Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2. GAYRİMEŞRU

@k_blackfire

KEYİFLİ OKUMALAR

 

~

 

2. BÖLÜM

"Gayrimeşru"

 

İki ay sonra...

 

•••

 

Adım Dilba.

 

Dilba Sonay.

 

Annemin nezih çevresinin deyimine göre; Feraye Sonay'ın küçük şeytanı.

 

Anneme göre ise Sonay ailesinin en zehirli yılanıyım.

 

Ben karanlık bir gecenin koynunda büyüttüğü, o kötü kızdım.

 

Doğdum, büyüdüm, düştüm.

 

Sonra düştüğüm yerden öfkeyle kalktım. Yarın birgün bir sokak ortasında öleceğimi düşünürken, hayata meydan okuyup zafer kazandım.

 

Ben Dilba Sonay'ım.

 

Daha doğmadan yetim kaldım.

 

Yıllar önce güven denen duyguya rastladım, tanıdığın en adi şeytandı.

 

Hayattımın üzerinde ki karabulut ise, o adi şeytanın bedduası.

 

Ben Dilba.

 

Nam-ı diğer; Yılanın Yavrusu.

 

Bu gece, Berşan Hanım'ın, iki aydır ilmek ilmek işlediği bu kusursuz planın en önemli ve vazgeçilmez parçası olacaktım. O, acımasız ve cesur adımı attıktan sonra geri dönmem imkansızdı. Ya yolumdan dönmeyip, o ateşle oynamaya devam edecektim, ya da haftalar evvel yüzleştiğim o korkunç kayıp yakamı bırakmayacak ve o ateşte cayır cayır yanacaktım. Yolumu seçmiştim. Madem hayat oyunlarını adil bir şekilde oynamıyordu, ben de doğuştan beri bana vadedilen o zehirli acımasızlığımla beraber sinsi hilelerimi devreye sokacaktım. Kin ve nefret, beni yıllar önce yedi büyük günahtan birinin, derin ve izbe bataklığına gömdüğü günden beri tüm oyunları oynamaya hazırdım. Oyunlar oynanır ve ben bir şekilde kazanırdım.

 

Uçak Mardin'e yaklaşık yarım saat önce inmişti. Havalimanında hafif bir kalabalık vardı. Kontrol noktasında on kişiden fazla bir grup, bir araya toplanmış ve hararetle bir şeyler konuşuyorlardı. Etrafta bir kaç kişi ellerinde valizlerle bekleyip, münakaşayı seyre dalmışlardı. Kargaşaya zerre aldırış etmeden iki büyük valizi peşimden çeke çeke çıkışa doğru yürüyordum. Duruşum, dik ve sarsılmazdı. Simsiyah saçlarımı, arkadan özenle toplamış, uykusuzluktan hafifçe kızaran gözlerimi siyah bir güneş gözlüğüyle saklamıştım.

 

Şüphesiz ben, o görünmez maskemi yüzümden asla düşüremezdim. Duygusuzluğumu ve umursamazlığımı tamamen bir duvar gibi görüyor ve bunu asla ifademden kovmuyordum. Öyle ki, dışardan beni gören biri; benim oldukça yakın bir zamanda ablamı kaybettiğime asla inanmamalıydı. Öte yandan, yürüyüşüm bile gamsız bir insan olduğumu belli eden türdendi. Bunu bilerek yapıyordum çünkü bana vadedilen bunca acıyı dışarıya asla yansıtamazdım. O ağır valizlere rağmen, sanki bir kuş taşıyormuş gibi asla istifimi bozmamalı, adımlarımı duraklatmamalıydım bile. Herkes gibi sahte, her zaman olduğum gibi bencildim. Haftalardır içime bir kor gibi düşen o yoğun acıyı bile perdelemek hatta o korkunç kayıbı bir süreliğine bile olsa zihnimden silmek zorundaydım.

 

Havalimanından çıktığım zaman, yoğun araç sesleri başıma hafif bir ağrı misafir etmişti. Biraz ilerledim ve valizlerimi yan yana koyarak etrafıma bakındım bir süre. Etrafta çok sayıda araç ve taksi vardı. Bazıları, yakınlarını uğurluyor, bazıları ise gelenlerin valizlerini araçlarına yüklüyordu. Omzuma astığım küçük çantamı elime aldım ve içinden telefonumu çıkardım. Tesadüf bu ki, benim aramama fırsat olmadan, birinin bana seslendiğini işittim.

 

"Dilba, buradayım."

 

Kafamı sesin geldiği tarafa çevirdim ve Helin'in yanında genç bir adamla bana taraf yürüdüğünü gördüm. Helin, fakülteden arkadaşımdı ve mezun olur olmaz Mardin'de, yani kendi memleketinde görevini yapmaya başlamıştı. Mardin'e gelmem gerektiğinde, ona ulaşmam gerekmişti çünkü burada Berşan Hanım'dan başka tanıdığım hiç kimse yoktu ve Helin'in burada olması benim için mükemmel bir fırsattı. O geniş ve sahte arkadaş çevremde, belki de gerçekten arkadaşım diye tanımlayabildiğim bir kaç kişiden biriydi Helin. Neşeli biriydi ama ciddiyetini asla bozmazdı, buna rağmen yanında getirdiği erkek arkadaşı oldukça hovarda ve halk arasında 'gevşek' diye tabir edilen tiplerden biriydi. Onu ilk defa görüyor olsamda bunu söylemek için, onu tanımaya pek de gerek yoktu. Öyle ki adamın yüzünde ki o samimiyetsiz vıcık vıcık sırıtış, karakterini hiç gizlemeden ele veriyordu.

 

Helin, koşar adımlarla yanıma geldi ve bana kısaca sarıldı. Öteki ise geride durmuş gözlerinde ki arsız merakla, beni süzüyordu. Böyle gevşek bir tavır takınmak, daha yeni ablasını kaybetmiş bir kişinin yanında sergilenecek hareketler değildi hiç şüphesiz. Bunun yanında Helin, böyle bir insan asla değildi. Bu iki zıt kişinin bir araya gelmiş olması, şaşılacak şeydi doğrusu.

 

Helin, geri çekildi ve bana baktı. Görmeyeli iki aydan fazla olmuştu ama pek değiştiği söylenemezdi. "Dilba," dedi hüzünlü bir sesle. "Başın sağolsun, ben ne diyeceğimi bilemiyorum..."

 

Helin'in sesinde gerçekten samimi bir üzüntü vardı. Yaren'i o da önceden tanıdığından, bu ani facia onu da derinden sarsmıştı bunu anlayabiliyordum. Helin yakın arkadaşım olsa bile, üzüntümü ona bile göstermedim ve gayet düz bir sesle, "Sağol Helo'cuğum," dedim bu konudan rahatsız olduğumu belirterek. Daha doğrusu, bu konuyu yabancı bir adamın yanında Helin'le uzun uzadıya konuşmak istemiyordum.

 

Helin, bunu hemen anladı ve toparlamaya çalışarak yanında ki adamı gösterdi. "Sizi tanıştırayım o zaman," dedi hafifçe tebessüm etmeye çalışarak. "Erkek arkadaşım Azat... Azat, sende Dilba'yı biliyorsun zaten."

 

Azat, gözlerini bana çevirdi. "Çok memnun oldum hanımefendi..." dedi yılışık bir tavırla.

 

Gözlüğümü yavaşça çıkardım ve Azat'ı baştan aşağı süzdüm. Adam; kumral, hafif uzun boylu bir adamdı. Üzerinde pahalı, beyaz, ona epeyce geniş gelen bir tişört ve siyah bir ceket vardı. Yüzü pek keyifli değildi lâkin gözlerinde muhtemelen her zaman taşıdığı uçarı karakterinin gizleyemediği bir yansıması vardı.

 

Bir süre adamı inceledikten sonra oldukça yapmacık bir şekilde hafifçe gülümsedim. "Bende." dedim alaycı bir üslupla.

 

"Bu arada başın sağolsun, intihar çok zor gerçekten... ha bu arada sende bizimki gibi doktordun değil mi?" diye sordu Azat. Bizimki derken Helin'i kastetmişti. "Valla burnum kanasa sizdeyim artık."

 

Helin, Azat'ın lafına gülümseyerek karşılık verdi.

 

"Helin, sana benden baya bahsetmiş anlaşılan," dedim, ters bir bakış atarak.

 

Helin, bana taraf baktı ama bozuntuya vermedi. Zira, ona daha bir kaç gün önce telefonda benden etrafa fazla bahsetmemesini tembihlediğimi gayet iyi hatırlıyordu. Buraya geliş nedenimi, en önemlisi ablamın nasıl öldüğünü kimsenin bilmemesini istiyordum. Bunu istemekte, kendime göre haklı sebeplerim vardı. En azından bu şehirde ki ilk saatlerimi, kim olduğum bilinmeden geçirmemde her açıdan fayda vardı. Her gürültüden önce kısa bir sessizlik olmalıydı ki; çıkaracağım gürültü beklenmedik olsun.

 

Azat, muhtemelen sesimdeki imayı sezdi. Yüzünde kendini beğenmiş bir edayla, Helin'in omzuna kolunu attı. "Helin bana attığı adımı dahi söyler," dediğinde, sesi hafif alaycıydı. "Benim de ondan gizli saklım yoktur, senlik bir durum değil yani."

 

Alaycı bakışlarımı Azat denen adamın üzerinde gezdirdim. Bu son cümlesiyle, karşımdaki bu adamın tam da en başta düşündüğüm gibi bir adam olduğunu tasdiklemiştim. Adamı adeta bakışlarımla ezdim. "Ne güzel," dedim iğneleyici bir sesle. "Ama sana ufak bir tavsiyem var, sadakat ile caka satılmaz... Hani Allah korusun."

 

Azat'ın bakışları aniden ciddileşti. Bakışlarını, önce benim üzerimde gezdirdi sonra da Helin'e çevirdi. Morali bozulmuştu ve bunu gizleyemiyordu. Adamın yüzündeki ani değişime zerre şaşırmadım.

 

Helin, önce bana, sonra da Azat'a baktı. Gerilen ortamı oda farketmişti ve havayı dağıtmak adına, "Ya Azat," dedi, düz bir sesle. "Sen arabayı kapının önüne getirsene, bir de oraya kadar taşımayalım valizleri."

 

Bazı insanlar vardır ki, en zor zamanda müthiş bir anlayış eğilimi gösterirler. Helin, o anda tam olarak bunu yapıyordu. Azat, bozuntuya vermeden, yapmacık bir hoşnutlukla kafasını salladı ve bir şey söylemeden yanımızdan uzaklaştı. Azat, gider gitmez, Helin'e yaklaştım ve sadece onun duyabileceği bir şekilde, "Bu çocuk biliyor mu buraya neden geldiğimi?" diye sordum.

 

Helin, hafifçe kafasını salladı. "Yok canım," diye mırıldandı. "Öyle kabaca üstten anlattım bir şeyler... Bildiği bir şey yok."

 

"Belli üstten anlattığın," dediğimde histerik bir tebessümü dudaklarıma misafir ettim. "Yani bu adamın hakkımda herhangi bir şey bilmesine gerek yoktu değil mi Helo'cuğum?" diye konuştum imayla, bu bir ağız alışkanlığıydı ona hep böyle seslenirdim. "Zaten bu akşam tüm Midyat öğrenecek, anlatmasaydın da olurmuş."

 

"Dilba ne demek bu?" Helin, şiddetli bir şaşkınlığı sesinde taşırken bana baktı merakla. "Hiçbir şeyi tam anlatmıyorsun ki. Bak ben zaten hâlâ şaşkınım, o kadının Ankara'ya kadar gelmesine, bir de sen şimdi herkes öğrenecek diyorsun, anlat şunu."

 

"Duydun işte," dedim , aynı hissizliğin sesimden akmasına izin verirken.

 

Helin, gergin bir nefes verdi ve bana yaklaştı. "Sen baksana bi benim gözlerime," diye direttiğinde gözlerinde herzamanki inatçı tavrı vardı.

 

Gözlerimi Helin'e taraf çevirdim. "Sonra konuşalım," dediğimde sesim gayet düzdü. "Sırası değil şimdi."

 

Ona elbette bazı şeyleri açıklamam gerekiyordu, bunun farkındaydım ama şuan bunun için en yanlış zamandı. Bunun yanında, bu hikayenin en karanlık taraflarını değil Helin, hiçkimse bilmemeliydi. Bunu sadece o kadın ve ben biliyorduk ve bu şey bana bile ağır geliyordu çünkü söz konusu şey vicdanımın boğazıma sardığı eller gibiydi ve aklımdan geçirdiğim her an o eller daha da sıkılaşıyordu.

 

Helin, belki de beni senelerdir tanıdığından, o herkesi kandırabilen maskemi bile şüpheyle karşılıyordu. Bundandır ki bir süre kaşlarını çattı ve inadından vazgeçmeyerek üstelemeye devam etti. "Ne planlıyorsun sen Dilba?"

 

Sıkıntıyla nefesimi verdim. Sıkboğaz edilmekten nefret ediyordum. "Duyarsın zaten yarın." dedim omuz silkerek.

 

"Kızım benim niye hiçbir haltan haberim yok?"

 

Helin'e baktım tekrar, "Her şey hızlı gelişti," diye konuştum gözlerimi Helin'in üzerinde gezdirerek. "Asıl sen, biz saat sekize kadar Midyat'a yetişir miyiz onu söyle."

 

"Yetişiriz merak etme." Helin duraksadı ve gözleri meraklı bir ifadeyle benim yüzümde gezindi. "Of ne kadar da salağım," dedi yüzündeki sıkıntı sesine yansırken. "Senin böyle alelacele buraya gelmenden anlamalıydım, bir haltlar karıştırdığını..."

 

Kurduğu cümle, aylardır tıkır tıkır işleyen o derin planın içimde yeniden can bulmasına neden olurken sokağın başında bir arabanın korna sesi duyuldu. İkimizin bakışları da ağırca arabaya taraf dönerken Azat, arabanın içinde kafasını camdan uzatmış bize bakıyordu. "Yanaşayım mı daha?"

 

Helin, Azat'ın bu kadar kısa sürede gelmesine şaşırmış gibi gözüksede, bozuntuya vermedi. Lâkin Azat'ın tavırlarında bir gariplik seziliyordu. Adam sürekli arka tarafa doğru kafasını çeviriyor ve sabırsız bir edayla ellerini direksiyona vuruyordu.

 

Helin, Azat'a taraf baktı ve sonra bakışlarını tekrar bana çevirdi. "Konuşacağız Dilba," dedi derin bir nefes alırken. "Unuttum sanma."

 

Helin'den bakışlarımı ayırdım ve valizlerden birini tuttup kendime taraf çektim.

 

"Helin, kızım biraz acele edin ya..." Azat, sesini sanki bizden başka birinin duymasından korkuyormuşcasına kısık tutmaya çalışırken gözleri sürekli aynı tarafa doğru kayıyordu.

 

Helin, gözlerini Azat'ın üzerinde gezdirdi ve kaşlarını cattı. "Aşkım bekle biraz" diye konuştu bakışları Azat'a taraf kayarken. "Siz valizleri bagaja koyun ben bize su alıp geleyim, dilim damağım kurudu."

 

Azat, huzursuzca ofladı. "Nereden çıktı şimdi..." dedi. "Yolda alırız."

 

Azat bunu söylerken Helin çoktan yanımızdan uzaklaşmıştı. Azat, hararetle ağzında bir şeyler geveledi ve arabadan aceleyle inip benim olduğum tarafa doğru koştu. Ben, adamı memnuniyetsiz bir tavırla süzerken, Azat valizlerden birini alıp arabaya doğru hızlıca ilerledi. Ben de elimdeki valizi acele etmeden, ağır adımlarla çekiştirerek Azat'ın peşinden arabaya doğru ilerlemeye başladım. Azat, bagajı açtı ve valizi kaldırıp aceleyle bagaja yerleştirdi.

 

"Yavaş," diye söylendim Azat'a doğru. "Kıracaksın şimdi."

 

Azat, huzursuzca nefesini verdi. "Pardon," dedi telaşla.

 

"Neyin var senin?"

 

"Yok bir ş..." Azat, tam cümlesini tamamlayacaktı ki aniden duyduğumuz fren sesiyle cümlesi yarıda kesilmiş ve bakışları aniden sesin geldiği tarafa dönmüştü. Büyük Range Rover marka siyah bir jeep tam olarak Azat'ın arabasının az ilerisinde durmuştu. Benim bakışlarımda arabanın olduğu tarafa dönerken, arabanın kapısı aniden açıldı ve içinden uzun boylu, yapılı bir adam sinirle inip Azat'a taraf yürümeye başladı. "Lan Azat!"

 

Azat'ın gözlerine bir anda büyük bir korkunun yerleştiğini gördüm. Azat, ona taraf öfkeyle gelen adamı gördüğünde arabaya binmek için harekette bulunmuş lâkin o daha bir ayağını içeri atamadan adam onu ensesinden yakalamıştı.

 

"Abi bir dinle," Azat, korku dolu bir sesle bunu söylediğinde, siyahlı adam Azat'ın yüzüne sert bir yumruk geçirip onu bir anda yere yığdı.

 

O sırada oradan geçmekte olan şişmanca bir kadın çığlığı bastı. Etrafta ki bakışlar bir anda hemgamenin çıktığı tarafa dönmüştü. Kimse müdahale etme zahmetinde bulunmuyordu. Azat, acıyla inleyip burnunu tuttuğunda adam onu bir çöpmüş gibi yakasından yakalayıp tekrar ayağa kaldırdı. "Kes sesini," diye tısladı oldukça sert bir tınıyla. "Ben sana ne dedim lan beyinsiz herif?"

 

Azat tekrar acıyla inlediğinde, karşısındaki adam kafasını adeta Azat'ın yüzüne geçirdi ve Azat'ın kafası geriye doğru şiddetle savrulurken adam sertçe Azat'ın yakasından tutarak düşmesini engelledi. "Sen o küçük beyninle, beni kandırabileceğini mi sandın lan?" Adam demir gibi bir yumruğu Azat'ın yüzüne tekrar geçirdiğinde Azat'ın boğuk inlemesi etrafta yankılandı.

 

"Ne bön bön bakıyorsunuz? Güvenlik yok mu burada?" Kavgayı izleyen insanlara taraf bunu söyledim ve Azat'ı döven adama doğru yürüdüm. Adam, Azat'ın yüzüne art arda yumruklarını geçirdiğinde Azat'ın yüzü kan içinde kalmıştı. "Benim kardeşimle nişanlıyken bu kızla düşüp kalkmaya utanmıyor musun lan şerefsiz herif? Geberteyim mi lan seni şimdi burada!"

 

Duyduğum şeyle beraber derin bir şaşkınlık ve öfke, yüzümde yer edinirken, "Ne?" diye bağırdığımda adamın indiği arabanın başında bir adam daha olduğunu bana taraf yaklaştığı an farketmiştim. Bu yanlış anlaşılmadan dolayı sinirlerim, kum saati gibi boşalırken, adeta öfkeyle, "Ne düşüp kalkması be?" diye bağırarak onlara taraf yürüdüm.

 

O sırada arkamda duran adam önüme geçip beni engelledi. Beni tutan adama öfkeyle bakıp, "Sen kimsin ya," diye bağırdığımda adamın kolları sıkılaştı ve o an hareket dahi edemedim.

 

Ortam adamakıllı karışmıştı. Birinin beni bu denli tutuyor olması sinirlerimi bir anda devreye sokup vücudumun öfkeyle kasılmasına neden olurken şiddetli bir şekilde debelenip adamın elinden kurtulmaya çalıştım. "O ellerini çek üzerimden," diye konuştum sesime akan öfkeyle.

 

Adamın homurdandığını işittim. "Nasıl bırakayım bacım," dedi keskin doğu aksanıyla. "Rahat durmuyorsun ki?"

 

Kaşlarını çattı ve daha çok debelendim. "Ben buradan bir kurtulayım göstereceğim sana rahat durmayı..." diye bağırdım yüksek bir sesle.

 

"Yav bir rahat dur." Adam sabır dileyen bir tavırla bunu söylediğinde içimden taşan öfkeyle beraber kollarımı şiddetle çekip adamdan kurtulmaya çalıştım ama bu yine işe yaramamıştı.

 

"Güven!" diye sert bir ses duyuldu, bir anda. "Bırak."

 

Adamın beni tutan kolu gevşerken, elimi sertçe çekip kurtuldum adamdan. Adının Güven olduğunu öğrendiğim adam geri çekilirken benim gözlerim sesin sahibini aradı bir süre. Azat'ı döven adamın gözleri benim üzerimdeydi. Adama, beni bırakmasını emreden oydu. Adamın kapkara gözleri benim üzerimde gezinirken ben birkaç saniye hiçbirşey söylemedim ama gözlerim adeta öfke saçıyordu.

 

Adam bir kaç adım atıp karşımda durduğunda gözlerini benim gözlerimden çekmemişti. Adamın bakışlarında belli belirsiz bir şaşkınlık belirdi ama bu o kadar belirsizdi ki, muhtemelen etraftaki hiç kimse bunu farkedemedi. Adam, siyah bir takım elbise giymişti ve siyah gömleğinin üstten açık olan bir kaç düğmesi esmer tenini açıkta bırakıyordu. Adam oldukça yakışıklı bir adamdı. Etraf oldukça gergin olmasına rağmen, adamın kara gözleri, siyah saçları ve sert yüz hatlarıyla olan uyumu hemen o an dikkatimi çekmişti.

 

Adamın dış görünüşüyle ilgilenmeyi bırakıp sinirle yüzüne baktım. "Adama durup dururken neden saldırıyorsun sen ya?" diye sordum sinirle. Adamın gözleri gözlerimden ayrılmıyordu ve bu işimi yeterince zorlaştırıyordu. Daha çok sanki beni tanıyormuş gibi bir hali vardı ama ben buna bir anlam verememiştim. Bu adamı daha önce görmediğime emindim.

 

"Senin yerinde olsaydım, bilmediğim konular hakkında atıp tutmazdım," dedi adam rahat bir tavırla. Yüzü sertti ama tavırları bir o kadar rahattı.

 

"Kimse benim hakkımda öyle konuşamaz," diye çıkıştığımda arkamda ki adam beni tekrar tutmak için bir adım öne çıkmıştı ki, diğer adamın el işaretiyle bir adım geriledi. "Sanırım bir yanlış anlaşılma var..."

 

Adam bir kaç adım bana yaklaştığında, geri çekilmek yerine adamın yüzüne dik dik baktım. Adamla aramızda bir adım mesafe vardı. Adam, sert ama hafiften düşünceli bir ifadeyle, yüzümü inceledi bir süre. "Kimsin sen?" diye sorduğunda sesi sert ve soğuktu. Adam bunu sanki bildiği bir sorunun cevabını tekrar duymak istiyormuş gibi bir ifadeyle sormuştu. Bakışları, yüzümden ayrılmazken, gözlerinde anlamlandıramadığım bir ifade vardı.

 

Biraz gergindim ama bunu belli etmemeye çalışıyordum. Duruşumu dikleştirdim ve aynı şekilde adama baktım. "Seni hiç alâkadar etmez." dedim sesimi buz gibi tutarak.

 

Karşımda ki adamın yüzünde belirsiz bir ifade belirdi. Adamın dudaklarında varla yok arasında ufak bir tebessüm oluştu lâkin gözleri o kadar sert ve karanlık bakıyordu ki bu tebessüm onun gölgesi altında siliniyordu.

 

Adam, "Yılanın yavrusu," diye mırıldandı sakin ve karanlık bir sesle.

 

Bir an afallar gibi oldum, vücudum adeta buz kesti. Bu duruma zerre anlam veremedim ama buna rağmen, bu iki kelime beni beynimden vurulmuşa çevirmişti. O iki kelimeyi duyduğumda, beynimde derin bir çığlık yankılanıyordu. Ensemde ki o yılan dövmesi sanki canlanmış ve boğazıma dolanıp nefesimi kesiyormuş gibi hissediyordum. Bu iki kelimenin, hiç tanımadığım yabancı bir adamla beraber tekrar karşıma çıkması tesadüf müydü? Saç diplerime kadar inen o bunaltıcı sıcaklık ile gözlerimi bir an olsun karşımda ki adamdan kaçırmadım.

 

Sinirden ayak bileklerim bile uyuşurken, "Anlamadım?" diye mırıldandım hesap sorarcasına. Anlamamazlıktan gelip öfkemi gizlemeye çalışırken, yüzümde ki maskem zerre gevşemedi. "Sen kimsin?"

 

Adam, sorumu duyduğunda gözlerini gözlerimden çekmedi. Biçimli dudaklarında ki tebessüm hâlâ yerli yerindeydi. "Biraz sabırlı ol," dedi sert sesine yerleşen garip ve çekici bir tınıyla. "Çok yakında kendin öğrenirsin."

 

 

°°°

 

 

 

Davul zurna sesleri, Midyat'ın dar sokaklarında bir yılan misali geziniyor ve etrafı büyük bir gürültüyle şenlendiriyordu. Bakışlarım tam karşımda yani Berşan Hanım'ın üzerinde geziniyordu. Kadın kızıla boyattığı saçlarını arkada sımsıkı bir topuz yapmıştı ve dudaklarının kenarına yerleştirdiği ufak gülümsemeyle konaktan taşan kalabalığı izliyordu. Yüzünde rakipsiz bir zaferin gururu, ince ince düşünülmüş o kusursuz planın ilk adımını atmanın verdiği haz yer edinmişti.

 

Helin ve Azat'ın yanından yaklaşık iki saat önce ayrılmıştım. Buraya gelmeden önce valizlerimi burada ki lüks bir otele bırakmış ve oradan da beni Berşan Hanım almıştı. Şüphesiz Azat'ın yediği o müthiş dayak etrafta baya bir ses çıkarmış ve oradan nasıl çıktığımızı bile anlayamamıştım. Helin, Azat'ın yüzünü halini gördüğünde neye uğradığını şaşırmıştı ama ben ne yazık ki o adamın söylediği cümleyi ona açıklamak için doğru zaman olduğunu düşünmüyordum. Çünkü bu yenilir yutulur cinsten bir şey değildi ve o an bunu ona söylersem kızılca kıyamet kopardı. Azat, ağzında bir şeyler geveleyip olayı geçiştirsede, yarından tez yok o adamın kurduğu cümleyi bire bir anlatacaktım Helin'e.

 

Berşan Hanım'ın, iki ay önce benimle görüşmeye geldiği zaman, yüzünde nasıl bir ifade varsa şimdi de aynen öyle bir ifade vardı. Hırslı ve kararlı. Geri adım atmaya asla niyeti yok gibiydi.

 

Bakışlarımı ondan ayırıp, camdan dışarıyı izlemeye başladım. Taş duvarlarım ucu bucağı görünmeyen büyük bir alanı çevrelemiş olması şüphesiz dikatimi çeken ilk şeydi. Büyük işlemeli kapı açık olduğundan içerisi az çok görünüyordu ve benim ilk gördüğüm şey aynı duvarların çevrelediği bu büyük yerde yan yana dikilen iki görkemli konaktı. Görüş mesafesi kısa olmasına rağmen buradan bile iki konağın gayet büyük ve oldukça dikkat çekici olması gözümden kaçmamıştı. Avlunun içini göremesemde, dışarı taşan yoğun kalabalıktan içerisinin nasıl kalabalık olduğunu tahmin edebiliyordum. "Kimin düğünü bu?" diye sorduğumda, sesim hissiz ve soğuktu.

 

Berşan Hanım'ın bakışları camdan ayrılmadı. "Oğlumun," diye yanıtladı beni, dudaklarındaki soluk gülümsemeyi silmeyerek.

 

Kaşlarımı kaldırıp Berşan Hanım'a baktığımda o, oldukça rahat gözüküyordu. Aslında benimde gergin hissettiğim söylenemezdi. "Oğlunuzun düğünü bozulacak," diye mırıldandığımda, sesimdeki umursamazlık kendini bariz bir şekilde belli ediyordu. "Sonra aranız bozulmasın?"

 

Hafif alaycı yaklaşımım, Berşan Hanım'ın göz ucuyla bana bakmasına neden oldu. Kaşlarını hafifçe kaldırıp beni süzdüğünde benim ifadem zerre değişmemişti. Berşan Hanım'ın gözleri bir kaç saniye benim üzerimde gezindi. "İnelim artık," diye mırıldandığında, sorumu cevapsız bırakıp şoförün ona kapıyı açmasını bekledi. "Her şey aklında değil mi?"

 

Bakışlarımı Berşan Hanım'ın üzerinde gezdirdim. "Merak etmeyin." diye mırıldandım sadece. Şoför kapımızı açtığında Berşan Hanım gözlerini benden ayırdı ve acele etmeden arabadan indi. Hafif rüzgâr, arabanın açık kapısından içeri süzülüp bir tüy misali tenime dokunduğunda ufak çantamı elime alıp Berşan Hanım'ın peşinden bende indim.

 

Hava karardığı için konağın ve avlunun tüm ışıkları yanıyordu. Arabadan çıkmamızla sesler daha çok artmıştı. İnsanların sesleri müzik seslerine karışıp büyük bir gürültüye neden olurken bakışlarımı karşımdaki uzun taş duvarlarda gezdirdim.

 

Konağın işlemeli büyük bir kapısı vardı. Kapı bile bu kadar büyükse içeriyi düşünemiyordum. Sokaklar dardı ve bu dar geçidin etrafı küçüklü büyüklü bir çok taş yapıyla çevriliydi.

 

"Hanımım, hoşgelmişsiniz." Bize taraf gelen orta boylu, bıyıklı adamı farkettiğimde bakışlarım kapıdan ayrılıp adamın üzerinde gezindi.

 

"Hoşbulduk, Ziya," diye yanıtladı Berşan Hanım onu. Adam ellili yaşlarını geçkin bir adamdı. Muhtemelen konağın kahyasıydı.

 

"Herkes içerde mi?" Berşan Hanım bunu sorduğunda adam sanki çok önemli ve gizli bir şey söylüyormuş gibi Berşan Hanım'a yaklaştı.

 

"Herkes burada ama Azer Bey daha gelmedi," dediğinde Berşan Hanım kaşlarını kaldırdı.

 

"Ben çıktığımdan beri hiç uğramadı mı konağa?" diye sorduğunda adam heyecanla Berşan Hanım'ı yanıtladı.

 

"Sabah çıkıp gitti, Allah sizi inandırsın siz gelmeden on dakika önce Harun Bey aradı ama açmadı telefonunu," dedi sesinin üzerine yerleşen doğu aksanıyla. "Deminden beri milletin ağzı susmadı. Yok efendim kesin karşı tarafla yine ters düşmüşlerde, kan dökülecekmiş yine..."

 

Berşan Hanım huzursuzca kıpırdandı. "Kim sokuyor bu saçma sapan lafları milletin aklına?" diye sordu.

 

Adam, tekrar eğildi ve sessizce, "Kim olabilir hanımım?" diye konuştu."Af buyurun ama Cenap Ağa yine bir taraflarından uydurup uyd..."

 

"Tamam," diye sözünü kesti Berşan Hanım elini kaldırarak. "Sen işine bak şimdi."

 

Adam kafasını sallayıp yanımızdan ayrıldığı sırada yüzüme alaycı bir tavır yerleştirdim. "Oğlunuzun düğünü zaten bozulmuş." diye konuştuğumda Berşan Hanım'ın bakışları beni buldu.

 

"Azer bir şey yapıyorsa bir bildiği vardır," dedi gururlu bir sesle. Oğluna olan sevgisi ve gururu yüzünden okunuyordu. "Hadi gidelim," dediğinde fazla üstelemeden, konağa doğru ilerleyen Berşan Hanım'ın peşinden ilerlemeye başladım.

 

Saat erken değildi, bu yüzden ne kadar çabuk harekete geçersek o kadar iyidi bizim için.

 

Konağın kapısından içeri girdiğimizde birçok bakışın üzerimize dikildiğini farketsemde buna aldırış etmemeye çalıştım. Şimdi Berşan Hanım'dan bir adım önde yürüyordum. Gözlerim geniş avluda gezinirken, bu devasa konağın avlusunu tıklım tıklım dolduran insanların sesleri doluyordu kulağıma. Avlu o kadar genişti ki, bu yoğun kalabalık bile ancak doldurabilmişti bu büyük alanı. Kalabalık olması her açıdan daha iyiydi ve bu kalabalık benim beklediğimden bile daha fazlaydı.

 

Hafif bir rüzgar saçlarımın arasından süzülerek tenime imzasını bıraktığında acımasız bakışlarım bir kaç saniyenin sonunda odağını bulmuştu. Kırklı yaşlarında ki adam oturduğu masanın etrafında ki insanlarla koyu bir sohbetin içerisindeydi. Berşan Hanım, bana bu adamın fotoğrafını gösterdiğinden, onu görür görmez tanımam zor olmamıştı. Oldukça temiz giyimli bir adamdı. Ağarmaya başlayan saçları ve etrafa attığı profesyonel bakışlarıyla işinde uzman bir doktor olduğu açıkça anlaşılıyordu. Çaldığı gülüşleri içinde barındırmamış olacakki o gülüşler suratında en belirgin haliyle yer edinmişti. Oldukça keyifliydi ve biraz sonra olacaklardan bihaber olduğu açıkça ortadaydı.

 

Göz ucuyla Berşan Hanım'a baktım. Yüzünde ki hafif gülümseme bir onay niteliğindeydi. Dudaklarım alayla kıvrıldı. Zihnim, zehrini kusmak için saniyeleri sayıyordu.

 

Ufak adımlarla ilerleyip tam avlunun ortasında durdum. Bazı insanlar eğlencelerine devam etselerde çoğu kişi şuan ne yapmaya çalıştığımı merak ediyordu. Sağ tarafa kurulan masada Berşan Hanım'ın yeni gelini, gelinliğiyle tek başına oturuyordu. Damat ortalıklarda görünmüyordu, ya da ben göremiyordum. Ortam da ki insan kalabalığı görüşümü yeterince engelliyordu ama gelinin suratının bariz bir şekilde asık olması işlerin pekte yolunda gitmediğini gösteriyordu.

 

"Hazır mısın?" Tam arkamda duran Berşan Hanım'ın bu sorusunu duyduğumda kafamı umursamazca salladım.

 

"Her zaman." Ateş düştüğü yeri yakardı ve ben birazdan düştüğüm bu çukuru cayır cayır yakacaktım. Zihnimde ki amacın ilk kıvılcımı alevlenecek ve ben amacıma ulaşana kadarda sönmeyecekti. Kelimelerime bulaşan zehiri biraz sonra herkes tadacaktı.

 

"Adil Boranlı!" diye bağırdığımda bir anda sesim tüm avluda yankılandı. Birçok bakış aynı anda üzerime dönerken, ruhumda ki prangalar tüm duyguları içine hapsetmiş ve oradan sızacak en ufak bir kırıntıya dahi izin vermiyordu. Zihnimde ki iyilik, koca bir yangının ortasına düşen küçücük bir damla gibiydi ve benim zihnim o küçücük damlayı alevleriyle, saniyesinde yutacak kadar acımasızdı.

 

Tüm dikkatler üzerime çekildiğinde Berşan Hanım'ın sağ tarafa bakarak yaptığı el işareti müziği bir anda kesmiş, zehrimin etkisini biraz daha arttırmıştı. Seslendiğim ismin sahibi bakışlarını bana yönelttiğinde, gözleri bir şey anlamadığını belirtircesine bana bakıyordu. Muhtemelen şuan kim olduğumu merak ediyordu.

 

Bu anı unutamayacaktı.

 

"Sen kimsin kızım?" diye sorduğunda sesi meraklıydı. Çatılan kaşlarının altından bana merakla bakarken, gözlerimden en ufak bir ifadenin kaçmasına izin vermedim. Etraftaki insanlardan ses dahi çıkmıyordu, hepsinin dikkati şuan bizim üzerimizdeydi.

 

Alaycı bakışlarım avluda gezinirken gözlerimde ki ifade duygudan yoksun ve buz gibiydi. Yüzüme inen ifadem bana taraf bakan meraklı bakışların sayısını arttırırken, Adil Bey'in cevap bekleyen bakışları oldukça sabırsızdı.

Gözlerimi abartıyla devirdim. "Aşk olsun Adil Bey," dedim yapmacık bir tavırla. "İnsan öz kızını tanımaz mı hiç?"

 

Bir bombanın pimini an itibariyle çektiğimde, bu adamın insanların gözünde yarattığı o meşhur imajına ve yıkılamaz itibarına büyük bir darbe vuracağımın farkındaydım. Adamın gözleri büyürken yüzünde gördüğüm ifade karmakarışıktı. Keyifli surat ifadesi bozulup gözlerine garip bir ifade yerleşirken, hissettiği şeyin artık merak olmadığını biliyordum.

 

Korkuydu bu.

 

Günahlarının korkusu.

 

Bu korku tüm suratına sinsice yayılırken tek kelime bile çıkmadı ağzından. Tek şaşıran o değildi, öyle ki yanında oturan ve karısı olduğunu tahmin ettiğim siyah saçlı kadın bir anda ayağa dikilmiş, bana öfkeyle bakmaya başlamıştı. "Ne saçmalıyorsunuz siz?" diye konuştuğunda, gözlerini Berşan Hanıma çevirdi. "Berşan?"

 

Kalabalık içinde nasıl da rol yapıyordu... Hâlbuki bu kadının, kocasının bir kızı olduğundan en başından beri haberi vardı. Gülmeden edemedim. "Neden bu kadar şaşırıyorsunuz ya?" diye sordum dalga geçercesine. Son cümlemle beraber insanların fısıltıyla aralarında konuştuğunu işitmiştim. Herkesin yüzünde saf şaşkınlık vardı lâkin bunlardan görülmeye değer olanı Adil Bey'in suratının aldığı haldi.

 

Bu konaktaki herkes Adil Bey'in bir kızı olduğunu biliyordu lâkin kimse bu gerçeğin bu şekilde ortaya çıkacağını kestirmemişti.

 

Özellikle Adil Bey.

 

Adamın bakışları benden ayrılmazken ne yapacağını bilemiyor gibiydi. Sert bir nefesi ciğerlerine çektiğinde yüzünde ki ifade zerre değişmemişti.

"Ne?" diye mırıldandı zorlukla. Bu kelime ağzından zar zor çıkmıştı.

 

Tehditkar bir şekilde Adil Bey'e baktım bir süre. Gözlerimde ki nefreti gizleme gereği duymuyordum çünkü bu her iki şekilde de benim işime yarıyordu.

 

Bu adam nefreti her halükarda hak ediyordu.

 

İfadesini ölçmeye çalışarak, "Dilba ben," diye yanıtladım onu. Ardından bizi izleyen insanlara göz gezdirdim. "O çok değerli Adil Bey'in, varlığından haberdar olduğu ama ismini dâhi bilmediği kızıyım."

 

°°°

 

Bölüm Sonu...

Loading...
0%