@k_blackfire
|
5. BÖLÜM "Meyhane Dilberi"
Kaderin düğümü sıkılaştı.
Sen gittin, ben kaldım.
Sonra çektiğin o ipler boynuma sarıldı ve sen o gece mezarına bile cinayetler sığdırdın.
Suçlu bendim.
Sen ise cansız celladım.
Yalnızdım.
Saatler boyu, benim için ayrılan bu büyük odada, yabancı olduğum bir evde saatlerimi katletmiş ve Yaren'in zihnimden kovamadığım o sesinin, vicdanımı paramparça edişini izlemişken, ben yine yalnızdım.
Benim için hazırlandığı söylenen bu oda, o gün çıkan rezilliğe rağmen oldukça özenliydi. Odanın ortasında duvara yaslı büyük bir yatak, kenarda bir makyaj aynası ve kendimle getirdiğim üç büyük valizde ki tüm kıyafetleri sığdırabileceğim kadar geniş bir kıyafet dolabı vardı. Yerde ki geleneksel ambiyansa uygun halı ve duvarlara asılmış bir kaç objeyle beraber her şey tam bir uyum içerisindeydi.
Adil Bey'in konağında olmam nefretimi körüklerken, bunun gerekli olduğunu bilmem, umursamazlığımı bir elbise gibi vücuduma giydiriyordu tekrar.
Buna katlanmak zorundaydım.
Gökyüzü yavaştan karanlığı koynuna davet ederken aynanın önünde kırmızı rujumu dudaklarıma ağır ağır sürüp makyajımı tamamladım. Rujun kapağını kapatıp ufak çantamın içine koydum ve geriye adımlayıp boy aynasından son görüntüme baktım. Üzerimde gri, mini bir elbise vardı. Saçlarımı düzleştirmiş ve açık bırakmıştım. Helin az önce Midyat'da bir mekânın konumunu atmıştı. Morali bozuktu ve eğlenmek istiyordu. Benim de gerçekten biraz kafa dağıtmaya ihtiyacım vardı çünkü böyle durdukça delirecek gibi oluyordum.
Muhtemelen bu gece söyleyeceklerim Helin'in moralini daha çok bozacaktı ama yapacak bir şey yoktu.
Telefonumu ve ufak çantamı elime aldım ve topuklu ayakkabılarımın çıkardığı ses eşliğinde odadan çıkıp kapıyı ardımdan kapattım. Odadan çıkar çıkmaz tenime değen hafif rüzgar derin bir nefes almama neden olurken merdivenlere taraf yöneldim ve acele etmeden indim aşağıya. Henüz konakta ki diğer insanlarla tanışmamıştım, bunun için doğru zamanda değildi zaten. Varlığım üzerlerine bir toprak misali çökmüşken ve ben hâlâ hayatımın en berbat zamanlarını yaşıyorken bu konakta olmam benim için bile yeterince ağırdı.
Maviliği koyulaşan gökyüzü, konakların üzerini bir perde misali örterken avlunun içinde az da olsa bir insan kalabalığı vardı. Konakta gerçekten de çok fazla insan çalışıyordu. Bir sürü kadın çalışan, mutfak çalışanları, korumalar, şoförler... Gerçekten sayıları çok fazlaydı çünkü konaklar yeterince büyüktü, hatta avlu kapısıyla konakların arasında ki mesafe büyük olduğu için, kapıya kadar yürümek bile zaman alıyordu.
Göz ucuyla etrafı şöyle bir süzdüğümde, Arzu'nun çardakta, yanında genç bir kadınla beraber oturduğunu gördüm. İkisininde gözleri bana taraf dönerken, bakışlarımı onlardan ayırıp çantamı omzuma astım. Tam kapıdan çıkacaktım ki kapıda dikilen adamlardan birinin önümü kesmesiyle, adımlarım bıçak gibi kesildi. Geriye doğru adımladım ve karşıma geçen adama baktım. "Hayırdır?" diye sordum buz gibi bir sesle. "Çekilsene önümden."
Adam çekilmedi. "Büyük Hanım'ın haberi var mı?" diye konuştu göz ucuyla üzerimdeki kıyafete bakarken.
Alayla kaşlarımı kaldırıldım. "Pardon?" dediğimde, sesim sorgulayıcıydı. "Benim kimseden izin almaya ihtiyacım yok, saçma sapan konuşma da çekil şuradan."
Adam huzursuz bir nefes verdi. "Hanımefendi," dedi gergin bir sesle. "Şimdi izin verirsek, Büyük Hanım sonra bize kızar. Ondan habersiz kuş uçmaz bu konakta."
Adama bir adım yaklaştım ve rahat bir tavırla hafifçe gülümsedim. "Ya şimdi buradan çekilirsin," dediğimde sesimde bariz bir tehdit vardı. Karşımda ki adamı baştan aşağı süzdüm, sonra tekrar yüzüne baktım. "Ya da burada bas bas bağırır, tüm konağı başınıza toplarım," dedim gayet sakin bir sesle. "O gece düğünde yaptıklarımı görmüşsündür herhalde, yine yaparım."
Adamlar birbirlerine baktılar. Diğer tarafta duran adam huzursuz bir sesle, "Bırak abi ya," dedi arkadaşına hitaben. "Büyük Hanım demez bir şey, akşam akşam başına bela alma."
Karşımdaki adam biraz duraksadıktan sonra el mecbur önümden çekildi ve tekrar eski yerine geçerek kapıyı açtı. Hafifçe gülümsedim ve kapıdan dışarı süzüldüm. "Teşekkür ederim."
Çağırdığım taksi çoktan gelmişti. Kapının diğer tarafında da korumalar vardı ama onlara zerre aldırış etme gereği duymadan geçip taksiye bindim ve adama Helin'in attığı konumu gösterdim. Araba konağın önünden ayrılırken arkama yaslandım ve camı yarıya kadar indirerek rüzgârın tenime değmesine izin verdim. Zihnimdeki düşüncelerin ağırlıkları, yıkılmış bir enkaz gibi üzerime çökerken, kalbim de ufacık bir duyguya bile yer yoktu. İdam edilmiş çığlıklarımın cesetleri, boğazıma gömülürken tek silahım öldürülmüş duygularımdı. Ne yaparsam yapayım asla yumuşak kalpli bir insan olamayacaktım. Doğduğum günden beri kalbim bir taştan farksız, bedenim hissiz ve duygusuzdu. Bunu değiştirmek istemiyordum çünkü benim kalbimde ne hislere, ne de yalandan ibaret geçici duygulara yer vardı. Olamazdı.
Yarım saatten az süren bir yolculuktan sonra nihayet Helin'in gelmemi istediği mekânın önündeydik. Araba, önü gayet işlek ve kalabalık olan mekânın önünde durduğunda, çantamdan çıkardığım cüzdanımla ücreti ödedim ve acele etmeden indim arabadan. Etrafta çok sayıda araba ve insan kalabalığı vardı. İçeriden hafif bir müzik sesi dışarıya süzülerek rüzgâra eşlik ediyordu. Elimle saçlarımı düzelttim ve mekânın girişine doğru ilerlemeye başladım. Hava karardığı için etraftaki ışıklar yanmıştı ve sağda solda geleneksel taş evler ve bir sürü restorant ve kafe sıra sıra dizilmişti.
Kapıda dikilen ve gelen geçene bakmak yerine bacaklarıma gözlerini dikmiş olan korumaya ters ters baktığımda, adam anında gözlerini başka tarafa çevirdi ve "Hoşgeldiniz," diye mırıldandı.
Yanlarından geçip mekana girdim. İçeriye doğru ilerlerken, arkamdan birinin seslenmesiyle duraksadım ve arkamı döndüm. İnsanların arasından bana doğru gelen Helin'i tanıdığımda, bir kaç adım ilerleyip ona doğru yaklaştım. Dalgalı, kısa saçlarını arkadan at kuyruğu yapmış ve üzerine siyah beyaz, dizlerinde biten bir elbise giymişti. Yanıma yaklaştığında beni baştan aşağı süzdü ve hafifçe gülümsedi. "Bende neden hâlâ gelmedi bu kız diyorum," diye mırıldandığında sesi sıcaktı. "Bu güzellik halis midir Diloşum ya..."
Hafifçe gülümsedim ve Helin'e baktım. "O senin güzelliğin Helo'cuğum," dedim düz bir sesle. "Ee? Nereye geçiyoruz?"
"Gel hadi," dedi Helin koluma girerek, "Bu gece de şansımıza baya kalabalık burası..." İçeriye doğru yürürken, Helin'in kurduğu bu cümleyle beraber dudaklarım hafifçe kıvrıldı. Düğün gecesinde ki o kalabalıktan sonra bu benim için hiçbir şeydi.
Koridoru geçip, içeri girdiğimizde burası dışarıya göre biraz daha sakindi ama yine de normalden çok daha fazla insan vardı. Sol tarafta bar, sağ tarafta masalar ve sandalyeler, en başta ise geniş bir platform ve müzik ekibi vardı. Mekânın içi gerçekten de güzeldi. Müzik ekibi geleneksel bir ezgiyi ağır ağır çalarken, garsonlar etrafta koşturup duruyordu. Helin'le beraber geçip bar kısmına oturduğumuzda, bakışlarım bir süre mekânın içinde gezindi. "Güzel yermiş," diye mırıldandığımda Helin hafifçe gülümsedi.
"Daha hiçbir yeri görmedin sen," dedi beni yanıtlayarak. "Hele bir seninle gezelim buraları, bak gör aşık olacaksın Mardin'e, gerçi senin buraya gelme amacın gezmek olmasa da..." Helin duraksadı ve gözlerini üzerimde gezdirdi. "Dilba?"
Sorarcasına Helin'e baktım ve çantamı masanın üzerine bıraktım. "Efendim?"
Helin derin bir nefes aldı. "Bak biliyorum ne desem de dinlemeyeceksin ama bence hiç bulaşma Boranlı'lara," Boranlılar derken sesini azaltmıştı. "Bak gerçek babamı buldum dedin ama ben biliyorum sen böyle biri değilsin, sırf bu adam senin baban diye bu şehre gelecek biri hiç değilsin..." diye devam ettiğinde ifademde herhangi bir değişiklik olmasına müsaade etmedim. "Dilba sen açık konuşsana benimle, intikam falan mı almak istiyorsun sen bu adamdan?"
Maalesef Helin'e bile anlatamayacağım gerçekler vardı ve bu gerçekler yoluma taş koyuyordu. O da herkes gibi buraya Adil Bey'in kızı olarak geldiğimi düşünmeliydi. Kelimlerim, hareketlerim hatta bakışlarım bile yalanların esaretinde hüküm giymişken, yapacağım tek şey duygusuzluğumu bir gardiyan gibi başlarına dikmek olacaktı. Bacak bacak üstüne atıp saçlarımı omzumun arkasına hafifçe ittim. "İntikam falan yok," dedim kendimden emin bir ifadeyle. "Hem çoktan bulaştım o aileye ben, artık çok geç."
Helin kaşlarını çattı. "O ne demek?"
"Bu sabah Adil Bey'in konağına yerleştim," diye yanıtladığımda Helin'in gözleri fal taşı gibi açılmıştı.
"Ne?" diye sordu oldukça şaşkın bir ifadeyle.
Ona düğün gecesi yaşananları tek tek anlattığımda karşımda beni soluksuz bir şekilde dinlemişti. Lebriz Hanım'ın bu sabah otele kadar geldiğini, konağa gelmemi istediğini duyunca az kalsın küçük dilini yutacaktı. "Kızım inanmıyorum sana, etrafta bir şeyler konuşuluyordu ama ben senin hakkında olabileceğini aklımın ucundan bile geçirmemiştim." diye söylendiğinde kaşlarını yapmacık bir şekilde çattı. "Hem benim neden şimdi haberim oluyor bunca olandan?"
Garsonun az önce önüme koyduğu kokteylden bir yudum aldım ve rahat bir tavırla Helin'e baktım. "Anlattım işte," dedim kaşlarımı kaldırarak. "Daha ben bile idrak edemedim olayları."
Helin, "Kızım sen yok musun sen... Peki iş ne olacak?" diye sorduğunda sesi hâlâ şaşkındı. "Daha yeni mezun oldun, istersen burada özel bir hastanede..."
"Gerek yok," diye lafını kestim. "Bu aralar kafam hiç iyi değil, belki daha sonra."
Helin biraz duraksadı ve kafasını ağır ağır salladı. "Yaren ne çok istiyordu seni o beyaz önlükle görmeyi.." diye mırıldandığında sesi durgundu. "Demek ki görmek nasip değilmiş, bak sen mezun oldun ama o yok şimdi."
Nefesim ciğerlerimde idam edilirken, tenime saplanan o sivri iğnelerin uçları, geçmişimde kapanmayacak yaralar açıyordu. Yaren her zaman benden daha istekliydi. O sahipsiz gidişe yakışmayacak kadar hayat doluydu benim ablam. Tıp fakültesinı kazandığımda sevinçten havalara uçmuş, günlerce beni defalarca kez tebrik etmişti. Çünkü o hep bana sana doktorluk çok yakışır derdi. Ama en iyi o biliyordu benim doktor olmak istemediğimi. Bu yüzdendi ki, her zaman o istiyor diye tıp kazandığımı düşünür ve mutlu olurdu ama bunu bana asla belli etmezdi. Ben ise ona göre fazla bencildim ve korkunç derecede hırslıydım. Öyle ya, eğer Yaren o istedi diye değil, annem yapamazsın dediği için orayı kazandığımı bilseydi yine de bu kadar sevinir miydi?
Soluk bir acının damarlarımdan akmasına izin verirken, "Azat'a ulaşabildin mi sen?" diye sordum konuyu değiştirmek adına. Yaren'in ismi geçtiğinde artık canım yanıyordu.
Helin, dudaklarından huzursuz bir nefes verdi ve birbirine kenetlediği ellerinin sıkılaştığını gördüm. "Bu sabaha kadar bir haber alamamıştım," diye mırıldandığında, sesi solgundu. "Ama dün, ortak bir arkadaşımıza rastladım..." Gözlerini kısa bir süre yumup öylece bekledi. "Azat aslında evindeymiş ve ben onun için burada endişelenirken bana bir haber dahi vermemiş," diye mırıldandı gözlerini tekrar aralarken. "Günlerdir bin defa aradım inanabiliyor musun Dilba, bir kere bile açmadı telefonlarımı."
Helin, sesine yerleşen öfkeyle bunları söylerken ben arkama yaslanıp kollarımı önümde bağladım. "Siz bu Azat'la ne kadardır berabersiniz?" diye sorduğumda, sesim düzdü.
Helin, bir kaç saniye düşündü. "Yani," diye mırıldanırken kafasında toparlamaya çalışıyordu. "Daha çok yeni, iki ay bile dolmadı henüz."
Kaşlarımın ortasında ufak bir çukur oluştu. "Kimdir, kimin nesidir biliyor musun peki?"
Helin, bakışlarını masadan kaldırıp bana yöneltirken, benim gözlerimde yanıt bekleyen bir ifade vardı. "Ailesi, zengin bir aile, soyadları Çibran, hatta mekanları falanda var ama nerede olduğunu bilmiyorum," dediğinde sesi sakindi. "Annesi babası sağ, bir ağabeysi birde kız kardeşi var, hiçbiriyle tanışmadım henüz."
Bakışlarım kısa süre Helin'in üzerinde gezinirken, yüzümde şüpheci bir ifade vardı. "Bu Azat bir haltlar karıştırıyor," diye mırıldandığımda sesim şüpheciydi. "Sence de bunlar şüpheli değil mi?"
Yüzüme kafası karışmış bir şekilde baktı. "Bilmiyorum ama ortada bir şey döndüğü kesin..."
Temkinli davranmaya çalışarak Helin'e baktım. "Aslında bir şey dönüyor," dedim düz bir sesle. "Söyleyeceğim ama sakin ol lütfen."
Helin'in yüzünde belirgin bir endişe yer edindi. "Ne oldu?" diye sorduğunda gözleri merakla üzerime dikilmişti.
Söyleyeceklerim onun canını yakacaktı biliyordum ama böyle bir şeyi saklayamazdım. O Azat denen herifin neden dayak yediğini Helin'in öğrenmesi ve onu derhal hayatından çıkarması gerekiyordu. Tam ağzımı açıp konuşacağım sırada üzerime doğru bir şeyin geldiğini farkettim ve ıslak bir şeyin üzerime döküldüğünü hissetmemle beraber aniden ayağa kalkıp geriye doğru çekildim. Bir içecek bardağı yuvarlanıp yere düştü ve paramparça oldu.
"Ne oluyor ya?" Helin'in sorusuyla beraber, kafamı çevirdim ve üzerime içeceğini döken kişiye öfkeyle baktım.
"Çok pardon ya," diye elini kaldıran hafif sarışın ve uzun boylu çocuk, gerçek anlamda hiçte pişmanmış gibi görünmüyordu. Yüzünde ki sinir bozucu sırıtış ve yanındaki kızın bakışları bu özrü samimi kılmıyordu.
Elbisemin göğüs kısmı ıslanmıştı ve bu sinirlerimi epey bozmuştu. Sinir ve alayla karışık hafifçe gülümsedim ve gözlerimi ikisinin üzerinde gezdirdim. "Ne sırıtıyorsun ya?" diye sordum kaşlarımı kaldırarak.
"Yanlışlıkla oldu işte," diye araya girdi çocuğun yanındaki kız. "Uzatma..."
Küçümseyici bir ifadeyle kıza baktım. "Hiç öyle yanlışlıkla olmuşa benzemiyor tatlım," dedim alaycı bir sesle. "Hayır eğer sen yanımda ki bu dangalak düz yolda yürümeyi bilmiyor diyorsan ona bir şey diyemem."
Kız gözlerini üzerimde gezdirdi ve kollarını önünde bağladı. "Sen benim abimle nasıl konuşuyorsun ya?"
"Sakin olun kızlar ya," diye konuştu sarışın çocuk alayla gülmeye devam ederek. Sonra kardeşine taraf döndü. "Sakin ol Şilan benim için sorun yok," Çocuk bu sefer yine bana taraf dönerek beni baştan aşağı süzdü ve pis pis sırıttı. "Hanımefendinin bacakları gözlerimi öyle bir aldı ki, önümü göremedim bir an."
Vücudum öfkeyle kasıldı ve dudaklarımı ısırmamak için kendimi çok zor tuttum. Helin çoçuğa doğru yürüyüp, "Ağzını topla," diye bağırdığında Helin'i tutarak durdurdum ve kafamı hafifçe salladım.
"Sakin olmam gerekiyor Helo'cuğum," dedim alayla gülüp çocuğun yüzüne bakarak. "Çünkü ben olamayacağım..."
Bir anda, masanın üzerinde ki kokteyl bardağını kaptım ve bardağı karşımda bana pis pis bakan sarışının kafasına geçirerek bardağın tuz buz oluşunu seyrettim. Cam parçaları yere düşerken, Helin eliyle ağzını kapattı ve diğer kız çığlığı bastı. Sarışın çocuk eliyle kafasını tutup boğukça inlediğinde, kardeşi eğilip abisinin başına baktı. "Manyak mısın kızım sen?"
"Evet manyağım," dedim öfke saçan bir sesle. "İnşallah yarılmıştır sapık abinin kafası..."
Çocuğun kafası hafiften kanamıştı, elleri acıyla kafasını tutarken kızkardeşi müthiş bir öfkeyle bir bana bir de abisine bakıyordu. Helin'e baktığımda önce şaşkın şaşkın bana baktı sonra keyifle gülümsedi. "Dilba ne yaptın sen ya?" diye sordu şaşkın bir halde gülmeye devam ederken. "Yardın resmen çocuğun kafayı..."
Asık bir suratla çocuğa taraf baktım tekrar. Herkes bizim başımıza toplanmış hepsi bir taraftan gürültü yapmaya başlamıştı. Öfkeyle soludum ve adının Şilan olduğunu öğrendiğim kıza doğru baktım, o ise sinirli bir ifadeyle abisini bıraktı ve bana bir adım yaklaştı. "Piskopat mısın sen? Hangi cesaretle yaparsın bunu?" diye sordu hiddetle. "Sen bizim kim olduğumuzu biliyor musun?"
Alayla güldüm, "Kimsiniz ya siz?" diye sordum dalga geçercesine. "Bir de utanmadan gelip bu sapığı savunuyorsun ya pes."
Kız kaşlarını çattı, o sırada sarışın çocuk kafasını kaldırmış ve yüzü acıyla buruşmuş bir şekilde bana bakmaya başlamıştı. "Sen orospu gibi giyin, millet laf atıncada insanların kafasını yar!" diye konuştuğunda öfkeyle bana baktı. "Ama bunun hesabını vereceksin!"
"Bana bak," diye tısladım tiksinircesine çocuğun yüzüne bakarak. "Doğru konuş, senin o gözlerini oyarım!"
Çocuk beni baştan aşağı süzdü ve sinirle güldü. Etraftaki bir kaç adam söylenmeye başladığında, çocuk etrafına baktı ve sonra tekrar bana döndü. Eli kana bulanmıştı. Gözlerini kısıp kafasını ağır ağır salladığında, "Dur bir dakika," diye mırıldandı. "Sen o Boranlı'ların konağını basan kızsın..." Gözleri alayla yüzümde gezindi. "Hani şu Adil Boranlı'nın kabul etmediği gayrimeşru kızı."
Sinirden ellerim kaşınmaya başlarken, zihnime dolan şiddetli öfkeyi dizginlemeye çalıştım ve bir adım ilerleyip çocuğun karşısında durdum. "Evet," dedim buz gibi bir sesle. "Ta kendisiyim."
"Şimdi anlaşıldı bu cesaret," diye araya girdi diğer kız. "Bende nereden tanıdık geliyor bu kız diyordum, meğerse Adil Bey'in bir çöp gibi kenara attığı kızıymış."
Çocuk el işaretiyle kızı susturdu, "Yanlış söylüyorsun Şilan," dedi eliyle tekrar kafasını tutarak. "Piçi desek daha doğru olur, bir de gelip erkekliğime laf ediyor."
"Kes sesini be!" diye çıkıştığımda gözlerim karşımda duran çocuğa küçümseyici bakışlar atıyordu. "Senin o çakma erkekliğin burada para etmiyor."
"Bırak Baran ya," diye araya girdi diğer kız bana taraf bakarak. "Bu meyhane dilberinden saygı mı beklenir? Bunun hangi yolun yolcusu olduğu belli zaten."
Kızın kurduğu cümleyle beraber gözlerime dolan öfkeye mâni olamadım. Kızın yüzüne indirdiğim tokatla beraber kız yana doğru sendeledi ve eliyle yüzünü tuttu. Helin, araya girip aradaki mesafeyi açmaya çalıştığı sırada, Baran denen ruh hastası üzerime yürüdü ve bana saldırmaya çalıştı. İşte tam o an üç el silah sesi duyuldu mekanda.
Ard arda.
Üç kez.
Birkaç kişinin çığlıkları mekanı doldururken, Baran denen adam yüzüne aldığı sert bir kafa darbesiyle arkasında ki kalabalığı yarıp yere kapaklandı. Bir an duraksadım, Helin bir yandan beni tutmuş bir yandan da etrafına bakınıyordu. Gözlerimi onlara taraf çevirdim ve o an Baran'a kafa atan adamla, silah seslerinin sahibiyle göz göze geldim.
Bu kaderin bir oyunu muydu, yoksa hayat fazla mı tesadüflerle doluydu bilmiyordum ama bir kaç saniye sadece karşımda duran adama öylece baktım.
Siyah takım, kara gözler ve elinde tuttuğu silah...
O adam.
Onun gözleri iki saniyeden daha fazla durmadı üzerimde, Baran denen çocuğa öyle bir kafa atmıştı ki, çocuğun yüzü kan revan içinde kalmıştı. Baran'ın üstüne doğru yürümeye başladığında göz ucuyla Helin'e baktım. Şaşkın bir halde olanları izliyordu. Azat'ın dayak yediği esnada Helin yanımızda olmadığı için bu adamı da daha önce görmemişti ve tanımıyordu. Aslında bende tanımıyordum, tek bildiğim o gün Azat'ı öldüresiye döven adam olmasıydı.
Henüz adını bile bilmediğim ve az önce Baran'a kafa atan adam, hafifçe eğildi ve Baran denen çocuğu beyaz tişörtünün yakasından tutarak kendine doğru çekti ve adeta öldürecekmişcesine Baran'a baktı. "Sen o küçücük beyninle," diye konuştuğunda herkes bir anda susmuştu. "Benim mekanımda, bir kadının üzerine yürüyecek kadar yürek mi yedin lan?"
Tehditkar ses tonu beni bile korkuturken, gözlerinde ki öfke şuan Baran'ı öldürebilecek kadar şiddetliydi. Baran, "Abi," diye boğukça inlediğinde, adam elini Baran'ın boğazına bastırdı ve onu nefessiz bırakarak susturdu.
"Şerefini sikerim lan senin," diye bağırdı adam, sert bir yumruğu Baran'ın yüzüne geçirdikten sonra. Baran yediği yumrukla beraber bilincini kaybedip bayıldığında, adam Baran'ı sertçe yere attı ve içeriye gelen korumalara taraf döndü. "Atın bunu dışarı!"
Adamlar derhâl Baran'ı yerden kaldırıp dışarıya doğru sürüklerken bakışlarım Baran'ı bu hale getiren adama taraf döndü ve sorarcasına kaşlarımı çattım. "Sen o gün Azat'ı döven adam değil misin?" diye sordum anlam veremez bir şekilde. Bu adamla her karşılaştığımda birini dövüyor olması yeterince trajikomikken bir de bu tesadüf gerçekten beni şaşırtmaya başlamıştı.
Helin, "Ne?" diye şaşkınlığını belli ettiğinde adam göz ucuyla bana baktı.
Sert yüz hatları ve gözlerinde ki o ciddi ve öfkeli ifade hâlâ yerli yerindeydi lâkin gözleri bana değdiği an yine o gün olduğu gibi değişik bir ifadeyi daha misafir etmişti bakışlarına. Elinde ki silahını beline taktı ve gözlerini bir an olsun benden ayırmadı. "Güven," diye mırıldandığında geçen defa da bu adamın yanında olan adamın yanımızda bittiğini farkettim. Adam sorumu es geçti ve sağ kolu olduğunu ve adının Güven olduğunu öğrendiğim adama taraf bakmadan, "Hanımefendileri evlerine bırak," diyerek cümlesini tamamladı.
"Hayır," diye reddettim onu. "Ne münasebet."
Adamın gözleri yüzümün her zerresinde gezindi ve en son gözlerimde durdu. "Olay bizim mekanda çıktı," dedi kusursuz bir ses tonuyla. "Özür olarak kabul edin."
Bir süre karşımdaki adamı inceledim. Yüzümde hem öfkeli hem de sorgulayıcı bir ifade vardı. "O gün düğünde de gördüm seni," diye direttim. "Kimsin s___"
Adam, "Hadi Güven," diyerek sözümü kesti ve sorumu yine cevapsız bırakıp yanımızdan uzaklaştı. Biz adamın arkasından bakakalırken, Güven denen adam yanımıza yaklaştı ve eliyle kapıyı gösterdi.
"Buyrun, sizi evinize kadar bırakayım." diye konuştuğunda huzursuzca nefesimi verdim ve Helin'e taraf baktım.
Gerçekten neye şaşıracağımı bilmiyordum.
Helin, gözlerinde ki merak ve şaşkınlıkla öylece bir bana bir de Güven denen adama bakıyordu. Sinirle soluyup Güven'e taraf çevirdim bakışlarımı. "Kimsiniz siz?" diye sordum inat ederek.
Adam duymamazlıktan geldi. Sinirle gözlerimi devirdim ve ıslanan elbiseme baktım. "Allah'ın cezası mahvetti elbisemi," diye söylendim.
Helin, yanıma gelip kıyafetime baktı, "Bir de üste çıkmaya çalışıyor, valla hak etti o yediği dayağı." dediğinde, aklıma Baran denen çocuğun söylediği iğrenç laflar gelmişti ve yine öfkelenmiştim.
Helin, kafasını kaldırıp bakışlarını Güven'e çevirdi. "Teşekkür ederiz ama biz kendimiz gidebiliriz," dedi ve çantalarımızı masanın üzerinden alıp tekrar yanıma geldi.
"Aynen öyle," diye onayladım, Helin'i. "Siz gidebilirsiniz."
Güven, "Olmaz," diye mırıldandı ciddi bir sesle. "Bana verilen emir bu yönde, lütfen siz de anlayışlı olun ve görevimi yerine getirmeme izin verin."
Huzursuz bir nefes verdim ve sorarcasına Helin'e baktım. Biraz duraksakıktan sonra sen bilirsin dercesine bana baktı. "Peki," diye yanıtladım adamı bir kaç saniyenin sonunda.
Bu gecenin bir an önce sonlanmasını istiyordum.
•••
Helin'i evine bıraktıktan sonra konağa gelmemiz yirmi dakikadan az sürmüştü. Saat henüz çok geç sayılmazdı. Güven denen adama teşekkür edip arabadan indiğimde, kapının önündeki korumalar herhangi bir şaşkınlık göstermemişlerdi. Buna şaşırsamda fazla umursamadım.
Başım çatlıyordu.
İçeri girdim ve Adil Bey'in ışıkları hâlâ yanmakta olan konağına doğru ilerlemeye başladım. Avluda veya etrafta çalışanlardan başka kimse yoktu, herkes odalarına çekilmişti. Bu benim için iyi bir şeydi çünkü şuan kimsenin kınayan bakışlarını çekecek halde değildim.
Merdivenlere taraf yöneldiğim an arkamda birinin varlığını işittim ve duraksadım, "Mutlu musun?"
Arkamdan gelen ses, kafamı yavaşça sesin geldiği yöne çevirmeme neden olurken, gözlerimde ki ifade sakin ve buz gibiydi.
Arzu Hanım.
Birden arkamda belirmesini beklemiyordum açıkcası. Ve bu kişinin, geldiğim ilk andan beri bana nefretle bakan Arzu Hanım olması hiç adil değildi.
Çünkü bu sinirle sakin kalamazdım.
"Pardon?" diye sordum sakin kalmaya çalışırken.
Arzu denen kadının suratı asık, gözleri ise nefretle bakıyordu. Bana doğru bir adım attı ve yüzüme baktı. "Mutlu musun diyorum," dedi ve gözleriyle beni baştan aşağı süzdü. "Hani Adil'i iki gün evvel herkesin içinde küçük düşürdün ya."
Gözlerime alaycı bir ifade yerleşti ve bu alaycılığı gülümsememe giydirip Arzu'ya baktım. "Sayılır," diye mırıldandım buz gibi bir sesle. "Ama mutlu olmak için daha iyi nedenlerim olmuştu."
"Niye geldin Mardin'e?" diye sordu hidetle. Kadının gözlerinde ki nefret, yılarca bastırılmış ve körelmiş bir duygunun dışa vurmuş şekliydi. Ve bu nefret zihnimin duvarlarını yıkıp, beni incitecek noktalara erişemeden kayboluyordu. Bu sözlerin benim üzerimde hiçbir tesiri yoktu. Arzu, içinde ki nefreti diliyle hafifletmek için konuşmaya devam etti. "Herkes bizi konuşuyor, Adil'i tüm Midyat'a rezil ettin, amacın ne?"
Böyle yaparak beni kışkırtmaya çalışıyordu, ama bilmediği bir şey vardı; bu lafların beni kışkırtabilmesi için önce canımın yanması lazımdı ve ne yazık ki kelimeler benim canımı yakacak kadar önemli değildi. Ben canım yansın diye burada değildim ve o katil kelimeler benim nefesimi kesecek kadar güçlü değillerdi.
"Bir amacım yok," dedim bu dediğime kendim bile inanmayarak. "Yersen."
Ben alaycı ve buz gibi bir suratla bunu söylerken, o umursanmadığını bile bile kelimelerini sarf etmekle meşguldü. "Senin ne olduğun açıkça belli zaten," dedi gözleri nefretle parlarken. "Herkes bunu er yada geç anlayacak."
Alayla yüzüne baktım. "Öyle mi?" diye sordum kaşlarımı kaldırarak. "Neymişim ben, açık konuşsana."
Nefretle bana baktı. "Senin gibiler insanı suya götürür susuz getirir," dedi kafasını hafifçe sallayarak. "Daha geldiğim ilk gün gördük neler yaptığını," gözleriyle beni baştan aşağı süzdü, "O kadın yolladı değil mi seni?"
Ona taraf bir adım attım ve aynı ifadeyle yüzüne baktım. "Adil denen adamı savunmanı anlayamıyorum Arzu," dedim düz bir sesle. "Ama söylediğin şeylere birazcık dikkat et bence."
Kadının suratı söylediğim şeyle beraber daha çok asılırken benim suratımda alaycı bir ifade vardı. Bu kadının ben daha buraya gelmeden, bana düşman olduğunu biliyordum. Bu davranışlarla karşılaşacağımı da biliyordum. Böyle şeylere alışıktım. Hayatım boyunca karşılaşmadığım şeyler değildi. Berşan Hanım beni bu işin içerisine soktuğunda, herşeye hazırlıklı olmam gerektiğini çok iyi biliyordum.
Arzu denen kadın sinirle güldü ve tekrar bana baktı kinayeli bir tavırla. "Adil, seni hiçbir zaman kabulenmeyecek biliyorsun değil mi bunu?"
Bunu duyduğumda alayla güldüm o ise devam etti. "Sen sadece geçmişte yaptığı bir hatasın onun için, sen sırf Lebriz Hanım istediği için buradasın."
Kaşlarımı kaldırdım ve yüzüne baktım. "Ya kabullenirse?" diye sordum tepkisini ölçmeye çalışarak. Arzu'nun gözleri bu sözlerimle beraber büyüyünce içine attığım korku tohumuyla baş başa kalışını öylece seyrettim. "Çok korkuyorsun değil mi?"
Arzu zorlukla yutkundu. Gözlerinde ki korkuyu görebiliyordum. Adil Bey'in beni kabullenmesinden ölesiye korkuyordu. Öyle ki güvendiği tek şey, Adil Bey'in sert tutumuydu.
Bence Adil Bey'in tavrına fazla güvenmesindi.
"Öyle bir şey olmayacak," dişlerinin arasından söylediği kelimelerle beraber yüzümde ki alaycı gülümsemeyi silip düz ve soğuk bir şekilde yüzüne baktım.
"Gözlerinde ki korkuyu kendin de görebilsen keşke," dediğimde sesim oldukça soğuk çıkmıştı.
Arzu bu söylediğim şeyle beraber alayla güldü. Gözleri sorarcasına bana bakarken, kafasını yana eğip kollarını önünde bağladı. "Neyinizden korkacağım ben?"
Zehrim, içimde barınmak istemiyordu. Öyle ki o zehir karanlıkla örselenmiş zihnimden yavaş yavaş akıp dilimin ucunda birikiyordu. Dilimde ki zehir can yakacaktı ve ben bunu bile bile, sağır ve dilsiz bir cellattan daha acımasız olan cani kelimelerimi içime hapsedemeyecektim.
Acımasız maskem bir kez daha yüzüme indi. Gözleri nefretle bakan kadına bir adım daha yaklaştım ve kendimden emin bir şekilde yüzüne baktım. "Ben o kadının kızıyım," diye mırıldandım. "Ve emin ol, senin o kadından nasıl korktuğunu bakışlarından bile anlayabiliyorum."
Annemin geçmişi hakkında, annemin ağzından bu zamana kadar tek bir kelime bile duymamıştım ama Berşan Hanım, herşeye yeterince hakimdi. Bana annem ve Arzu arasında ki o ölümcül düşmanlığı ilk kez o anlatmıştı ve Arzu'nun bu nefretini şimdi daha iyi görüyordum.
"Sana göre suçlu olan Adil Bey değil, öyle değil mi?" diye sorduğumda bu soru yüzüne tokat gibi çarpmıştı. Karanlık olmasına rağmen yüzünün kızardığını görebiliyordum. "Eğer öyle olsaydı beni suçlamazdın. Söylesene, annem canını nasıl yaktı da onun kızından bile böylesine korkuyorsun?"
Karşımda ki insan eğer bana düşmansa onun canını ne şekilde acıtacağımın bir önemi yoktu. Sadece acıtırdım. Çünkü acının bir çeşidi yoktu ve benim en büyük silahımdan biri sözlerimdi.
"Yılan," Arzu öfkeyle elini kaldırıp tokat atmaya yeltendiğinde, hızlıca elimi kaldırdım ve havada ki elini sıkıca tutup durdurdum onu. Sinirle, Arzu denen kadının öfkeden kıpkırmızı olmuş suratına baktım. "Sakın," dedim kısık ama tehditkar bir sesle. Gözleri öfkeyle parlarken ne yapacağını bilemez haldeydi. Bir bana birde tuttuğum koluna bakıyordu. Tehditkar bir ifadeyle yüzüne bakmaya devam ettim. "Senin o ilk gün gördüğün Dilba varya," dedim, sesimde alaycı ve soğuk bir tını vardı. "İşte ben ondan daha fazlasıyım."
Kadının elini sertçe bırakıp ona son kez alayla baktım. Onun kırmızı çizgisine bastığımı biliyordum ve bundan herhangi bir pişmanlık duyduğum söylenemezdi. Aslında pişmanlık duymayı isterdim; çünkü içimde bazı duyguların tamamen ölmediğine inandırmak istiyordum kendimi. Ama nafileydi... Ben bencil, duygusuzun tekiydim. Bana kötü gelene sonuna kadar kötüydüm ve bana göre olması gerekende tam olarak buydu.
Ben sadece savaşıyordum.
İnsanlar yanlış hedeflere yönelince kaybetme olasılıkları daha da artardı. Önemli olan hedefini iyi seçmekti.
Yoksa kaybetmek kaçınılmazdı.
Odama girip ışıkları yaktığımda istediğim tek şey biraz uyumaktı, ama uyumak hiçbir zaman kolay olmamıştı benim için. Şuan ki baş ağrım da bana tam olarak bunu anlatıyordu.
Odanın kapısını kapatıp, çantamı ve telefonumu yatağın üzerine attım. Tepeden tırnağa belaya bulaştığımın farkındaydım ve beni hayatta tutan asıl şeyde buydu.
Hiçbir zaman normal bir kız olamamıştım ve yaşatacağım şeylerde hiç normal olmayacaktı. Zihnim alevlerle çevriliydi ve ben içime kazıdığım amaca ulaşmadan o ateşi söndürmeyecektim.
Katil düşünceler zihnimi vahşice katlederken başıma giren ağrı uyuma isteğimi daha da arttırıyordu. Banyoya girip sıcak bir duş aldıktan sonra üzerimi değiştirip kendimi yatağa atmıştım. Baş ağrım etkisini gittikçe arttırıyordu. Ne baş ağrım uyumama izin veriyordu, ne de düşüncelerim.
ᘛ
Hayat öyle acımasızdır ki, çektirdiği o acıları biraz olsun unutmamız için, bize verilen o kısacık uykuları bile çok görür. İyi olan hiçbir anım şimdi bana mutluluk vermiyordu, ama kötü olanların bir o kadar acı vermesi haksızlık değil miydi?
Neden hayata bir can borcum varmış gibi hissediyordum ki ben?
Ya da neden karşılığında birşey almadan bedel ödüyordum?
Ve yine evet; hayat çok acımasızdı. Belki de unutmamam gereken tek gerçek buydu. Eğer unutursam bir kez daha bıçaklanırdım sırtımdan. Bıçaklanırdım, bıçaklanırdım ama; bu sefer kalkabilirmiydim bilmiyordum. Ben bir hiç uğruna savaşmak zorunda bırakılmıştım. Hiçbir zaman hayat benden yana değildi ve hiç olmayacaktı. O yüzden sadece kendimi düşünmeyi ve bencil olmayı öğretmiştim kendime.
Düzeltiyorum; öğrenmek zorunda kalmıştım.
Gözlerimi açtığımda baş ağrımdan eser yoktu, ama ne hikmettir ki o baş ağrısı beni bütün gece uyutmamıştı. Ne baş ağrısı ne de peşimi bırakmayan o korkunç anılar.
Unutamıyordum.
O acı veren düşünceleri kestirip atamıyordum zihnimden. Sırf onları unutmak için iyi olan tüm anılarımı feda etmeye hazırdım. Ama olmuyordu. Onlar hep buradaydılar ve acı vermekten başka yaptıkları hiçbir şey yoktu.
Sıkıntıyla oflayıp kalktım yataktan. Pencereden sızan gün ışığı, gözlerimi ağrıtmaktan başka birşey yapmıyordu. Tüm gece uyuyamamak berbat birşeydi. Duş almadan asla kendime gelemezdim ve bu yüzden direkt olarak banyoya yönelmiştim. Su beni kendime getiren tek şeydi sanırım.
Valizlerim boylu boyunca yerdeydi. Duş aldıktan sonra onları yerleştirmeliydim, böyle dağınık kalınca sinirlerim bozuluyordu. Fazlasıyla kıyafetim vardı ve odanın bu tarafı kıyafetten geçilmiyordu.
Banyoya girip uzun bir duş aldım. Banyoda ne kadar kaldım bilmiyorum ama, su beni kendime getirmişti. Beyaz bornozumu üzerime geçirip banyodan çıktığımda direkt olarak valizlerimin olduğu tarafa yönelmiştim.
Üzerime, dizlerimin biraz yukarısında biten siyah bir elbise giyindikten sonra, saçlarımı kurutmaya koyulmuştum.
Bir kaç dakika sonra tamamiyle hazır sayılırdım. Telefonumu elime aldığımda aklıma Helin gelmişti. Dünkü olaylar yüzünden arayıp nasıl olduğunu sormalıydım ki, odanın kapısının iki defa tıklatılmasıyla bu fikrimi ertelemek zorunda kalmıştım.
"Gir," dediğimde kapının karşısında ki kişi kapıyı beklemeden açmıştı. Gelen kişi dün bana odamı gösteren, konağın çalışanlarından Yasemin'di.
Kadın hafifçe gülümsedi. "Günaydın, Dilba Hanım, Yasemin ben." dediğinde bende gülümseme zahmetine girmeden onu yanıtladım.
"Günaydın."
Kadın yazmasının uçlarını çekiştirerek beni baştan aşağı süzdü. "Kahvaltıyı avluya kurduk, haber vermemi istediler."
Kafamı hafifçe salladım, "Tamam," dedim düz bir sesle, ardından kadını ardımda bırakarak odadan çıktım. Yasemin denen kadında hemen odanın kapısını kapatıp arkamdan gelmeye başlamıştı. Zemini adımlarımızla dövdüğümüz bu taş konak ihtişamıyla göz kamaştırıyordu. Bulunduğum bu noktadan tam üç avlu daha gözüküyordu ve bu da bu konağın büyüklüğünün bir göstergesiydi.
"Lebriz Hanım indi mi?" diye sordum merdivenlere doğru yürürken.
Adının Yasemin olduğunu öğrendiğim çalışan, adımlarını hızlandırıp bana yaklaştı. "Evet, indi ama biraz sinirli gözüküyordu," dedi sanki sabahtan beri bunu söylemeyi bekliyor gibiydi.
"Neden sinirliymiş?" diye sorduğumda kadın sesini biraz kısarak cevap verdi.
"Dün gittiğiniz yerde bir olay olmuş sanırım, bu sabah telefonla arayıp haber verdiler Lebriz Hanım'a. Arzu Hanım'da söylenip duruyordu."
Adımlarım duraksadı. Sinir ve alayla karışık bir edayla karşımda ki kadına baktım.
"Hangi sıfatla arıyorlar ya?" diye sordum sinirli bir sesle. "Hem Arzu'ya ne oluyor?"
Berşan Hanım'ın bu kadın hakkında söyledikleri şeylerin haklılık payı bir kez daha onaylandı zihnimde.
Yasemin ise söylemiş olmanın, dolayısıyla laf taşımanın verdiği hafif gururla karşımda dikiliyordu.
Bu duyduklarımla beraber kan beynime sıçrarken, "Terbiyesiz," diye mırıldandım. Şimdi birde bununla uğraşmak zorundaydım. Zaten düğünde yaptıklarım epey bir konuşulacaktı ve buda onun üzerine tuz biber olmuştu.
Ben önüme döner dönmez bedenim, sert bir bedene çarpıp duraksadığında sarsılıp geriye doğru sendeledim. Bu anlık sarsıntı zaten var olan sinirimi daha da arttırırken küfür etmemek için kendimi çok zor tutuyordum.
Yüzüme gelen saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırıp, çarptığım bedene baktım sinirle.
Yok artık.
Gözlerim karşımda ki heybetli bedene göz gezdirdiğinde ufak bir şaşkınlık nidası suratımda yer edinmişti. Simsiyah takım elbisenin, üzerinde kusursuz durduğu bedenin mükemmeliği bir yerden tanıdık gelmişti. Gömleğin üsten açık olan birkaç düğmesinden göze çarpan esmer teni kusursuzluğun ve uyumun beden bulmuş hali gibiydi. Dün gece siyah diye nitelendirdiğim gözlerin mükemmeliği gün ışığıyla beraber daha çok dikkat çekiyordu.
Gözleri bir rüzgar gibi yüzüme esti ve biçimli dudakları aralandı."Kimmiş o terbiyesiz?"
🖤
Bölüm Sonu.
|
0% |