Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3. O KIZ

@k_blackfire

Keyifli okumalar...

 

3. BÖLÜM

"O Kız"

 

Fazıl Say, İnsan insan...

 

Üzerine adım attığım bu topraklar, şâyet bir gün kana bulandığında bu bir insanın eliyle değil, bu topraklar uğruna kendi canına kıyan bir insanın ahıyla olacak.

 

İnsan kime kanacak?

 

Bak, uğruna canını feda ettiğin topraklara ölün bile giremedi. Kimse adını bile bilmeyecek ve seni ölmedi sanacak. Sen gittin ya şimdi... Bir zamanlar pencerene diktiğin güller, şimdi mezarında açacak.

 

Şimdi içimde bu öfke varken, kime ne yapacağımı kestiremiyordum. Benim ablam öldü diye haykırmak istiyordum suratlarına. Sizin yüzünüzden, benim vicdanım da, merhametim de; ÖL-DÜ.

 

Hiç kimsenin ruhu duymadan.

 

Benim bile.

 

Gözlerim karşımdaki adamın yıllarca korumaya çalıştığı o kusursuz hayatının bir anda yerle bir oluşunu öylece izledi. Bakışları bir enkazı andırıyordu şimdi. Az önce neşe saçan suratı donup kalmıştı. Tek bir kelime... Tek bir kelime bile çıkmadı dudaklarından. Kimlerin hayatını kendi elleriyle enkaza çevirdiğinden bihaberken, gözleri bir suçlunun en yüzsüz şaşkınlığını taşıyordu.

 

Etraftan şaşkın sesler duyulmaya başladı. Ortaya attığım bu sözlerle beraber bir kaç kişinin daha ayaklandığını işitsemde bakışlarımı Adil denen adamdan ayırmadım. Bir ay. Tam bir ay boyunca Berşan Hanım bu adam hakkındaki her şeyi altın tepside önüme sunmuştu. Yaren'in yıllarca ulaşmak için kendini paraladığı her şey sadece bir ayda geçmişti elime. Her şeyi biliyordum. Bu adam hakkında haddinden fazla şey biliyordum ve bu Adil Bey için hiç iyi olmayacaktı. Üzerimde en ufak bir gerginlik yoktu. Hatta bu adamın bunca insanın karşısında böyle bir darbe yemesi bana keyif bile veriyordu.

 

"Ne bu?" diye konuştu Adil Bey'in biraz arkasında duran genç bir çocuk. Muhtemelen benimle aynı yaştaydı. Üzerindeki lacivert salaş gömlek ve rahat tavırlarıyla bu ortama göre fazla modern görünüyordu. Çocuk ellerini cebine koydu ve üstten bir tavırla bakışlarını üzerimde gezdirdi. "Düşman saflarından piyon olarak seni mi gönderdiler bu sefer?"

 

Alayla güldüm. Düşman sizin içinizde.

 

Gözlerimi kıstım ve aşağılayıcı bakışlarımı konuşan çocuğa diktim. "Savunma tekniğiniz çok komik," dedim gözlerimi tekrar Adil Bey'e çevirerek. "Konuşması gerekenler sustuğuna göre, her şey gün gibi ortada ne yazık ki..."

 

"Kimsin kızım sen?" diye sordu çocuk kaşlarını çatarak.

 

"Orkun!" diye araya girdi Adil Bey hiç beklemediğim bir anda. "Yeter, tamam."

 

Dudaklarıma alaycı bir tebessüm yerleştirdim ve adının Orkun olduğunu öğrendiğim çocuğa baktım. Adını Berşan Hanım'dan birçok kez duymuştum. Adil Bey'in oğluydu. O bir tanecik, şımarık ve sorunlu oğlu...

 

Ortam aşırı dozda gergindi. Bu durumdan sadece ben ve Berşan Hanım memnunduk. Öyle ki Adil Bey'in bu kadar insanın içinde küçüldükçe küçülmesini zevkle izliyorduk. Berşan Hanım, benim yanıma yaklaştı ve yüzünde ki zafer gülümsemesiyle Adil Bey'in suratına baktı.

 

"Ne oldu Adil Ağabey?" dedi Berşan Hanım imâlı bir sesle. "Yoksa kızını getireceğimden haberin yok muydu?"

 

Adil Bey'in yanında ki kadın, göz bebeklerine dolan o müthiş öfkeyle Berşan Hanıma baktı. Kadının yüzünde bana karşı olduğunu bildiğim bariz bir şaşkınlık ve öfke hakimken Adil Bey'in suratında kendi gerçeğiyle yüzleşmenin verdiği korku vardı. Öyle ki gözleri benim ve Berşan Hanım'ın arasında bir noktaya takılmış öylece bakıyordu.

 

Kendi kızını karşısında görmek nasıl bir duyguydu acaba?

 

Bu sefer başka bir kadın daha dikkatimi çekti. Onların çaprazında oturan ve beni baştan aşağı süzen diğer kadının soğukkanlı bakışları benim üzerimdeydi. Kadın yaşını başını almış oldukça dik duruşlu ve ciddi bir kadındı. Beyaz saçlarının yarısını kapatan şalını önünde bir broşla tuturarak omzuna atmıştı. Sağ yanağının üzerinde küçük siyah bir dövme vardı ve üzerimde gezinen buz gibi bakışlarıyla kim olduğunu tahmin edebiliyordum. Berşan Hanım'ın bahsettiği "o" kadın olduğu aşikârdı.

 

Bu konağın Hanımağası, Berşan Hanımın kayınvalidesi ve karşımda ifadesiz bir şekilde bana bakan Adil Bey'in büyük yengesiydi.

 

Lebriz Boranlı.

 

Nam-ı diğer; Büyük Hanım.

 

"Anne," dedi Berşan Hanım sessizliği bıçak gibi bölerek. "Dediğini yaptım, Boranlıların torununu konağa getirdim."

 

Berşan Hanım bunu söylediğinde Lebriz Hanım'ın ifadesi değişmemişti. Kadının öyle asil bir duruşu vardı ki, ne düşündüğü asla belli olmuyordu.

 

Diğer taraftan, Adil Bey'in karısının nefret dolu bakışlarına maruz kalırken, kadın öfkeyle soluyup muhtemelen aklından geçen ilk şeyin dudaklarından çıkmasına izin verdi. "Bu o kız mı?" diye sordu nefretle. Gözleri benim üzerimde gezinirken bu durumu kabullenmek istemiyor gibiydi.

 

Kadının öfkeli bakışları benim ve Berşan Hanım'ın arasında gidip gelirken benim yüzümde soğuk ve sert bir ifade vardı. Bakışlarım onun söylediği hiçbir şeyi kendine dert etmiyordu. Kafamın içinde ki zifiri karanlık, duyduğu her kelimeyi katledecek kadar zehirliydi.

 

Onu umursamıyordum.

 

"Ne yapmaya çalışıyorsun Berşan?" diye sordu, sert bir tavırla. "Bu kızı, buraya nasıl getirirsin?"

 

Berşan Hanım, bir adım ileri yürüyüp, kadının yüzüne baktı. "Sen benim bir işi ne zaman yarım bıraktığımı gördün Arzu?" dedi karşısında ki kadının sinirlenmesinden keyif alır gibi. "Hem bu kararı veren bizzat Lebriz Ana, sen şimdi ne diye öfkeleniyorsun?"

 

Arzu denen kadın, Adil Bey'e baktı lâkin Adil Bey'in gözleri benim üzerimden ayrılmamıştı. Arzu'nun yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Bir yandan hak veriyordum aslında, sonuçta kim kocasının gayrimeşru kızıyla karşılaşmak isterdi ki?

 

Arzu, Adil Bey'den bir tepki göremeyince Lebriz Hanım'a taraf döndü. "Büyük Hanım," dedi yalvaran bakışlarını son bir umutla harcarken. "Bu kızın herkesin içinde söylediklerini duymadınız mı? Buna nasıl izin verirsiniz?"

 

Lebriz Hanım, soğuk bir ifadeyle, Arzu'ya baktı. "Yeter! Nerede olduğunuzun farkında mısınız siz?" diye sordu yanında ki kadına küçümseyici bir bakış atarak. "Neye izin verip neye izin vermeyeceğimi sana mı soracağım Arzu?"

 

Lebriz Hanım'ın bu kesin ve uyarı dolu cümesiyle Arzu sus pus kesilirken Lebriz Hanım bakışlarını tekrar bana çevirdi ve ardından yanında duran işlemeli bastonunu sıkı sıkıya kavrayarak ayağa kalktı. Kadın bir kaç adımda yanımıza ulaştığında ben ifadesiz bir suratla kadını izliyordum. Göz ucuyla Berşan Hanıma baktı sonra bozuntuya vermeden tekrar bana çevirdi bakışlarını. "Dilba'ydı değil mi?" diye sordu oldukça düzgün bir aksanla.

 

Duruşumu dikleştirdim ve belli belirsiz kafamı salladım. Kadın bir süre beni izledi. Yüzünde, az önce yaşananlara rağmen memnun olduğunu belirten bir ifade vardı. "Zaman yanlış olsa da," dedi kendinden emin bir sesle. "Baba evine dönmene çok memnun oldum."

 

Kadın o kadar kesin konuşuyordu ki, herkesi bu olanlara şaşırmadığına inandırmıştı. Haberim var mesajı vermek istiyordu etraftaki insanlara, bunu açıkça anlayabiliyordum. Zira Lebriz Hanım'ın buraya geleceğimden haberi olsa da, bu şekilde karşılarına çıkacağımı beklemediğini biliyordum.

 

Kaşlarımı çok hafif kaldırdım ve o görünmez maskemi yüzüme indirerek Lebriz Hanım'a baktım. "Ben baba evine falan dönmedim," dedim buz gibi bir sesle. "Sadece herkes öğrensin, bilsin diye buradayım." Kararlı bir tavırla kafamı salladım. "Müsaadenizle."

 

Bir şey söylemelerine müsaade etmeden arkamı dönüp yürümeye başladığımda, insanlar arasında tekrar uğuldamalar başladı. Hiç bilmediğim bir şehirde, oldukça riskli bir oyuna kalkışmıştım ve korktuğum tek şey hiçbir şeyden korkmamamdı. Bu saaten sonra korkması gerekenler, korkacaktı.

 

O sırada gerçekten beklemediğim bir şey oldu. Kapıdan çıkacağım sırada, elleri cebinde kapının girişinde bizi izleyen bir adamla yüz yüze geldim. Ama sorun bu değildi. Asıl sorun, bu adamın bir kaç saat önce Azat'ı döven adamın ta kendisi olmasıydı. Görür görmez tanımıştım. Zaten böyle bir adamı bir kere gördükten sonra tanımamak imkansızdı. Üzerindeki takım elbisenin ceketini çıkarmıştı, kıravatını az önce çözdüğü belli oluyordu. Gözlerime şaşkınlığın yerleşmesine izin vermesemde, bu adamın kim olduğunu ve bu konakta ne işi olduğunu gerçekten bilmiyordum.

 

Bu tesadüf müydü?

 

Geniş avlu kapısının etrafı da içerisi gibi insanlarla doluydu ama buradakiler birbirlerini ite kaka geriye çekilip yolu açmaya çalışıyorlardı. Yolun benim için açılmadığı tabikide aşikârdı. İnsanların yüzlerinde ki ifade bunu oldukça belli ediyordu. Bu adam her kimse bu konakta gerçekten saygı gören biriydi.

 

Ben adamı incelerken onunla benim aramda sadece iki adım mesafe vardı. Adımlarım bir an duraksadı. Karşımdaki adamın bakışları üzerime dikilirken yüzünde zerre şaşkınlık yoktu. Sert yüz hatları, gözlerindeki o kendine özgü bakışıyla kusursuz bir uyum yakalarken dudaklarında soluk ve belirsiz bir tebessümü yakalamıştım. Çok yakında kendin öğrenirsin. Ona kim olduğunu sorduğumda bana aynen bu şekilde cevap vermişti ve ben bunun ne anlama geldiğini şu an gerçekten bilmiyordum.

 

Yarın bunu Berşan Hanıma sormalıydım.

 

Adam, gözlerini gözlerimden ayırmadan hafifçe yana çekildi. Tavırları oldukça rahattı. İfademin bir saniye bile değişmesine izin vermeden bakışlarımı adamdan ayırdım ve adamın yanından geçerek çıktım avludan. Rüzgâr bir yılan gibi saçlarıma dolanırken, yüzüm buz gibiydi. Zihnimde korkunç çığlıklar yankılanıyor ve öldürdüğüm vicdanımın ruhu, suçlayıcı bakışlarıyla karşımda dikiliyorken en ufak bir pişmanlık kırıntısı bile doğmadı içimde. İşte canımı yakan tam olarak buydu. Her ne kadar buraya bir amaç için gelmiş olsamda Yaren'in verdiği onca çabayı silip atamıyordum hafızamdan. O son görüntüsü bir saniye bile gözlerimin önünden gitmiyor, yakamı bırakmıyordu.

 

Kapının az ilerisinde bekleyen adamlardan birinin yanına yaklaştım. Muhtemelen konağın çalışanıydı. Adam bana dik dik bakarken, aynı şekilde karşılık verip ona baktım. "Zahmet olmazsa," dedim hafif alaycı bir sesle. "Bir taksi çağırabilir misin?"

 

Adam beni baştan aşağı süzdü ve yüzüme bön bön bakarak, "Tabi," diye homurdandı. Adam telefonunu çıkarırken bende etrafta ki göz alıcı taş evlere göz gezdiriyordum.

 

İnsanlar yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı. Tabi gelen geçen herkes gözlerini bana dike dike uzaklaşıyordu. Hakkımda ne düşündüklerini tahmin edebiliyordum. Gayrimeşru...

 

"Dilba." Berşan Hanımın sesini işittiğimde, kafamı sesin geldiği tarafa çevirdim. Berşan Hanım, üzerine aldığı ince bir şalı kollarına örterek yanıma yaklaştığında sorarcasına ona baktım. "Bekle, bizim şoför bıraksın seni." dediğinde gelip karşımda durdu.

 

Bakışlarımı kadından ayırıp etrafı incelemeye devam ettim. "Gerek yok," dedim umursamaz bir sesle. "Taksi çağırdık."

 

Berşan Hanım hafifçe koluma dokundu. "Bir gelsene Dilba," dedi ciddi ama keyifli bir tavırla.

 

Çalışan olduğunu düşündüğüm adamın yanından bir kaç adım uzaklaştığımızda Berşan Hanım etrafa göz gezdirdi ve kimsenin bizi dinlemediğine emin oldu. "Çok iyi gidiyoruz," diye mırıldandı sessizce. "Valla beklediğimden daha iyi performans sergiledin, afferin."

 

Gözlerimi devirdim. "Yalnız, böyle sizin için çalışıyorum gibi konuşmazsanız sevinirim," dedim yapmacık bir kibarlıkla. "İkimizde kendi şahsi meselelerimiz için bu oyuna girdik, ben piyon değilim."

 

Berşan Hanım hafifçe güldü ve üstten bir tavırla bana baktı. "Seni piyon olarak gördüğümü kim söyledi Dilba'cığım?" diye konuştu. "Bu işte ikimizde ortağız ama seninde anlayacağın üzere bazı şeyleri yönlendirme işi tabikide bana düşüyor." Berşan Hanım, üzerinde ki şala biraz daha sarıldı ve etrafa şöyle bir göz gezdirdi. "Neyse..." dedi keyfinden ödün vermeden. "Sen şimdi otele git, yarın Büyük Hanım elini masaya koyar, yapılması gereken neyse yapılır. Adil Bey'in konağına yerleştin mi işte o zaman tüm ipler bizim elimizde olacak."

 

Berşan Hanım, son sözünü söyledikten sonra arkasını döndü ve avlu kapısına doğru ilerlemeye başladı. Haklıydı, bu daha hiçbir şeydi. Önümüzde çok uzun bir yol vardı ve bu yol hiçte kolay olmayacaktı. Ama ben zoru severdim.

 

Derin bir nefes aldığım sırada telefonumun titrediğini işittim ve çantamdan telefonumu çıkarttıp aramayı cevapladım. Arayan Helin'di. "Efendim Helin."

 

"Dilba, yerleştin mi otele?" Helin'in sesi durgundu. Azat'ın dayak yediğini öğrendiğinde neye uğradığını şaşırmıştı ve muhtemelen hâlâ şoktan çıkamamıştı.

 

"Yani," diye yanıtladım ağır adımlarla tekrar eski yerine doğru yürürken. "Yerleştim sayılır, siz ne yaptınız?" Helin'in bu konağa geldiğimden haberi yoktu. Yarın nasıl olsa, az önce yaşananları herkes konuşacaktı ve Helin'in öğrenmeside kaçınılmazdı. Şimdi söyleyip daha fazla canını sıkmak istemiyordum. Anlatacak takatim de yoktu zaten.

 

Helin'in sıkıntılı bir nefes verdiğini işittim. "Senden sonra Azat beni de eve bıraktı ondan sonra da tek kelime etmeden çekti gitti," dediğinde o Azat denen herifin yediği haltları Helin'e söylememek için kendimi zor tuttum. "Yani Dilba, attığı tripleri bir görsen... Elimin tersiyle bir tane çakmamak için kendimi çok zor tuttum. Sanki ben dövdüm onu da bana tripleniyor beyefendi."

 

Gözlerimi devirdim. "Bırak o gerizekalıyı ya," dedim düz bir sesle. "Hem benim sana anlatmam gereken bir şey var, yarın müsaitsen gel yanıma."

 

"Sabah hastanede olacağım ama öğleden sonra boşum," dedi Helin meraklı bir sesle. "Bende yarın akşam çıkıp gezelim diyordum, senin içinde uygunsa akşam buluşalım." Helin'in derin bir nefes aldığını işittim. "Ama ben çatlarım meraktan, sen ne söyleyecektin ki bana?"

 

"Şu an olmaz, yarın akşam anlatırım," diye yanıtladım Helin'i. "Haberleşiriz tamam mı?"

 

Helin, "Tamam, görüşürüz o zaman." dediğinde telefonu kulağımdan çekip aramayı sonlandırdım. Volkan, bir sürü mesaj atmıştı ve en az on defa aramıştı. Mardin'e geldiğimden haberi vardı ama buraya geliş nedenimi o da bilmiyordu. Onunla daha sonra konuşabilirdim. Şu an Volkan'ın gevezeliğini gerçekten çekemezdim.

 

Etraftaki yoğun kalabalık bir nebze olsun azalmamıştı. Konağın önüne sürekli lüks arabalar yanaşıyordu ve düğün dağıldığı için avlunun çıkışı insan doluydu. Sarı bir taksi sokağın başında göründüğünde, yanımda ki adam omzuma dokundu. "Bayan," dedi diğer eliyle taksiyi gösterirken. "Geldi taksi."

 

"Görüyorum," dedim adama ters ters bakarak. Ardından, elimdeki çantamı omzuma asıp sokağın başında bekleyen taksiye doğru ilerledim. Araba kalabalığından dolayı taksi sokağa bile giremiyordu. İnsanların arasından geçerek taksinin yanına geldiğimde, karşımda dikilen konağa bir kez daha göz gezdirdim ve taksiye bindim.

 

Artık bu konaktakiler için hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

 

•••

 

İki gün sonra...

 

Midyat.

 

Buke'ye mezar olan, Feraye Sonay'ın küllerinden doğmasına vesile olan o topraklara, Feraye Sonay'ın kızı olarak şimdi ben adım atmıştım. Bizden bir sır gibi sakladığı o şehirdeydim şimdi ama onun bundan haberi bile yoktu. Öyle ya, eğer kaçmak uğruna adını bile değiştirdiği bu şehre geldiğimi öğrenseydi, kafayı yerdi.

 

Bu şehir Buke'yi, Feraye yapan şehirdi. Buke'yi öldüren, Yaren'i içine sığdıramayan şehirdi. Ama ben ne Buke'ydim, ne de Yaren'dim.

 

Yaren'i bu koca şehre sığdıramayanlara, bu şehri dar etmeye geldim.

 

Yaklaşık yarım saattir otel odasının küçük balkonundan Midyat'ın ihtişamlı görüntüsünü izliyordum. O efsunlu, tüyleri diken diken eden bu ihtişamın altında yatan acıların sesi doluyordu kulağıma. Devasa taş konaklar, birbiri ardına dizilmiş küçüklü büyüklü yapılar ve burayla özdeşleşmiş bir sürü insan... Bir zamanlar annemin doğup büyüdüğü bu şehre adım attığım ilk andan beri içimde farklı bir his vardı. İçimi kemiren ama beni bu şehre daha çok çeken bir his.

 

Bildiğim tek bir şey vardı; bu topraklarda beni çok şey bekliyordu.

 

Sıcak bir rüzgar vücudumu esir aldığı vakit, derin bir nefes alıp içeriye girdim. Sabah uyanır uyanmaz uzun bir duş almıştım, henüz kahvaltı yapmamıştım ama canım hiçbir şey istemiyordu. Gece boyu yatakta dönüp durmuş, bir iki saaten fazla uyuyamamıştım ve zaten düzensiz olan uyku düzenim şehir değiştirmemle beraber tamamen yok olmuştu.

 

Komidinin üzerinde duran telefonumu ve küçük cüzdanımı elime aldıktan sonra ağır ağır çıktım odadan. Aşağı indiğimde saat neredeyse ona geliyordu. Restoranın olduğu taraf çok kalabalık olmasada kısmen doluydu. Sade bir kahve siparişi verdikten sonra boş olan masalardan birine oturup telefonumu açtım ve aramalara girerek Volkan'ın isminin üzerine tıkladım. Gece boyu beni o kadar çok aramıştı ki eğer geri aramazsan böyle sıkboğaz etmeye devam edecekti.

 

Telefon ikinci çalışta açıldı ve telefonun diğer ucunda Volkan'ın sesi duyuldu. "Kızım niye açmıyorsun telefonunu ya?" diye söylendiğinde yüksek çıkan sesiyle beraber yüzümü buruşturdum. "Bin defa aradım seni."

 

"Ne bağırıyorsun be?" diye konuştum ters bir sesle. "İşimiz vardı herhalde, seninle mi uğraşacağız?"

 

"Ne işin var acaba?" dediğinde sesi sorgulayıcıydı. "Staj dedin bir şeyler söyledin ama yedim sanma... Ne halt etmeye gittin sen Mardin'e?"

 

Gözlerimi devirdim. "Sana ne Volki?" diye söylendim saçlarımı geriye doğru düzeltirken. "Zaten dün geceden beri bir rahat vermedin, zırt pırt mesaj atıp duruyorsun."

 

Arkadan çocuk sesleri duyuluyordu. Sanırım dışardaydı. "Keşke bende gelseydim seninle ya..." dediğinde sesi sıkıntılıydı. "Bu herifler hâlâ ensemde, ne yapacakları belli değil!"

 

"Saçmalama," diye yanıtladım onu. "Merak etme yapmazlar bir şey..."

 

"Senin için söylemesi kolay," dedi Volkan. "Valla bir bakmışsın gelmişim Mardin'e. Burada can güvenliğim yok, hem orada kimse bulamaz beni."

 

"Şimdi hiç seninle uğraşamayacağım Volki," diye mırıldandım bıkkın bir tavırla. "Sonra konuşuruz."

 

"Merak etme seni orada asla yalnız bırakmam Dilba'cığım..." dedi Volkan alaycı bir sesle. "Hadi yine ne haltlar karıştırıyorsan sana kolay gelsin."

 

Volkan'ın telefonun diğer ucunda güldüğünü işittiğimde telefonu yüzüne kapattım ve telefonu masanın üzerine gelişigüzel bıraktım. Eğer Volkan buraya gelseydi işlerim daha da zorlaşacaktı. Eminim ki burada da rahat durmayacak, yine birilerini peşine takacaktı. Gerçekten sınanıyordum.

 

Biraz sonra genç bir garson istediğim kahveyi getirip masaya bıraktığında, başım feci halde ağrımaya başlamıştı. Kahve içmekten nefret ederdim ama üzerimde ki bu yorgunluğu atmanın başka bir yolu yoktu. Ayılmam gerekiyordu. Kahveden kücük bir yudum aldığımda ağzıma gelen acı tatla yüzümü buruşturdum ve zorlukla yutkundum. O sırada hemen yanımda birinin varlığını hissettim. Kafamı kaldırıp baktığımda ise iki takım elbiseli adamın başımda dikildiğini gördüm.

 

Adamlardan biri, "Dilba Hanım?" diye konuştu sorarcasına.

 

Bozuntuya vermeden buz gibi bir ifadeyle gözlerimi adamların üzerinde gezdirdim. "Evet, kimsiniz?" diye sordum.

 

"Lebriz Hanım'ın emriyle buradayız," dedi diğer adam sakin bir sesle. "Eşyalarınızı toplayıp konağa gelmenizi rica ettiler, bizde size eşlik edeceğiz."

 

Adamlar oldukça nazik konuşsalarda, ceketlerinin altından belli olan silahları bunun tam tersini söylüyordu. Ne yazık ki ben silahlardan korkmayı daha çocukken bırakmıştım. Yedi yaşında, sokakta benimle aynı yaşta iki çocuğu gözlerimin önünde öldürdüklerinde tüm korkularımla o çocuklarla beraber vedalaşmıştım. O çocukları öldüren silah bizzat bana doğrultulduğunda eğer polisler yetişmeseydi, şimdi ben de aynı o çocuklar gibi ölü olacaktım. Annem o silahın bende tramva yarattığını düşünürdü hep ama söylediğinin tam tersi olmuştu. O olaydan sonra ne silahtan ne de insandan korkmamam gerektiğini öğrenmiştim. Garipti ama gerçekti.

 

Arkama yaslandım ve kafamı tekrar önüme çevirdim. "Boşuna zahmet etmişsiniz," dedim rahat bir sesle. "Gelmeyeceğimi iletirsiniz kendisine."

 

Berşan Hanım, gerçektende kayınvalidesini çok iyi tanıyordu. Lebriz Hanım'ın, itibarı için yapmayacağı şey yoktu. Berşan Hanımın söylediğine göre; Lebriz Hanım, Adil Bey'in bir kızı olduğunu öğrendiğinde küplere binmişti. Adil Bey onun oğlu olmasa da, Lebriz Hanım'ın onu oğlu gibi gördüğü herkes tarafından biliniyordu. Bununla beraber konakları yan yanaydı ve aileler ayrılamaz bütün ve tek bir aile olarak kabul ediliyordu. Boranlı konakları, onların tahtıydı ve dillere destan bir servetleri vardı. Boranlıların Mardin'de, hatta tüm bölgede bu denli nâm salmış olması yeni değildi şüphesiz. Bu mükemmel itibar kaç kuşak önceden onlara miras kalmış bir şeydi. Lebriz Hanım'a göre bu ailenin tek bir ferdi bile dışarıda kalmamalıydı ve Adil Bey'in kızına sahip çıkmaması asla kabul edilemezdi.

 

Ama geç kaldıklarının farkında bile değillerdi.

 

Adamlar birbirlerine baktılar. "Yalnız Dilba Hanım, siz tam anlamadınız galiba." dedi biri bana bakarak. "Lebriz Hanım sizi konağa bekliyor, biz şimdi gidip nasıl gelmedi diyelim?"

 

Ben gitmeyecektim. Onlar benim ayağıma geleceklerdi.

 

Ters ters adama baktım. "Orası beni hiç ilgilendirmez," dedim buz gibi bir sesle. "Gelmiyorum dediysem, gelmiyorum. Bitti."

 

Adam bir süre bana baktı ve sonra huzursuz bir şekilde cebinden telefonunu çıkarıp yanımızdan bir kaç adım uzaklaştı. Muhtemelen Lebriz Hanım'ı arayıp, gelmek istemediğimi söyleyecekti. Bu hareketimle, Lebriz Hanım'ın egosunu sarsacağımın farkındaydım. İstediğim de zaten tam olarak buydu.

 

Diğer adam tepemde dikilmeye devam ederken, göz ucuyla adama baktım. "Kahve içer misin?" diye sordum alaycı ve umursamaz bir tavırla. Gayet rahat görünmeliydim. Adam bana dik dik bakmaya devam etti ve herhangi bir cevap vermedi. Alayla güldüm. "Sen bilirsin," dedim tekrar önüme dönerek. "Daha çok bekleyeceksiniz, ondan diyorum."

 

Adam yine cevap vermedi. Biraz sonra diğer adam telefonunu cebine koyup yanımıza geldiğinde diğer adam ona sorarcasına baktı. "Büyük Hanım, ne dedi?" diye sordu. "Alalım mı kızı?"

 

Sanki ben burada yokmuşum gibi sorulan bu soruyla beraber kaşlarımı kaldırırken, az önce telefonda konuşan adam gelip karşımdaki sandalyeye oturdu. "Lebriz Hanım, bizzat gelecek."

 

Histerik bir tebessümü dudaklarıma misafir ettim. Bir an kalkıp yüzlerine haykırmak istedim. Sadece buydu, demek istedim. Eğer bunu bana değil de Yaren'e yapmış olsaydınız, ben bir gece yarısı ablamın cesedini değil, sıcak gülümsemesini bulurdum demek istedim.

 

Ama söyleyemedim.

 

Sizin karşılarında önünüzü iliklediğiniz o aile, benden ablamı aldı diyemedim.

 

...

 

BÖLÜM SONU

 

Alttaki yıldızı parlatmayı unutmayın lütfen.

 

Seviliyorsunuz 🤍

 

Loading...
0%