
İnstagram: wattyblackfire
Tik tok: Yılanın Yavrusu Official
Keyifli okumalar...
21. BÖLÜM
"TEMAS NOKTASI"
Ve sen, ulaşılamaz bir heves gibi
hep içimde kalacaksın.
______
__
21 Haziran, 2022
Ankara
Eğer aşk diye bir şey varsa, her insanın prangalar ardına gizlenmiş gizli bir zaafı da vardır.
O geceye kadar, belki de kaderin ipleri bir sarmaşık gibi birbirine dolanacak, bir urgan misali saracaktı bedenlerini. Aşka inancı yoktu hiçbirinin. Belki de daha önce hiç tatmadıkları bu duygunun varlığından dahi habersizdiler ama o duygu bir daha hiç terketmemek üzere yerleşecekti hayatlarına.
Ali Azer Boranlı.
Geceyi gözlerine hapsetmiş o adam, soğuk duvarların ardına sakladığı o sinsi duygunun bu gece içinde can bulacağından habersiz bir şekilde indi arabasından. Yanında iki kişi daha vardı. Biri, sağ kolu denebilecek kadar yakın olan adamlarından Güven'di. Onların hemen arkasından Yusuf yürüyordu.
Yaklaşık bir haftadır Ankara'daydılar. Boranlı'ların geçen ay satın aldığı otelin devir işlemleri için gelmişlerdi. Dün son imzaların atıldığı sırada ortamın epey bir gerildiği varsayılırsa sorunsuz bir iş olduğu söylenilemezdi. Otelin eski sahibi tabiri caizse ayyaşın tekiydi ve eğer araya giren bir kaç hatrı sayılır aracı olmasaydı Azer Boranlı'nın silahından çıkan kurşunlardan birini beyninde taşıyor olacaktı.
Azer'in eski ortaklarından olan Sadri Bey'in ısrarı üzerine bugün son bir görüşme daha yapılacaktı. Adamlarla Ankara'nın en gözde gece kluplerinden biri olan Echo'da görüşecekti. Mekanın sahibi aynı zamanda dün anlaşamadıkları otel sahibiyle aynı kişiydi. Ortamın gerileceği daha şimdiden aşikardı.
Kapıda duran korumalardan biri gelen misafirleri gördüğü an hemen ceketinin önünü ilikleyip onlara doğru ilerlemeye başladı. Önceden tembihlendiği çok belli oluyordu. Zira otel sahibi dün yaptığı o saçmalıktan dolayı oldukça pişmandı, böyle büyük bir işi kaçırmak istemiyordu.
"Hoşgeldiniz Azer Bey," Adam eliyle içeriyi gösterdi. "Sadri Beyler içeride sizi bekliyorlar."
Azer herhangi bir cevap verme gereği duymadan ağır adımlarla mekanın kapısından içeri girdi. Geniş koridor boylu boyunca korumalarla doluydu. Anlaşılan o ki, Fikret denen adam hatırı sayılır bir önlem almıştı. Ya da aldığını zannediyordu. Zira piyasada en ucuza calışan bu koruma vasıflı adamların en ufak olayda topuklarını dizlerine vura vura kaçacacaklarını çok az kişi bilirdi.
Azer küçümseyici bir ifadeyle bakışlarını adamların üzerinde kısaca gezdirdi ve koridorun sonunda, mekânın bar kısmına açılan kapıdan içeriye girdi. Güven ve Yusuf onun hemen arkasındaydılar.
Tam bu sırada hemen arkalarından, koridorun sağ tarafında kalan ve muhtemelen kulis odası olarak kullanılan odadan büyük bir gürültü yayıldı etrafa. Mekanda çalan müziğin sesi kısık olduğu için, bu cam kırıpmasına benzer ses herkesin irkilmesine sebep olmuştu.
Azer'in adımları duraksarken bakışları sesin geldiği tarafa doğru döndü. Kapalı kapının önünde iki takım elbiseli adam dikilmişti.
"Manyak lan bu karı," diye bağırdı biri acılı bir sesle.
Ses Fikret denen adama aitti. O hafif cırtlak ve tabiri caizse kargaya benzeyen bu sesi bu mekanda tanımayan yoktu.
Onun hemen arkasından, "Evet manyağım," diye bir ses duyuldu, bu sefer ses bir kadına aitti. "Eğer o saçma sözleşmeyi bir daha önüme getirisen, seni bu sefer kendi ellerimle öldürürüm."
"Sen öyle san," diye bağırdı Fikret ve ardından kapı sertçe açıldı. "O imzayı atacaksın sen bu gece."
Adam içeriye doğru bakarak konuşmaya devam ederken, etrafta ki insanların onu izlediğinden habersizdi. Kapıyı kapatıp yürümeye başladı ama daha iki adım atamadan adımları duraksamıştı. Karşısında Azer Boranlı'yı görmeyi beklemiyordu.
Adam elinde tuttuğu beyaz bir kumaş parçasını kafasına bastırırken, kumaşa bulaşan kırmızı sıvı içeride yaşananları biraz olsun açıklar nitelikteydi. İçerideki kadın her kimse, Fikret'in kafasında bir şey patlatmış olmalıydı. Güven ve Yusuf adama bakarak alayla güldüler. Adamın bakışlarına ise mahcup bir ifade inmişti.
Dudaklarına zoraki bir gülümseme yerleştirip Azer'e doğru ilerlemeye başladı. "Bizim şarkıcı kızlar işte," diye konuştu olayı hafifletmeye çalışarak. "Aramızda ufak bir anlaşmazlık oldu da."
Azer adamı baştan aşağı süzdü. "Görünüşe bakılırsa pek ufak değil," diye konuştu adamın kafasına bakarak. "Ne yaptın da delirttin lan sen çalışanlarını?"
Fikret olumsuz anlamda kafasını salladı. "Bizim kız biraz sorunlu bir tip," dedi. "Vallahi canımdan bezdirdi beni, ama ne yapacaksın, müşteriler seviyor işte kızın sesini. Öyle olmasa çoktan yollamıştım."
Azer aşağılarcasına adama baktı, yalan söylediği açıkça ortadaydı. "Sen o küçücük aklınla kimi kandırıyorsun lan?" Azer'in bu çıkışıyla beraber, adamın yüzündeki gülümseme donarken, Azer kafasıyla içeriyi gösterdi. "Şimdi düş önüme. İçeride en ufak bir ters yaparsan bu mekandan seni sağ çıkarmam haberin olsun."
Fikret bir kaç saniye duraksadı ve ardından ağır ağır kafasını salladı. Azer beklemeden içeriye doğru ilerlerken onlar için özel olarak ayrılmış masada oturan Sadri Bey hemen ayaklanmıştı. "Oo, hoşgeldiniz."
Azer, "Hoşbulduk," diye konuşup adamın uzattığı eli sıktığında, Sadri Bey diğer eliyle koltukları gösterdi.
"Buyrun oturun, bende sizi bekliyordum."
Azer geçip Sadri Bey'in tam karşısına oturdu ve rahat bir ifadeyle arkasına yaslanarak bir süre mekanın içinde gezdirdi bakışlarını. Ankara'nın en büyük gece klüplerindendi burası. Genellikle hep kalabalık olurdu ama bugün görüşmeden dolayı alımlar sınırlıydı ama yine de hatrı sayılır bir kalabalık vardı.
"Dün pek hoş şeyler olmadı malum," diye konuşmaya başladı Sadri Bey. Ardından eliyle Fikret'i gösterdi. "Fikret büyük saygısızlık etti. Öyle bir adam değildir ama olan oldu bir kere, ben derim ki bir kez daha oturup konuşun."
Fikret kafasını sallayarak Sadri Bey'e katıldı. "Ne zaman iki kadeh bir şey içsem kafam gidiyor, ne söylediğimi bilmiyorum," dedi. "Yoksa bizde biliriz yani raconu. Şeytana uyduk, kusur ettik bir kere."
Azer, locanın etrafında dikilen adamların üzerinde ağır ağır gezdirdi bakışlarını. Duruşu dik ve sarsılmazdı. Fikret'i zerre kadar umursamıyordu ama bu yaptığı saygısızlığı görmezden geleceğini göstermezdi. Bakışları en son Fikret'in üzerinde durduğunda, gözlerindeki o sert ifade Fikret'i korkutmaya yetmişti. Dirseklerini dizlerine yaslayarak hafifçe öne eğildi ve tehditkar bakışlarını Fikret'in üzerine dikti. "Şimdi sen diyorsun ki, ben bir hata ettim yediğim haltları unutun, işin parasına bakalım," Kafasını ağır ağır salladı. "Bende diyorum ki, senin gibi üç kuruşluk heriflerle değil iş yapmak, tarlamda ırgat olarak bile çalıştırmam..."
"Azer..."
"Lafım bitmedi," diye çıkıştı Azer, Fikret'in sözünü yarıda keserek. Ardından işaret parmağını hafifçe kaldırarak Sadri Bey'i gösterdi. "Sadri abinin hatrı olmasa, aynı masaya bile oturmam. Madem racon bilen adamım diyorsun, o zaman bunu da bilirsin. Bizde kusur bir kere yapılır, ikincisinde kafasına sıkarız. Bilmem anlatabiliyor muyum?"
Fikret duraksadı. Gerginlikten alnından terler akmaya başlamıştı. Sadri Bey'e baktı ama onun konuşmaya niyeti yok gibiydi, tekrar Azer'e döndü. "Çinçin de aldığım kumarhane baskın yedi, batmak üzereyim," diye konuştu. "Bu iş benim için çok önemli, isterseniz maddeleri kendinize göre tekrardan düzenleyin ama bu iş olmazsa biterim ben. Bir kez daha düşünün lütfen."
"Azer bir kez daha düşünmekte fayda var oğlum," diye ekledi Sadri Bey elindeki tesbihi iki eliyle kavrayarak. "Biliyorsun sadece Fikret'in hisseleri yok işin içinde, diğer satıcılar bu iş için aylardır çalışıyorlar."
"Ben diğer satıcılarla çalışmayacağım demedim," Azer göz ucuyla Sadri Bey'e baktı. "Bu herif hisselerini diğer ortaklara satıp çekilmezse işte o zaman herkesin sözleşmesi biter. Fikret o hisseleri satacak," dedi ve Fikret'e döndü tekrar. Cebinden işlemeli, özel bir mermi çıkarıp masanın üzerine koydu. "Yoksa biz sattırmasını biliriz."
Fikret'in bakışları mermiye indiğinde, gözleri bir anda faltaşı gibi açıldı. Gergin bir ifadeyle ensesini ovduğunda, bakışları saniyeler boyunca mermiden ayrılmamıştı.
Azer ağır hareketlerle ayağa kalktı ve ardından arkasını dönerek çıkışa doğru ilerlemeye başladı. Güven ve Yusuf'da Azer'in arkasına takıldıkları sırada mekanın içinde büyük bir alkış sesi duyuldu. Bir iki kişi ayağa kalkıp ıslık çalmaya başladığında mekanın sol tarafındaki büyük sahnenin spot ışıkları yanıp sönmeye başlamıştı.
Azer'in adımları duraksadı ve yavaşça sahneye doğru kaydı gece karanlığı bakışları. Bir kaç saniye geçmemişti ki, ışıklar tamamen söndü ve bir alkış sesi daha koptu. Işıklar tekrar açıldığında, sahnenin ortasında, mikrofonun başında bir kız duruyordu.
Üzerinde kan kırmızısı, diz altında biten yırtmaçlı, ince askılı bir elbise vardı. Simsiyah saçları dalgalı bir şekilde beline kadar uzanıyordu. Ela gözleri ve kusursuz yüz hatlarıyla oldukça güzel bir kızdı. Azer'in gözleri kızı bulduğu an, yüzündeki o tehditkar ifade silindi ve bir müddet sadece sahnedeki kıza baktı. Bunu istemsizce yapmıştı çünkü istesede kızdan gözlerini ayıramıyordu.
"Sana bahsettiğim kız," diye konuştu Güven, Azer'in hemen yanından. "Dilba. Buke Sahran'ın, şimdiki adıyla Feraye Sonay'ın diğer kızı."
Azer birkaç saniye boyunca hiçbir şey söylemeden gözlerini kızdan bir an olsun ayırmamıştı. Bu nasıl bir şeydi bilmiyordu ama kıza baktığı saniyeler boyunca sanki yıllardır aradığı bir şeyi bulmuş gibi yoğun bir duygu dolmuşu içine. Daha önce kızı görmediğine adı gibi emindi ama sanki yıllardır tanıyor gibiydi.
Dilba'nın bakışları az önce Azer'in kalktığı locaya doğru kaydı. Bakışları Fikret'in üzerine bir ok gibi saplanırken, gözlerindeki ifadeden sızan tehditkarlığı buradan görebilen tek kişi Azer'di.
Dilba, dudaklarına yerleştirdiği o kendine özgü alaycı tebessüm eşliğinde Fikret'e bakarken, tam o sırada Fikret'in masasına büyük bir meyve tabağı servis ediliyordu. Garsomlardan biri Fikret'in kulağına doğru eğilerek bir şeyler söyledi. Garson geri çekildiğinde Fikret'in bakışları Dilba'ya döndü. Keyfi yerine gelmişti. Masadaki kadehi eline alıp Dilba'ya doğru kaldırdı ve kafasını hafifçe eğip kaldırdı.
Tam o sırada çalgıcılar müziği çalmaya başlamışlardı. Mekanın içini aniden enstrümanların sesi doldurduğunda Fikret gözlerindeki arsız ifadeyle dilimlenmiş meyvelerden ikişer tane alıp ağzına attı ve arkasına yaslandı. Çalan şarkı, Grup Yorum'dan 'Uğurlama' parçasıydı.
Dilba mikrofona biraz daha yaklaştı ve o an her şey durdu sanki. Kız şarkıyı söylemeye başladığı o an, Azer'in göğüs kafesinin içinde bir harp başladı. Tüm bedenine yayılan o yoğun duygu, göz bebeklerine yük olup bindi sanki. Bir ses, ateş gibi yakabilir miydi bedenini?
Bu ses, ateşten de fazlasıydı.
Azer belki de hayatında ilk defa birine bu denli hayranlıkla bakıyordu. Karşısında, ışıkların altındaki o kız, o an kalbinde öyle bir ateş yaktı ki, o ateş belki de bir daha hiç sönmeyecekti.
Dilba'nın bakışları anlık olarak, tekrar Fikret'in üzerine döndü. Bununla beraber Azer de, Dilba'nın baktığı yere doğru çevirdi bakışlarını. Fikret meyve tabağını tamamen önüne çekerek tabaktaki meyveleri iştahla yemeye başladı. Bakışları ise Dilba'nın üzerinden ayrılmıyordu ama bu bakışlarda insanı rahatsız eden bir şey vardı.
Fikret kadehteki içkiyi bir dikişte bitirip kadehi bir kez daha Dilba'ya doğru uzattı. Dilba'nın ise bakışlarına buz gibi bir ifade inmişti. Sanki çok önemli bir gösteriyi kaçırmak istemiyormuş gibi, Fikret'e baktı tekrar ve bu sefer bakışlarını ondan ayırmadan şarkının ikinci kıtasını seslendirmeye başladı.
"Mekânın tüm müşterisini bu kız çekiyor," dedi Güven tekrardan. "Zaten araştırmıştık. Kız tıp okuyor ama bu tür ortamlarla fazla içli dışlı. Ortada garip bjr bir durum var, bende anlamadım."
Azer'in bakışları tekrar Dilba'yı buldu. "Kaç aydır çalışıyor burada?"
Güven, "Üç aydan fazla," diye yanıtladı Azer'i. "Daha önce de bir kaç çekimde modellik yapmış. Annesinin tekstil şirketinin çekimleri olması lazım, yanlış hatırlıyor da olabilirim."
Tam bu sırada Fikret'in locasından büyük bir gürültü koptu. Herkesin bakışları aniden tarafa dönerken, büyük porselen meyve tabağı yere düşüp paramparça olmuştu. Fikret'in eli boğazındaydı ve gözleri kocaman açılmış bir şekilde öksürüyordu. Sadri Bey ve bir kaç kişi ayağa kalkarak Fikret'in yanına yaklaştıklarında Fikret kafasını yukarı doğru kaldırarak nefes almaya çalıştı ama başaramadı. Gözlerindeki damarlar kıpkırmızı olmuştu ve boğazından çıkan kesik kesik hırıltılı sesler nefes alamadığını gösteriyordu.
Şarkı ise hala devam ediyordu. Mekandakilerin aksine Dilba'nın yüzünde en ufak bir endişe veya korku yoktu. Bakışlarındaki buz gibi ifadeyle söylediği şarkının son kıtasını seslendirmeye devam etti. Bakışları Fikret'in üzerine acımasızca dikilmişti ve dudaklarının kenarındaki o alaycı tebessüm bir an olsun silinmemişti.
Fikret, Dilba'ya doğru bakarak bir şey söylemeye çalıştı ama asla konuşamadı. Ayağıyla önündeki masayı devirdiğinde yere düşen cam masa adeta tuzla buz olmuştu ama Dilba adeta nisbet yapar gibi bir an bile şarkısını söylemekten vazgeçmedi.
Fikret'in eli bu sefer kalbine gitti. Gözleri bir noktaya sabitlendi ve ardından bir kez daha nefer almayı denedi. Suratı kıpkırmızı olmuştu ve gözleri yavaş yavaş kayıyordu.
Dilba'nın müziği sona yaklaşırken, Azer önce Fikret'e sonra Dilba'ya baktı.
Ve Dilba, şarkının o son kelimesini söylediği an Fikret'in kafası geriye doğru düştü ve gözleri tamamen kapandı. Az önce alkışların çınladığı mekanın içini şimdi çığlık sesleri doldurmaya başlamıştı.
Ve o an Dilba'nın gözlerindeki o zafer duygusuna tek bir kişi şahit oldu.
Ali Azer Boranlı.
•••
Hayat, tehlikeli bir kumar bağımlısına benzer.
Kaybetmeyeceğini bildiği her oyunun sonunda senden bir parça daha alıp götürür ve sen hamleni yapmaya korktuğun sürece, çok daha kanlı oyunlara çeker seni. Ve her gün, biraz daha eksilirsin. Eksildiğinin farkına varmadan paramparça eder ruhunu. Çünkü karşısında savaşabilecek kadar güçlü bir rakibi yoktur.
Oyunu kuralına göre oynarsan kazanmayı bekleme.
Hayat gerektiğinde, rakibin iblisin kendisi olsa bile en az onun kadar çirkinleşmeni, kötüleşmeni bekler. Sadece denk olanlar savaşabiliyorsa, onun seviyesine alçalmanı beklerler senden. Susarsan kaybedersin.
Ama geri çekilirsen, kurban her zaman sensin.
Hiçbir zaman eşit şartlarda savaşan bir kız olmamıştım. Düşmanım benden daha kötüyse, onunla karşı karşıya kaldığım her an şeytana dönüşmekten çekinmezdim. İşte bu yüzden annem için bile yeterince kötü kalpli bir kızdım. Ve şimdi içimde iyiliğe dair en ufak bir umut bile yoktu.
Olsa bile yok etmişlerdi.
Rüzgâr, şeytanın parmakları gibi saçlarımın arasına süzüldüğünde, sabahın o puslu ve soğuk havasını içime çektim ve hızımı arttırarak koşmaya devam ettim. Adımlarım Midyat sokaklarının taş zeminine sertçe temas ederken, kulağıma taktığım kulaklıktan tempolu bir müzik çalmaya devam ediyordu.
Saat altıda çıkmıştım konaktan ve bir buçuk saatten fazla bir süredir sadece koşuyordum. Uyuyamamanın ve üzerindeki o yoğun stresi atmanın başka bir yolunu bulamamış ve Ankara'da her sabah yaptığım gibi koşmaya karar vermiştim yine.
Bu sabah annemin telefonu yaklaşık onuncu kez suratıma kapandığından, en son ki denememden sonra telefonu odanın bir köşesine fırlatmış ve biraz olsun kafamı dağıtmak için dışarı çıkmıştım.
Dün gece gördüğüm o haberden sonra kendime gelmem uzun sürecekti.
Resmen annem Şahin'le beraber Mardin'de ev almıştı. Annemin amacı tam olarak neydi ya da ne yapmaya çalışıyordu bilmiyordum ama eğer burada kalmayı kafasına koyduysa ona engel olabileceğimi zannetmiyordum. Daha her şeyi açığa döküp dökmeyeceğinden bile tam emin değilken bu hamlesi beni tamamen dumura uğratmıştı.
Sürekli bir şeyler oluyordu. İyi ya da kötü, her dakika başka bir olayla baş başa kalıyordum ama değişmeyen tek bir şey vardı. Kafamın içindeki ses asla susmuyordu. Kendimle baş başa kaldığım her an, beni delirtecek raddeye getiren o korkunç düşüncelerden bir türlü kurtulamıyordum.
Üzerimde ince bir krop ve kapüşon, onun altında ise siyah bir eşofman vardı. O kadar çok koşmuştum ki ayağıma geçirdiğim spor ayakkabıların bağcıkları bile gevşemişti. Nefesimi kontrol ederek adımlarımı yavaşlattığımda, konağın olduğu sokağa dönmüştüm tekrar. Telefonumu çıkarıp saate baktım. Neredeyse sekize geliyordu.
Kafamı telefondan kaldırdığım gibi bir bedenle çarpıştığımı hissettim. Ani bir refleksle geriye doğru sendelediğimde, hafifçe kaşlarımı catıp bana çarpan kişiye baktım. Bu kişi Orkun'dan başkası değildi. Göz altlarında ki morluk ve dün gece yediği yumruktan dolayı kaşında oluşan yarayla beraber baya darbe almış gibi görünüyordu.
Müziği kapatıp, kulaklıkları çıkardığımda Orkun bir süre boş gözlerle beni inceledi ve sorarcasına kafasını salladı. "Hayırdır nereden geliyorsun sen bu saatte?" diye sordu ters ters. "Saat kaçta uyandın kızım sen?"
Sana ne dercesine ona baktım. "Kör müsün?" diye konuştum üzerimdeki kıyafetleri göstererek.
Orkun tahammülsüz bir tavırla gözlerini devirdi ve ardından bakışlarını benden ayırdı. "Ne halt yersen ye," Tam gideceği sırada aklına bir şey gelmiş gibi aniden duraksadı. Bakışları yavaşça benim üzerime çevrilirken hafifçe gözlerini kıstı. "Bir dakika bir dakika," diye geveledi belli belirsiz, ardından elimdeki telefona kaydı bakışları. "Sen dün gece bizim videomuzu çektin," Ağır ağır kafasını salladı. "Farketmeyeceğimi falan mı sandın acaba? Ver şu telefonu..."
Telefonuma doğru uzandığında, telefonu hızlıca geriye doğru çektim ve ters ters ona baktım. "Yediğin dayağı da hatırlıyor musun bari?"
Orkun burnundan sert bir nefes aldı ve ardından öfkeyle bana baktı. "Eğer o videoyu tek bir kişiye gönderirsen yemin ederim bitiririm seni," dedi tehditkar bir tavırla. "O videoyu hemen şimdi sileceksin Dilba."
"Hayırdır ya, neyi silecekmiş?" diye bir ses duyuldu tam arkamdan.
İkimizin de bakışları sesin sahibine doğru dönerken, karşımda Helin'i görmek beklediğim son şeydi ve anlaşılan buna şaşıran tek kişi ben değildim. Helin ilk önce bana sonra da Orkun'a baktı.
"Helo?" diye konuştum şaşkınca.
"Beni görmeyi beklemiyordun herhalde," dedi Helin ve tekrar bana baktı. "E sen hiç yanıma uğramayınca bende hastaneye geçmeden sana bir bakayım dedim."
Bunu söylerken bakışları anlık olarak Orkun'a kaydı ama hızlıca kaçırdı bakışlarını. Orkun ise inatla bakışlarını Helin'den ayırmıyordu. "Çok inandırıcı," diye konuştuğunda, yüzünde alaycı bir ifade vardı ama gülmüyordu.
Helin, Orkun'a bakmadan, "İnandırıcı olmak gibi bir niyetim yok," diye konuştu. "Senin aksine."
"Bir dakika," diye araya girdim anlam veremeyen bir ifadeyle. "Siz ikiniz hayırdır ya?"
Orkun bana bakmadan, "Biz ikimiz diyor duydun mu?" diye sordu, bu sorunun muhatabı Helin'di. Rahat bir tavırla ellerini ceplerine koydu. "Biliyor musun bende aynı soruyu soruyorum kendime. Biz ikimiz diyorum, ne alaka?"
Helin alayla güldü ve bakışları Orkun'un kaşındaki yaraya doğru kaydı. "Bence sen artık hiçbir şey düşünme," diye konuştu. "Çünkü birbirimizle bu sefer gerçekten alakamız yok."
Orkun, bakışlarında yer edinen buz kütleleri ve ifadesinden eksik olmayan o alaycı tavrı eşliğinde belli belirsiz kafasını salladı. "Boşver ya," dedi soğuk bir sesle. "Zaten önemsiz bir detaydı."
Helin'in gözleri Orkun'a sabitlenirken, göz ucuyla önce Helin'e, sonra Orkun'a baktım. "Dün dayak yiyince, beyninin pekmezi falan aktı herhalde," diye konuştum alayla gülerek. "Hayır yani konuştuklarınızdan hiçbir şey anlamadım."
Orkun'un bakışları hızlıca benim üzerime çevrildi ve aniden gözlerine tehditkar bir ifade indi. "Seninle sonra görüşeceğiz," diye konuştu. "O zamana kadar sakın bir yaramazlık yapayım deme."
Orkun yanımızdan geçip arabasına doğru yürümeye başladığında, Helin'e birkaç adım yaklaştım ve sorarcasına yüzüne baktım. "Ne yaptı yine bu dangalak Orkun," diye sordum. "Gerçi sizin olayınız ne onu da anlamadım. Böyle imalı laflar falan, ne oluyoruz?"
Orkun'un arabası sert bir motor sesiyle sokaktan çıkarken, Helin arabanın arkasından bakakalmıştı. "Birde utanmadan önemsiz bir detay diyor ya,"diye söylendi son sorduğum soruyu duymadan. "Kolaydı sanki o kadar..."
"Ya Helo," diye çıkıştım Helin'i kolundan hafifçe dürterek. Helin'in bakışları benim üzerime dönerken, sorarcasına kafamı salladım. "Sen bir anlatsana ya ne var sizin aranızda?"
Helin bir kaç saniye hiçbir şey söylemedi, ardından sanki kendini ikna etmek istiyormuş gibi, "Hiçbir şey," diye mırıldandı. "Hiçbir şey yok, boş boş konuşuyor işte. Neyse sen boşver şimdi beni," Sorarcasına kafasını salladı. "Annem geldi dedin en son, ondan sonra hiç konuşamadık. Neler oluyor ya, Feraye Hanım basbayağı kalkıp buraya mı geldi?"
"Sadece gelmekle kalmayıp bir de ev satın almışlar," diye söylendim gergin bir ifadeyle.
"Ha o kadar yani," dedi Helin şaşkın bir ifadeyle. "Biliyorsun ben sana çok sormadım bu gerçek aile meselesini falan ama cidden merak ediyorum Dilba ya... Yani Yaren senden büyük değil miydi?" Söyleyip söylememekte tereddüt ettiği belliydi ama yinede hafifçe bana yaklaştı. "Bunu söylediğim için kendimi suçlu hissediyorum ama, annen evliyken mi sana hamile kalmış? Yani aldatma gibi bir şey mi?"
Duraksadım ama ifademden en ufak bir duygunun sızmasına izin vermiyordum. Helin, Yaren'i tanıyordu ve doğal olarak böyle düşünmesi normaldi. Ama ona gerçeği anlatma gibi bir şansım yoktu, o yüzden maskelerimin ardına gizlenerek, "Öyle sayılır," diye konuştum. "Ama Yaren'den kimseye bahsetme olur mu? Bu konudan hoşlanmıyorlar pek..."
Helin anlayışlı bir ifadeyle kafasını salladı. "Merak etme söylemem tabi ki," dedi. "Neyse, ben zaten sana bakmaya gelmiştim. Hastaneye geçiyorum, uğrarım bir ara yine."
"Aynen," diye konuştum imalı bir sesle. "Kesin beni görmeye geldin sen..."
"Of Dilba," diye mırıldandı ve ardından aklına başka bir şey gelmiş gibi bir kaç saniye duraksadı. "O değilde benim aklımı kurcalayan başka bir şey var," dediğinde sesi imalıydı. "Tekrar tekrar aynı konuyu açmak istemiyorum ama, Azer Boranlı mevzusu beni acayip geriyor haberin olsun. Sen bence bana doğruyu söyle, ne oluyor sizin aranızda?"
Duraksayıp bir kaç saniye öylece Helin'in yüzüne baktım. Onun bakışları sorduğu sorunun cevabını istercesine benim üzerimde gezinirken, benim yüzüme yine o aynı maske indi ve gözlerime yerleşen alaycılığı silmedim bu sefer. "Sen bunu bir düşün bence," diye konuştum sesimde buz kütleleriyle. Ardından hafifçe gülümsedim. "Kim bilir, belki de aşık olmuşumdur."
Helin ters ters bana baktı. "Sen dua et acelem var," diye konuştu. "Yoksa aranızda neler dönüyor, tek tek anlattırırdım ben sana. Neyse gidiyorum ben."
Helin yanımdan uzaklaşırken elimi kaldırıp hafifçe salladım. "Öptüm canım."
Arkamı dönüp avlu kapısından içeri girdiğim sırada, gördüğüm ilk kişi Arzu olmuştu. Adil Bey'in konağındaki merdivenlerden hızla inerken, bende konağa doğru ilerlemeye başladım. Bir şey arıyormuş gibi bir hali vardı.
Merdivenlerden çıkmaya başladığımda, Arzu etrafına baka baka aşağıya inmeye devam ediyordu. "Arzu," diye seslendiğimde irkilircesine hızla bana döndü bakışları ve adımları olduğu yerde donup kaldı. "Hayırdır sabah sabah bu ne gerginlik?"
Arzu sabır dilercesine derin bir nefes aldı ve ardından eliyle saçlarını geriye doğru itti. "Zaten derdim başımdan aşkın, bir de sen başlama Dilba," dedi bakışlarını avluda gezdirirken. "Orkun odasında değil sen gördün mü hiç?"
"Çıktı o az önce," diye konuştum sakince. "Ya Arzu, siz bu Orkun'un kafasına küçükken sabun falan mı düşürdünüz? Hayır yani kendisi beyninin varlığını unutmuş gibi de..."
Arzu ters ters bana baktı. "Valla ben artık sana laf yetiştiremiyorum," Yanımdan geçip giderken söylenmeye devam ediyordu. "Kendi hayatımdan bezdirdi bu konak beni. Oğlum bir yandan, kocam bir yandan sen bir yandan... Bıktım ya."
Sen onu bir de bana sor.
Alayla gülüp merdivenlere doğru ilerledim ve yukarıya, odamın olduğu kata çıkmaya başladım. Lakin daha ikinci kata varmadan adımlarım duraksamış ve bakışlarım Azer'in konağına doğru dönmüştü. Dün gece yaşananlar hatıramda canlanınca anlık olarak kalbime dolan o sıcaklığa engel olamadım. Ama bir yandan da gergin hissediyordum çünkü gece aşağı inen kişi her kimse bizi görmüş olma ihtimali vardı.
Şayet o ihtimal gerçekse, hiç iyi şeyler olmayacaktı.
Bakışlarımı o taraftan çekip, acele etmeden odama çıktığımda bakışlarım odanın içinde birkaç saniye boyunca gezindi. Korkmam gerekiyordu bunu biliyordum ama yine herzamanki gibi tehlikeli olan şey beni korkutmaya yetmiyordu ve ben o tehlikenin içine daha çok çekiliyordum. Damarlarımda dolaşan ve beni her geçen gün zehirlemeye devam eden o duygunun zaafım olacağının bilincindeydim.
Kalbim haddini aşıyordu.
Daha fazla ayakta dikilmeyi bırakıp banyoya girdim ve buz gibi suyun tüm hislerimi dondurmasına izin verdim. Beni ancak bu kendime getiriyodu. Soğuk.
Duştan çıktıktan sonra, üzerime bej renkte, göbeğin üzerinde biten kruvaze detaylı triko bir bluz giymiştim. Altımda ise siyah yüksek bel, mini bir etek vardı. Bileğime ince, ufak taşlı bir bileklik takarak son dokunuşu yapmıştım ve aynadaki son görüntüme bakıyordum.
Hafifçe dalgalandırdığım saçlarımı omuzumun arkasına doğru iterek makyaj masasına bıraktığım kısa zincirli ufak çantamı aldım ve odadan çıktım.
Ben aşağı indiğimde, saat neredeyse dokuza geliyordu ama kahvaltı henüz hazırlanmamıştı. Avluda çalışanlar dışında kimse yoktu, henüz kimse aşağıya inmemişti. Arada bir Fırat Can'ın ve Mercan'ın sesi duyuluyordu, bunun dışında herhangi bir şey yoktu. Lebriz Hanım'a görünmeden konaktan çıkmak için mükemmel bir fırsattı.
Hızlı adımlarla kapıya doğru yürümeye başladım. Yemek masasının örtüsünü seren Yasemin'in bakışları bana doğru dönsede herhangi bir soru sormasına fırsat vermeden hızlıca kapıdan çıktım.
Ben kapıdan çıkar çıkmaz, karşıma dikilen Yusuf'la beraber adımlarım aniden duraksamıştı. Sorarcasına bana bakarak hafifçe kaşlarını kaldırdı. "Bir yere mi gidecektiniz?"
Cevap verecektimki Yusuf'un bakışları hızlıca sağ tarafa doğru döndü. Benimde bakışlarım Yusuf'un baktığı yöne dönerken, Azer'le anlık olarak göz göze gelmiştim.
Azer, Yusuf'a kafasıyla uzaklaşması için bir hareket yaptı. Yusuf kafasını sallayarak bir saniye bile beklemeden yanımızdan uzaklaşırken, bakışlarımı onun üzerinde bir müddet gezdirdim. Onun bakışları Yusuf'tan ayrılıp benim üzerime çevrilirken, bakışlarıyla beni baştan aşağı süzdü ve "Nereye sabah sabah?" diye sordu.
Dudaklarıma belli belirsiz bir tebessüm yerleştirdim. "Sana da günaydın," diye konuştum hafiften alaycı bir sesle. "Sorunun cevabına gelirsek; konaktan kaçmaya karar verdim. Hatta bohçamı falan da hazır ettim, eğer merak ediyorsan."
Söylediğim bu şeyle beraber keyifle güldü. Bakışları gözlerime temas ederken, "Kaçmak iyi fikirmiş ama atladığın bir yer var," diye konuştu imalı bir sesle. "Seni buradan ancak ben kaçırabilirim."
Güldüm. "O biraz sıkar yalnız," dedim. "Oldu olacak bir de nikahına aldır..."
"Bak bu daha çok hoşuma gitti," Gözleri gözlerime sabitlenirken, bana bir adım yaklaştı ve ellerini ceplerine koydu. "Ben bunu bir düşüneyim."
Aramızdaki o bir adımlık mesafe ona cesurca yaklaşmamla beraber bir hiçe dönüştüğünde hafifçe kafamı kaldırarak onun gözlerinin içine baktım. Onun gözleri ise saniyelik olarak dudaklarıma kaydı ve o an etrafta herhangi birinin bizi görebilme ihtimalini yok sayarak parmaklarımı onun siyah gömleğinin yakasında gezdirmeye başladım. "Bence aklından bile geçirme," diye fısıldadım sadece ikimizin duyabileceği bir şekilde. "Kim bilir, belki beni gerçekten tanısan yüzümü bile görmek istemezsin."
Bakışları gözlerimden bir saniye olsun ayrılmadı. "Şuan aklımdan geçenleri tahmin bile edemezsin," diye mırıldandı ve bakışları ağır ağır dudaklarıma indi. "Ayrıca sen nereye gidiyorsun bu saatte?"
"Anneme," diye konuştum sakin bir sesle.
Azer ifadesiz bir suratla, "Ev mevzusundan haberin var anlaşılan." dediğinde sorarcasına ona baktım.
"Sen biliyor muydun?" Ardından histerik bir şekilde gülüp ona baktım. "Gerçi saşırmamam lazım, malum senden habersiz kuş uçmuyor Mardin'de. Ama keşke bana da söyleseydin ha?"
Azer göz ucuyla etrafa baktı ve ardından tekrar bana döndü bakışları. "Şahin Sonay adına satış yapılmış. Yatırım amaçlı olabilir," diye konuştu. "Buraya yerleşmeye niyetleri olduğunu bende beklemiyordum."
Anlık olarak duraksadım. "Kesin olarak yerleşecekler miymiş?" diye sorduğumda sesim gergindi. "Belki gerçekten yatırım amaçlı almıştır Şahin o evi?"
"Basbayağı yerleşiyorlar," Azer ifademi ölçmek istercesine bakışlarını gözlerime sabitlediğinde, gerginliğini gizlemeye çalışsamda başarılı olamıyordum. O da bunu anlamış olacak ki, "Biraz fazla mı gerildin sen?" diye sordu. "Eğer onları etrafında istemiyorsan söyle. Hallederim."
Toparlamaya çalışarak, "Hayır ondan değil," diye konuştum. "Sadece anlamıyorum. Sahran'lara rağmen nasıl böyle bir şeye kalkışabiliyorlar?"
Azer'in dudakları belli belirsiz, hafifçe kıvrıldı. "Aynı cesareti ilk sen gösterdin," diye konuştu, sesinde hayranlık vardı. "Cesaret konusunda annene benziyorsun."
Bir müddet hiçbir şey söylemedim.
Cesaret yalan söylemek miydi?
Değildi.
Oysa ben yalancının tekiydim.
Bakışlarımdan akan o duyguyu maskelemeye çalışarak, "O zaman bu cesaretinin sebebi neymiş sormaya gidiyorum." diye mırıldandım.
Azer hafifçe kafasını salladı ve göz ucuyla Yusuf'a doğru ufak bir hareket yaptı. Yusuf, hızlıca önünde beklediği araca bindi ve beklemeden çalıştırdı arabayı. Herhangi bir şey söylemeden arabaya doğru ilerlediğimde, Azer'de hemen arkamdaydı.
"Yusuf yanından ayrılmayacak," diye konuşup binmem için kapıyı açtı. "Bir şey olursa ara beni."
Belli belirsiz kafamı salladım ve arabaya bindim. Azer kapıyı kapatıp, Yusuf'a bir şeyler söyledi ve ardından araba hareket etmeye başladı.
Biz konağın olduğu sokaktan çıkarken, bakışlarım hâlâ Azer'in üzerinden ayrılmamıştı. Telefonu çalmış olacak ki, cebinden çıkardığı telefonu kulağına götürdü. Bu sırada bakışlarımı ondan ayırıp önüme döndüm ve arkama yaslandım.
Annemin aklında ne vardı bilmiyordum ama eğer burada ev satın alacak kadar ileriye gittiyse bunun altı asla boş olamazdı.
Ankara'da ki o özene bözene kurduğu cemiyet hayatını ve çevresini bırakıp buraya, kaçtığı şehre yerleşmeyi düşüneceğine bir türlü ihtimal veremiyordum. Burada ev almasının başka bir açıklaması yoktu ama bu kadarı benim için bile çok fazlaydı.
Resmen herkesin gözüne soka soka, ben buradayım diyordu.
Yusuf'a tarif ettiğim konağa varmamız on dakika bile sürmemişti. Boranlı konaklarına epey yakın sayılırdı. O kadar sabırsızdım ki, bir saniye bile beklemeden arabadan indim ve bakışlarımı konağın üzerinde gezdirdim. Boranlı konakları kadar olmasa bile hatrı sayılır derecede büyük ve gösterişli bir konaktı. Kapılar sonuna kadar açıktı ve büyük bir tır sokağın diğer girişinde bekliyordu.
Her şeyi bu kadar hızlı halletmiş olamazdı.
Bu da demek oluyorduki bu karar yeni alınmamıştı. Belki de Mardin'e ayak bastığı ilk gün karar vermişti buna. Tırdan içeriye taşınan eşyaların hepsi yeni alınmışa benziyordu. Ama bazı özel parçaların Ankara'dan getirildikleri çok belliydi. Özellikle annemin o kıymetli vazolarının.
İçeriye doğru gireceğim sırada, "Dilba Hanım," diye bir ses duydum ve önüme dikilen bedenle beraber adımlarım aniden duraksadı.
Suna.
Annemin Ankara'daki en yakın yardımcısıydı. Tabi ki onuda buraya çağırmıştı, şaşırmam bile hataydı zaten.
İçeri girmek için ileriye doğru adımladığımda, Suna önüme geçerek içeri girmemi engelledi. Göz ucuyla ters ters ona baktım.
"Kusura bakmayın ama, Feraye Hanım şuan sizinle görüşmeyecekmiş," diye konuştu ukala bir tavırla. "Müsait olunca sizi arayacakmış, ben aramadan sakın gelmesin dedi."
Dudaklarım alayla kıvrılırken Suna'yı baştan aşağı süzdüm ve ardından hafifçe kaşlarımı kaldırdım. "Onca senedir annemin yanındasın ama hâlâ öğrenemedin," dedim sakin bir sesle. "Ben önümden çekil diyorsam çekileceksin," Kadını omuzundan hafifçe itip önümden çekilmesini sağladım. "Yoksa üzerine basarım."
Suna kaşlarını çatarak bana bakarken, konağa girerek avlunun ortasına doğru yürümeye başladım. Etrafta yirmiden fazla çalışan vardı ve sürekli katlara bir şeyler çıkarıyorlardı. Bakışlarımı avlunun içinde gezdirerek etrafı izledim bir süre. En sonda gözlerim, üst katta taş merdivenlerin hemen önünde bir adamla konuşan annemi seçti. Karşısındaki adama evin bazı kısımlarını parmağıyla göstererek bir şeyler söylüyordu, adam ise annemin söylediklerini elindeki tablete not etmekle meşguldü. Muhtemelen annemin kişisel asistanlarından biriydi.
Bünyeme dolan o yoğun öfkeyi ifademden silerek ağır ağır avlunun ortasında yukarı taşınmak için üst üste konmuş antika vazolara doğru ilerledim. En büyük olanlarından birini bir saniye bile beklemeden sertçe itip yere düşmesini sağladığımda vazo anında yere düşerek büyük bir gürültü eşliğinde tuzla buz oldu.
Annemin ve içerideki tüm çalışanların bakışları bana doğru dönerken, benim bakışlarım annemin üzerinden bir saniye bile ayrılmamıştı. Beni görmesiyle beraber, bakışları yavaşça Suna'ya doğru kaydı ve sonra tekrar beni buldu. Yanındaki adamı geride bırakarak merdivenlerden inmeye başladığında, sonirlendiği ta buradan belli oluyordu.
Doğru ya, şu an en son görmek istediği kişi bendim.
Aşağı indiğinde, topuklu ayakkabılarının çıkardığı o tok ses eşliğinde bana yaklaştı ve bakışları az önce tuzla buz ettiğim vazonun parçalarına kaydı. Yüzüne yansıyan öfkenin dozu gitgide artarken, bakışları tekrar beni buldu. "Ne yaptığını zannediyorsun sen?" diye sordu, buz gibi bir sesle. "Senin o saçma öfke krizlerinle uğraşacak vaktim yok, gördüğün gibi bir sürü işim var."
Dudaklarımdan sesli bir kahkaha kaçtı ve ardından bakışlarımı avlunun içinde gezdirerek, "Krallığını kurmaya başlamışsın bakıyorum," diye konuştum. "Ne bu? Güç gösterisi falan mı? Ben başka bir mantıklı açıklama bulamıyorum da..."
"Tıpkı senin buraya gelip, o ailenin içine sızman gibi değil mi?" dediğinde, aşağılayıcı bir bakışla beni baştan aşağı süzdü. "Saçma ve aptalca."
Güldüm, "Ya da cesurca," diye konuştum meydan okurcasına. "Kaçtığın hayatın ortasında kızını görmek canını yakıyor değil mi? Senin bahsetmeye bile cesaret edemediğin o geçmişini kurcaladım. Kabul et, sen yapamazdın."
Öfkeyle gözlerini yumdu ve derin bir nefes aldı. "Çık dışarı Dilba," dedi. "Bir daha da ben çağırmadan sakın gelme."
"Ben ne zaman istersem, o zaman çıkarım," Ağır ağır kafamı salladım. "Buraya ne amaçla taşındın bilmiyorum ama öğrenmem iki günümü almaz emin ol anne."
"Ne yapıp ne yapmayacağımı sana sormayacağım Dilba," dedi annem oldukça duyarsız bir ifadeyle. "Her halta burnunu sokmayı bırak. Sinirlenmeye başlıyorum haberin olsun."
Sorarcasına kafamı salladım, gerçekten anlam veremiyordum. "Ya sen daha geçen gün Ankara'ya döneceğiz diye esip gürlemiyor muydun?" diye sorduğumda, annemin bakışları hâlâ benim üzerimdeydi. "Buraya yerleşmekte ne demek oluyor?"
Ters ters bana baktı ve sabrı tükeniyormuş gibi bakışlarını başka tarafa çevirdi. "Beni sorgulayacak konumda değilsin, ben öyle istedim ve istediğimi yaptım," Göz ucuyla tekrar bana baktı. "Eğer burada kalmayı kafana soktuysan, beni burada görmeyede alışacaksın. Şimdi kes şu saçmalığı."
"Sen varya," Gözlerime suçlayıcı bir ifade indi. "Sen çok kötü bir kadınsın. Bak öyle laf olsun diye söylemiyorum," ağır ağır kafamı salladım. "Sen kendi öz kızına meydan okuyacak kadar, kötü bir kadınsın."
Annem buz gibi bir ifadeyle beni baştan aşağı süzdü. Herzamanki gibi duygusuz görünüyordu ama bakışları düşünceliydi. Oturduğu yerden yavaşça kalkıp bana doğru ilerledi ve tam karşımda durdu. Olabilecek en aşağılayıcı gözlerle beni seyrederken, kollarını önünde bağlanarak, alayla güldü. "Ben kötü bir kadınım ama bana bunu söyleyen sevgili kızım bir melek öyle mi?" Hafifçe kaşlarını kaldırdı. "Babanın çalışma odasını ateşe verdiğinde kaç yaşındaydın kızım? Dur ben söyleyeyim, sekiz..." diye konuştu, küçümseyici bir sesle. "O zaman bile, büyüyünce sende bir şeylerin değişeceğini düşünüyordum ama yanılmışım. Karşımda hâlâ o küçük şeytan var."
Buz gibi bir ifadeyle anneme diktim bakışlarımı. "Yapacaklarımın ihtimali bile tedirgin ediyor değil mi seni?" diye sordum. "Bu kadar mı korkuyorsun?"
Annem alayla güldü. "Senin şu gereksiz özgüvenin..." İşaret parmağını kaldırıp beni işaret etti. "O kafanda ne planlar döndüğünü benden iyi kimse bilemez. Bazen seni, senden daha fazla tanıdığımı unutuyorsun."
Reddedercesine kafamı sağa sola salladım. "Sen beni tanımıyorsun," diye konuştum kendimden emin bir tavırla. "Sadece tanıdığını zannediyorsun ama ben öyle olmadığını sana göstereceğim."
Arkamı dönüp yürümeye başladığımda, kapıda dikilen Şahin'in bakışları bizim üzerimizdeydi. Ne zamandan beri buradaydı bilmiyordum, açıkçası umurunda bile değildi.
Yanından geçip avludan çıktım. Arabanın önünde beni bekliyen Yusuf'a ufak bir kafa işareti yapıp beklemeden arabaya bindiğimde, Yusuf'ta hemen şoför koltuğuna geçip arabayı çalıştırmıştı. "Baya baya taşınıyorlar ha?" diye konuşup arabayı sokaktan çıkardığında göz ucuyla Yusuf'a baktım.
"Valla baya baya taşınıyorlar..."
Sinirlerim bozulmuş gibi alayla gülüp arkama yaslandığımda gözlerim yoldaydı. Daha bir kaç dakika geçmemişti ki, çantamın içine bıraktığım telefonumun titrediğini hissettim ve telefonu çantamdan çıkararak gelen aramaya baktım.
Arama bilinmeyen bir numaradandı. Aramayı yanıtlayıp telefonu kulağıma yasladım ama ben daha alo demeden karşıdaki kişi konuşmaya başlamıştı.
"Sana attığım fotoğrafa bak."
Allah kahretsin.
Bu ses Bedo denen ruh hastasından başkasına ait değildi. Herhangi bir cevap vermeden telefonu kulağımdan çektim ve ekrana düşen mesaja tıkladım hızlıca. Açılan fotoğrafla beraber bedenime yüklenen gerginliğe mani olamadım çünkü çekilen fotoğraf daha bir kaç dakika öncesine aitti. Annemin konağından çıkarken çekilmişti.
Telefonu tekrar kulağıma koydum.
"Sen mi gelirsin yoksa ben mi arabayı durdurayım?"
Sesimden herhangi bir gerginliğin akmasına izin vermeyerek, "Geliyorum ben," diye konuştum. Yusuf'a herhangi bir şey belli etmemem gerekiyordu. "Neredesin?"
"Çarşıda, kahvenin arkasındaki sokak. Çabuk ol."
Telefonu kulağımdan çekip aramayı sonlandırdım ve bakışlarım Yusuf'a döndü. "Beş dakika durabilir misin burada?"
Yusuf dikiz aynasından sorarcasına bana baktı. "Bir sorun mu var?"
"Magazaya uğramam lazım geçen bir kıyafet istemiştim, onu getirmişler," diye bir yalan uydurdum. "Uzun sürmez."
"E ben hemen gidip alayım."
"Hayır olmaz," diye durdurdum onu. "Gidip denemem lazım benim."
Hafifçe kafasını salladı ve ardından arabadan inip kapımı açmak için arka kapıya yöneldi. O kısacık sürede hızlıca almam gereken şeyi torpidodan alıp çantama koydum. Yusuf kapıyı actığında herhangi bir şey belli etmemeye çalışarak aşağı indim.
"Bende mi sizinle gelsem," diye konuştu Yusuf. "Malum sizi yanlız bırakmam kesinlikle yasak."
"Ya sen bekle işte arabada, iki adımlık yer," diye söylendim ve ardından bir şey söylemesine müsade etmeden hızlıca uzaklaştım oradan.
Yusuf'un hâlâ arkamdan baktığına emindim bu yüzden fazla dikkat çekmemeye çalışarak meydandaki büyük mağazaya doğru ilerlemeye başladım. Mağazaya girmeden göz ucuyla o tarafa doğru baktığımda, Yusuf'un bakışları telefonundaydı ve hemen o sırada telefonu kulağına götürdü ve bakışları saniyelik olarak başka yöne çevrildi. Mağazaya girmek yerine zaman kaybetmeden sağ tarafta kalan ara sokağa saptım ve hızlı adımlarla yürümeye başladım.
Kahve sokağın başında kalıyordu, Bedo muhtemelen buralarda bir yerde olmalıydı. Etrafıma baka baka yürümeye devam ediyordum ki, koluma aniden bir el sarıldı ve ben ne olduğunu anlamadan kullanılmayan eski bir evin bahçesine doğru çekildi bedenim.
Bedo'nun o tehditkar bakışları yüzüme dikilirken, kolumu ondan kurtarıp geriye doğru adımladım ve "Manyak," diye tısladım adeta.
Kulağının arkasından başlayıp boynuna kadar uzanan o garip dövmeyle olduğundan çok daha tehlikeli görünüyordu. Tiksinircesine yüzümü buruşturduğumda bana doğru yaklaşıp kafasını sağa sola salladı. "Ne o, beni görmeyi beklemiyordun değil mi?" Suratına iğrenç bir sırıtış yayıldı. "Telefonları açmayıp engellemek kolay tabi. Siz Bedo'yu dünkü çocuk mu sandınız lan?"
"Öylesin çünkü," diye konuştum oldukça aşağılayıcı bir tavırla.
Sinirle güldü ve ardından sinirle boynunu kıtlattı. "Bana bak benim kafamı bozma, ayrıca ne dönüyor lan burada?" diye sordu. "Bakıyorum kendine yağlı kapıda bulmuşsun, özel şoförler falan. Bu sefer hangi zengin herife kapak attın?"
Boğazına yapışma isteğimi zorlukla bastırıp bedenime yüklenen öfkeye hakim olmaya çalıştım. "Eğer şimdi buradan defolup gitmezsen, bağırıp herkesi başımıza toplarım."
"Yiyorsa bağır," Alayla güldü ve ardından bakışları ciddileşti ve burnundan sert bir nefes alarak bakışlarını yüzüme dikti. Tam o sırada göğsüme soğuk bir metal temas etti. "Nerede lan o Volkan denen it?"
Rahat bir tavırla kafamı salladım. "Bilmiyorum," diye konuştum kendimden emin görünmeye çalışarak. "Geçen ay beni aradı, buraya gelmek istediğini söyledi. Bende kabul etmedim, ondan sonra aramadı zaten."
Bedo, hafifçe gözlerini kısarak bir kaç saniye duraksadı ve elindeki bıçağı hafifçe yukarı doğru kaydırdı. "Sen kimi kandırıyorsun kızım?" diye sordu. "Ben senin ne tür bir manyak olduğunu bilmiyor muyum sanıyorsun lan? Volkan benim yanımda değil diyeceksin bende bunu yiyeceğim öyle mi?"
"İster ye, ister yeme o sana kalmış bir şey," dedim küçümseyici bir ifadeyle. "O küçücük beyninin almadığını biliyorum ama tekrar söyleyeyim. Volkan burada değil, hiç gelmedi."
Bedo, sabrı tükenmiş gibi eliyle şakaklarını ovdu ve ardından elindeki bıçağı biraz daha bastırdı tenime. Bakışlarım ağır ağır Bedo'nun yüzüne tırmandı. "Seni şurada gebertsem, bence o çok sevdiğin arkadaşın cesedini almaya gelir ha ne dersin?"
Dudaklarımdan kısık bir kahkaha dökülürken, göz ucuyla silaha bakıp olumsuz anlamda kafamı salladım. "Hızlı olan kazansın o zaman," diye mırıldandığımda, elimde sıkıca tuttuğum tabancayı Bedo'nun karnına yaslamıştım.
Sanırım bu gün yaptığım en doğru şey, arabanın torpidosundaki tabancayı yanıma almaktı.
Bedo'nun bakışları yavaşça aşağıya, silahı tuttuğum noktaya doğru indiğinde, yüzü öfkeyle kasıldı. "Lan..."
"Biliyor musun," tabancayı ağır ağır yukarıya kaydırarak köprücük kemiğinin üzerine gelecek şekilde tuttum. "Eğer tetiği cekersem ve mermi tam olarak omuriliğini delip geçer..." Buz gibi bir ifadeyle onu baştan aşağı süzdüm. "Muhtemelen saniyeler içinde felç kalırsın. İşte o zaman seni benim aksime buradan almaya herhangi biri gelir mi bilmiyorum."
Silaha bakarak zorlukla yutkundu ve yaklaşık yarım dakika boyunca hiçbir şey söylemedi. Az önceki saldırganlığı uçmuş, yüzüne tamamen korku inmişti. Elindeki bıçağı ağır ağır indirdi ve bir adım geri çekildi. Bununla beraber silahı kaldırıp ona doğru tuttum ve alayla güldüm. "Senin yerinde olsam, Ankara'nın en tehlikeli adamlarıyla bizzat muhattap olmuş birine bulaşmazdım," diye konuştum. "Onlarla kıyaslayınca bir çöp torbasından farkın kalmıyor."
Varlığını yeni farkettiğim eski model arabanın kapısını açtı, "Bu iş burada bitmedi," diye konuştu bakışları silahtan bir saniye boyunca ayrılmamıştı. "Sana da o Volkan itine de, dünya kaç bucakmış göstereceğim. Bedo'yu hafife almak ne demekmiş göreceksiniz."
Hızlıca arabaya bindi ve beklemeden arabayı çalıştırıp hızla çıktı sokaktan. Arkasından bakarken, gözden kaybolmasıyla beraber rahat bir nefes verip, "Gerizekalı," diye söylendim.
Bedo manyağının başıma bela olması hiç iyi olmamıştı. Umursamamazlıktan gelemezdim çünkü bu adamın burada olması demek benimde, Volki'nin de hayatı tehlikede demekti. Bu beladan bir şekilde kurtulmam gerekiyordu.
Elindeki tabancayı tekrar çantamın içine koyup bahçeden çıktım ve tekrar sokağa çıkıp yürümeye başladım. Ara sokaktan çıkarken, bedenimdeki gerginliği ifademden tamamen silmiştim. Bu kadar şey üst üste gelmişken birde Bedo'nun başıma bela olması gerçekten sabrımı taşırmaya yetiyordu. Eğer Boranlı'lardan herhangi biriyle karşılaşırsa, Ankara'da ki hayatım ve Yaren'le ilgili saklamaya çalıştığım şeyleri açığa dökme ihtimali vardı.
Bu yüzden Bedo'nun asla buraya neden geldiğimi bilmemesi gerekiyordu.
Çarşı meydanında beni bekleyen Yusuf'a herhangi bir şey söylemeden arabaya geçeceğim sırada, "E almamışsınız kıyafeti?" diye sordu.
Kafa kalmamıştı ki...
Göz ucuyla Yusuf'a bakıp o an uydurduğum yalanı düşünmeden attım ortaya. "Şilan yüzünden. Sırf bana gıcıklık olsun diye gidip benden önce almış kıyafeti," diye konuştum yapmacık bir sinirle. "Sinir oluyorum bu kıza ya, valla elimde kalacak bir gün..."
Beklemeden geçip arabaya bindiğimde gülme isteğimi zorlukla bastırmıştım. Yusuf eğer herhangi bir şeyden şüphelenirse bunu anında Azer'e yetiştirirdi. Bunu göze alamazdım.
"E siz gösterin bana, hangisiyse getirtiriz tekrardan," dedi Yusuf arabaya binerken.
Umursamazca omuz silktim. "Gerek yok," diye konuştum geçiştirircesine. "Onun giydiği kıyafetin aynısını giyecek halim yok herhalde."
Yusuf gülerek arabayı çalıştırdı ama tam o sırada Azer'in arabası girdi kadrajıma. İkimizin de bakışları oraya doğru dönerken Azer'in arabası bizim arabanın hemen yanında durmuştu. Yusuf beklemeden arabadan indiğinde, Azer'in de aynı anda arabadan indiğini gördüm. Yusuf'a bir şeyler söyledi ve Yusuf herhangi bir şey söylemeden sadece kafasını salladı.
Bunu fırsat bilerek çantamdaki silahı hızla torpidoya geri koydum ve tekrar arkama yaslandım.
Azer bizim arabaya doğru ilerlerken, kapıya doğru uzandım ama tam açacağım sırada Azer benden önce davrandı ve kapımı açtı. Gece karanlığı bakışları, elalarıma değdiğinde, "Sen benimle geliyorsun," diye konuştu.
Arabadan inip sorarcasına ona baktım. "Çarşının ortasındayız, farkında mısın?" diye sordum. "Ayrıca nereye gidiyoruz?"
"Konuşmamız lazım diyen sen değil miydin?" diye sorduğunda binmem için arabasının kapısını açtı ve kafasıyla binmemi işaret etti.
Göz ucuyla etrafı şöyle bir süzdüm. Hava kararmak üzere olduğu için çarşı kalabalık değildi. Aslında bunu umursadığım söylenemezdi ama dikkat etmem gerektiğini bildiğim için temkinli davranmak zorundaydım.
"İyi," diye mırıldanıp açtığı kapıdan arabaya bindim.
Kapıyı kapatıp arabanın önünden dolanarak şoför koltuğuna geçti ve beklemeden çalıştırdı arabayı. Üzerinde ki siyah gömleği belirgin göğüs ve kol kaslarını daha çok ortaya çıkarmıştı. Ona alıcı gözüyle bakınca şu ana kadar gördüğüm tüm erkeklerin en yakışıklısı olduğunu asla reddedemezdim.
Her şey bir yana, Ali Azer Boranlı her zerresiyle nefes kesici bir adamdı.
Bakışlarımı ondan zorlukla ayırıp önüme döndüm. "Tamam konuşalım ama konağa beraber dönemeyiz," diye konuştup arabanın içinde hüküm süren sessizliği bozduğumda bakışlarım tekrar ona dönmüştü. "Dün söylediklerimi unutmadın herhalde."
"Konağa dönmeyeceğiz bu gece," diye yanıtladı beni beklemeden, ardından bakışları saniyelik olarak bana dokundu. "Aklındaki soruları silmek biraz uzun sürecek belli."
Hafifçe kaşlarımı kaldırdım. "Çok emin konuşuyorsun bakıyorum," Dudaklarıma histerik bir tebessüm yayıldı. "Belki de, o gerçekler benim için yetersiz kalacak. Nasıl bu kadar eminsin, ikna olacağımdan?"
Direksiyonu tek eliyle çevirip arabayı ana caddeye soktuğunda, bakışları bana döndü bir kez daha. "Sadece yalancılar karşısındakini ikna etmeye çalışır," diye konuştu bakışları tekrar yola dönerken. "Sana yalan söylediğimi düşünseydin, şu an yanımda olmazdın."
Haklıydı. Kalbim ve aklım ona çoktan inanmayı seçmişti ama bir duygu kendime olan nefretimi hatırlamama sebep olmuştu. Ona yalandan bahsederken, benim hayatımın tamamen bir yalan olduğu gerçeği bir tokat gibi yüzüme çarptı. Ve o an belki de ilk kez kendimi ona karşı suçlu hissettim. Her ne kadar bazen onun her şeyi bildiğini, maskelerimin ardında yatan kızı en net haliyle gördüğünü düşünsem bile ilk defa birine karşı yalan söylediğim için, kendimi suçladım.
Bunu yapmamam gerekiyordu. Bu duygunun yoluma taş koymasına izin vermemem gerekiyordu ama buna direnmeye benim bile gücüm yoktu sanki.
"Bazen seninle konuşunca, sanki beni yıllardır tanıyormusun gibi hissediyorum," diye konuştum sakin bir ifadeyle. "Hatta beni benden daha çok tanıyormuşsun gibi."
Bana bakmadı ama dudaklarına yayılan belli belirsiz o histerik tebessümü yakalayabilmiştim. "Belki de gerçekten tanıyorumdur," dediğinde, gözlerim hâlâ onun üzerindeydi.
"Ben seni çözdüm ya," Arkama yaslandığım sırada bakışları yavaşça bana döndü ve gözleri üzerimde gezindi, ben ise devam ettim. "Ya iyi bir gözlemcisin, ya da gerçekten gözün benden başka hiçbir şeyi görmüyor."
O nefes kesici gülümsemesi eşliğinde bakışları tekrar yola döndü. "İkinci ihtimal daha yakın geldi."
Bu söylediği cümleyle beraber belli belirsiz gülümsedim ve aklıma gelen şeyle beraber, "Bir dakika ya," diye mırıldandım. "İkimizde konağa dönmezsek herkes anlar beraber olduğumuzu, yani en azından şüphelenirler."
Azer bakışlarını yoldan ayırmadı. "Yusuf seni Helin'e bıraktığını söyleyecek," diye konuştu beklemeden. "Büyük Hanım senin inadını bildiği için şüphelenmez merak etme."
Güldüğünü gördüğümde, "Ben asla inatçı biri değilim bu arada." diye konuştum.
Tabi kesin öyledir Dilba.
Azer'in bakışları bana döndü bir kez daha. "Sen bu söylediğine kendin inanıyor musun?"
Güldüm. "Gayette inanıyorum."
"Bu konuda bile inatlaşıyorsun," diye konuştu ve gülerek tekrar yola çevirdi bakışlarını. "İnatçı değilim diyecek son insan sensin şu anda."
Sanırım bu konuda haklıydı.
•••
Yaklaşık bir buçuk saat süren yolculuktan sonra araba, taşlı düz bir yoldan büyük bir araziye girmişti. Mardin sınırlarından çıkmıştık, yolda gördüğüm tabelaya bakılırsa şu an Diyarbakır'daydık. İçine girdiğimiz büyük arazinin etrafı uçsuz bucaksız çelik tellerle çevriliydi ve buradan bakıldığı zaman nereye kadar devam ettiğini göremiyordum, gerçekten oldukça büyük bir araziydi.
Ben camdan dışarıyı izlerken, Azer'in bakışları yoldaydı. Hava çoktan kararmıştı bu yüzden yolu aydınlatan tek şey arabanın farlarıydı. Uzaktaki köy evlerinin ışıkları tek tük yanıyordu. Kapıdan girdiğimizde ufak, güvenlik klubesi tarzı bir yerde iki adamdan başka kimseyi görememiştim.
Araba bir kaç dakika sonra büyük bir evin önünde durdu. En az bir konak kadar büyüktü ama daha çok bir çiftlik evi gibiydi. Tamamen beyazdı ve üçüncü kattan zemin kata doğru iki büyük merdiven iniyordu ve tam ortalarında ise büyük ahşap bir giriş kapısı vardı.
"Baya büyük burası," diye konuştuğumda bakışlarım hâlâ evin üzerindeydi. "Kaç tane çiftliğiniz var sizin ya?"
Azer, göz ucuyla bana baktı ve ardından arabanın torpidosundan bir anahtar çıkardı. Beklemeden arabadan inip bakışlarımla etrafı incelemeye başladığımda, benim hemen arkamdan Azer'de indi ve kapının kapanma sesi etrafta yankılandı.
Kapının önündeki mermer taşların etrafı çiçeklerle doluydu ve gerçekten aşırı güzel duruyordu. "Burası çok tatlı bir yer," diye konuştum bakışlarımı çiçeklerin üzerinde yavaşça gezdirerek. "Ama belli, bir kadın eli değmiş."
Azer'in dudakları belli belirsiz kıvrıldı. "Eski sevgilim çiçekleri severdi," diye konuştuğunda bakışlarım aniden onun üzerine çevrilmişti. Keyifle gülmeye devam etti. "Beni öldürecekmiş gibi bakma, şaka yapıyorum."
Gözlerimi ondan ayırıp eve doğru yürümeye başladım, "Benim eski sevgilimde çok şaka yapardı," diye konuştum bunu tamamen şuan uydurmuştum.
Göremesemde Azer'in kaşlarının çatıldığına adım kadar emindim. "Ne eski sevgilisi?" diye sorduğunda peşimden yürümeye başlamıştı. "Eski sevgilin falan olmadı senin sil onları kafandan."
"Yo, gayette oldu," diye konuştum işi inada bindirerek. "Ne oldu, sen bir bozuldun sanki, eski sevgilim deyince?"
"Eski sevgilim diye bahsedip durma elin dallamasından," dedi bana yetişerek. "Gider bulurum hepsini, haberin olsun."
"Ona ne şüph___" Daha cümlemi tamamlamadan, aniden ayağım merdivenlerin önündeki boşluğa girdiğinde dengemi aniden kaybettim ve dudaklarımdan bir çığlık koptu.
Tam düşecekken, Azer'in beni tutan kollarıyla beraber adeta ahtapot gibi ona tutunmuştum. Azer'in elleri belime doğru kaydı ve onun yardımıyla tekrar doğruldum. "İyi misin?" diye sorduğunda ters ters ona bakıyordum.
"Şuraya bir ışık falan koyun ya," diye söylendiğimde elimle yüzüme gelen saçlarımı omuzumun arkasına ittim. "Siz ışık koymadınız diye ben az kalsın beyaz ışığı görecektim."
Azer'in güldüğünü işittim. "Biraz abarttın sanki."
"Ne alakası var ya?" Tekrar yürüyeceğim sırada önüme siyah bir şeyin sıçramasıyla aniden geriye doğru sendeledim ve "Kurbağa mı o?" diye bağırdım. "Ay vallahi kurbağa..."
Azer'in bakışları benim üzerime döndü. "E doğal olarak."
Tüm bedenim aniden kaşınmaya basladığında yüzümü buruşturarak geri döndüm ve hızlı adımlarla uzaklaşmaya başladım. "Hayatta geçmem ben oradan."
"Nereye gidiyorsun kaçtı zaten," diye konuştu arkamdan bakarak.
Olumsuz anlamda kafamı salladım ve yürümeye devam ettim. "Hayır diyorum ya," diye söylendim. "Arka kapıdan falan girelim, oradan geçemem ben."
Bana doğru yürümeye başladı ve ardından, "Arka kapıdan falan giremeyiz çünkü anahtar yok," diye konuştu. "Ayrıca köpekler bağlı değil, eğer karşılaşırsan muhtemelen seni tanımadıkları için saldırırlar."
Duraksadım. Beni korkutmak için söylüyordu ama az öteden duyulan köpek sesleri istemsizce gerilmeme sebep olmuştu. Etrafıma baktım ama karanlık olduğu için pek bir şey göremiyordum. "Köpek mi dedin sen?" diye sorduğumda, gülmeye başladı.
Elini bacaklarımın altından geçirerek, diğer eliyle belimi tuttu ve ben daha ne olduğunu anlamadan kendimi onun kucağında buldum. Kollarım refleksle onun boynuna dolanırken bakışlarım yüzüne sabitlenmişti. "Madem yürüyerek geçemiyorsun, iş başa düştü o zaman."
Yürümeye başladığında, "Tam olarak ne yapıyoruz biz şuan?" diye sordum ve ardından alayla güldüm. "Hayır birileri falan görecek..."
"Burada dağdan taştan başka kimse bizi göremez emin ol," dediğinde yüzündeki gülümseme yerli yerindeydi. Basamaklardan çıkarken bakışları yüzüme indi. "Küçücük hayvan için geçmeyeceğim diye tutturan sensin."
"Bu beni kucağında taşıyacağın anlamına gelmiyor," dediğimde içeriye girmiştik bile. Ayağıyla kapıyı itip kapanmasını sağladığında hâlâ onun kucağındaydım. "İndirmeyi düşünmüyorsun herhalde?"
"Ben iyiyim ya böyle," diye konuştuğunda, bakışlarım anlık olarak dudaklarına indi. Bakışlarıyla her zerrem cayır cayır yanarken, beni yavaşça yere indirdi ve ayaklarımın tekrar yerle temas etmesini sağladı ama eli hâlâ belimdeydi. "Ayrıca sen niye korkuyorsun küçücük şeyden."
"Küçükken karşı komşunun çocuğu üzerime kurbağa fırlatmıştı," diye konuşup evin içine doğru yürümeye başladım. "Bir hafta dışarı çıkamamıştım onun yüzünden, tramva kaldı herhalde. Gerçi ben de sonra hem onun hemde babasının terliğine yapıştırıcı sürdüm ama..." Sanki çok normal bir şey anlatıyormuş gibi elimle merdivenleri gösterdim. "Yukarı mı çıkıyoruz?"
"Evet," diye yanıtladı Azer beni tam arkamdan, ardından duraksadı. "Bir dakika ya, sen cidden yaptın mı böyle bir şey?"
Merdivelerden çıkarken, "Ya çocuk üzerime kurbağa attı diyorum sana," diye söylendim. "Görünce her tarafım kaşınıyor, çocuk değil deccaldi resmen. Ben alt tarafı yapıştırıcı sürdüm, iki gün falan ayağında terlikle gezdi ama haketti yani."
Azer'i göremesemde, güldüğünü hissedebiliyordum. "Sen küçükkende cadıymışsın," dedi keyifli bir ifadeyle.
Göz ucuyla ona bakıp hafifçe güldüm. "Bana diyene bak, sen olsan ayağından tavana falan asardın racona ters diye."
İkinci kata geldiğimizde Azer, "Sen terasa çık," diye konuştu ve sol tarafa dogru yöneldi. "Geleceğim hemen."
Herhangi bir şey söylemeden merdivenlerden çıkmaya devam ettiğimde, Azer gözden kaybolmuştu.
Terasa çıkar çıkmaz karşılaştığım ilk şey özenle hazırlanmış bir yemek sofrasıydı. Büyük terasın tamamı beyaz mermerden oluşuyordu ve etrafını saran işlemeli taş parmaklıklarla beraber çok zarif ve güzel bir görüntüsü vardı. Masa manzaraya karşı kurulmuştu. Ciddi anlamda özenildiği belli oluyordu. Terasın diğer ucunda büyük bir oturma grubu ve yanyana dizilmiş çiçek saksıları vardı.
Burada aylarca sıkılmadan kalabilirdim.
Masaya doğru ağır ağır ilerlemeye başladım. Bakışlarım masada gezinirken, Azer elinde açılmamış bir rakı sişesiyle beraber terasa girdi elindeki cam şişeyi masaya bıraktı.
Taş parmaklıklarla tutunarak bakışlarımı büyük arazide gezdirdim bir süre. Karanlık olduğu için çok daha büyüleyici görünüyordu. "Buradan diğerlerinin haberi var mı?" diye sordum. "Daha önce kimse bahsetmedi bana."
Azer ağır ağır yürüyerek tam yanımda durdu ve ellerini ceplerine koyarak bakışlarını manzaraya çevirdi. "Babamın çiftliğiydi eskiden," diye konuştu düz bir sesle. "Annem ve Ruken babam öldükten sonra ayak basmadılar buraya. Dört yıl önce çiftlik evi tamamen yanınca, her şeyi yıkıp baştan inşa ettim," Göz ucuyla bana baktı. "Konak yapıldıktan sonra buraya benimle gelen ilk kişi sensin."
Dudaklarım hafifçe kıvrıldı. "Ama birileri buraya çok iyi bakmış."
"Ben o birilerinden kastını çok iyi biliyorum," diye konuştu imalı bir tavırla. "Ama merak etme o söylemeye çalıştığın şey değil. Seyisler aileleriyle birlikte çalışıyorlar çiftlikte. Ben yokken onlarca kişi idare ediyor yani burayı."
"Seyis derken?" Ona çevirdim bakışlarımı. "Buradada mı atlar var?" Hafifçe kafasını sallayıp beni onayladığında istemsizce gülümsedim. "Gerçi İdil anlatmıştı, atları çocukluktan beri seviyorsun sen."
Azer, "Burada herkes sever," diye yanıtladı beni. "Çocukluğum atlarla geçti benim."
Yüzümdeki tebessüm biraz daha arttı. "Bence sen çok yaramaz bir çocuktun," diye konuştum. "Hani şu, daha üç dört yaşında abilik taslamaya başlayan çocuklar olur ya..."
Keyifle güldü ve bakışlarını bana dikti. "Asıl sen kesin çok şımarık bir kız çocuğuydun," dedi ve hafifçe beni gösterdi. "Ha bir de, kesin aşırı süslüydün. Şu sürekli başını belaya sokan küçük kız çocuklarından. Gerçi hâlâ öylesin de."
Tekrar önüme döndüm. "Ben daha çok ailesinin başını belaya sokan tiplerdendim," diye konuştum. "Bir keresinde annemin en pahalı kıyafetlerini odasından çalıp kesmiştim Barbie bebeklerime kıyafet yapmak için."
Güldü, belki de bu zamana kadarki en samimi gülüşüydü bu. "Tam senlik hareket," dediğinde gözleri benim üzerimden ayrılmamıştı. "Yanlız şu yapıştırıcı işini harbiden beklemiyordum. Bu artık farklı bir seviye."
"Aslında bende beklemiyordum."
"Nasıl yani?" diye sordu.
Dudaklarımın kenarı hafifçe kıvrıldı ve bakışlarımı uzayıp giden manzaraya çevirdim. "Biri bana yapamazsın dedi," diye konuştum ve bakışlarım saniyelik olarak onu buldu tekrar. "Bende yaptım."
Gözleri elalarıma sabitlenirken, bakışlarından yakıcı bir duygunun varlığı bedenime sızıyordu. Yine o nefes kesici tebessümü yayıldı dudaklarına. "Sana yapamazsın demekte onların ayıbı olsun."
Gülümsedim. Aklıma gelen şeyle beraber bir kaç saniye duraksadığımda, bakışlarım ağır ağır onun üzerinde gezindi. "Aslında benim sana sormak istediğim bir şey var."
Bir an bile tereddüt etmeden, "Sor," diye yanıtladı beni.
Bunu sormak için doğru zaman mıydı bilmiyordum ama içimden gelen isteğe mani olamıyordum, bu yüzden aklımdaki o cümleyi beklemeden dile getirdim. "Adil Bey'e karşı neden bu kadar öfkelisin?" Duraksadım. "Ona düşmanınmış gibi bakıyorsun."
Sorduğum bu soruya zerre şaşırmadı ve oldukça rahat bir ifadeyle, "Bence bu konuda ikimizde aynı durumdayız," diye konuştu.
"Benim nefretimin sebebi belli," diye konuştum, maskelenmiş kelimelerimle. "Ama seninkini merak ediyorum, doğal olarak."
Bir kaç saniyelik kısa bir sessizlik oldu. "Eski bir mevzu," diye konuştu sesi hafiften ciddileşmişti, bu konudan hoşlanmadığı belliydi.
Daha fazla uzatmaya niyetim yoktu, bu yüzden konuyu kapatmak adına, "Neyse," diye konuştum düz bir sesle. "Şu an Adil Bey'i konuşmaya hiç gerek yok. Adam burada değilken bile geriyor beni."
Kollarımı önümde bağlayarak taş korkuluklara doğru biraz daha yaklaştım ve bakışlarımı uzayıp giden, karanlık arazide gezdirdim. Uzaktan duyulan köpek seslerine karşılık, bahçedeki köpeklerde havlamaya başlamıştı.
"Umarım köpek fobinde yoktur," diye konuştu Azer, hemen yanımdan.
Bakışlarımı bahçeye doğru indirip, köpeklere doğru baktım. "Yani, içeride olduğum sürece yok."
Bakışlarını benim baktığım yöne dikti. Rüzgarın çıkardığı o uğultulu sesle beraber, gecenin o gürültülü sessizliği bir sis gibi çöktü üzerimize. Bakışlarım saniyelik olarak ona kaydığında, bana daha yakın olmasını istemem beklediğim bir şey değildi. Ama garip bir his bedenime bir sarmaşık gibi dolanıyordu.
Yakınımda olmasını seviyordum.
Bakışlarımı ondan zorlukla ayırıp tekrar önüme döndüğüm sırada, "Hiçbir şey beni kurbağa kadar korkutamaz diyorsun yani," diye konuştu, hafiften keyifli bir sesle. Ardından kafasıyla masayı gösterdi. "Hadi geç."
"Baya baya rakı masası kurdurdun yani," diye konuştum ve ardından sandalyemi geriye çekerek oturdum masaya. "Sevdim ben bunu."
Azer'in bakışları benim üzerime çevrildi. "Yanlız önce o tabağındaki yemeği yiyeceksin," diye konuştuğu sırada ağır ağır geçip tam karşımdaki yerine oturdu. "Millete laf yetiştirmekten kahvaltı falan da yapmıyorsun zaten."
Dirseklerimi masaya yaslayarak öne doğru hafifçe eğildim. "Dün sofrada Adil Bey'e saldıran adam mı söylüyor bana bunu?" Hafifçe gülümsedim. "Gerçi o konakta herkesin hâlâ aynı sofraya oturabiliyor olması mucize. Bi de üzerine annem de buraya taşınıyor..."
Azer arkasına yaslandı ama gözleri hâlâ benim üzerimdeydi. "Anlaşılan konuşmanız iyi geçmemiş."
Hafifçe kafamı salladım, "Bizim annemle iyi geçen konuşmamız olmadı ki zaten," dedim düz bir sesle. "Kadın resmen taşınıyor Midyat'a. Yatırım falan hikaye, baya baya çalışanlarını falan getirtmiş Ankara'dan." Bedenime tekrardan yüklenen gerginlikle beraber elime çatalı alıp etin yanına servis edilmiş makarnaya batırdım. Bu konu beni ciddi anlamda geriyordu. "O değilde Lebriz Hanım muhtemelen sinirden deliye dönmüştür," diye konuştum düz bir sesle. "Sana güveniyor ondan şüphem yok ama, benim için aynısını söyleyemeyeceğim."
Azer'in bakışları gözlerimi buldu. "Konaktakilerin inanıp inanmadığı umurunda mı?"
"Doğrusunu söylemek gerekirse değil," dedim hafiften imalı bir sesle. "Şu an konakta olmak isteyeceğim son şey. Burada olmasam bile başka bir yerde olurdum muhtemelen."
Bakışları yavaşça benim üzerime çevrilirken gözlerini hafifçe kıstı. "Nerede olurdun?" diye sordu. "En son olanlardan sonra seni yanlız bırakacağımı mı düşünüyorsun?"
Dediği bu şeyle beraber bakışlarıa imalı bir ifade yerleşmişti. "Bence sen iyice bağlandın bana," dediğimde sorarcasına kafamı salladım. "Ne o, artık bensiz dayanamıyor musun?"
"Dayanamıyorum," dedi bir an bile düsünmeden ve bakışlarını üzerimde ağırca gezdirdi. "Yalan yok."
Gözleri karanlığı katlederek, elelarıma ulaşırken bir kaç saniye boyunca sadece onun gözlerine baktım. Bazen fazlasıyla açık sözlü oluyordu. Dudaklarından dökülen her kelimeyle beni nasıl böyle hissettirebiliyordu bilmiyorum ama kalbimde bir yer onun sesine, cümlelerine hayrandı.
Elimle saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. "Dışarıdan biri bunu duysa, senelerdir sevgiliyiz zanneder biliyorsun değil mi?"
Belli belirsiz, soluk bir tebessüm yayıldı dudaklarına. Ama bu sıradan bir tebessüm değildi. Kalbimin orta yerine sıcacık bir his yayıldı, çünkü gözleri sanki evet dermiş gibi bakıyordu. "Belki senelerdir sevgili değiliz, doğru," kendinden emin bir ifadeyle bir kaç saniye gözlerimin içine baktı. "Ama karşında sana senelerdir sevdalı bir adam oturuyor."
Nefesim boğazımda takılı kaldı. Kalbimin hızı saniyeler içinde hızlanırken, vücudumdaki tüm hücrelere kadar yandığımı hissettim.
Senelerdir sevdalı bir adam...
Tam olarak bu cümlenin anlamını taşıyordu bakışları. O an, her zerrem ona öyle bir çekildi ki, bir süre hiçbir şey söyleyemedim. Gözlerinin derinliği o kadar tanıdık, o kadar sarsıcıydı ki. Onu bir kaç aydır tanıyormuşum gibi değil de, sanki yıllardır kalbimin kıyısında sessizce oturmuş birini seyrediyordum.
Elindeki çatal tabağıma düşerken, "Senelerdir derken?" diye sordum, sesimdeki şaşkınlık barizdi.
"Senelerdir," diye tekrar etti beni, bu kelime bir yemin gibi dökülmüştü dilinden. Bakışları gözlerimden bir saniye bile ayrılmamıştı. "O gece sokakta karşılaştığımızda sana Echo'da sahne aldığın günü hatırlıyor musun diye sormuştum," Kendime hatırlatıyormuş gibi bir kaç saniye duraksadı. "Tam olarak 21 Haziran gecesi."
Söylediği bu tarihi duymamla beraber, bir kaç saniye yutkunamadım. Ama içimden bir his, konunun o gece olanlara dokunmayacağını söylüyordu. "Evet hatırlıyorum," diye mırıldandığımda sorarcasına ona baktım. "Bana oradaydım demiştin."
Ağır ağır kafasını salladı. "Oradaydım," dedi, sesinde yoğun bir özlem hissettim. "Fikret denen herif oraya yığılıp kalmadan hemen önce çıktın sahneye," Duraksadı ve dudaklarında yine o belli belirsiz soluk tebessüm peyda oldu. "Ve yine o şarkıyı söyledin. Uğurlama."
Herhangi bir şey söyleyemedim, tüm dikkatim tamamen onun üzerine kilitlenmişti. O gece terasta benden bu şarkıyı söylememi istemişti. O günden beri içimde bir yerlerde bunun tesadüf olamayacağını biliyordum. Bana 21 Haziran'da Echo'daydım dediği gecede çok net bir şekilde aklımdaydı. Ama şu an her detayıyla, tüm merak ettiklerimi önüme sunuyordu.
Yine ve yine, kalbim duracak gibiydi.
Oturduğu sandalyeden kalktı ve rakı şişesini beklemeden açarak önce benim bardağıma, sonra da kendi bardağına doldurdu. Bardağı alıp bana uzattığında beklemeden elinden aldım ve kocaman bir yudum aldım.
Şu an buna ihtiyacım vardı.
Sandalyeyi geriye çekerek tekrar yerine oturdu ve rakıyı bir dikişte neredeyse yarıladı. "O gece o mekanda seni görmem tesadüf müydü bilmiyorum umurumda da değil," Bakışları dudaklarıma indi. "O piç orada can çekişerek geberirken, ben senin her zerrene vuruldum be gülüm."
Eğer şu an duygularımı kontrol edemiyor olsaydım muhtemelen ellerim bile heyecandan zangır zangır titriyor olurdu. Saçlarımdan ayak uçlarıma kadar en yoğun haliyle hissediyordum o duyguyu. Ve karşımdaki bu adamın gece karanlığı gözleri, hissettiğim ve adını zikretmekten korktuğum o duygunun aynasıydı. Bir kaç saniyelik sessizliğin ardından, "Sen aşıksın bana," diye konuştum, hiçbir şey düşünmeden.
"Ben aşığım sana," dediğinde gözlerinde tek bir şüphe kırıntısı bile yoktu.
"O gece..."
Devamını getiremedim. O gece orada neler olup bittiğini gördüğünü biliyordum. Hatta hiç olmadığım kadar emindim. Azer o gece sadece beni değil Fikret'in ölümünü de görmüştü.
Ona sebep olan kişinin kim olduğunuda biliyordu.
Sanki zihnimi okumuş gibi, uzun uzun gözlerime baktı. "O gece benim karşımda sadece sen vardın," dedi ciddi bir ifadeyle. "O piçin orada can çekişe çekişe gebermesini görmedim ben ve inan zerre umurunda değil," Kafasını hafifçe yana doğru eğdi. "Sende unut."
Herhangi bir şey söylemeden rakıdan bir yudum daha aldım ve bakışlarım bir süre masanın üzerinde bir noktaya sabitlendi. Aramızda ki bu sessizlik dakikalarca sürdü. Bir şey söylememize gerek yoktu, karşımdaki bu adamın beni hâlâ herkesten daha çok anladığını düşünüyordum. Kalbimin her noktasını ezbere biliyormuş gibiydi.
Bana bu duyguyu defalarca kez yaşatmıştı. Midyat'a geldiğim günden beri ne zaman kendimi bir çukurda sıkışıp kalmış gibi hissetsem, elini uzatan kişi hep oydu. Yalanlarla örülmüş duvarlarımın ardında gizlenen o kızı görebiliyordu.
O an her şeyi bir kenara bıraktım ve tüm yalanları, anlatılmamış olan veya perdelerimin arkasında gizlediğim her şeyi yok saymayı tercih ettim. Gözlerim onun üzerine sabitlenirken kalp atışlarım zirveye ulaşmıştı. "O zaman niye oynuyorsun bu oyunu?" Sorduğum bu soruyu bekliyor olacak ki herhangi bir tepki vermedi, ben ise sesimden akan o öfkeye mani olamadım. "Midyat'a geldiğim o gün, sen Elvan'la evlendin. Yani en azından öyleymiş gibi yaptın. Neden?"
Elimdeki bardağı sertçe masanın üzerine bıraktım ve elalarımı onun gözlerine diktim. Oturduğu yerden kalkıp tahta sandalyeyi çekti. Sandalyemi geriye doğru iterek sol tarafa doğru döndüğümde o da geçip tam karşıma oturdu ve dirseklerini dizlerine yaslayarak gözlerime baktı. Dizleri dizlerime temas ederken, aramızdaki mesafenin kapanması istemsizce iyi hissettirmişti. "Şimdi şöyle düşün," diye söze girdi sakin bir sesle. "Bir kadın kendi evinden kaçarak gecenin bir yarısı senin konağına sığınıyor. Arkasında bir mektup bırakıyor ve o mektupta seninle beraber kaçtığını yazıyor."
"Nasıl yani?" diye sordum.
"Elvan iki ay önce gecenin bir yarısı tek başına evden kaçıp bizim konağa gelmiş," diye konuştu beklemeden. "Ben o gece Diyarbakır'daydım. Elvan kaçarken eve bir mektup bırakıp, benimle birlikte kaçacağını yazmış," Hafifçe kafasını salladı. "Yani resmen kumar oynadı kendi hayatıyla."
Duraksayıp şaşkınca Azer'in yüzüne baktım. "Bir dakika, baya baya senin haberin olmadan sana mı kaçtı bu kadın?"
Ben duyduğum şeyin şaşkınlığını gizleme gereği duymazken, Azer'in yüzünde en ufak bir minik dahi oynamamıştı. "Buralarda bunun karşılığı ya kandır, ya da berdel," Ağır ağır kafasını salladı. "Bize silah dogrultmayı yürekleri yemedi. Diğer türlüsünü de biz kabul etmedik. Elvan'ın bu işe kendi kendine kalkıştığını abisi öğrenmiş. Babasını ikna edip sadece Elvan'la evlenmemi şart koştular."
Bir kaç saniye düşündüm. "Sende gerçekten evlenmek yerine sahte bir düğün yaptın," diye konuştuğumda onaylarcasına ağır ağır kafasını salladı.
"Eğer bu oyunu oynamasaydım Elvan'ı öldürecekti babası," diye konuştu. "Bizde ortada evlilik olmamasına rağmen, öyleymiş gibi yaptık."
Şimdi tüm taşlar yerine oturuyordu. Mercan'ın, Elvan'ın ailesiyle ilgili yaptığı imalar, Ruken'in söyledikleri her şey tek tek anlam kazanmıştı şimdi.
Bir müddet düşündüm. "Burada böyle bir şeyin nasıl karşılandığını biliyorum," diye mırıldandım, annemin Mardin'den kaçma sebebi tam olarak buydu. "Eğer aranızda nikah olmadığı öğrenilirse, öldürürler Elvan'ı. Bu çok tehlikeli."
"Aramızda nikah yok," diye konuştu ciddileşen bir sesle. "Tüm bunlara rağmen yok, çünkü yeminim var," Ellerimi avuçları içine aldı ve gözlerimin içine baktı. "Ben o nikâhı sevdiğim kadından başkasına kıymam."
Bakışlarım yavaşça ellerimize indi. Tenimden ruhuma sızan o yoğun hisse mani olamadım, olmakta istemiyordum zaten. Bu noktadan sonra engel olamayacağımın da bilincindeydim. Bildiğim tek bir şey vardı. Karşımdaki adamın gözlerinde gördüğüm o duygunun aynısını kalbimde taşıyordum.
Adı aşk olsa bile, evet taşıyordum.
Kafamı kaldırdığımda onunla göz göze geldik tekrar. "Bunun bir sonu yok biliyorsun değil mi?" diye sordum. "Bu oyun hep devam etmek zorunda."
Olumsuz anlamda kafasını salladı ve ellerimi daha sıkı kavradı. "Bunun bir sonu var," diye konuştu sesinde en ufak bir süpheye dahi yer vermeden. "Olmasa da ben olduracağım Dilba. Ne kadar sürecek bilmiyorum ama emin ol, bunun bir sonu var."
Maskelerimin ardındaki kız bunun bir sonu olmasını en derinden istiyordu. Ama şeytanın ördüğü duvarların önünde bekleyen o kötü kız, senin mutlu olmaya hakkın yok diye fısıldıyordu kulağıma.
Buna rağmen bakışlarımı ondan ayırmadım. "Başka kim biliyor?" diye sordum sakin bir sesle.
Azer, "Büyük Hanım, Ruken ve annem dışında kimsenin haberi yok, Harun bile bilmiyor," dedi düz bir sesle. "Bir süre böyle devam etmek zorunda."
Bu demek oluyordu ki, Adil Bey ve ailesinin hiçbir şeyden haberi yoktu. Zaten Azer'in, Adil Bey'e böyle bir koz vereceğini düşünecek kadar salak değildim. Adil Bey onun gözünde düşmandan farksızdı. Bir müddet hiçbir şey söylemeden öylece düşündüm. En sonunda dilimin ucunda ki tutsak kelimeler firar etti dudaklarımdan. "Bana güveniyorsun yani," diye mırıldandığımda, bakışlarım onun gözlerine tırmandı tekrar. "Bu sırrı açık edersem, hiç düsünmüyor musun böyle bir ihtimali."
Etmezdim. Ama bana güvendiğini bilmek istiyordum. Güvenikmeyecek bir insan olduğumu bile bile, olabilecek en bencil halimle bana güvenmesini istiyordum...
"Bu güvenle ilgili değil," diye konuştu Azer oldukça ciddi bir sesle. "Ben seni tanıyorum Dilba. Ben o geceden itibaren senin her zerreni, her hareketini bir kitap gibi kazıdım zihnime. Neyi sevdiğini, neyden nefret ettiğini, en hassas noktalarını, en sert tarafını unutmamak üzere ezberledim ben," Doğrulup oturduğu yerden kalktı ve hafifçe eğilerek dudaklarını saçlarıma bastırdı. "Ve bil diye söylüyorum," Hafifçe kulağıma eğildi. "Sana kendimden daha çok güveniyorum."
Duyguğum bu cümleyle beraber, o an sadece kalbimin bana verdiği komuta uydum ve oturduğum yerden kalkarak kollarımı onun boynuna doladım. Buna karşılık olarak kollarını belime dolayıp beni kendine çektiğinde kafamı onun omzuna yasladım ve istemsizce gözlerimi yumdum. Ona ilk defa sarılıyordum. Bedenime daha önce tatmadığım kadar yüksek dozda bir güven hissi dolup taşarken, Azer dudaklarını saçlarıma bastırarak defalarca kez öptü saçlarımı. Bir eli saçlarımın üzerinde gezinirken belki de dakikalarca hiçbir şey söylemeden öylece kaldık orada.
Onunla orada o şekilde saatlerce durabilirdik. Ona o şekilde sarılmak, kokusunu hissetmek yaşadığım en yoğun şeylerden biriydi belki de.
En sonunda geri çekildiğimizde, kafamı kaldırıp onun yüzüne baktım o ise elleriyle saçlarımı geriye doğru nazikçe düzeltti ve gözlerimin içine baktı saniyeler boyunca. Parmakları saçlarımı keşfederken, diğer eli boynum ve çenem arasında bir yerdeydi. Muhtemelen şu an ona sırıl sıklam aşık gibi bakıyordum.
Aynen onun bana baktığı gibi.
Yüzüme su carosam iyi olacaktı, çünkü şuan resmen sarhoş gibiydim. "Ben bir aşağı mı insem."
Bedenimdeki ateş dozunu giderek arttırırken, onun bakışları yüzümün her zerresinde ağır ağır gezindi. "Alt kattaki büyük oda senin için hazırlandı," diye mırıldandı. "İhtiyacın olan her şey var, başka bir şey lazım olursa sadece seslen bana."
Hafifçe kafamı salladım ve ondan ayrılarak arkamı dönüp hızlı adımlarla terastan çıktım. Kalbim deli gibi atıyordu ve ben bu duyguyu hiçbir şekilde gizleyemiyordum. Merdivenlerden acele etmeden inip bir alt kata ulaştığımda, hemen sol tarafımda kalan büyük kapıya doğru yöneldim ve beklemeden içeri girip kapıyı arkamdan kapattım.
Liseli aptal aşıklar gibi bir süre boş boş etrafa baktığımda, göğüs kafesimin içinde susmak bilmeyen bir orkestra vardı sanki.
Oda gerçektende çok büyüktü. Esyaların her biri özenle seçilmiş gibiydi. Daha çok bej ve kahverengi tonlarında bir odaydı. Büyük ve oldukça rahat görünen bir yatak ve onun hemen karşısında kocaman bir makyaj masası ve şık bir boy aynası vardı. Sağ tarafta duvarla birleşik büyük bir kıyafet dolabı vardı ve onun hemen yanında muhtemelen giyinme odası olan daha ufak bir bölme vardı.
Kıyafet dolabına doğru ağır ağır ilerleyip, rastgele bir kapağı açmamla daha etiketi üzerinde olan bir sürü yeni kıyafetle karşılaşmam bir olmuştu. Neredeyse hepsi en ünlü markalardan alınmıştı. Diğer bölmeleri açıp baktığımda pijama takımlarından elbiselere kadar neredeyse her şey vardı.
Buraya gelirken yanıma bir şey almaya fırsatım olmamıştı ama olsa bile burada hiçbir şeye ihtiyacım kalmazdı çünkü her şey yerli yerinde ve hazırdı. Elime rastgele bir saten pijama takımını alıp yatağın üzerine bıraktım ve üzerimdekilerden kurtularak kırmızı tonlarında oldukça rahat görünen takımı üzerime geçirdim. Madem geceyi burada geçirecektim, tüm gece bu kıyafetlerle kalamazdım.
Saat neredeyse on ikiye geliyordu. Konaktakiler Helin yalanını yemişler miydi hiç bilmiyordum ama şu an hiçbiri umurumda değildi.
Banyoya girdigimde odadaki manzaranın aynısı burada da hakimdi. Yeni bir diş fırçası ve diş macunu, duş jeli, şampuan hatta makyaj temizleme suyu bile koyulmuştu. Dudaklarıma hafif bir tebessüm yayılırken bir kaç saniye öylece etrafı inceledim ve ardından soğuk suyu açarak bir kaç kez art arda yüzüme çarptım. Anın etkisinden hâlâ çıkmamıştım.
Dişlerimi fırçalayıp işlerimi hallettikten sonra banyodan çıkıp, az önce yatağın üzerine attığım çantamı elime aldım ve içinden telefonumu çıkardım. Orkun üç defa aramıştı. Muhtemelen video içindi. Herhangi birine gösterecek olmam onu yeterince korkutmuştu anlaşılan.
Alayla gülüp telefonu yatağın kenarındaki komidinin üzerine bıraktım ve çantayı da makyaj masasının üzerine koydum. Tam bu Sırada kapı iki defa tıklatıldı. "Müsait misin?"
Azer'in sesini duymamla beraber, "Gelebilirsin," diye konuştum ve kapıya taraf döndüm.
Kapı açıldığı an bakışlarım hızlı bir şekilde Azer'in üzerine sabitlenmişti. Üzerini değiştirmişti. Siyah tişörtü yapılı vücudunu ön plana çıkarmıştı ve nefes kesecek kadar yakışıklı görünüyordu.
Her zamanki gibi.
Bakışları benim üzerimde gezindi ve en son gözlerimde durdu. "Yakışmış," diye konuştu üzerimdekileri kastederek. "Gerçi ben sana yakısmayan bir kıyafetin dünya üzerinde var olduğunu sanmıyorum."
Güldüm. "Ya sen baya baya düzenli olarak iltifat ediyorsun bana," diye konuştum. "Ama itiraf ediyorum, bunu senden iyi yapan yok," Boy aynasına doğru ilerleyip bakışlarımı kendi üzerimde gezdirdim. "Ayrıca sen benim kaç beden giydiğimi nereden biliyorsun ya?"
"Tahmin etmek zor olmadı," diye konuştu ve ardından bedeni kadrajıma girdi tekrardan. Sırtım göğsüne temas ettiğinde, gözleri aynadan benim gözlerimi buldu ve o an elinde küçük dikdörtgen bir kutu tuttuğunu farkettim. Koyu lacivert, kadife bir kutuydu. Kutuyu açıp içinden bir kolye çıkardı ve kutuyu makyaj masasının üzerine gelişi güzel bir şekilde bıraktı. "Sana vermek istediğim bir şey var," diye konuştu müsaade istercesine. Herhangi bir şey söylemedim ve evet dercesine ona bakmaya devam ettim.
Saçlarımı eliyle bir araya toplayıp yana itti ve elindeki kolyeyi nazikçe taktı boynuma. İnce altın zincirin ucunda zarif figüre takıldı gözlerim.
Zincirin ucunda, klasik sonsuzluk sembolünden farklı, adeta bir kalbin içinden nazikçe kıvrılarak geçen akışkan bir figür yer alıyordu. Sonsuzluğun bir halkası ince, zarif bir yaprak formuna dönüşmüştü. Diğer halkası ise kıvrılarak bir yazı gibi diğer ucla buluşmuştu. Sonsuzluğun yaprak halindeki ucuna, üç boyutlu ve minik nar tanesi detaylarıyla işlenmiş nar tanesi yerleştirilmişti ve minimal taşlarla hafifçe parlıyordu. Öte yandan, sonsuzluğun diğer ucunda, pürüzsüz ve yuvarlak hatlarla şekillendirilmiş rose altın kalp duruyordu. Kalbin tam kalbinde, minimal bir pırlanta göze çarpıyordu.
Azer saçlarımı yavaşça geriye doğru çektiğinde, ellerim kolyenin ucundaki figüre gitti ve bir müddet bakışlarımı kolyeden ayıramadım. Gerçekten çok zarifti. Özel olarak tasarladığı açıkça belliydi, daha önce buna benzer tasarımda bir figürü hiçbir yerde görmemiştim. "İki aydır senin için bekliyor bu kolye," diye fısıldadı kulağıma doğru. "Seninle havalimanının önünde karşılaştığımız o günden beri." Bedenim ona doğru döndüğü an göz göze geldik, bakışları anlık olarak dudaklarıma indi. "Sana baktığım her an bu kolyeyi boynunda görmek istiyorum," dedi ve hafifçe kafasını eğerek gözlerime baktı. "Söz ver bana."
Elimde tuttuğum kolyenin ucunu serbest bırakıp, soğuk metalin tenime değmesine izin verdim. Gözlerim onun gece karanlığı bakışlarına sabitlendi ve birkaç saniye boyunca hiçbir şey söylemeden onun gözlerinin içine baktım. Parmakları çenemden boynuma doğru kayarken, "Çıkarmayacağım," diye mırıldandım. Bakışlarım onun gözlerinden bir saniye bile ayrılmadı. "Bir gün gerçekten sevilmediğimi hissetmeden," son söz bir yemin gibi döküldü dudaklarımdan. "Çıkarmayacağım."
Parmakları nazikçe çenemde gezindi ve ardından beni hafifçe kendine çekerek kafamı göğsüne yaslamamı sağladı. Saçımın üzerine ufak bir öpücük kondurduğunda, kollarımı onun beline doladım. "Uyuyalım mı?"
Yorgum çıkan sesimle beraber, "Uyuyalım güzelim," diye yanıtladı beni ve saçıma son bir öpücük daha kondurarak elimi tuttu.
Beraber yatağa doğru yürüdüğümüzde, yatağın üzerindeki örtüyü benim için kenara çekti. Beklemeden yatağa oturdum ama onun elini hâlâ bırakmamıştım. Hafifçe yana kaydığımda bana uyum sağlayarak ona açtığım yere geçti ve sırtını yatağın başlığına yaslayarak, bej rengi ince örtüyü omuzlarımın biraz altına kadar çekti.
Onunla uyumanın nasıl bir his olduğunu merak ediyordum.
Işığı kısmasıyla beraber aaralık olan tül perdenin ardından içeriye sızan ay ışığı saniyeler içinde doldurdu içeriyi. Kafamı yastığa koyarak bakışlarımı karşı duvara diktim. Dışarıda cırcır böceklerinin sesi ve köpeklerin uzaktan gelen havlamalarından başka ses yoktu.
Saçlarımı eliyle geriye doğru iterek beni yavaşça kendine çektiğinde, başımı göğsüne yaslayarak bir kaç saniye gözlerimi yumdum. Parmakları yatıştırıcı bir sakinlik eşliğinde saçlarımda gezinmeye devam ederken, odadaki tek ses ikimizin nefes sesleriydi.
"Anlatsana bana," Ona bakmadan sakince mırıldandığımda, bakışlarım camdan sızan ay ışığına doğru kaymıştı. "Seni tanımadan öncesini bilmek istiyorum."
Yüzünü göremesemde, belli belirsiz tebessüm ettiğini hissedebiliyordum. "Neyi anlatmamı istiyorsun?" diye sordu, aslında bu sorunun cevabını çok iyi biliyordu. "Eski sevgililerimi mi?"
Reddetmek yerine hafifçe kafamı kaldırıp yüzüne baktım ve "Evet," diye konuştum. "Tam olarak eski sevgililerini soruyorum ve sende dürüstçe anlatacaksın."
Azer'in dudaklarının kenarı hafifçe kıvrıldı. "Emrin olur," diye konuştu ve ardından bakışları anlık olarak dudaklarıma indi. "Eğer merak ediyorsan söyleyeyim," Gözleri tekrar gözlerimi bulurken, bakışları kalbimi durduracak kadar yoğun bakıyordu. "Hiçbiri senden güzel değildi."
Dudaklarıma belli belirsiz bir tebessüm yayıldı. "Beni onlarla kıyaslama," diye konuştum, kısık ama imalı bir sesle. "Senin sevgilin değilim."
Gözleri dudaklarımdan boynuma doğru indi ve ardından oradan tekrar dudaklarıma değdi. Bir eli, yavaşça çenemi kavrarken gözleri yavaşça gözlerimi buldu. "O kadar emin olma," diye mırıldandı. "Ben sevgilim demediğim kadını öpmem."
Kurduğu cümleyle beraber bakışlarım onun gözlerine sabitlendi ve bir saniye olsun çekmedim ondan gözlerimi. "Yok," diye fısıldadım onun yüzüne doğru eğilerek. "Sen baya baya ciddisin."
Bakışları bir süre gözlerimde oyalandı. "Şüphen mi var?"
"Sen önce söyle," dedim işi inada bindirerek. "Şüphem olup olmayacağına sonra karar veririm."
Gözleimin içine baktı ve bir an dahi tereddüt etmeden, "Duy o zaman," diye konuştu. "Gözlerine, saçlarına," elleri saçlarımı baştan sona keşfetti. "Sesine..." Gözleri dudaklarıma inerken, sesinde en ufak bir şüphe yoktu. "Sana ait olan her şeye aşığım Dilba."
Kalbim bedenimden bağımsız bir şekilde atmaya başladı bir kez daha.
"Ben ve sen," diye konuştum onun gözlerinin içine bakarak. "Bu kadar yakın olmamız, bana böyle bakman," duraksadım. "Adı ne bunun?"
Üzerime doğru eğildiğinde sırtım yatağın soğuk nevresimine temas etti. Nefes seslerimiz anlık olarak birbirine karışırken onun gözleri bir ok gibi benim gözlerime sabitlenmişti. "Düşündüğün her şeyden çok daha fazlası," diye mırıldandığında, fısıltılı sesi bedenimdeki ateşi harlamaya yetmişti. Yüzü yüzüme biraz daha yaklaştı. "Sana şu an dünyadaki herkesten daha yakınım ve emin ol, daha fazlasını istiyorum."
Bakışlarım istemsizce dudaklarına inerken, yutkunduğunu hissettim. Bakışlarında yoğun bir duygu vardı. Evet bana çok yakındı.
Kalbimi durduracak kadar.
Hafifçe elimi kaldırdım ve çenesine dokundum. "Senin de karşı koyamayacağın şeyler var, Ali Azer Boranlı," derken parmaklarım yavaşça boynuma doğru kayıyordu. "Ben gibi."
Gözleri dudaklarıma indi. O an bakışlarında dayanılmaz bir istek vardı, bunu çok net hissedebiliyordum. "Sen gibi," diye tekrarladı beni.
Elim ağır hareketlerle siyah tişörtünün açıkta bıraktığı göğsüne doğru ilerlemeye başlarken, bu son noktaymış gibi aniden dudaklarıma eğildi ve dudaklarını sertçe benim dudaklarıma bastırdı. Teninin tenime temas etmesiyle kalbim yerinden çıkacakmış gibi atmaya başlarken, alt dudağımı dudakları arasına alıp beni yatağa biraz daha bastırdı.
Gömleğinin yakasından tutarak onu kendime çekip öpüşüne karşılık verdiğimde, bir eli belime kaydı ve öpüşü sertleşti.
Dokunuşunun bana bu denli güven vermesi alışık olduğum bir şey değildi. Hayatımda ilk defa birini, deli gibi istiyordum. Daha önce tatmadığım bir duygunun en derin halini yaşatıyordu bana.
Geri çekildiğinde, bakışları yüzümün her zerresinde gezindi. "Sen varya," diye konuştu nefeslerinin arasından sızan yoğun bir istek eşliğinde. "Sen benim hayatıma girmiş en güzel şeysin."
Herhangi bir şey söylemeden gömleğinin yakasını kavrayıp onu sertçe kendime çektim. Dudaklarım onun dudaklarına temas ederken, kalbim yerinden çıkacak kadar hızlı atıyordu. Göğüs kafesini sarıp sarmalayan o yakıcı ateşin dinmeye niyeti yoktu ama durmamız gerektiğini ikimizde biliyorduk.
Saniyeler sonra geri çekilip dudaklarımızın temasını kestiğimde, "Biliyorum," diye fısıldadım az önce söylediği şeyi kastederek.
Üzerimizdeki ince örtüyü hafifçe çekerek açıkta kalan kollarımı örttü ve kollarını omuzumun altından geçirerek beni kendine çekti. Kafamı göğsüne yasladığımda, burnuma dolan o erkeksi parfümünün kokusu gözlerimi istemsizce yummamı sağlamıştı.
Güvende hissediyordum.
Onun yanındayken, ona ait olan her şey güven veriyordu. Sesi, gözleri, kokusu...
Ve her şeyden çok;
Aşık hissediyordum.
•••
BÖLÜM SONU
Sanırım bu sefer arayı baya baya açtık ama sonuçta yine burada buluştuk.
Son bir aydır psikolojik olarak kötü bir dönemden geçiyorum. İnstagram'dan takip edenler bilir, bir ay önce dedemi kaybettim. Evet, bekliyorduk çünkü ciddi anlamda hastaydı ama gözlerimin önünde son nefesini verdiğini görmek herkes için çok ağır bir şeydir.
Hayatımda ilk defa böyle bir şey yaşadım, yani ilk defa gözlerimin önünde yaşandı böyle bir şey. O yüzden psikolojimi toplamam biraz uzun sürdü. Bu bölüm bile tam olarak içime sinmedi muhtemelen arka planda ufak tefek düzeltmeler yapacağım yine.
Yazım yanlışı varsa lütfen kusura bakmayın, vakit buldukça düzeltmeye çalışacağım.
Oy ve yorumlarınızı bekliyorum, motivasyon kaynağım biliyorsunuz.
Sizi çok seviyorum, yeni bölümde görüşmek üzere. 🤍
Not: Bölüm aslında yaklaşık beş gün önce Wattpad'e geldi. Kitappad kopyalamada sorun çıkardı başka bir bilgisayarda denedim ve oldu sorun bilgisayardaydı muhtemelen. Nasıl olacak bende bilmiyorum ama bu kadar geç gelmesi benden kaynaklı bir durum değildi.
Sorularınız olursa Instagram'da aktifim oradan ulaşabilirsiniz 🤍
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 49.76k Okunma |
3.13k Oy |
0 Takip |
28 Bölümlü Kitap |