet..."

 

Hatice'nin yüzündeki somurtkan tavır asla yumuşamazken, adeta kırarcasına demir kaseyi tezgahın üzerine bıraktı ve Yasemin'in az evvel çıkardığı cezveyi Yasemin'in elinden alarak, ocağın başına geçti. "Çekil kız," dedi ters bir tavırla. "Ben yaparım hanımımın kahvesini."

 

Göz ucuyla Hatice'ye taraf baktım. "Hayırdır Hatice?" diye sordum yüzüme yerleşen bariz alayla. "Bugün biraz fazla gerginsin sanki."

 

Hatice bir an duraksadı ve bana doğru dönerek yüzüme baktı. "Gerginlikten değil," diye konuştu ardından gözlerini kaçırarak, normal bir tavır takınmaya çalıştı. "Bugün biraz fazla iş varya, ondan oldu herhalde." Bunu söyledikten sonra tekrar arkasını dönecekti ki, bir kez daha duraksadı ve bir kaç saniye boyunca gözlerini elimdeki sargı bezine dikti. Söyleyip söylememekte tereddüt ettiği cümleler, dilinin ucunda beklerken, "Geçmiş olsun bu arada," diye konuştu, sesi oldukça imâlıydı. "Yasemin söyledi dün, ufak bir kaza olmuş sanırım."

 

Hafifçe gülümsedim ama bu gülümseme samimiyetten fazlaca uzaktı. "Evet," diye mırıldandığımda sargılı elime baktım tekrar. "Ufak bir kaza."

 

Değil.

 

Kaza, değil.

 

İfademin önüne ördüğüm buzdan parmaklıklar, sıcak bir esintinin bir an bile ifademe sızmasına izin vermezken, masanın üzerine koyduğum telefonumun titremesiyle bakışlarım yavaşça telefona değdi. Ters bir şekilde koyduğum telefonu elime alıp ekranda yazan isme baktım.

 

Helin arıyordu.

 

Bakışlarım kısa bir süre sonra Ruken'i bulduğunda, onun yüzünde herhangi bir ifade barınmıyordu. Helin hakkında herhangi bir şey bilmediğine emindim çünkü eğer bilseydi, bana karşı bu kadar sakin kalabileceğini pek düşünmüyordum.

 

Bozuntuya vermeden ayağa kalktım ve aramayı yanıtladım. "Helin?"

 

"Dilba, neredesin sen ya?"

 

Mutfak kapısını açıp, dışarı çıktığımda bulunduğum yerde fazla insan yoktu. Çoğu çalışan, Lebriz Hanım'ın oturduğu tarafta olduğundan mutfak tarafı az da olsa sakindi. Yüzüme vuran sabah güneşinden dolayı gözlerimi hafifçe kıstım. "Konaktayım, ne oldu?"

 

Helin'in telefonun diğer ucundan tedirgin bir nefes aldığını işittim. "Dün gece aradım seni, niye telefonlarını açmıyorsun?" diye sorduğunda sesi meraklıydı. "Sen açmayınca meraklandım."

 

Dün geceye dair anımsadıklarım yeterince flu olduğundan, Helin'in beni arayıp aramadığını bile hatırlamıyordum. Ama yine de, "Erken uyudum, neden meraklandın ki bu kadar?" diye bir yalan attım ortaya. O yoğun öfke atağının üzerini örtmeye ihtiyacım vardı.

 

"Ne bileyim ya," diye konuştu Helin hafiften gergin bir sesle. "Bir iki saat önce, baya silah sesleri falan duyuldu buradan... Herkes Boranlı'larla ilgili falan deyince ben bir tedirgin oldum."

 

İçime dolan merak eşliğinde, "Silah sesi mi?" diye sordum.

 

Bu sırada diğer tarafta karşılıklı oturan Lebriz Hanım ve Arzu'nun bakışları bana taraf dönmüştü. "Baya silah sesiydi, bende hiçbir şey anlamadım." Helin'in kurduğu cümle merakımın giderek artmasına sebep olurken, onların olduğu tarafa bakmayıp ağır ağır ilerlemeye başladım. Helin ise ekledi, "Ha bir de, Adil Bey'in oğlu geldi bugün hastaneye, ama o geldiğinde saat baya erkendi. Babasını sordu, gelmediğini söyleyince sinirle çıktı gitti."

 

Gerçektende, sabah kahvaltıda hiçbiri yoktu. Ne Azer, ne Adil Bey, ne de Orkun. Bir kaç saniye düşündüm ve sonra, "Bir haltlar dönüyor anlaşılan," diye konuştum, sesim sakindi. "Dur bakalım, çıkar elbet kokusu."

 

Telefonun diğer ucundan, birinin Helin'e seslendiğini işittim. "Neyse," diye yanıtladı beni. "Beni acilden çağırıyorlar, sen bir şey öğrenirsen beni de haberdar et olur mu? Sen oradayken meraklanıyorum."

 

"Olur, haberleşiriz."

 

Telefonu kulağımdan çekip aramayı sonlandırdığımda, bakışlarım tekrar sağ tarafa doğru döndü ama hemen yanı başımda Arzu'nun belirmesini beklemiyordum.

 

Kadın, bariz bir kinaye barındıran gözlerini benim üzerime dikmiş ve bir şey anlamak ister gibi gözlerini üzerimde gezdiriyordu. "Hayırdır, kiminle konuşuyorsun öyle gizli gizli?" diye sorduğunda, alayla ona baktım o ise bana bakmaya devam ediyordu. "Gerçi sen de gizli saklı çoktur, artık ne haltlar çeviriyorsan..."

 

Bir kaç saniye boyunca Arzu'nun yüzüne baktım dik dik. "Biz buna özel hayat diyoruz Arzu," diye konuştum buz gibi bir sesle. "Tâbi sen her şeyinin göz önünde olmasına alışmış olabilirsin, ama herkes sen değil."

 

Arzu hafifçe kaşlarını kaldırdı ve kollarını önünde bağladı. "Valla benim gizleyecek hiçbir şeyim yok Allah'a çok şükür," dedi imalı bir tınıyla ardından gözleri sargılı elime değdi. "Senin gibi her önüme gelenle atışıp, yeni düşmanlar edinmiyorum. Dün artık damarına kim bastıysa, öfkeden delirmiş gibiydin."

 

Gözlerimi devirdim. "Kazaydı sadece."

 

"Valla bana pek kaza gibi gelmedi," dedi Arzu, yeşil gözlerini benim üzerime çevirerek. "Baya sinirli gibiydin, kime sinirlendin bu kadar?"

 

Yüzüme oldukça yapmacık bir gülümseme yerleştirdim ve küçümseyici bakışlar eşliğinde Arzu'yu baştan aşağı süzdüm. "Bence sen beni boşver," diye konuştum sesime kasıtlı olarak sinir bozucu bir tını yerleştirerek. "Duyduğuma göre Adil Bey dün gece konağa bile gelmemiş, bence ilgilenmen gereken daha önemli konular var, ha Arzu'cuğum?"

 

Arzu biraz duraksadı. Damarına bastığımın farkındaydım, zaten amacımda bundan farklı değildi. Siyah saçlarına tezat bir şekilde bakan yemyeşil gözleri bir mıh gibi benim üzerimden ayrılmazken, "İşi çıkmıştır," diye mırıldandı, sesi ciddileşmişti. "Koskoca başhekim, elbet işleri olacak."

 

Elalarım, Arzu'nun zihnine şüphe tohumları ekmek istercesine bir süre onun yüzünde sabitlendi. Gözlerindeki korkuyu görebiliyordum. Eğer Adil Bey'e tamamen güveniyor olsaydı, bu şekilde bakmazdı. Dudaklarımda histerik bir tebessüm peyda olduğunda, buz gibi bakışlarım Arzu'dan ayrıldı. "Bence sen yine de bir Orkun'a sor," dedim kollarımı önümde bağlayıp rahat bir tavırla arkama yaslanırken. "Sabah hastaneye gitmiş ama babasını bulamamış, kesin sen göndermişsindir. Birde burada işi çıkmıştır diye rol kesiyorsun bana."

 

Arzu sinirle nefesini verdi ve bir kaç saniye öylece bir şey söylemeden bekledi. Bu da söylediğim şeyin doğruluğunu kanıtlıyordu. "Sen nereden biliyorsun bunu?" diye sordu en sonunda.

 

Gözlerimdeki ölümcül zehir eşliğinde onun gözlerine baktım bir kaç saniye boyunca. "Kuşlar söyledi." diye konuştuğumda sesimdeki soğukluk ve yüzümde ki alaycı gülümseme bir an bile değişmemişti.

 

Arzu bir şey söylemedi ama morali epey bozuktu. Adil Bey'den haber alamamak adeta onu delirtiyordu ve ben onun gözlerindeki bu korkuyu gayet net görüyordum.

 

Bir kaç saniye geçmişti ki, duyduğumuz adım sesleri eşliğinde

bakışlarım olduğumuz tarafa doğru gelen, Harun ve Mercan'a takıldığında Arzu'nun asılan suratı da aynı anda onlara taraf döndü. Mercan adeta koşarcasına yanımıza geldi. Harun ise hemen arkasındaydı. "Duydunuz mu siz olanları," Mercan heyecan dolu bir sesle bunu söylediğinde, Harun göz ucuyla karısına baktı.

 

"Ortalığı fazla karıştırma istersen Mercan."

 

Mercan umursamaz bir ifadeyle omuz silkti ve tekrar bize taraf baktı. "Ne var canım, hem onlarda duysunlar..."

 

Arzu, Mercan'ı baştan aşağı süzdü ve sonra Harun'a değdi bakışları. "Ne oldu söylesenize," diye mırıldandı sesindeki bariz merakla. "Kız yoksa birine bir şey mi oldu?"

 

Mercan neşeyle kıkırdadı ve olumsuz anlamda kafasını salladı. "Yok yok, öyle değil," dedi ve sanki çok önemli bir şey söyleyecekmiş gibi bize doğru hafifçe yaklaştı. "Sahran'lar varya... Harun neydi o adamın adı?"

 

Harun sıkıntıyla nefesini verdi ve "Haydar Sahran," diye yanıtladı Mercan'ı.

 

"Hah, Haydar Sahran," Mercan sesini hafifçe kıstığında bakışları bu sefer beni bulmuştu. "Bugün işyerine gelmiş, artık ne olduysa Azer baya sinirlenmiş silahlar falan çekilmiş. Davet günü olacak şey değil yani..."

 

İfadesiz bir suratla bir süre duraksadım. Aynen Azer'in söylediği gibi, Sahran'ların durmaya niyeti yoktu anlaşılan. O gün karşılaştığım kadını ve yanında ki adamı anımsadığımda, bu insanların Sahran'larla herhangi bir ilgisinin olabileceği ihtimali bir anda zihnime düşmüştü. Eğer öyleyse, Azer şüphelerinde gerçekten haklıydı. Sahran'lar varlığımdan haberdardılar ve buna sessiz kalmayacaklardı.

 

Tehlikenin, küllerinden yeniden doğurduğu o ateş hayatımın orta yerinde yavaş yavaş yanmaya başlarken, Harun'a baktım sorarcasına. "Ne zaman oldu bu?"

 

Harun, "Bu sabah olmuş olay," diye yanıtladı beni, sesi sakin ve soğukkanlıydı. "Abimle Adil amcam oradaymış."

 

"Baya silahlar falan çekilmiş diyorlar, valla şimdi meraktan çatlayacağım," Mercan bunu söylediğinde Harun uyarırcasına Mercan'a baktı, Mercan ise ekledi. "Hadi Harun'um, sen git ne olup bittiğini öğren. Bize de haber ver, çatlarım yoksa..."

 

Harun hafifçe kafasını salladı. "Sakın babaanneme bir şey söylemeyin," dedi oldukça ciddi bir sesle. "Akşama davet var, kimseyi telaşa düşürmeye gerek yok."

 

Harun bunu söyleyip yanımızdan uzaklaştığında, Arzu'nun bakışları Mercan'ın üzerine çevrildi. "Ben size dememiş miydim?" diye sordu ve sonrada göz ucuyla bana baktı. "Bu Sahran'ların sessizliği hayra alamet değildi, illa bir şey çıkacaktı. Siz şimdi bundan sonra olacakları izleyin..."

 

Bu sırada, Berşan Hanım'ın olduğumuz tarafa doğru geldiğini gördüğümüzde, Arzu lafına devam edeceksede etmedi. Berşan Hanım'ın bakışları, Arzu'nun üzerinde gezinirken bakışları ciddi ama oldukça kendinden emin bakıyordu. Berşan Hanım gelip tam Arzu'nun karşısında durdu ve onu baştan aşağı süzdü. "Şimdide felaket tellalığına mı başladın Arzu?"

 

Arzu bir kaç saniye duraksadı ve sonra da umursamaz bir tavırla omuz silkti. "Valla ben olacakları söylüyorum Berşan," dediğinde, sesi hâlâ imâ doluydu. "Geçmişte olanları herkes biliyor, ne malum içlerinin soğuduğu?"

 

Berşan Hanım, tavrından ödün vermek istemiyordu ama şuan sinirlenmemek için kendini kastığını anlayabiliyordum. Gözleri, küçümseyici bir tavır eşliğinde Arzu'nun üzerinden ayrılmazken, "İçlerinin soğumadığı ortada," diye yanıtladı Arzu'yu, ardından imayla hafiften kaşlarını çattı. "Ama kimden öç almak istedikleri de ortada Arzu," Bir adım daha ilerledi ve Arzu'nun gözlerinin içine baktı. "Bence sen bu söylediğimi biraz düşün tart. Ama bunu da unutma; eğer bu dava Adil Boranlı yüzünden benim oğullarıma da sıçrarsa, o zaman benden korkun Arzu."

 

Arzu, hiçbir şey söylemeden dururken, Berşan Hanım'ın az önce söylediği kelimelerin ektiği o korkunun gözlerinde filizlendiğini görebiliyordum. Berşan Hanım, buz gibi bakan elalarını Arzu'nun üzerinden çektiğinde, aynı anda arkada kalan mutfak kapısının açıldığını işittim ve herkesin bakışları peşi sıra o tarafa doğru döndü.

 

"Anne, duydunuz mu olanları?" Ruken mutfak kapısını kapatıp yanımıza doğru geldiğinde elinde ki telefonu hafifçe kaldırıp annesine gösterdi.

 

Tam konuşacağı sırada Berşan Hanım, "Sessiz ol," diye susturdu onu. "Haberimiz var."

 

Ruken gözlerindeki bariz telaş ve endişeyle, annesine baktı sorarcasına. "Adil amcam için mi gelmişler oraya? Hayır yani ne gerekçeyle böyle bir şey yapabilirler?"

 

Berşan Hanım, sabır dilercesine derin bir nefes aldı ve uyarı dolu bakışlarını Ruken'e yöneltti tekrar. "Sırası değil şimdi Ruken," dediğinde Ruken sinirle güldü, Berşan Hanım ise cümlesini tamamladı. "Büyütülecek bir şey yok, ufak bir tartışma çıkmış sadece."

 

"Ufak mı?" diye konuştu Ruken, sesindeki telaş çok net hissediliyordu. "Resmen ateş etmişler birbirlerine. Ya birine bir şey olsaydı," Sıkıntıyla derin bir nefes aldı ve olumsuz anlamda kafasını salladı. "Yok ben abimi arayacağım..."

 

Ruken telefonunu çıkardığında Berşan Hanım, Ruken'in telefonunu elinden aldı. "Bırak şu telefonu," dediğinde oldukça ciddi görünüyordu. "Ben aradım abini, herkes iyiymiş. Ortalığı karıştırmayın daha fazla." Ardından baş parmağını uyarırcasına havaya kaldırdı. "Ayrıca bu olanları başka kimse duymayacak, anlaşıldı mı?"

 

Ruken anlam veremeyen bir tavırla annesine baktı. "İnanamıyorum size ya," diye konuştu ve sonra merdivenlere taraf yürümeye başladı. "Gerçekten inanamıyorum."

 

Ruken sinirli adımlarla yanımızdan ayrılıp gözden kaybolurken, göz ucuyla Berşan Hanım'a baktım. O ise herhangi bir şey söylemeden tekrar Lebriz Hanım'ın yanına gitti. Bu olayın o kadar büyük bir tehlike arz etmediğinin farkındaydım. Çünkü eğer öyle bir şey olsa Berşan Hanım'ın bu denli sakin kalamayacağını biliyordum.

 

Hele ki söz konusu kendi oğluysa.

 

•••

 

Geçen bir kaç saat, sabah yaşanan o olayın yankılarını biraz olsun susturmuş ve herkes, odasına çekilip davet için hazırlanmaya başlamıştı.

 

Orkun'un ben odama geçmeden önce konağa geldiğini biliyordum ama Adil Bey ve Azer'in geldiğini görmemiştim. Boranlı'lar verilecek olan davete hiçbir şeyin gölge düşürmesine izin vermeyeceklerdi bunu gayet iyi biliyordum. En başta Berşan Hanım, olayın asla konuşulmasını istiyordu. Lebriz Hanım'ın ise olanlardan hâlâ haberi yoktu ama ondan herhangi bir şeyin gizlenemeyeceğinin herkes farkındaydı. En azından davet bittiğinde, illaki kulağına bir şeyler gidecekti.

 

Elimde tuttuğum saç kurutma makinesini çalıştırıp, ıslak saçlarıma tutarken odaya hafif ve güzel bir şampuan kokusu yayılmıştı. Gözlerim aynadaki yansımama takılı kalırken, telefonumun ekranı sürekli yanıp sönüyordu.

 

Annemin bugün en az onuncu arayışıydı. Anlaşılan bugün beni azarlamak için gayet çok zamanı vardı. İzmir yalanının beni sadece bir kaç gün idare edeceğinin farkındaydım ki muhtemelen annem o yalana zaten en başından beri inanmamıştı. Telefonu açarsam o iğneli laflarıyla yine günümü mahvedecek ve derhal Ankara'ya geri dönmemi söyleyecekti.

 

Elalarım zihnimin içindeki o korkunç savaşın aksine, buz gibi ve soğuk bakarken, saç kurutma makinesinin çıkardığı ses tüm odayı gürültüye boğuyordu. Saçlarım geriye doğru uçuşurken, bakışlarım aynadaki yansımamdan ayrılıp başka bir bedene saplandı ve makinayı tutan elim o an duraksadı. Gözlerim, onun gözlerine tırmanıp orada takılı kaldığında, saç kurutma makinesini kapattım ve aynı saniyelerin kucakladığı zaman diliminde bedenim ona doğru yavaşça döndü. "Azer?"

 

Azer'in gözleri üzerime bir yağmur damlası gibi dokundu. Odada tamamen yalnız oluşumuzu idrak etmem bedenimdeki gerginliği arttırmaya yetmişti. Gözlerim, onun o ateş gibi cayır cayır yanan esaretine teslim olurken, ellerini ceplerine sokarak odanın içinde bir kaç adım ilerledi ve gelip tam önümde durdu. "Senden sadece tek bir cevap istiyorum," diye mırıldandı erkeksi bir tınıyla, ardından gözleri yüzümün her zerresinde yavaş yavaş gezindi. "Sahran'lardan herhangi biriyle karşılaştın mı?"

 

Anlam veremeyen bir ifadeyle ona baktım ve elimdeki saç kurutma makinasını masanın üzerine yavaşça bırakarak, tamamen ona döndüm. "Nereden çıktı bu şimdi," diye mırıldandım oldukça net bir tavırla.

 

Azer bir kaç saniye düşündüğünde, yüzündeki ciddiyet ve benim bakışlarımı esir alan o garip duygu, işimi gittikçe zorlaştırıyordu. "Dün Mardin'de karşılaşmışsınız," dedi, sesinde herhangi bir duygu yoktu. Ardından, sorarcasına gözlerime baktı. "Doğru olup olmadığını bilmem gerekiyor. Konuştun mu sen o insanlarla?"

 

Kurduğu bu cümle, dün alışveriş merkezinde karşılaştığım o adam ve kadını bir kez daha anımsamama neden olduğunda, "Yürürken adamın biri omzuma çarptı," diye konuştum sakince. "Yanında yaşlı bir kadın vardı, kim olduklarını bilmiyorum."

 

Azer, bir şeyleri çözmüş gibi bir kaç saniye boyunca yüzüme baktı. Kasılan yüz hatları ve gözlerine inen karanlık, sinirlendiğini anlamamı sağlarken, bakışları hâlâ gözlerimdeydi. "Bir şey söyledi mi sana?"

 

"Kadın kürtçe konuşuyordu, ne söylediğini anlamadım, sonra yanındaki adam kadını alıp götürdü zaten," Rahat bir tavırla, arkamdaki makyaj masasına yaslandım ve kollarımı önümde bağladım. "Sen nereden biliyorsun, onlarla karşılaştığımı?"

 

Azer, bir kaç adım ilerleyip bana yaklaştı ve hafifçe kafasını eğerek yüzüme baktı. "Bir daha böyle bir şey olursa, ilk beni arayacaksın," dedi oldukça ciddi bir tınıyla. "Anlaşıldı mı?"

 

Gözlerime inen merak eşliğinde, gözlerim Azer'in gözlerini buldu bir kez daha. "Sen o adamla kadının kim olduğunu biliyor musun?" Kafamı biraz daha kaldırdım, bu sorunun cevabını gerçekten merak ediyordum.

 

"Kim olduklarının bir önemi yok, o aileyle en ufak bir temas kurmanı istemiyorum," diye mırıldandı, yüzündeki öfkeye rağmen sesini yumuşak tutmaya çalışarak. Ben herhangi bir cevap vermediğimde, benden onay bekliyormuş gibi, bir kez daha gözlerime baktı. "Anlaşıldı mı?"

 

Huzursuz bir şekilde ona baktım. "İyi, tamam."

 

Azer, bir kaç saniye boyunca gözlerime bakmaya devam etti ve sonra geriye doğru adımlayıp, dik duruşundan ödün vermeden kapıya doğru ilerledi. "Ha bu arada," diye konuştu hafifçe bana dönerek. "Bundan sonra dışarı çıktığında Yusuf sana eşlik edecek."

 

Kaşlarımı çattım, "Koruma istemiyorum demiştim?"

 

Azer, kapıyı açtı ve, "Bundan sonra tek başına dışarı çıkamazsın Dilba," diye konuştu itiraz istemeyen bir sesle. "Kendi güvenliğin için."

 

Azer bir şey söylememe izin vermeden dışarı çıkıp kapıyı kapattığında, onun arkasından öylece bakakalmıştım. Gözlerimi devirip huzursuz bir nefes verdiğimde geçip sandalyeye oturdum. İçimdeki gerginlik seviyesi, yüzümün asılmasına sebep olurken saçlarımı elimle geriye doğru ittim. Elime aldığım nemlendirici krem kutusunun kapağını açarken kapının tekrar tıklatılmasıyla, "Gel," diye konuştum, sesim gergin çıkmıştı.

 

Kapının açıldığını duyduğumda o taraf bakmadan kremi yüzüme sürmeye başlamıştım. "Selam," Gaye'nin o herzamanki alaycı sesi kulağıma dolduğunda, yavaşça ona taraf baktım. Sarıya çalan açık kahverengi, kıvırcık saçlarını tepeden at kuyruğu yapmıştı. Ela gözlerini üzerime dikip olduğum tarafa doğru ilerledi ve kollarını önünde bağlayarak makyaj masasına hafifçe yaslandı. "Bende seni arıyordum."

 

Elimdeki krem kutusunun kapağını yavaşça kapatırken buz gibi bir ifadeyle, "Hayırdır?" diye sordum ve ardından dudağımın kenarı alayla kıvrıldı. "Yoksa o gün şahit olduğum şeyi anlatıp anlatmayacağımı mı öğrenmeye geldin?"

 

Gaye gözlerini devirdi. "Yani o saçma olayı evirip çevirip bu noktaya getirdin ya, pes..." Huzursuz bir nefes verdi. "Neyse," dedi geçiştirerek. "Giyeceğim kıyafete karar veremedim bir türlü, yardımcı olur musun diyecektim?"

 

Bakışlarımı aynaya çevirdim ve saçlarımı elimle düzeltmeye başladım. "Bakarız birazdan," diye konuştum. "Baya kalabalık olacak anlaşılan, herkes bu kadar özendiğine göre..."

 

Gaye beni onaylarcasına kafasını salladı. "Güneydoğu'nun en önemli iş adamları ve aileleri katılacak, tabi ki çok önemli," dediğinde hafifçe gülümseyip heyecanını saklama gereği duymadı ve derin bir nefes aldı. "Herkes Azer'in zaferini konuşuyor Mardin'de..."

 

Gaye, hayran hayran kazanılan bu ihaleden bahsederken ben dudaklarımda histerik bir tebessüm eşliğinde, makyajımı yapmaya devam ettim. Lebriz Hanım, bu daveti tamamen bir boy gösterisi olarak kullanacağı için, bu davet aracılığıyla Boranlı ailesine tamamen girdiğimi herkese kanıtlamak isteyecekti. Kısacası, gözlerine sokacaktı.

 

Yaklaşık bir saat sonra, tamamen hazır bir şekilde boy aynasından kendi görüntüme bakıyordum. Üzerimdeki, mini, sırt dekolteli elbisenin arka kısmı ince ip detaylarıyla gerçekten göz alıcı görünüyordu. Belime kadar uzanan saçlarımı hafifçe dalgalandırmış ve açık bırakmıştım.

 

Ufak, gümüş detayları olan siyah çantamı elime alıp odadan çıktığımda, hava çoktan kararmaya başlamıştı. Üşütmeyen, ince bir esinti tenime çarparken, merdivenlere taraf yöneldim. Gaye'nin kıyafetini beraber seçtikten sonra, o hazırlanmak için tekrar evine dönmüştü. Diğerleri ise çoktan aşağıya inmiş olmalıydılar. Acele etmeden aşağıya inerken, gerçektende herkesin aşağıda beklemekte olduğunu görmüştüm.

 

Evet, onları biraz bekletmiş olabilirdim.

 

Topuklu ayakkabılarımın zeminde çıkardığı ses tüm gözlerin birbiri ardına benim üzerime dönmesine neden olurken, asla bozuntuya vermeden yüzüme yerleştirdiğim sinir bozucu tebessüm eşliğinde aşağıya inmeye devam ettim. Adımlarım avlunun zeminine temas ettiğinde, çantamı iki elimle kavrayarak, onların olduğu tarafa doğru yaklaştım.

 

Lebriz Hanım'ın, yüzünde bariz bir şekilde belli olan şaşkınlık ve sinir keyfimi yerine getirirken, o beni baştan aşağı şöyle bir süzdü ve sonra bakışlarını Mercan'a çevirdi. Mercan'ın gözleri faltaşı gibi açıldığında, teslim olur gibi iki elini havaya kaldırdı ve bilmediğini kastederek hafifçe omuz silkti. Lebriz Hanım'ın gözleri, huzursuz ve sinirli bir ifadeyle tekrar bana döndü, bastonunu iki eliyle sıkıca kavradı ve sonra sinirle bakışlarını öte tarafa çevirdi. "Tövbe estağfurullah."

 

Gülmemek için kendimi zor tutarken, "E hadi gitmiyor muyuz ya?" diye sordum hafifçe gülümseyerek. "Ağaç olduk burada değil mi?"

 

Mercan eliyle ağzını kapatıp gülüşünü bastırmaya çalıştığında, Lebriz Hanım, "Ya sabır," diye söylendi tekrardan ve sonra kapıya doğru ilerlemeye başladı.

 

Mercan, Lebriz Hanım'ın arkasından baktı ve sonra koşarcasına yanıma gelip, kulağıma doğru yaklaştı. "Kız valla ben biliyordum senin rahat durmayacağını," diye konuştu sadece benim duyabileceğim bir şekilde. "Ay ama sen fazla güzel olmuşsun, ne yalan söyleyeyim kıskandım valla."

 

Orkun, diğer taraftan bakışlarını üzerimde gezdirdi ve alayla dudaklarının kenarı kıvrıldı. "Zaten her gün yüzünde bir kilo boyayla gezdiğin için ben bir fark göremedim," diye konuştu. "Bu kadar insan toplanmış, senin boya badananı bekliyoruz, eğer işin bittiyse kendi davetimize geç kalıyoruz haberin olsun."

 

Üzerindeki takım elbise, normal spor giyiminden farklıydı ama oldukça şık görünüyordu. Söylediklerine aldırış etmeden, kapıya doğru yürümeye başladığımda herkes arabalara geçmeye başlamıştı. Gözlerim istemsizce Azer'i ararken, diğer taraftan Lebriz Hanım'ın bakışlarının bana taraf döndüğünü hissettim ve bende o tarafa baktım. Lebriz Hanım, beni bir kez daha hoşnutsuz bir tavırla süzdü. "Sen bizim arabaya geliyorsun, küçük hanım."

 

Yüzümdeki alaycılıktan ödün vermeden, Lebriz Hanım'ın bindiği arabaya geçtiğimde, Berşan Hanım ve Ruken'de gelip tam karşımıza oturdular. Diğerleri de tamamen arabalara bindiklerinde, en başta bizim bindiğimiz araba olmak üzere, arabalar tek tek konağın önünden ayrılmaya başladı.

 

Azer ve Adil Bey'i görmemiştim muhtemelen erken gitmiş olmalıydılar.

 

Lebriz Hanım'ın gözleri tekrardan benim üzerime çevrilirken, "Rasim Ağa'nın aileside olacak davette," diye lafa girdi. "Yine o Şilan denilen kızla laf dalaşına gireyim deme sakın. Bu önemli bir akşam, kavga gürültü istemiyorum."

 

Dudaklarıma yapmacık bir tebessüm yerleşti ve hafifçe kafamı salladım. "Merak etmeyin."

 

Yaklaşık yirmi dakika sonra araba, büyük oldukça gösterişli bir taş mekânın önünde durduğunda, şoför bekletmeden gelip kapıyı açtı ve Lebriz Hanım'ın ardından hepimiz sırayla indik arabadan. Mekan Midyat'ın çıkış yolunun üzerinde, sakin ama büyük bir yerdeydi. Mekanın önü arabalarla doluydu ve içerisinin baya kalabalık olduğu belli oluyordu.

 

Etrafta onlarca koruma geziniyordu. Her birinin belinde en az iki tane tabanca göze çarpıyordu. Anlaşılan o ki güvenlik önlemleri baya iyi alınmıştı.

 

İçeriye girdiğimizde, mekânın içinin dışarıdan göründüğünden çok daha büyük olduğunu farketmiştim. Büyük, taş duvarlar ve sütunların çevrelediği bu büyük salonun en baş köşesine kurulmuş, profesyonel bir orkestra eşliğinde geleneksel, hafif bir müzik çalıyordu. Çoğu masanın etrafı insanlarla doluydu ama henüz saat erken olduğu için mekan tamamen dolu değildi ve insanlar gelmeye devam ediyordu.

 

Lebriz Hanım'ın hemen arkasından ağır adımlarla ilerlemeye başladığımızda, yer yer bana dönen meraklı bakışları görmezden geliyordum. Muhtemelen buradaki çoğu insan, o düğünde neler yaşandığına bizzat şahit olduğu için, hiçbir şey olmamış gibi bu davete katılmama şaşırıyor olmalıydılar.

 

İstedikleri kadar şaşırabilirlerdi.

 

Bakışlarım etrafta gezinirken, hemen sol tarafta Azer'in olduğumuz tarafa doğru yaklaştığını gördüm. Lebriz Hanım'ın bakışları, Azer'e doğru döndüğünde, yüzünde beliren gülümseme içinde büyük bir gurur barındırıyordu.

 

Azer, üzerinde adeta kusursuz bir şekilde duran simsiyah takım elbisesi ve yüz hatlarındaki o mükemmel uyumla birlikte her zamanki gibi nefes kesici görünüyordu. Kolunda ki saat, oldukça pahalı ve şıktı. Bir an bunu neden yaptım bilmiyorum ama gözlerim saniyelik olarak onun ellerine indi.

 

Daha doğrusu yüzük parmağına.

 

Görmeyi beklediğim alyansın yerinde olmadığını gördüğümde vücudumdaki ağırlığın bir anda kalktığını hissettim. Alyansını takmamıştı. Bunun beni zerre kadar ilgilendirmemesi gerekiyordu ama son bir kaç gündür ne davranışlarıma, ne de içimde ki bu saçma duyguya mâni olamıyordum.

 

Lebriz Hanım, Azer'e bir şeyler söyledi ama ben onların gerisinde olduğum için ne konuştuklarını duyamıyordum. Elvan'ın zaten saatlerdir asık olan yüzü, alyansı görememesiyle beraber biraz daha asılırken, Lebriz Hanım kendileri için ayrılmış masaya doğru ilerlemeye başlamıştı.

 

Diğerleri de onun peşine takılırken Azer'in gözleri aniden beni buldu ve benim elalarım onun gece karanlığı gözlerine değdiği an nefesimin kesildiğini hissettim. Bakışlarındaki o yakıcı ateş, küllerle kaplı göğüs kafesimi bir anda yangın yerine çevirdiğinde böyle hissettiğim için kendime bile kızamadım çünkü, bu şey her neyse ilk defa herşeyden daha gerçek geliyordu.

 

Bunu kendime yapmamalıydım.

 

Onun, gözleri yavaşça benim üzerimde gezinirken, bakışları elbisemden yukarı doğru yavaş yavaş tırmandı ve tekrar gözlerimi buldu. Gözlerinin tenimde bıraktığı bu sıcaklık, zihnimi allak bullak ederken sanki bulunduğum yere takılı kalmış gibi hissettiren adımlarım hareketlendi ve ağır ağır salona doğru ilerlemeye başladım. Yanından geçeceğim sırada, bir adım ileriye doğru yürüdü ve yolumu kapattı. Bedenim ona temas ettiği sırada geriye doğru adımlayıp aradaki mesafeyi birazcık araladım.

 

Gözleri, elbisemin omuz askısından yavaş yavaş saçlarıma doğru çıktı ve sonra gözlerimin içine baktı. "Bilerek mi yapıyorsun bunu?"

 

Kafamı kaldırıp, tereddüt dahi etmeden gözlerine bakmaya devam ettim. "Neyi," diye sordum, sesimdeki ağırlık ikimizin arasında bir melodi gibi yankılanırken.

 

Gözlerinde öyle yoğun bir ifade vardı ki, etrafta onlarca insanın olduğunu bile bile bakışlarımı ondan çekemedim. Gözleri dudaklarıma indi. Yutkundu. Tüm zaman dilimini avuçlarıma hapsetmiş gibi, saniyelerce yüzümü inceledi. "Bazen ben bile seninle baş edemezmişim gibi geliyor," diye mırıldandı kulağıma doğru. "Cesursun Dilba," Gözleri dudaklarıma kaydı bir kez daha. "Cesur ve fazla güzelsin."

 

Nefeslerim hızlanmaya başladığında, dudaklarım hafifçe kırıldı ama kalbim şuan gerektiğinden çok daha hızlı atıyordu. "Bu bir iltifat mı," Kafamı biraz daha kaldırdım. "Yoksa beni sokmak istediğiniz kılıfa girmediğim için mi söylüyorsun bunları?"

 

"Kendinin biraz olsun farkındaysan, ne için olduğunu anlarsın," Azer'in erkeksi sesi saçlarımı bir rüzgar gibi okşarken, gözleri saniyelik olarak saçlarıma değdi ve sonra elbisemde gezindi tekrardan. "Bu elbiseyi özellikle mi seçtin?"

 

Gülümsedim. Geçen saniyeler göğüs kafesimin içindeki o canavarı ayaklarının altında ezmeye devam ederken, "Evet," diye yanıtladım meydan okur gibi. "Bence çok daha güzel oldu, en azından herhangi birinizin kuklası olmadığımı anlamışsınızdır."

 

Azer'in biçimli dudakları hafifçe kıvrılırken, onun yanından geçip Lebriz Hanım'ların olduğu masaya doğru ilerlemeye başladım. Daha fazla onun yanında kalırsam, bu insanların zaten hazırda bekleyen o dedikodu heveslerini bir kez daha canlandırmış olacaktım.

 

Salonun en baş köşesine, Lebriz Hanım için özel olarak kurulmuş olduğu bariz bir şekilde belli olan o gösterişli masaya doğru ilerlerken, etraftaki o gözler bir ok gibi tek tek üzerime çevriliyordu. Geçip boş sandalyelerden birine oturdum. Birçok tanımadığım insan, tabiri caizse Lebriz Hanım'ın önünde sıraya girmiş, hürmetlerini iletiyorlardı. Adil Bey ise sanki ihaleye ve bu davete karşı çıkan kendisi değilmiş gibi, gayet keyifli bir şekilde misafirleri karşılıyordu. Bu hâli herzamanki o durgun halinden farklı olduğundan, buna biraz şaşırmıştım.

 

"Sanırım Dilba bu," İsmimin zikredilmesiyle, bakışlarım sesin geldiği yöne doğru dönerken, Lebriz Hanım'ın karşısında duran iki kadının bakışlarıda aynı anda bana döndü.

 

Lebriz Hanım, hafifçe gülümseyerek, "Ta kendisi," diye yanıtladı kadınları.

 

Kadınlardan uzun boylu olan, yüzüne kocaman bir gülümseme yerleştirerek bana baktı. "Çok memnun oldum canım," Yanındaki kadına bakıp, sonra tekrar bana döndü. "Ben Sevgi, bu da ablam Canan."

 

"Bende çok memnun oldum," Dudaklarımda belli belirsiz kısa bir tebessüm belirirken, Dilcan Hanım ve Cenap Ağa, yanlarında Gaye ile birlikte salona giriyorlardı.

 

Adının Canan olduğunu öğrendiğim diğer kadın, "Adil Bey'in kızı çıkıp gelmiş dediklerinde şok olmuştum," diye lafa girdi ve sonra derin bir nefes aldı. "Demek Bukê'nin ettiği onca yemin boşa değilmiş. Herkes bebekte, Bukê'de ölmüştür diyordu ama bak, sapasağlam çıkagelmişsin..."

 

Kadının gözlerinde beliren o hüzün, yüzüne yavaş yavaş yayılmaya başladığında, adının Sevgi olduğunu öğrendiğim diğer kadın, Canan'a ufak bir göz hareketi yapıp susmasını istedi. Masada oluşan bir kaç saniyelik sessizlikle beraber, Lebriz Hanım konudan duyduğu rahatsızlığı belli edercesine bakışlarını öte tarafa çevirdi ama benim gözlerim Canan denen kadının üzerinde geziniyordu hâlâ.

 

Annemle geçmişte bir ilgisi varmış gibi konuşuyordu.

 

Göğsüme çöken ağırlıkla beraber geriye doğru yaslandım ve bir süre hiçbir şey söylemedim. Canan, "Neyse, biz buralardayız," dediğinde, diğer kadın Lebriz Hanım'a başıyla tekrar selam verdi ve yanındaki kadınla beraber yanımızdan ayrıldılar.

 

Onlar gider gitmez, Dilcan Hanım ve Gaye'nin de bize taraf geldiğini gördüm. Cenap Ağa ise, Azer ve Adil Bey'in olduğu tarafa doğru gidiyordu. Dilcan Hanım, o herzamanki anaç ve sevecen tavrıyla Lebriz Hanım'ın elini öptü. "Hayırlı olsun, Büyük Hanım."

 

Lebriz Hanım, elini Dilcan Hanım'ın elinin üzerine koyarak hafifçe kafasını salladı. "Sağol Dilcan," dedi ve eliyle boş olan sandalyeleri gösterdi. "Geç otur."

 

Gaye ise gelip hemen yanımda ki sandalyeye oturdu. Üzerinde beraber seçtiğimiz ten rengi bir elbise vardı. Saçlarını sıkı bir at kuyruğu yapmıştı ve gayet hoş duruyordu. Yüzündeki gülümseme eşliğinde etrafa göz gezdirdi. "Beklediğimden daha kalabalıkmış," dedi keyifli bir sesle.

 

Gerçektende koca salon tamamen dolmak üzereydi ve hâlâ misafirlerin çoğu gelmeye devam ediyordu. Taş duvarları süsleyen o süslü avizeler, etrafı sarı ışıklarla aydınlatırken, içeride de aynen dışarıda olduğu gibi bir sürü silahlı koruma vardı. Anlaşılan gerçekten önemli misafirler ağırlanıyordu.

 

Ruken'e taraf dönerek, hafifçe eğildim. "Az önce ki kadın, Canan," diye mırıldandım sadece ikimizin duyabileceği bir şekilde. "Kim olduğunu biliyor musun?"

 

​​​​​​Ruken, kadınların olduğu masaya taraf baktı ve hafifçe kafasını salladı. "Canan abla çok eski bir aile dostumuzun kızı," diye yanıtladı beni. "Adil amcamla kardeş gibiler, o da abileri de. Çok tatlı bir kadındır."

 

Anladığımı belirtircesine kafamı salladım. Bu kafamı neden bu kadar kurcalamıştı bilmiyorum ama o kadının annemle bir ilgisi olduğuna adım kadar emindim. Belki sadece bana öyle geliyordu bilmiyorum ama bunu kesinlikle öğrenmem gerekiyordu.

 

"Şuraya baksana," dedi Ruken, bakışları kadınlardan ayrılıp kapıya taraf dönmüştü. Şilan denen kızın dedesi ve babaanesi önde, Şilan ise arkada salona girmişlerdi. Ruken alayla gülerek, "Bu kadar yüzsüzünüde ilk defa görüyorum," dediğinde, gözleri bana doğru döndü. "Utanmasalar hiçbir şey olmamış gibi o Baran'ı bile getirecekler..."

 

Bakışlarım Şilan'ı bulurken, kendimi tutamayıp kısık bir kahkaha attım. Üzerine giydiği bembeyaz, uzun elbiseyle beraber adeta gelinlik giymiş gibi duruyordu. Etrafa attığı o kendini beğenmiş ukala bakışları beni bulduğunda, adeta nisbet yapar gibi alayla güldü ve dedesinin peşinden ilerlemeye devam etti.

 

"Şuna bak, bir tek duvağı eksik," Gaye, yüzünü buruşturarak bunu söylediğinde, Şilan'ın dedesi Rasim Ağa, erkeklerin yanına geçmişti. Şilan ve babaanesi ise bizim masaya doğru geliyorlardı.

 

Gözlerimi devirip, bakışlarımı Şilan'ın üzerinde gezdirirken, babaanesi ve annesi olduğunu tahmin ettiğim başka bir kadın Lebriz Hanım'ın yanına doğru yaklaştılar. Onlar, Lebriz Hanım'la tokalaşırken, Şilan'ın bakışları bir ok gibi benim üzerime dönmüştü. "İyi akşamlar," diye konuştu hafif bir doğu aksanıyla, bu sırada elbisesinin bel kısmındaki aynı renk kemer o kadar yamuk duruyordu ki, yürüyüşü komik görünmeye başlamıştı.

 

"Hoşgeldin Şilan," Ruken, oldukça mesafeli bir sesle bunu söylediğinde, Şilan hafifçe kafasını salladı.

 

"Hoşbulduk, hoşbulduk..." dedi ve sonra bir kez daha bana baktı. "Bakıyorum da, herkes burada. Ben Dilba katılmaz diye düşünüyordum, malum düğün olayından sonra..."

 

Saçlarımı yavaşça düzeltip, yüzüme yapmacık bir tebessüm yerleştirdim. "Bizde tam senden bahsediyorduk," diye konuştum küçümser gibi bir sesle. "Böyle beyazlara bürünüp geldiğine göre, hemen unutmuşsun olanları."

 

Şilan eliyle elbisesinin yakasını düzeltti. "Benim hiç suçum yoktu, zaten beyaz da masumiyeti temsil eder," Gözlerini üzerimde bir kaç defa gezdirdi. "Öyle senin gibi şeytan ruhlu insanlar taşıyamaz."

 

Gözlerime yerleşen alay eşliğinde Şilan'a baktım. Sandalyemi hafifçe geriye doğru itip yavaşça ayağa kalktığımda, Şilan ne yapmaya çalıştığımı anlamak ister gibi bana bakıyordu. İki adım ilerledim ve tam karşısında durdum. Neredeyse çapraz bir şekilde duran kemerini elimle düzeltiğimde, "Bence sende taşıyamamışsın tatlım," diye mırıldandığımda, Mercan'ın sesli kahkahası kısa bir süre tüm bakışları bizim masaya doğru çevirmişti.

 

Mercan kıpkırmızı olmuş bir şekilde gülmeye devam ederken, Ruken eliyle gülüşünü gizlemeye çalışıyordu. Bu gibi bir ifadeyle Şilan'a baktım ve bir şey söylemesine izin vermeden yanından geçerek ağır adımlarla ilerlemeye başladım.

 

Şilan'ın o aptalca lafları umurumda bile değildi. Yüzümde en ufak bir mimik dahi barındırmadan, az önce adının Canan olduğunu öğrendiğim kadının olduğu masaya doğru yürürken, Mercan hâlâ arkada gülmeye devam ediyordu.

 

Ama benim şuan Şilan'dan daha önemli bir işim vardı.

 

"Canan Hanım'dı değil mi?" Gülümseme gereği duymadan, Canan denen kadına taraf baktığımda, kadın sohbetini yarıda kesip bana taraf döndü. Yüzünde az önceki gibi yine kocaman bir gülümsemeyle bana baktığında, zihnimde beni rahat bırakmayan sorulara daha fazla engel olamıyordum.

 

Kadın, olumlu anlamda kafasını salladı ve yanındaki kadınlardan uzaklaşarak tamamen bana taraf döndü. "Evet canım," diye konuştu oldukça samimi bir tonla, ardından dikkatlice gözlerime baktı ve yüzünde yine az önceki gibi bir hüzün var oldu.

 

Anlam veremeyen bir ifadeyle, "Bir şey mi oldu?" diye sorduğumda, kadın kendini toparlayarak histerik bir tebessümü dudaklarına yerleştirdi.

 

"Gözlerin," diye konuştu sakince. "Bir an sanki Bukê karşımdaymış gibi hissettim. Sen benim kusuruma bakma."

 

Boğazıma takılı kalan keskin bir acı, nefeslerimin yoluna taşlar koyduğunda, zorlukla yutkundum ve bir kaç saniye duraksamak zorunda kaldım. "Tanıyorsunuz yani," diye konuştum en sonunda, bu kelime ağzımdan zorlukla çıkmıştı. "Nereden?"

 

Kadının gözlerinde var olan o hüzün, yerini hafif bir kızarıklığa bıraktı. "Tanımaz mıyım hiç," Titreyen sesi, geçmişin acı yükü gibi ses tellerine bindiğinde, derin bir nefes aldı ve gülümsedi. "O benim can dostumdu, kardeşimdi. O yüzü dün gibi aklımda..."

 

Göğüs kafesimin içinde bir kez daha büyük bir çığlığın emarelerini işittim. O geçmiş, bir şeytanın gölgesi gibi üzerimde belirirken, nefes almak bir işkenceden farksızdı.

 

Merak ediyordum.

 

Annemi böyle bir kadına dönüştüren şey neydi, ölesiye merak ediyordum.

 

Tam ağzımı açacağım sırada, Berşan Hanım'ın yüzü girdi kadrajıma. Gözlerindeki ciddiyet eşliğinde bakışları önce bana, sonrada Canan'a döndü. "Canan'cığım, seninle tanıştırmak istediğim biri var," diye konuştu ve göz ucuyla bana bakıp gülümsedi.

 

Gözlerimde beliren o buz gibi ifadeyle, Berşan Hanım'a baktım. Canan'la konuşmamı istemiyordu. Ürettiği bu bahaneyle beraber, yüzüne ne zaman yalan söylese yerleşen o ifadeyle beraber bana bakmaya devam ederken, muhtemelen bu kez gözlerimdeki sinire hakim olamamıştım.

 

Kollarımı önümde bağlayıp, kaşlarımı hafifçe kaldırdım ve Berşan Hanım'ı baştan aşağı süzdüm, o ise Canan'a bakarak hafifçe gülümsedi. "Hadi canım."

 

Canan, "Bak meraklandım şimdi," diye konuştu ve az önceki ruh halinin üzerini örtmek için keyifle gülümsedi.

 

Onlar yanımdan ayrıldıklarında, Berşan Hanım'ın yaptığı bu şeyin tamamen planlı olduğunu biliyordum. Annemle ilgili bazı şeyleri bilmemi istemiyordu ve bizzat engel oluyordu.

 

Ama ben öğrenecektim.

 

Boğazıma düğümlenen o zehirli sarmaşık, zehrini tüm bedenime akıtmaya devam ediyordu. Karabasan gibi zihnime çöken bu düşüncelerle cebelleşirken, Adil Bey'in kapıya doğru yürüyen bedenine takıldı bakışlarım. Oldukça keyifli bir suratla, az evvel içeriye giren bir adamın elini sıkıp bir şeyler söylediğinde, Azer'in de aynı şekilde oraya doğru yürüdüğünü gördüm ama o Adil Bey gibi keyifli değildi. Tam o sırada kapıdan içeri giren tanıdık bir beden kadrajıma girdi ve o an şaşırmadığımı söylersem yalan söylemiş olurdum.

 

Azat'ın abisi ve Ruken'in, Azat'a silah çektiği gün avluda olan başka bir adam Adil Bey'le tokalaştıklarında, Azer'in yüzünde beliren o ölümcül öfkeyi buradan bile hissedebilmiştim. Daha iyi görebilmek adına bir kaç adım ilerledim ve farkettirmeden o tarafa doğru baktım tekrar. Adil Bey'in suratında en ufak bir şaşkınlık dahi yoktu ve eğer tahminim doğruysa, onları buraya Adil Bey davet etmişti.

 

Ve bu Azer'in hiç hoşuna gitmemişti.

 

Azer gözlerinde beliren öfke eşliğinde, gelen misafirlere taraf baktı ve sonra bakışları yavaşça Adil Bey'e taraf döndü. Aralarındaki gerginlik, ta buradan bile hissedilirken, Azat'ın babası olduğunu tahmin ettiğim adam Azer'e elini uzattı.

 

Eğer Azer'i biraz olsun tanıdıysam, adamın elini sıkmayacağına adım kadar emindim.

 

Azer'in o sert bakışları, adama taraf döndü tekrar ve göz ucuyla adamın uzattığı eline baktı. Tamda tahmin ettiğim gibi, yüzüne yerleşen o aşağılayıcı ifadeyle, adamın yanından geçerek diğer misafirlerin yanına gitti. Adamın yüzünde beliren o bozulmuş ifadenin aksine, Adil Bey'in yüzünde garip bir zafer işareti vardı.

 

Bilerek yapmıştı.

 

Daha fazla burada durmayı bırakıp, kapıya doğru yürüdüm ve koridora çıktım. Lavaboların olduğu tarafa yöneldiğimde, çantamın içindeki telefonumun tekrar titrediğini işittim ama arayanın annem olduğunu bildiğimden herhangi bir şey yapmadan yürümeye devam ettim. Kadınlar tuvaletinin biraz daha ilerisinde, bir grup kadın toplanmış sigara içiyorlardı. Yoğun sigara kokusu, midemi bulandırmaya yeterken, içeri girip lavabolardan birinin önünde durdum ve aynadaki yansımama bir kaç saniye bakarak saçlarımı geriye doğru hafifçe düzelttim.

 

Telefonumun susmak bilmeyen titreşim sesi, adeta delirecekmişim gibi hissettirdiğinde çantamı açıp aramayı reddettim ve rujumu çıkararak kapağını sertçe açtım. Sebebini anlayamadığım bir öfke vücudumda kol gezerken, koyu renk rujumu dudaklarıma hafifçe dokundurmaya başlamıştım.

 

"Kız abla, sende bırakamadın şu illetti," Şilan'ın sesi kulağıma dolduğunda, kapının dışındaki kadınların gülüşme sesleri koridorda yankılanmıştı.

 

Bir başka kadın sesi, "Ne yapayım, alıştık bir kere," diye yanıtladı ve ekledi. "Kız o değilde, ben siz gelmezsiniz davete diyordum..."

 

"Niye ne olmuş ki, gelmesinler?"

 

Umursamadan makyajımı tazelemeye devam ederken, başka bir kadın lavaboya girdi. Bu sırada dışarıdaki sesler hâlâ devam ediyordu. Bir başka kadın sesi, "Sen duymadın mı?" diye sorduğunda, az önce konuşan diğer kadın kıkırdayarak araya girdi.

 

"Adil Bey'in gayrimeşru kızı yok mu? Dila'mıydı, Dilba'mıydı... Onunla Azer Ağa'nın mekânında olay çıkmış, aman uzun hikaye işte... Ben Şilan'ın gelmesine şaşırdım."

 

Elimdeki rujun kapağını kapattım ve çantamın içine attım. Bu sırada, Şilan'ın sesi tekrar duyuldu. "Niye şaşırıyorsun, biz kötü bir şey mi yaptık? Hepsi o yılanın iftiraları, düpedüz yalan söyledi. Ha bir de, Azer Ağa arkasında durunca..."

 

Dudaklarımın kenarında beliren alaycı gülümseme eşliğinde, kapıya doğru yürüdüm. "Sen o yüzden mi sağda solda, Azer Ağa'nın metresi diyorsun bu kıza?"

 

Tam dışarı çıkacağım sırada, öteki kadının kurduğu cümle adımlarımı aniden duraksattı. Bedenime çöken o korkunç öfke, dudaklarımı birbirine bastırmama neden olurken, bir saniye bile beklemedim ve hızlıca telefonumu çıkardım. Kadınlardan biri anlaşılmayan bir şey söyledi ve sonra Şilan, "Yalan mı sanki," diye konuştu.

 

Ses kaydını başlattığımda bir kaç adım daha ilerledim ve tam kapının önünde durdum. Şilan'la konuşan kadın, "Kız sende az değilsin," diye söylendi. "Lebriz Hanım, sağda solda böyle konuştuğunu duyarsa seni mahveder."

 

"Nereden duyacak?" diye sordu Şilan rahat bir tavırla. "Ben bir kişiye söyledim, millet önüne gelene anlatmış. Benden çıktığını duyana kadar oho..."

 

Bu sefer daha önce konuşmayan bir kadın girdi araya. "Sırf bir olay çıktı diye, gidip resmen iftira atıyorsun, sana bir abla tavsiyesi, gözünle görmediğin şeyleri öyle her yerde konuşma."

 

"Ne malum iftira olduğu?" Şilan bunu söylediğinde, bir kaç kişi üst üste bir şeyler söyledi ama ne söyledikleri anlaşılmadı. "...Azer Ağa az kalsın öldürecekti Baran'ı, valla doğru olsun olmasın ben o kızdan herşeyi beklerim." diye ekledi Şilan. "Sizde ağzınızı sıkı tutun ha, kimse duymasın benden çıktığını."

 

"Yok kız, kime söyleyeceğiz..."

 

Ard arda bir kaç gülüşme sesi duyuldu ve Şilan denen kız bir kaç defa daha aynı şeyleri tekrarladı. Ama ben istediğimi aldığım için kaydı durdurdum ve telefonumu çantama geri koydum. Yaklaşık iki dakika boyunca onların dağılmasını beklemiş ve en son sesler durulduğunda tekrar koridora çıkmıştım.

 

Öfkenin kesilen damarından akan kan, damla damla aktı zihnime. Topuklu ayakkabımın koridorda çıkardığı o ritmik ses eşliğinde, yüzüme en ufak bir mimik dahi barındırmadan içimde büyüyen o kötü kız çocuğunun tüyler ürperten kahkahası doldu kulağıma.

 

Ödet, diye fısıldıyordu.

 

Zamanı geldi.

 

Öfkenin o yakıcı ateşi; saniyelerin alıp götürdüğü zamanın üflediği, o soğuk nefesle bir buza dönüştüğünde, yüzüme öyle bir ifade yerleştirdim ki, kimse az önce öfkeden Şilan'ın boğazına yapışabileceğime ihtimal vermezdi.

 

Kapının hemen sağ tarafında, masanın üzerine yerleştirilen içeceklerden birini alıp ağır adımlarla, az önce oturduğum masaya doğru ilerledim ve Lebriz Hanım'ın bana dönen bakışları eşliğinde, Gaye'nin yanındaki boş yere oturdum. Onun ise, gözleri önce bana sonrada Şilan'ın oturduğu masaya doğru döndü. "Neredeydin sen ya?"

 

"Hiç dolaştım biraz," diye yanıtladım, sesim buz gibiydi.

 

Gaye, derin bir nefes aldı ve arkasına yaslandı. "Nasıl bakıyor görüyor musun?" Gaye'nin sesini duyduğumda, onun gösterdiği yöne doğru baktım. Şilan denen kızın o sinsi bakışları benim üzerimde geziniyordu. O kardeşi olacak çocuğu, Azer muhtemelen içeri bile sokmayacağından ikisinin de nefretini bu kız üstlenmişti. Gaye elindeki meyve suyundan bir yudum alıp geriye doğru yaslandı. "Bu kadar kısa zamanda, nasıl bu kadar düşman edindin kendine anlamıyorum..."

 

Omzumun üzerinden hafifçe Gaye'ye baktım ve onu baştan aşağı yavaşça süzdüm. Dudaklarımın kenarı alayla kırılırken onun bakışları da benim üzerime çevrilmişti. "Sende pek bayılmıyorsundur bana," diye mırıldandım imalı bir tavırla. "Yanlış mıyım?"

 

Gaye bir kaç saniye duraksadı ve sonra hafifçe kaşlarını kaldırdı. "Yalan söylemeyeceğim," dediğinde sesi sakindi. "Şu saçma fotoğraf olayından sonra sana gıcık olmadım değil."

 

Gülerek hafifçe kafamı salladım. "Haklısın," dedim sesime dolan bariz alay eşliğinde. "Beni görünce yüzün öyle bir hal aldı ki, fotoğrafı görmesem bile aklıma yine aynı şey gelecekti."

 

Gaye, gizlemeye çalıştığı açıkça belli olan o gerginliği tekrar gözlerinde taşımaya başladığında, "Ne geliyormuş aklına?" diye sordu ve sonra bakışlarını kaçırdı.

 

Gözlerimi alayla onun üzerinde gezdirdim. Gergin olduğunu biliyordum, benim yapmak istediğimde tam olarak buydu. "İkimizde biliyoruz bence," Oldukça rahat bir tınıyla bunu söylediğimde onun kaşları hafifçe çatıldı. Ben ise dirseklerimi masaya yaslayıp öne doğru hafifçe eğildim. "Açıkçası bu benim umurumda bile değil," dedim Gaye'nin yüzüne bakarak. "Ama başkalarının benim gibi düşüneceğini hiç zannetmiyorum."

 

Gaye, sorarcasına yüzüme baktı. "Ne demek bu şimdi?"

 

Zehirli bir sarmaşık, dilimin ucunda biriken kelimelere dolanıp onlara zehrini akıttığında, bakışlarım biraz daha acımasızlaştı. "Şu demek Gaye'ciğim," dedim buz gibi bir sesle. "Eğer gözlerin üzerine çevrilmesini istemiyorsan, bana ufak bir yardımının dokunması gerekiyor."

 

Gaye, bir kaç saniye duraksadı ve bakışlarını benden ayırdı. Yanımızdan bir grup insan geçip gittiğinde, Gaye'nin gergin gözleri tekrar bana dönmüştü. "Şimdi anlaşıldı," diye mırıldandı ve hafifçe kafasını yana doğru eğdi. "Ne istiyorsun?"

 

Gözlerim ağır ağır, Şilan'ın olduğu tarafa döndü. Gözlerimin içinde barınan zehir, değdiği herkesi zehirlemeye devam ederken, "Büyük bir şey değil," diye mırıldandım ve sonra bakışlarım Gaye'nin üzerine bir ok gibi saplandı. Masanın üzerindeki kırmızı içeceği elime aldım ve Gaye'ye doğru uzattım. "Bunu Şilan'ın kıyafetine dökeceksin."

 

Gaye anlam veremeyen bir ifadeyle yüzünü buruşturdu ve hafifçe kafasını salladı. "Niye yapıyoruz bunu?" diye sordu şaşkınca. "Manyak mıyız biz?"

 

"Sadece dediğimi yap ve kazayla oldu de," Kendimden emin bir tavırla geriye doğru bir adım geriledim. "Gerisini bana bırak."

 

Gaye bir süre düşündü. Yapıp yapmamakta kararsız gibiydi. "Hayır yani niye yapıyoruz ki, olay kapanmamış mıydı?" diye sordu. "Hem Lebriz Hanım çok kızar."

 

Gözlerimi devirip huzursuz bir nefes verdim. "Ne kastın bu kadar ya, yanlışlıkla oldu deyip geçeceksin işte. Ben yaparsam herkes bilerek yaptığımı anlar."

 

Gaye, bakışlarını Şilan'a taraf çevirdi ve sonra tekrar bana baktı. Bir süre beni incelediğinde şüpheyle kaşlarını çattı. "Aklında ne var senin?" diye sordu sessizce. "Bak eğer başımız belaya girecekse ben..."

 

"Girmeyecek," deyip lafını yarıda kestiğimde, sesim buz gibiydi. "Merak etme, çok eğleneceğiz."

 

Sol tarafa doğru döndüm ve yüzümdeki yapmacık tebessüm eşliğinde Şilan'ın olduğu tarafa doğru ilerlemeye başladım. Gaye'nin dediğim şeyi yapacağını biliyordum çünkü o basit fotoğraf olayının bile ortaya çıkmasından delicesine korkuyordu.

 

Şilan, az önce ki arkadaşlarıyla gülüşürken onların masasının önünde durdum. Madem benim hakkımda bunca şey konuşmaya cesareti vardı, o zaman bedelini ödeyecekti.

 

"Şilan?" diye ona seslenip oldukça yapmacık bir gülümsemeyi suratıma yerleştirirken, Şilan'ın gözleri yavaşça benim üzerime çevrildi. Elimdeki içecek bardağını masaya bırakıp onu baştan aşağı süzdüm. "Bakıyorum da keyfin baya yerinde, millet sonra konuşmasın arkandan..."

Şilan, kinaye dolu gözlerini benim üzerimde gezdirip, "Yine olay çıkarmaya geldiysen, hiç yeri değil haberin olsun," diye mırıldandı. "Hem senin rezilliklerini konuşmaktan bana sıra gelmez merak etme."

 

Bakışlarımı tek tek etraftaki insanlara değdirdiğimde, dudağımın kenarına yerleşen belirsiz, alaycı bir tebessüm eşliğinde kafamı ağır ağır salladım. "Zaten olay çıkarmak gibi bir derdim yok," dedim sesimi normal tutmaya çalışarak, ardından göz ucuyla Şilan'a bakıp yüzüme indirdiğim o maskenin ardına gizlendim. "Özür diledin ve konu kapandı. Hem ben o kadar da

kindar biri değilimdir."

 

Yalancı.

 

Şilan bu söylediğime şaşırmış bir ifadeyle karşılık verirken, yalanların hüküm sürdüğü dudaklarım sinsi bir gülüşle bir kez daha kıvrıldı. Şilan ise bir kaç saniye öylece bekledi ve kaşları hafifçe havalandı. "Başına taş falan mı düştü senin?" diye sordu, beyaz elbisesinin omuz kısmını eliyle düzeltirken. "Bana herkesin içinde özür dilettiğinde, hiç böyle görünmüyordun."

 

Mahcup bir ifade takınmaya çalışarak Şilan'ın yüzüne baktım ama bakışlarımdaki alaycılığın üzerini oyunculuğumla bile kapatabileceğimi zannetmiyordum. "Özür dilemenizi isteyen ben değil, Azer Ağaydı," dediğimde sesimde ki tını sakindi. "Hem asıl suçlu kardeşindi bence, arada sen yandın."

 

Şilan beni onaylarcasına kafasını salladı ve memnun bir ifadeyle hafifçe gülümsedi. "Sonunda biri anlayabildi," dedi hafiften imalı bir sesle. "Benim zaten en başından beri hiçbir suçum yoktu."

 

Az evvel masaya koyduğum bardağı tekrar elime aldım. Yüz hatlarımın her zerresine yerleşen o yapmacık maskem ve dudaklarımdaki alaycı gülümseme eşliğinde elimdeki içecekten ufak bir yudum aldım ve cam bardağı ağır ağır masaya bıraktım. Zihnimin karanlık dehlizlerinde bir mum gibi yavaşça yanan tehlikeli düşüncelerin adım sesleri duyulurken, en ufak bir tereddüt dahi duymadan içeceği biraz daha ileriye ittim. Göz bebeklerime inen karanlık, saç diplerime dek süren o buz gibi, iç ürperten soğuklukla birleşip bakışlarımı dipsiz bir bataklığa çevirdiğinde geriye doğru tek bir adım gerileyip göz ucuyla Gaye'ye taraf baktım.

 

Bu bakış bir onay niteliğindeydi. Gaye'nin, ela gözleri benim üzerimden yavaşça Şilan'a taraf döndü ve acele etmeden ağır adımlarla olduğumuz yöne doğru ilerlemeye başladı. Şilan'ın yüzünde arsız bir neşe ve istediğini almış olmanın verdiği o rahatlık yerini korumaya devam ederken, bakışlarıma inen küçümseyici ifadeyle onu baştan aşağı süzdüm. Biraz sonra olacaklar benim için oldukça ufak ve önemsiz bir hamle iken, karşımda ki kız için fena bir skandal kapıyı yavaş yavaş çalmaya devam ediyordu. Bu oyun çocukçaydı, ama ona layık olan tam olarak buydu.

 

Gaye'nin adımları, Şilan'la ona mesafenin giderek azalmasına neden olurken Şilan'ın bana karşı sürmekte olan o kinayeli bakışlarına gülümseyerek karşılık verdim ve o anda Gaye'nin planlanmış ufak yardımıyla az önce masaya bıraktığım cam bardaktaki sıvı boylu boyunca Şilan'ın elbisesine aktı. Cam bardak yere düşüp paramparça olurken, Şilan'ın dudaklarından kısa bir çığlık koptu ve aniden geriye doğru çekilerek elbisesine baktı. "Ne yaptın sen?"

 

Gaye, yapmacık olduğu bariz bir şekilde anlaşılan bir mahcubiyet eşliğinde, "Çok pardon ya," diye mırıldandığında, Şilan önce Gaye'ye sonra tekrar elbisesine baktı.

 

"Ne pardonu ya? Tüm içecek elbiseme döküldü," Şilan ağzı bir karış açık şekilde elbisesine bakakalırken Gaye'nin hafif alaycı bir tavırla gülümsediğini görebiliyordum. "Ne yapacağım ben şimdi?" Şilan'ın endişeli sesi eşliğinde, vişne suyunun boydan boya kıpkırmızıya boyadığı beyaz elbisesine göz gezdirdim.

 

Bir kaç kişi daha etrafımıza toplanırken, "Hay Allah," diye mırıldanıp Şilan'a doğru yaklaştım ve elbisesine baktım. "Bununla duramazsın, değiştirmen gerekiyor."

 

Şilan sinirle nefesini verdi ve göz ucuyla bana baktı. "Yanımda başka kıyafetim yok benim," dedi ve sonra Gaye'ye taraf öfkeyle baktı. "Niye döktün ya o şeyi üstüme?"

 

Gaye'nin dudakları hafifçe kırıldı. "Yanlışlıkla oldu," dedi sesindeki bariz alayla. "Bilerek dökecek halim yok herhalde."

 

Şilan, eliyle elbisesini hafifçe çekti ve yüzünü buruşturdu. Gerçekten de ne yapacağını bilemiyor gibiydi. Duygusuzluğun o soğuk kolları, bedenime sıkı sıkıya sarılmaya başlarken, zihnimden kovduğum tüm iyi duyguların bedduaları kara bulutlar gibi üzerime çökmüştü. Elimle ağırca saçlarımı düzelttim ve düsünceli görünmeye çalışarak, "Benim yanımda kıyafet var," diye konuştum, sesimde en ufak bir ifade yoktu. "Yani istersen değiştirebilirsin, bunun için eve gitmene gerek yok."

 

Şilan tereddütle kafasını kaldırıp bana baktı ve "Gerçekten mi?" diye sordu.

 

Buz gibi bir ifadeyle gözlerimi onun üzerine diktim. "Aynı şey benimde başıma gelmişti hatırlarsan," dedim düz bir sesle. "O günden beri yedek kıyafetle geziyorum."

 

Şilan bir kaç saniye düşündü. "İyi bari," dedi en sonunda. "Denize düşen yılana sarılırmış..."

 

İçimde gülme isteği uyandıran bu cümlesiyle beraber, kafamla kapıyı gösterdim. "E hadi o zaman, sen geç lavaboya ben arabadan kıyafetleri alıp geliyorum."

 

Huzursuz bir nefes verdi ve eliyle elbisesindeki büyük lekeyi gizlemeye çalışarak kapıya doğru yürüdü. "İyi tamam..."

 

Şilan salondan çıktığında benim bakışlarım bu kez Gaye'ye döndü. En başta karşı çıksada bundan keyif aldığı açıkça belli oluyordu. Gaye, sorarcasına bana baktığında alayla güldüm ve hafifçe kafamı yana eğdim. "Anahtar, Gaye."

 

Gaye, ne yapmak istediğimi yeni anlamış gibi gözlerini kocaman açtı ve sonra dudaklarını birbirine bastırdı. "Dilba..."

 

"Anahtar," dedim üzerine bastırarak.

 

Gaye, pes etmişcesine derin bir nefes verdi ve bana yaklaştı. "Nereden bulacağım?"

 

"Ne bileyim uydur bir şeyler," diye konuştum bıkkın bir sesle. "Ya da kendin ara, ama bul."

 

Gaye, huzursuz bir şekilde hızla yanımdan ayrıldığında, saçlarımı elimle bir kez daha düzelttim. Zihnim şu an onkadar sakindi ki, ben bile en ufak bir tereddüt hissetmediğime şaşırıyordum.

 

Zihnim ve kalbim buz gibiydi.

 

•••

 

Adımlarım acele etmeden, koridorun sonuna doğru ilerlerken, attığım her adımda çıkan ses, bir saatin zamanı katlederken çıkardığı o mekanik ses gibi zihnimde yankılanıyordu. Ve ben her adım attığımda zihnim annemin ben küçükken, bana söylediği o cümleyi tekrarlıyordu.

 

Tik.

 

Tak.

 

Sen benden daha tehlikelisin Dilba.

 

Şilan salondan çıktıktan yaklaşık on dakika sonra, Gaye elime bir anahtar tutuşturduğunda, bu oyun için iyi bir oyun arkadaşı seçtiğimi anlamıştım. İkimiz beraber, koridorun sonundaki kadınlar tuvaletinin önüne geldiğimizde, herhangi bir tereddüt göstermeden kapıyı açtım ve içeri girdim.

 

Etrafta kimse görünmüyordu, muhtemelen kabinlerden birine girmişti. "Şilan," diye seslendiğimde, aynen tahmin ettiğim gibi, kabinlerden birinin kapısı aralandı.

 

"E hiç gelmeseydiniz," Şilan kafasını dışarıya doğru uzattıp huysuz bir ifadeyle söylendiğinde, muhtemelen üzerinimdeki elbiseyi çıkardığından tam olarak dışarı çıkmıyordu.

 

Hafifçe gülümsedim ve rahat bir ifadeyle, kollarımı önümde bağladım. Şilan önce bana, sonra da Gaye'ye baktı. "E hani elbise?" diye sordu gözlerine binen telaşla. "Getireceğim demedin mi sen?"

 

Yüzüme mahçup bir ifade yerleştirdim. "Kusura bakma Şilan ya," diye konuştum ve sonra alayla gözlerimi onun üzerinde gezdirdim. "Bak sen şu işe, elbise birden yok oldu."

 

Şilan, kaşlarını çatarak bir kaç saniye duraksadı ve öfkeyle derin bir nefes aldı. "Ne demek yok oldu? Dalga mı geçiyorsun sen benimle?" Gözlerini Gaye'ye taraf çevirdi, sonra yine bana baktı. "Dilba saçmalama getir şu elbiseyi. Bu halimle tekrar milletin içine çıkamam ben!"

 

"Merak etme biz onu da düşündük," diye konuştum ve sonra elimdeki anahtarı kaldırarak hafifçe salladım.

 

Şilan'ın gözleri büyüdüğünde kabinden çıkmak üzere ileriye doğru bir adım attı ve sonra üzerinde kıyafeti olmadığını hatırlayarak tekrar geri çekildi. "Bunun hesabını ikinize de soracağım," diye konuştu, sonra parmağını Gaye'ye doğru uzattı. "Sende göreceksin!"

 

Yüzünde ki telaş, ona buz gibi bir ifadeyle bakmama sebep olurken kapıya doğru yürüdüm. Gaye'yle beraber dışarı çıkıp kapıyı kilitlediğimizde, Şilan'ın arkadan öfkeli sesi duyuluyordu.

 

"Sana ufak bir tavsiye tatlım," diye mırıldandım Şilan'ın duyabileceği bir tınıyla. "Denize düşen yılana sarılır demiştin ama unuttuğun bir şey var," Gözlerim onun gözlerine tehditkar bir ifadeyle baktı. "Boğulmamak için sarıldığın o yılan seni kendi zehrinde boğar."

 

Şilan'ın sertçe kapıya vurduğunu işittim. "Çıkar beni buradan Dilba," diye konuştu sinirden titreyen bir sesle. "Çıkar!"

 

Alayla gülüp kafamı olumsuz anlamda salladım. "Sabaha kadar burada kal," dedim buz gibi bir sesle. "Belki önüne gelen herkese iftira atmamayı öğrenirsin."

 

Anahtarı, tuvalet kapısının hemen yanındaki çöp kutusuna attığımda, Gaye'nin alayla güldüğünü işittim. "Hemen üstünü çıkarmış birde," dedi alaycı bir tavırla. "Biri gelip çıkarmasa bari..."

 

"Bu saatten sonra kim gelecek?" Salona doğru ilerlemeye başladığımızda, Şilan'ın sesi neredeyse duyulmuyordu. "Sabaha kadar zaten biri duyup, çıkarır bunu. O zamana kadar dursun bakalım burada."

 

Sanki az önce hiçbir şey yaşanmamış gibi oldukça sakin bir ifadeyle içeriye girdiğimizde, Azer'in geceyi kıskandıran o karanlık bakışları tenime yavaşça saplanmıştı. Yanında bir grup iş adamı ciddi bir suratla bir şeyler konuşurken, o sanki etrafta bunca insan yokmuş gibi beni kendi bakışlarına hapsediyordu. Saç diplerime kadar hissettiğim o sıcaklık, göğüs kafesimdeki o karanlık ve soğuğu bir mum gibi ısıttığında, bakışlarımı ondan zorlukla ayırıp az önceki masamıza doğru ağır ağır ilerlemeye başladım. Topuklu ayakkabılarımın çıkardığı ses eşliğinde, Azer'in masasının yanından geçtik. Ona bakmasam bile bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum.

 

"Bu yaptığımız duyulursa yanarız biliyorsun değil mi?" Gaye'nin kısık sesi kulağıma dolduğunda, elimdeki ufak çantamı masanın üzerine bıraktım ve göz ucuyla Gaye'ye baktım.

 

"Duyulacak zaten," Bu söylediğim Gaye'nin tedirgin bir şekilde bana bakmasına sebep olurken saçlarımı elimle yavaşça düzelttim. "Ama merak etme," diye mırıldandım oldukça rahat bir tavırla. "Her şey kontrolüm altında."

 

Gaye'nin yüzündeki tedirginlik yerini yavaş yavaş memnun bir ifadeye bırakırken, "En başta niye yapıyoruz falan dedim ama gerçekten haketti bu," dedi sonra alayla gözlerini devirdi. "Duydun değil mi söylediği şeyi? Ha bir de, utanmadan tehdit ediyor. Bunu söyleyeceğim aklıma gelmezdi ama sen az bile yaptın buna..."

 

"Kime az bile yapmış?" Duyduğumuz bu erkek sesiyle beraber ikimizinde bakışları sesin sahibine dönerken, Yaman yüzünde samimi bir gülümseme eşliğinde yanımıza yaklaştı.

 

"Siz..." diye lafa girdi Gaye kaşlarını hafifçe kaldırarak. "Azat'ın abisi değil misiniz ya, sizde mi buradaydınız?"

 

Yaman, Gaye'ye taraf bakıp kafasını hafifçe salladı. "Azer Boranlı, gelmemden pek memnun kalmasada, bunca yıllık ortaklarımızın davetine katılmamak bize yakışmazdı öyle değil mi?"

 

Yüzüme yerleşen hafif alay eşliğinde bakışlarımı Yaman'ın üzerinde gezdirdim. Adil Bey'in, Yaman'ı davet etmesinin tek sebebi Azer'e meydan okumaktı. Azer'in, Yaman'dan haz etmediğinin farkındaydım. Hele Azat olayından sonra, Yaman'ın bu davete katılmasına da ayrıca anlam veremiyordum.

 

Yaman, bakışlarını Gaye'den ayırıp bana baktığında, Azer'in de aynı anda bakışlarının bizim üzerimize döndüğünü hissettim. Bu tarafa doğru baktığına adım kadar emindim ama olduğu tarafa doğru bakmamıştım.

 

"Dilba'ydı değil mi?" Yaman kibar bir şekilde bunu sorduğunda ona herhangi bir tepki vermedim, o ise devam etti. "Sana umarım tekrar karşılaşırız demiştim, açıkçası bu kadar çabuk olacağını beklemiyordum."

 

Dudağımın kenarı alayla kıvrıldığında, "Bende seni burada görmeyi beklemiyordum," diye konuştum, sesim imalıydı. "Azer en son senin kardeşini vurmuştu, ne bu rahatlık?"

 

Yaman, ellerini cebine koyup rahat bir tavırla bana bakmaya devam etti. "Evet, sende orada olmana rağmen gözünün önünde vurulan Azat'a müdahale etmemiştin," Ardından gözlerini hafifçe kıstı. "Bence bu konuda biraz benziyoruz seninle."

 

Bozuntuya vermeden, gözlerimi Yaman'ın üzerinde gezdirdim. "Tek mi geldin?" diye sordum. "Yanında başka bir adam daha vardı, yanlış hatırlamıyorsam?"

 

Yaman beni onaylarcasına kafasını salladı ve diğer tarafta, Adil Bey'in masasında oturan orta yaşlı adamı gösterdi. "Babamın Adil Bey'le büyük bir dostluğu vardır," dedi. "Normal şartlarda gelmezdik ama Adil Bey'i kıramadık, senin de dediğin gibi kardeşim vuruldu benim, hemen unutulacak bir şey değil bu."

 

Lebriz Hanım'ın ve diğerlerinin bakışları bizim üzerimizde gezinirken, "Azat'ın yaptığı şeyde unutulacak bir şey değil," diye mırıldandım. "Tabi böyle şeyler Adil Bey için sorun teşkil etmediğinden, sizi hiç tereddüt etmeden davet etmiş."

 

Yaman şaşırmış gibi hafifçe kaşlarını kaldırdı. "Anlaşılan babanla aran pek iyi değil," Yüzünde geniş bir gülümseme peyda oldu ve hafifçe omuzuma dokundu. "Ama anlıyorum seni," diye fısıldadı, göz kırparak. "Hatta hak bile veriyorum, malum yaşadığın şeyler hiç kolay değil."

 

Hafifçe geriye çekildim ve temasını tamamen kestim. Dudaklarıma hafif bir tebessüm yerleştirirken, Yaman babasının olduğu tarafa doğru baktı ve geriye doğru adımladı. "Neyse," diye konuştu. "Ben bizimkilere bakayım, sonra tekrar görüşürüz nasıl olsa."

 

Yaman, diğer masaya doğru geçtiğinde, bizde Gaye'yle beraber Lebriz Hanım'ların masasına geçmiştik. Yaman'ın bizimle konuşması Lebriz Hanım'ın pek hoşuna gitmemişti anlaşılan. Öyle ki, bakışları benimle Gaye'nin arasında gidip geliyordu.

 

"Yaman Çibran değil miydi o?" diye sordu Elvan, Yaman'ın olduğu tarafa doğru bakarak. "Azat'ın yaptıklarından sonra buraya gelmeye hâlâ yüzleri alıyor demek ki..."

 

Göz ucuyla Ruken'e baktım, sakindi ama sinirlendiğini suratından anlayabiliyordum. Kelimeler, dudaklarımın esaretinde barınmak istemezken, umursamaz bir ifadeyle Yaman'a taraf baktım. "En azından o kardeşinin suçunu kabul ediyor," dedim imalı bir sesle. "Bazılarının aksine bence gayet medeni bir insan."

 

Bu cümlemle beraber, Elvan'ın bakışları Yaman'dan ayrılıp bana döndü. Gizlemeye çalışsada başaramadığı o kinaye dolu gözleri, bir süre beni incelerken yüzünde belirsiz bir tebessüm yer edinmişti. "Sen önceden tanışıyorsun herhalde bu Yaman'la," Gözleri önce Ruken'e, sonra tekrar bana değdi. "Tam dünürlük bozuldu derken, bir bakmışsın tekrar dünür olmuşuz Çibran'larla..."

 

"Elvan, sen öyle herşeye burnunu sokmasan mı?" Ruken, yüz ifadesindeki gergin tavırla bunu söylediğinde, Elvan kafasını hafifçe Ruken'e taraf çevirdi.

 

"Ne var canım bunda? Olur mu olur..." Elvan, yeşil gözlerini bu sefer benim üzerime dikti. "Dilba'yla, Gaye az önce Yaman'ın yanında değil miydiler? İkisini yanyana görünce aklıma düştü, görende kötü bir şey söyledim sanacak. Ne yalan söyleyeyim ben ikisini yakıştırdım valla."

 

Elvan'a taraf bakmadan, hafifçe masanın köşesine yaslandım ve yüzüme alaycı bir gülümseme yerleştirdim. "Bence bundan sonra hepimiz ilişki konusunda Elvan'a danışalım," diye konuştum ters bir tavırla. "Yani kendisi bu konuda o kadar başarılı ki, kocasıyla aynı odada bile kalmıyorlar..."

 

Ruken'in kaşları havalanırken, Elvan'ın yüzündeki alay yavaş yavaş yerini öfkeye bıraktı. Dudaklarını birbirine bastırıp, gözlerini üzerime dikerken, benim yüzümde en ufak bir ifade bile yoktu. Bir kaç saniye sadece sustu. Buna verecek bir cevabı var mıydı bilmiyordum ama geçen gün annem hakkında yaptığı o imâ yüzünden bu zehirli kelimelerimi sonuna kadar hakediyordu.

 

Elvan, bakışlarını masadaki herkesin üzerinde tek tek gezdirdi ve en son bana değdi gözleri. "Yok öyle bir şey," diye mırıldandı ve sonra yutkundu. "Nereden çıktı bu şimdi anlamadım, benim kocamla özelim kimseyi ilgilendirmez..."

 

"Bak bunu doğru söyledin, beni hiç ilgilendirmez," diye araya girip onu alayla süzdüm ve baş parmağımı kaldırarak Elvan'a doğru uzattım. "Ama benim hayatımda seni ilgilendirmez, Elvan."

 

Elvan, bir kaç saniye bekledi ve kaşlarının ortasında ufak bir çukur oluştu, sonra da bakışlarını kaçırıp önce Gaye'ye, sonra da Ruken'e baktı. "Ben kötü niyetle söylememiştim hâlbuki," dedi ve sonra alayla gülümseyerek bakışlarını üzerime dikti. "Azer'in yanından gelirken, tesadüfen gördüm sizi, aklıma takıldı sadece. Ama yine yanlış anlaşıldım."

 

Kurduğu son cümle, sessiz bir çığlığın zihnimde yankılanmasına neden olurken, elim kolyeme gitti ve parmaklarım kolyenin ucunda gezinmeye başladı. Anlam veremediğim bir duygunun bedenime yüklediği garip bir öfke, kolyemle oynayan parmaklarımdan akmaya başlarken göz bebeklerime korkunç bir soğukluk indi.

 

Gözlerim istemsizce yan taraftaki masaya kayarken, aynı anda Azer'in bakışlarının üzerime dönmesini beklemiyordum. Gözlerindeki ifade, anlayamayacağım kadar karmaşık ve bir o kadar derindi. Masalar birbirine yakın olduğundan, konuştuklarımızı duymuş olma ihtimali zihnimde yer edinmişti.

 

Geriye doğru adımlayıp, arkamı döndüm ve herhangi bir şey söylemeden hava almak üzere salonun çıkışına doğru yürümeye başladım. Zihnim, birbiri ardına dizilen o korkunç düşüncelerle savaşırken, saniyeler içinde salondan çıktım ve büyük koridorda hızlıca ilerledi adımlarım. Nefeslerim, kesik kesik akarak ciğerlerime saplanırken, ilk defa bu hisle nasıl başa çıkacağımı bilemiyordum.

 

Bir şey vardı.

 

Ve o şey bedenime ne zaman uğrasa, kontrolüm tamamen elimden kayıp gidiyordu.

 

"Dilba."

 

Duyduğum bu tanıdık ses, algılarımın ortasına bir yıldırım gibi düştüğünde, adımlarım olduğu yere kitlendi ve istemsizce tırnaklarımı avuç içlerime batırarak, bedenim yavaşça sesin sahibine doğru döndü. Gecenin bir ateş gibi yaktığı siyah gözleri, aramızdaki o iki adımlık kısa mesafeyi yok etmeye yetiyordu.

 

"Ne oldu?" diye sordum ama sesimdeki soğukluk, kalbimdeki o yakıcı sıcaklığı söndürmeye yetmedi.

 

Gözlerine saniyelik olarak uğrayan o sinir, bana doğru attığı tek bir adımla yerini, adını koyamadığım bir ifadeye bırakırken, "Ne bu?" diye sordu ve gözleri sinirle benim gözlerimi buldu. "Siz ne ara kurdunuz bu samimiyeti, o herifle?"

 

"Şimdi anlaşıldı," Vücudumda kol gezen o sahipsiz öfke, tırnaklarımı avuçlarıma daha sert batırmama sebep olurken, aynı öfkeyi bakışlarımdan kovamadım. "Bunu sana açıklamak zorunda değilim."

 

Azer'in gözlerindeki o anlam veremediğim sinir dozunu biraz daha arttırdı. "Sen bir gelsene benimle," Azer'in eli belimi kavradığında, hafifçe geriye doğru çekildim ve öfkenin bir rüzgâr gibi çarptığı gözlerimi onun gözlerine diktim.

 

"Hiçbir yere gelmiyorum ben," diye konuştum, istemesemde öfkem sesime yansımıştı. "Ne söyleyeceksen burada söyle, insanların gözünde zaten yeterince dikkat çekiyoruz."

 

Azer'in çenesi kasıldı, sinirlendiğinin farkındaydım ama yine de ondan bakışlarımı çekmeyip bir adım geriledim. O sırada biraz ileride, bir grup insan salona doğru ilerliyordu. Azer göz ucuyla, onlara taraf baktığında, benim bakışlarımda insanlar gözden kaybolana kadar onları takip etmişti.

 

Azer'in gece karası gözleri tekrar beni bulduğunda bu sefer herhangi bir şey söylememe izin vermeden yanıma yaklaştı ve beni kolumdan tutarak sağ taraftaki kapıya doğru ilerletti. Çalışma odasına benzer, küçük bir odaya girdiğimizde, kolumu onun ellerinden çekerek kurtardım. "Ne yapıyorsun sen ya?"

 

Azer söylediğim şeye herhangi bir cevap vermeden kapıyı arkasından sertçe kapattı. Bedeni tekrar bana döndüğünde, kafamı kaldırıp ona sinirle baktım. O ise, bana yaklaşıp tam önümde durdu. "Sen beni delirtmek mi istiyorsun?" diye sordu, kafasını eğip yüzünü yüzüme yaklaştırarak. "Nereden tanıyorsun o Yaman denen herifi?"

 

Gözlerindeki öfke, bedenimdeki o korkunç ateşe savaş açtığında, kaşlarımı çatarak, "Sana ne," diye çıkıştım, dişlerimin arasından. "Nereden tanıyorsam tanıyorum," Gözlerimi onun gözlerine diktim ve bir an olsun ayırmadım. "Sen git, Elvan'a hesap sor. Bana değil."

 

"Sana bir soru sordum," Azer, yüzüne yerleşen sinirle bunu söylediğinde gözlerimle ona aynı şekilde karşılık verdim.

 

"Bende seni ilgilendirmez diyorum," diye çemkirdim, oldukça sinirli bir sesle. "Ayrıca tek sorun Yaman mı, insanların hakkımızda ne söylediklerini duymadın tabi... Duysan şuan bambaşka şeyler konuşuyor olurduk."

Gözleri gözlerimden ayrılmadı, koskoca koridorda bizden başka hiçkimse yoktu ve içerdeki kalabalıktan dolayı muhtemelen bu bağırışlarımız duyulmuyordu. Azer'in öfkeli bakışları, yüzümün her zerresinde gezindi ve ardından tekrar gözlerime sabitlendi. "Duymadım," dedi kısık ama sinirli bir sesle. "Ama senin içeride nasıl konuştuğunu gayet iyi duydum."

 

Gözlerimi devirdim ve sinirle karışık bir alayla ona baktım. "Söylediklerimde haksız olduğumu düşünmüyorum ve bence sende haklı olduğumu gayet iyi biliyorsun," diye mırıldandım kendimden emin bir sesle. "Elvan gözlerinin içine bakıyor ama bir kez bile senden karşılık aldığını görmedim. Kimsenin anlamadığını zannediyor ama herşey bariz ortada," kaşlarımı kaldırdım ve umursamaz bir tınıyla ekledim. "Sen Elvan'ı sevmiyorsun."

 

Azer'in çenesi kasıldı ve gözlerime anlamlamdıramadığım bir ifadeyle baktı. Bu bakış hem çok yoğun hemde sertti. Bakışlarımı ondan ayırmadım ve gözlerimi bir süre daha onun gözlerinde asılı bıraktım. "Nasıl bu kadar eminsin bundan?" diye sorduğunda, sesindeki imayı çok net hissetmiştim.

 

Dudaklarımın kenarı alayla kıvrıldı ama bakışlarımdaki ciddiyeti gizleyemediğimin farkındaydım. Gözlerini gözlerimden ayırmadı ve ben kalbimdeki kıpırtıyı umursamadan gözlerimi bir saniye bile olsun kaçırmadım. "Adım kadar eminim," diye mırıldandım, sesimde ki tını az öncekine nazaran sakindi. "Aşk bu kadar profesyonelce gizlenemez."

 

Gözlerinden derin bir ifadenin geçtiğini gördüm. Bakışları dudaklarıma kaydı ve ardından bana bir adım daha yaklaşıp beni duvar ve kendisi arasına sıkıştırdı. Nefesi yüzümde, gözleri gözlerimdeydi. "O zaman anladığın tek şey Elvan'a aşık olmadığım değil," diye mırıldandı az öncekine nazaran sakin bir ses tonuyla.

 

Demek istediği şey, bir kor misali zihnime düşerken ifademi değiştirmeden kafamı çok hafif arkaya yatırdım ve kusursuz yüzünü daha net gördüm. "Ne demek istiyorsun?" diye sordum aptala yatarak.

 

Parmaklarını saçlarımda hissettim. Gözleri bir rüzgâr misali yüzümün her zerresini keşfetti ve en son tekrar gözlerimde durdu.

 

Yaklaştı.

 

Yaklaştı.

 

Ve yaklaştı.

 

Bedenimdeki sıcaklık dayanılamaz bir hal aldığında, nefeslerim boğazıma takılı kaldı. Ama o, buna rağmen bana o kadar çok yakındı ki, deli gibi atan kalbimin sesini duyacağını bile düşündüm.

 

Ve o bana biraz daha yaklaştı.

 

Aniden, hiç beklemediğim bir anda dudaklarını dudaklarıma bastırdığında, kalp atışlarım aniden zirveye ulaştı ve o an zaman durdu sanki. Göz kapaklarım otomatikmen kapanırken ellerim yavaşça onun kollarına tutundu. Göğüs kafesimin içinde bir tutsak varmış ve o tutsak zincirlerinden kurtulmak için debeleniyormuş gibiydi ama ben anlık olarak zaman aldımı kaybetmiştim.

 

Hayır.

 

Geri çekilmesini bekledim ama o yüzümü avuçları içine alarak, dudaklarını dudaklarıma daha sert bastırdı. Tutku, zehirli bir yılan gibi boynuma dolanıp nefesimi keserken kafam istemsizce geriye yatmış ve saçlarımın kalçalarıma kadar dökülmesine neden olmuştu. Bu yanlıştı.

 

İçinde bulunduğumuz bu durum baştan aşağı yanlıştı.

 

Peki neden ben o yanlışa git gide daha çok tutuluyordum? Vücudumda kol gezen, kalbimin deli gibi çarpmasına neden olan şey neydi?

 

Biri bizi bu durumda görseydi, bir açıklama yapabileceğimi düşünmüyordum ve o sanki içeride yüzlerce insan yokmuş gibi, bana olması gerekenden çok daha yakındı.

 

Bir kaç saniye sonra, dudaklarım dudaklarının esaretinden çıktığı zaman geri çekilmedi ve alnını alnıma yasladı. Nefes alış verişlerimiz süratliydi. Gözlerimi açmamıştım ve onun elleri saçlarımda geziniyordu. Kafamı çok hafif eğdim ve bakışlarımı gömleğinin açıkta bıraktığı teninde gezdirdim. Yüzüm göğsünün hizasındaydı ve erkeksi yoğun parfümü başımı döndürüyordu.

 

"Sen söyle," diye mırıldandı nefeslerinin arasında. "Ne demek istiyorum, yılanın yavrusu?"

 

...

 

BÖLÜM SONU

 

Bu bölüm çok geç geldi biliyorum ve umarım beklettiğime değmiştir. Hele o son sahneyi yazarken kalbim yerinden çıkacak gibiydi.

 

Nasıl buldunuz? Oy ve yorumlarınızı bekliyorum, seviliyorsunuz...🤍

 

 

Loading...
0%