@k_blackfire
|
6. BÖLÜM "Aykırı"
Şebnem Ferah, Çakıl Taşları.
Tesadüfler artık canımı sıkıyordu.
Ve bu bir tesadüf müydü, ben onu bile bilmiyordum.
"Kimmiş o terbiyesiz?" diye sorduğunda bir an ona öylece bakakaldım. Evet, o gün düğünde de karşılaşmıştık ama bu adam tam olarak kimdi ve şuan karşımda ne işi vardı gerçekten bilmiyordum. Biçimli dudaklarında varla yok arasında alaycı, uçuk bir tebessüm peyda olurken benim kaşlarım çatılmıştı.
"Sen?" diye sordum şaşkınlığımı belli eden bir sesle. Bana bakmaya devam etti, dün gece Baran denen çocuğu döven ama ismini hâlâ öğrenemediğim adam.
Yasemin, ellerini önünde bağlamış ve kafasını yere eğmiş bir şekilde bize bakarken benim yüzümde sorgulayıcı bir tavır vardı. Karşımdaki adam Yasemin'e gitmesi için eliyle bir işaret yaptığında Yasemin'in tek kelime dahi etmeden gitmesi şaşkınlığımı bir hayli arttırmıştı.
"Burada ne işin var senin?" diye sordum Yasemin'in arkasından bakarken. Ardından tekrar adama döndüm, sorduğum sorunun cevabını bir an önce almak istiyordum.
Gözlerini yüzümde gezdirdi. Yüzünde ki rahatlık ve alaycı ifade, sert yüz hatlarıyla beraber ona özgü bir hava katıyordu. "Aslında, bu soruyu benim sana sormam gerekiyor," diye cevap verdiğinde, bende devam etmesini beklercesine yüzüne baktım. "Boranlı Konaklarındasın," diye devam etti alaya alır gibi. Gözlerimi devirip sinirli bir ifadeyle yüzüne bakmaya devam ettim. Gözlerim cevabını alamadığım soruların merakıyla onun yüzünü inceliyordu. Adamın duruşu, bakışları ve tavrı sert ve kendine hastı. Her haliyle baskın ve sert bir izlenim veriyordu. Ağır abi bir tavrı vardı ama bu ona garip bir şekilde çok yakışıyordu. Her hareketiyle farklı bir adamdı.
Adamı aptal gibi incelemeyi bırakıp, kafamı aşağı yukarı hafifçe salladım. "Ne demek istiyorsun?" diye direttim, sabırsız bir çocuk edasıyla ama bir yandan da adamın gözlerine istemsizce bakasım geliyordu. Gözlerinin yoğunluğunu, kendi gözlerimde hissediyor olmam dikkatimi yeterince dağıtıyordu.
Gözlerim sorarcasına karşımda ki adama bakarken, onu dudaklarında yine uçuk bir tebessüm belirdi. Ama bu öyle bir gülümsemeydi ki sert duruşuna hiçbir zarar vermemişti. "Ali Azer Boranlı," dedi kusursuz sesini kelimeleriyle birleştirerek. İsminin ve ses tonuna verdiği o kusursuz tınının mükemmel uyumu zihnimin derinliklerine bir bıçak gibi saplanıp izini bırakmak istercesine süzüldü dudaklarından.
Ali Azer Boranlı.
Ne?
Gözlerim şaşkınlıkla az önce adını öğrendiğim adama bakarken, zihnime bir anda bomba gibi düşen o şoku atlatmaya çalışıyordum. Ne yani, dün gece o çocuğu öldüresiye döven bu adam, Berşan Hanım'ın oğlu, Ali Azer Boranlı mıydı?
Düğününü bastığım adam.
Lebriz Hanım'ın en değer verdiği torunu şu an karşımdaydı ve ben onunla dün gece çok kötü bir şekilde karşılaşmıştım. Berşan Hanım'ın oğluyla bu şekilde karşılaşmış olmam onun hiç hoşuna gitmeyecekti. Tabi benimde...
"Memnun oldum," dedi sesinde ki alaycı tınıyla. Ne düşündüğünü hiçbir şekilde kestiremiyordum ve bu onu daha da gizemli kılıyordu. Gözleri üzerimde gezinirken cümlesini tamamladı. "Yılanın Yavrusu."
Söylediği son kelimeler dün geceye yapılmış bir vurguydu. Ben ona şaşkın ve sinirli bir tavırla bakarken o gayet rahattı. Yüzümde ki şaşkın tavrımı düzeltip, bir aptal gibi görünmekten son anda kurtardım kendimi. Ama ne yazık ki hâlâ şaşkındım. Şuan içimden şansıma küfürler yağdırıyordum.
"Dilba Sonay'dı değil mi?" diye sordu, ismimi zikretme şekli garip hissetmeme neden olmuştu. "Ya da, Yılanın Yavrusu."
Duyduğum şeyle beraber saşkınlığımı gizlemek adına alaycı, hafif bir gülümseme yerleştirdim dudaklarıma. Mardin'e geldiğim gün havalimanında mırıldandığı o yılanın yavrusu hitabının söylenme amacını şimdi anlamıştım.
Kim olduğumu zaten biliyordu.
Ve ben o gün bu adamın düğününü bozmuştum.
"Şimdi anlaşıldı," diye mırıldandığımda sesim imâlıydı. "Sen biliyordun kim olduğumu." Adının Azer olduğunu öğrendiğim adamın bakışları gözlerimden ayrılmıyordu. Bakışları insanı kolayca aldatabilirdi ve ben, beni bakışlarıyla manipule etmesine izin vermeyecektim.
Gözlerini kıstı. Daha çok bir şeyi anlamak istercesine bakıyordu şimdi bana. "Bilmemek mümkün mü?" diye sordu sert bir tonla bezenmiş, kusursuz sesiyle. "Adil Bey'in bunca yıl adını bile bilmediği gayrimeşru kızının adını, bir gecede tüm Mardin duydu, ben mi duymayacaktım?"
Son söylediği cümle, beyni ele geçiren bir virüsün öldürmek için yaptığı son darbe gibiydi. Ensemde, yılarca ezmeye çalıştığım hayalet bir katilin nefesini hissediyordum. Can yakmak için çıktığım bu yolda, canımın ilk yanışıydı. Ve karşımda ki bu adam, canımı yakacak kelimelerin en canisini zihnime bahşetmişti. Bu kelimeyi başkasının ağzından duymak her defasında beni daha çok zehirliyordu. Ensemde ki nefes, nefret denen duyguyu yavaş yavaş kışkırtırken, karşımda ki adamın ifadesi oldukça rahattı. Ben ise, kanın beynime sıçramasına aldırış etmeden yapmacık ve alaycı bir gülüş yerleştirdim dudaklarıma.
Bu adama çok dikkat etmeliydim. Gözleri öyle bir ifadeyle bakıyordu ki, yüzüme inen soyut maskemin bile göreceklerini engelleyemeyeceğini düşündüm bir an. Ama buz gibi suratım ve yapmacık gülümsemem zihnimi bir perde misali örtmek istiyordu. "Pardon?" diye sordum, istemesemde öfkem sesime yansımıştı. "Bana o kelimeyle hitap etme hakkını sana kim veriyor?"
Yüzünde mimik dahi oynamadı. Söylediklerimi umursamadığını düşündüm ve bu daha çok sinirlenmeme neden oldu. Sinirimi bastıramadığımın farkındaydım ve bu işimi zorlaştırıyordu. "Bana bir daha böyle hitap etme," dedim buz gibi ve sinirli bir sesle. Yüzümde ki alaycı gülümseme silinip, yerini buz gibi ve sinirli bir ifadeye bırakmıştı.
Sinirim, kontrolümü kaybetmeme neden oluyordu.
Yapmasındı.
"Bu sinir daha dün bu konağa yerleşmiş bir kız için biraz fazla değil mi?" diye sorduğunda, sesinde ki imayı anlamam uzun sürmemişti. Dünkü olaydan bahsediyordu. Sanki Azat'ı ve Baran'ı döven o değilde benmişim gibi konuşuyordu, aslında bu soruyu ben ona sormalıydım.
Yüzüne baktım meydan okuyan bir tavırla. "Ben öfkeli değilim," dediğimde sesim buz gibiydi. "Bence bana öfkeden bahsedecek son insan sensin, dün olanlardan sonra..."
Yüzünde ki gülümseme daha da belirginleşti. Bundan keyif alıyor gibiydi. Gözlerimi devirip merdivenlere taraf yöneleceğim sırada söylediği kelime duraksamama neden olmuştu. "Teşekkür etmen gereken yerde söylediğin şeye bak," dediğinde yutkunma ihtiyacı hissetmiştim.
Kendinden emin bir tavırla bunu söylerken haklılık payı yüksekti.
"Mekânınıza öyle sapıkları almasaydınız olay falan çıkmayacaktı." diye mırıldandım. "Yani ben teşekkür edecek bir konu göremiyorum."
Sesime yerleşen imayla bunu söylediğimde onun dudakları hafifçe kıvrıldı. Gözleri yüzümde gezinirken ben ifadesizdim. "Öyle olsun," dediğinde cümlesinin sonuna yerleştirdiği o alaycı tını suratımın asılmasına neden olmuştu.
Gözlerime rahat bir tavırla son kez bakıp diğer konağın merdivenlerine taraf yöneldi. "Ha bu arada," dedi duraksayıp tekrar bana bakarak. "Azat denen şerefsizle arkadaşlık yapman sana hiç yakışmıyor, haberin olsun."
Sert tavrından ödün vermeden yanımdan uzaklaşırken beynime nüfuz eden sinir dalgasıyla baş başa kalmıştım. Gerçekten tehlikeli bir adamdı ve ona çok dikkat etmem gerekiyordu.
Yüzümde ki sinirli ifade yerini korurken öfkeyle mırıldandım. "Ruh hastası."
Anlaşılan o ki bu iş beklediğimden daha zor olacaktı. Öyle bir şeyin içerisindeydim ki her taraf tuzaklarla doluydu, ama bir sorun daha vardı; o tuzaklardan biride bizzat bendim. Kendi kuyumu kendim kazıyordum, ya da tam tersi o çukuru acılarla kapatıp yükseldikçe yükseliyordum. Bu sefer yenilen taraf ben olmamalıydım, bu sefer o çukura gömülmek istemiyordum; o çukurda büyümek istiyordum.
Merdivenlere taraf yöneldim ve ağır ağır aşağıya inmeye başladım. Avlu oldukça kalabalıktı. Aşağı inerken gözlerin üzerimde olmasına aldırış etmiyordum. Çalışan kadınlar bir yandan sofrayı hazırlarken bir yandan da bana bakıp aralarında bir şeyler konuşuyorlardı. Avluya indiğimde Berşan Hanım'ların oturduğu divana yöneldim. Lebriz Hanım, Adil Bey ve Arzu başka tarafta oturuyorlardı ve onların yanına gitmek gibi bir niyetim yoktu. Berşan Hanım'ın yanında, kızı olduğunu tahmin ettiğim bir kız, tanımadığım başka bir kadın ve küçük bir erkek çocuk vardı.
"Günaydın," diye mırıldandığımda hepsinin gözleri benim üzerime dönmüştü.
"Voah!" dedi gözlerini benim üzerime diken yerden bitme küçük çocuk. "Sen amcamın düğününü basan kız değil misin?"
Çocuğun ses tonu o kadar tatlı ve komikti ki bir an gülesim gelmişti. Çocuğun teni beyaz ama gözleri siyahtı. Çok tatlı bir yüzü vardı, boyu ve tipi en fazla beş yaşında olabileceğini gösteriyordu.
Annesi olduğunu tahmin ettiğim kadın çocuğu dürttü. "Fırat Can, ayıp oğlum!" Kadın çocuğunu uyardıktan sonra ayağa kalktı ve bana yaklaştı. Siyah dalgalı saçlarının üzerine örttüğü şifon şalı belinin üzerinde süzülüyordu. Dudaklarına sürdüğü hafif pembe ruj ve yanaklarında ki hafif kırmızılık süsüne düşkün bir kadın olduğu izlenimini veriyordu.
"Merhaba canım," dedi doğu aksanıyla birleşen yumuşak sesiyle. "Mercan ben, Harun'un karısıyım."
"Harun?" diye sorduğumda cevap veren kişi Berşan Hanım olmuştu.
"Harun, benim oğlum." Anladığımı belirtircesine kafamı salladım. Berşan Hanım'ın iki oğlu ve bir kızı vardı. Oğullarından biri Harun, diğeri ise malum kişi...
Azer.
Hafifçe gülümsedim. "Bende Dilba," dedim sesimde ki tınıyı yumuşak tutmaya çalışarak. "Memnun oldum."
Adının Mercan olduğunu öğrendiğim kadın kafasını hafifçe salladı. "Bende memnun oldum," dedi ve ardından etrafına bakındı. "Ay iyi oldu ama böyle konağa yeni birinin gelmesi, ben çok sevindim valla." Kadın eğlence arıyor gibiydi. İnsanları az çok tanırdım ve bu kadının entrika ve dedikoduya meraklı bir havası vardı. Yanında ki küçük çocuk gözlerini faltaşı gibi açmış ve gözlerini bir an olsun üzerimden ayırmıyordu.
"Sen onu birde Arzu yengeme sor," Berşan Hanım'ın kızı olduğunu düşündüğüm kız ruhsuz bir tavırla bunu söylediğinde, Berşan Hanım'ın yüzünde ki gülümseme artmıştı.
"Müstahak ona," diye mırıldandığında kız annesine hoşnutsuz bir tavırla baktı. Annesi ve Arzu arasında ki bu gerginlikten rahatsız oluyor gibiydi.
Ben rahat bir tavırla divana geçip oturduğumda Berşan Hanım'ın bakışları kızının üzerinde gezindi ve ardından bana baktı. "Siz tanışmadınız değil mi Dilba?" diye mırıldandı ve eliyle kızını gösterdi. "Kızım Ruken."
Kıza taraf bakıp kafamı salladığımda o da aynı şekilde karşılık vermişti. Bu sırada o malum akşam, düğününde yalnız başına bırakılan gelinde yanımıza geliyordu. Berşan Hanım onu gördüğünde bakışlarını hoşnutsuzlukla kadının üzerinde gezdirdi. "Bu da," dedi Berşan Hanım yeni gelinini göstererek. "Elvan."
Gelinim dememişti. Bakışları ve hareketleri bu kadını sevmediğini açık bir şekilde belli ediyordu.
"Memnun oldum," dedim gözlerimi Berşan Hanım'dan ayırıp isminin Elvan olduğunu öğrendiğim kadına bakarak.
Kadın kafasını salladı ve içten olmayan bir gülümseme yerleştirdi dudaklarına. "Bende memnun oldum."
Bu sırada Lebriz Hanım'ın bakışları benim üzerimde geziniyordu. Lebriz Hanım'ın bana bakan gözleri, içerisinde fazlasıyla sinir barındırıyordu ve bu sinir birilerinin yemeyip içmeyip yetiştirdiği haber yüzündendi.
Derken Lebriz Hanım'ın bakışları benim üzerimden ayrılıp merdivenlere taraf yöneldiğinde benim gözlerimde istemsizce oraya dönmüştü. Gelen kişi dikkatleri üzerine çekmeyi çok iyi başarmıştı şüphesiz. Bende dahil herkesin gozleri merdivenlere taraf dönmüştü. Azer önde yürüyordu ve gözleri avluda gezerken bir şeyler söylüyordu hemen arkasında yürüyen ve kardeşi Harun olduğunu düşündüğüm adama karşı. Konuşmaktan daha çok emir yağdırıyormuş gibi bir hali vardı. Gözleri çok kısa, hatta varlığından bile şüphelendiğim kadar kısa bir süre gözlerimle buluştu.
Bu kısa bakışmadan sonra, gözleri tekrar benden ayrıldı ve adımları Lebriz Hanım'ın olduğu tarafa doğru yöneldi. Ben o kısacık anın verdiği histen hemencecik kurtulup tekrar önüme döndüğümde Berşan Hanım'ın gözleri benim üzerimde geziniyordu.
"Azer'le tanışmışsınız," dediğinde bu konaklarda laf barınmadığını daha iyi anlamış oldum. Şu Yasemin denen kız yürüyen dedikodu makinesi gibiydi.
Bozuntuya vermeden kafamı salladım. "Evet, az önce tanıştık."
Ben bunu söylediğimde Berşan Hanım dudağının kenarından hafifçe gülümsedi. Elvan ise tek kelime etmeden öylece otururken, gözleri Azer'in üzerinden bir an olsun ayrılmamıştı.
Ve Azer'in gözleri şuan benim üzerimdeydi.
Elvan bunu fark etmiş olacak ki gözleri ben ve Azer arasında kısa bir mekik dokudu. Azer'e bakmıyordum lakin bakışlarının ağırlığını ensemde bir nefes gibi hissediyordum.
Elvan tekrar bana baktığında bu durum beni rahatsız etmeye başlamıştı. Zihnim, sinir uçlarımın üzerine prangalarını indirirken bakışlarım hiç olmadığı kadar soğuktu.
"Elvan ve onun başarısız girişimleri..." Mercan içine birçok ima sığdırdığı kinayeli ses tonuyla bunu söylediğinde Elvan'ın suratı daha çok asıldı.
Gözleri Mercan'a taraf bakarken, dudaklarından zar zor şu kelimeler döküldü. "Ne saçmalıyorsun Mercan?"
Aslında neyden bahsettiğini biliyor gibiydi. Mercan'ın neyden bahsettiği hakkında bir fikrim yoktu ve bu şey her neyse Elvan'ı sinirlendirmişe benziyordu. "Boşver," dedi Mercan alaycı bir gülümsemeyi yüzüne yerleştirirken. "Sen anladın nasıl olsa..."
Lebriz Hanım'ın avluya kurulmuş büyük masaya oturmasıyla herkes ayaklanıp masaya doğru yürümeye başladı ve bu ikilinin konuşması da burada kesildi. Biz masaya geçip oturduğumuzda çoğu bakış yine benim üzerimdeydi.
Muhtemelen hepsi, düğün günü olanlardan sonra bana baya önyargılıydılar.
Yan tarafımda Mercan ve onun yanında kocası Harun vardı. Öbür tarafımda Ruken karşı tarafımda ise Azer ve Berşan Hanım oturuyordu. Elvan eşinin yanında değildi hatta bulunduğu yer Azer'e oldukça uzaktı. Diğer tarafta ise, Adil Bey ve Arzu yanyana oturuyorlardı. Oğulları Orkun ise hemen çaprazımdaydı.
"Dilba," diye bir ses duyduğumda kafamı sesin sahibine çevirdim. Konuşan Mercan'dı. "Eşim Harun."
Mercan, yanında oturan hafif kumral adamı gösterip bunu soylediğinde bende hafifçe kafamı salladım. Adam oldukça güler yüzlü ve sevecen birine benziyordu.
"Çok memnun oldum, hoşgeldin," adam güler bir yüzle bunu söylediğinde bende hafifçe gülümsedim.
"Hoşbuldum."
Harun'la kısaca tanıştıktan sonra tekrar önüme döndüm. Adam abisine kıyasla oldukça güler yüzlü ve kibardı, Azer gibi kaba ve ukala değildi en azından.
Kahvaltı başladığında kimseden çıt çıkmıyordu. Lebriz Hanım'ın suratı asıktı ve bu sessizlik büyük ihtimalle ondan kaynaklanıyordu. Adil Bey derin bir sessizlik içerisindeydi ve tabağına dokunmadan öylece masayı izliyordu. Arzu ise beni izlemekle meşguldü, kim bilir aklından yine neler geçiyordu.
Derken masada kısık bir müzik sesi duyuldu. Çalan Harun'un telefonuydu lâkin Harun telefonu açmak yerine kökten kapatıp masaya ters bir şekilde koyduğunda çoğu kişinin bakışı onun üzerine dönmüştü.
"Kimdi o?" diye sordu Lebriz Hanım düz bir sesle. Harun sıkıntıyla nefesini verip Lebriz Hanım'a baktığında, Lebriz Hanım sabırsızca Harun'un cevap vermesini bekliyordu.
"Sorma babaanne," diye mırıldandı sıkıntılı bir tavırla. "Akrabalar dünden beri arayıp duruyorlar, bir bitmediler."
"Dertleri neymiş?" Lebriz Hanım bunu sorduğunda Harun yerinde huzursuzca kıpırdandı. Göz ucuyla Azer'e baktığında yüzünde ki huzursuzluk bariz bir şekilde artmıştı. Abisinden çekindiği açıkça belliydi.
Harun cevap vermeyince Lebriz Hanım'ın kaşları çatılmıştı. Ben ifadesiz bir şekilde onları izlerken Harun uzun bir süre daha cevap vermedi.
"Harun," diye bir ses duyuldu. Konuşan Azer'di. Sert bakışları kardeşinin üzerinde gezinirken yüzü oldukça ciddi görünüyordu. "Ne söyleyeceksen söyle."
Aslında ne söyleyeceğini biliyor gibiydi lâkin yinede bunu duymak istiyordu. Harun bakışlarını Azer'e yöneltiğinde; Adil Bey, Harun'dan önce davranıp araya girdi. "Ne için arayacaklar," dedi Adil Bey bakışlarını Azer'e yönelterek. "O gün kendi düğününde gelini bırakıp gittiğin için arıyorlardır."
Azer, bakışlarını yavaşça amcasının üzerinde gezdirdiğinde bakışları oldukça ölümcüldü. Yüzündeki sert ifade yerli yerindeydi lâkin bakışlarında ki ifade amcasına meydan okuyordu. "Düğün, öyle mi?" diye sordu dalga geçercesine. Geceden daha karanlık bakan gözleri küçümseyici bir ifadeyle Adil Bey'i süzerken dudakları hafifçe kıvrılmıştı. Yüzüne yerleşen alaycı tavır Adil Bey'i umursamadığını gösteriyordu. Biçimli dudaklarına yerleşen o hafif tebessüm yüzünde ki sertliği ve ciddiliği zerre hafifletmiyordu. Bu gülümseme onun kusursuz suratına haddinden fazla yakışıyordu ama konumuz şuan bu değildi. Bakışları amcasının asık suratında gezinirken rahat bir tavırla arkasına yaslandı. "O bir düğün değildi," dedi kendinden emin bir tavırla. "Bunu en iyi sen biliyorsun, Adil Bey."
Adil Bey ve Azer'in babası Ali Boranlı'nın kuzen olduklarını biliyordum lâkin Azer, Adil Bey'e düşmanıymış gibi bakıyordu.
Azer'in gözleri son cümlesiyle beraber kısa bir an benim üzerimde gezindi. Ben ifadesiz bir şekilde onları izlerken Azer'in bakışları tekrar Adil Bey'e dönmüştü. Kurduğu o cümleyle açıkça düğün günü çıkan olayı ima ediyordu.
Adil Bey, huzursuzca kıpırdandığında bakışları Azer'den ayrılıp olduğum tarafa dönmüş ama bakışları bana kavuşmadan yere inmişti.
Yüzüme bakamıyordu.
Azer'in, Adil Bey'e yaptığı imadan sonra Adil Bey'in ağzından başka bir kelime çıkmadı. Dudaklarıma alaycı bir gülümseme yerleşirken gözlerim Adil Bey'in suratında geziniyordu.
Onun ezilişini izlemek zevkliydi.
Ve bundan zevk alan sadece ben değildim.
Azer, Adil Bey'e son bir kez alayla bakıp sandalyesini geriye itti ve ayağa kalktı. Vücudunu tamamen saran siyah gömleği, yapılı vücudunu gözler önüne sererken, çalışanlardan biri elinde tuttuğu siyah ceketi özenle Azer'e uzatmıştı.
"Nereye oğlum, kahvaltını yapsaydın..." Lebriz Hanım bunu söylediğinde Azer ceketini alıp göz ucuyla Lebriz Hanım'a baktı.
"İşim var." dediğinde gözleri Lebriz Hanım'dan ayrıldı ve arkasını dönerek kapıya doğru yürümeye başladı. "Güven."
Azer tavrından ödün vermeden kapıya doğru yürürken, çağırdığı adamda hemen peşine takılmıştı.
"Ah Adil, ah!" Lebriz Hanım somurtgan bir tavırla söylendiğinde, Adil Bey'in yüzü kaskatı kesilmişti.
Bakışlarını Büyük Hanım'ın üzerine dikti ve sinirle konuştu. "Senin torunun o akşam kendi düğününde karısını tek başına bırakıp gitti," diye bağırdı gözlerini Lebriz Hanım'dan ayırmadan. "Sonra bu kız yüzünden tüm Midyat'a rezil olduk. Hala suçlu olan ben miyim Lebriz Ana?"
Adil Bey'in beni göstererek söylediği bu kelimeler alayla gülümsememe neden olmuştu ve söylediği şeyleri zerre umursadığım söylenemezdi. Lebriz Hanım'ın gözleri Adil Bey'in üzerinde sinirle gezinirken herkes sessizce olanları izliyordu.
Lebriz Hanım küçümseyici bakışlarını Adil Bey'in suratında birkaç kez gezdirdi. "Sen torunlarımın yaptıklarını sorgulayacak şansı çoktan kaybettin Adil," diye konuştuğunda sesi otoriter ve ima doluydu. "Sen önce kendi günahlarını temizle, öyle çık karşıma."
Adil Bey'in suratı kaskatı kesilirken Lebriz Hanım'ın suratına bir süre boş bakışlarla baktı. Ardından bu söylenenlere daha fazla dayanmamış olacak ki hızla masadan kalktı ve yanımızdan ayrıldı.
Berşan Hanım'ın keyfine diyecek yoktu, öyle ki yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. Arzu ise merdivenlerden sinirle çıkan kocasının arkasından bakakalmıştı.
"Annem haklı," dedi Berşan Hanım, Arzu'ya ima dolu bir bakış atarken. "Doğruya doğru."
Gözlerimi devirdim ve arkama yaslanarak, Arzu'nun sinirden nasıl kızardığını izledim. Bana karşı müthiş bir öfke duyduğunun farkındaydım ve bu öfkenin onda birini kocasına gösterse belki de beni bu kadar haksız görmeyeceğini düşündüm.
Maalesef ki öfkenin yönü, onun hayatındaki konumunu düşürüyordu.
Bu acıydı
•••
Zihnim, gözbebeklerimin üzerine indirdiği prangalarını ağırca kaldırırken, beynim içine nüfuz eden sinir dalgasıyla beraber çırpınmaya devam ediyordu. Sabahtan beri odamda öylece uzanıyordum ve ne uyuyabilmiştim ne de baş ağrım geçmişti. Doğrulup ayağa kalktığımda yüzüme gelen saçlarımı geriye doğru ittim. Başımda ki ağrı saatler geçmesine rağmen hala etkisini devam ettiriyordu.
İlaç almalıydım.
Saçlarımı düzeltip telefonumu elime aldım. Helin birkaç defa aramıştı ama şuan konuşacak durumda değildim.
Odadan çıktığımda tenime değen rüzgar hafif bir şok etkisi yaratmıştı. Saçlarım rüzgarın darbesiyle geriye doğru savrulurken birkaç adım ilerledim. Avluya baktığımda, orada bir kaç saniye takılı kaldı gözlerim. İşte en dikkat etmem gereken kişi avludaydı ve yanında sağ kolu olduğunu tahmin ettiğim adam vardı. Onu en son kahvaltıda görmüştüm ve konağa ne zaman geldiği hakkında bir fikrim yoktu. Etrafta bir kaç çalışan koşturup duruyordu vereceği hiç bir emri kaçırmamak için. O kadar korkuluyordu ki, bu konaklarda Adil Bey'den daha çok saygı gösteriyorlardı ona.
Yanında ki adamla avluda oturmuş bir şeyler konuşuyorlardı. Onları izlediğimden habersizdiler. Ne konuştuklarını duymuyordum lâkin işle ilgili olduğu aşikardı. Elinde tuttuğu bardak yarısına kadar doluydu. Viski olduğunu tahmin ettiğim şeyi bir dikişte içip bardağı önünde ki küçük masaya yavaşça bırakırken bir yandanda yanında ki adamı dinliyordu.
Gözlerimi onlardan ayırıp merdivenlere taraf yöneldim. Başım ağırıyordu ve biliyordum ki ilaç almadan asla geçmezdi. Merdivenlerden yavaş adımlarla inerken ayakabılarımın zeminde bıraktığı tok ses kulaklarımda yankılanıyordu.
Merdivenlerin yarısına ulaştığımda artık onun da bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum.
Ona taraf bakmadan ilerlemeye devam ettim. Rüzgardan dolayı saçlarım yüzüme geliyordu ama umursamadım. Midyat'ın akşamlarının rüzgarlı olması hoşuma gidiyordu.
Merdivenleri inip mutfağa taraf yöneldiğimde bulunduğum konumdan dolayı gözlerimiz istemsizce kesişmişti. Ona bakmaktan çekinmiyordum, tam tersi sanki bir güç ona bakmam için bana cesaret veriyordu.
Ama bu tehlikeliydi; ve ben yine herzaman ki gibi tehlikeye bir mıknatıs gibi çekiliyordum. Bunu engellemek için her yolu deneyebilirdim, ya da tam tersi o tehlikeye kendi ayaklarımla, koşa koşa gidebilirdim. Ama bu sefer durum farklıydı, bu sefer ipler tam olarak benim elimde değildi. Bunu hatırlamak içimde küçük bir huzursuzluk doğurmuştu.
Buna rağmen gözlerimizin kesiştiği o kısacık sürede bile biraz da olsa gerildiğimi hissettim. Tam olarak emin değildim ama ondan aldığım enerji çok farklıydı. Sanki herşeyi biliyormuş gibi hissediyordum.
Bu kuruntudan başka bir şey değildi.
Gözlerimi ondan ayırıp mutfağın kapısını açtığım gibi içeri girdim. Ben içeri girer girmez mutfaktakilerin gözleri üzerime dikilmişti. Yüzüme o herzaman ki umursamazlık maskesini takmıştım ve kimsenin eline şimdiden koz vermek istemiyordum. Özellikle, şu sıralar fazla dikkat çekiyordum ve oldukça dikkatli olmam gerekiyordu. Neyse ki şimdilik herşey kontrolüm altındaydı.
Mutfakta benimle beraber dört kişi vardı; biri mutfakta çalışan kadınlardan biriydi, köşede ki masada Elvan ve Ruken karşılıklı oturuyorlardı ve gözleri benim üzerimdeydi. Özellikle Elvan beni baştan aşağı süzmüştü.
Onları umursamadan tezgaha doğru ilerlemeye başladım. Baş ağrım gittikçe artıyordu, son bir senedir yaşadıklarım bunu daha da tetiklemiş olacak ki sık sık baş ağrısıyla uğraşıyordum.
Çalışan kadına ilacın yerini sorduğumda, kadın hemen ilacı bulup bana vermişti. Kadına teşekkür edip ilacı aldım ve sürahiden biraz su doldurdum önümde ki bardağa.
İlacı içtikten sonra derin bir nefes alma ihtiyacı duymuştum. O sırada gözleriyle beni süzen Elvan ve Ruken'i de görmezden gelmiştim. İstedikleri kadar izlesinlerdi. "Neyin var Dilba?" diye sordu o sırada bir ses. Hafifçe kafamı çevirdim ve sesin sahibine baktım. Konuşan Elvan'dı. Yeşil gözlerini üzerime dikmiş sahte bir merakla bana bakıyordu.
"Bir şey yok," dedim soğuk ve düz bir sesle. "Baş ağrısı."
Kafasını aşağı yukarı salladı. "Geçmiş olsun," bunu duyduğumda bende hafifçe kafamı salladım.
"Sağol."
Ben bunu der demez mutfağın kapısı açıldı ve bir kadın içeriye girdi. Konağın çalışanlarından biriydi gelen. Kadın soluğuna karışmış bir telaşla içeriye girdikten sonra direkt olarak bakışları tezgahın başında duran başka bir çalışan kadına yönelmişti. "Hatun abla, Büyük Hanım avluya iki kahve istedi."
Hatun denen orta yaşlı kadın, kafasını sallayıp kahveleri yapmaya koyulduğunda bende tezgaha yaslanıp kollarımı önümde bağladım.
Mutfakta benimle beraber beş kişi vardı. Elvan, Ruken, adının Hatun olduğunu öğrendiğim kadın ve ve bir başka çalışan kadın. Mutfak baya bir genişti ve çalışanlar rahatça işlerini yapabiliyorlardı.
Derken, Elvan kafasını hafifçe kaldırdı ve kapının önünde kahveleri bekleyen kadına taraf döndü. "Hatice," dedi sorup sormamakta tereddüt eder gibi. "Azer avluda mı hâlâ?"
Hatice bunu duyduğunda gözlerini Elvan'a çevirdi. "Evet," dedi kinayeli bir sesle. "Büyük Hanım'da yanına geçti az evvel."
Elvan, önüne dönüp parmağındaki yüzükle oynamaya başladığında, bende elimde ki bardağı tezgahın üzerine bırakıp mutfaktan çıkmak için kapıya yöneldim.
"Dilba Hanım." Adımın zikredilmesiyle adımlarım olduğu yerde duraksamıştı. Kafamı Hatice'ye taraf çevirip sorar gözlerle yüzüne baktım.
Kadın, kafasıyla avluya taraf bakan mutfak kapısını gösterdi. "Büyük Hanım, bir yanıma uğrasın dedi."
Gözlerimi devirme isteğimi zar zor yenip düz bir ifadeyle Hatice'ye baktım. "Niye çağırıyor ki beni?"
Derin bir nefes verdi ve ardından benden pek haz etmeyen bakışlarını dikti üzerime. "Ne bileyim ben?" dedi düz bir sesle. "Sorgulamak bize düşmez."
Kafamı belli belirsiz salladım. "İyi," dedim yüzüme alaycı bir ifade yerleştirerek. "Gidelim bakalım."
Onu dalgaya aldığımın farkındaydı, bundandır ki yüzünde somurtgan bir ifade belirmişti. Umursamadım ve bakışlarımı ondan ayırıp kapıya doğru yürüdüm. Mutfaktan çıktığımda avluya doğru yürümeye başlamıştım.
Ne söyleyeceğini az çok tahmin edebiliyordum lâkin yinede herşeye hazırlıklı olmalıydım. Burada neden olduğumu hatırlattım kendime, asla çizgimin dışına çıkmamalıydım. Akılıca davranmak zorundaydım. Hata yapma şansım yoktu.
Bu sefer başka şansım yoktu.
Adımlarım avluya vardığında dik duruşumu hiç bozmamıştım. Lebriz Hanım avludaki tekli koltuğa kurulmuş ve gözlerini üzerime dikmişti. Azer ise aynı yerindeydi. Yanında ki adam ortalıklarda görünmüyordu, gitmiş olmalıydı.
Bu sefer Azer'e taraf bakmadan Lebriz Hanım'ın karşısına geçtiğimde, içimde hiç bir korku veya heyecan belirtisi yoktu. Diken üstünde olmaya alışıktım, artık o dikenler canımı acıtmıyordu.
Lebriz Hanım gözlerini üzerimde bir süre gezdirdi. "Geç otur kızım," dedi düz bir sesle. Tereddüt etmeden geçip oturdum yandaki koltuğa. Azer şuan tam karşımdaydı, ona taraf bakmıyordum lâkin onun bana baktığını biliyordum.
Gözlerim Lebriz Hanım'ın üzerindeydi. Kadın beyaz saçlarının yarısını kapatan ve pahalı bir broşla tutturulan şalını eliyle hafifçe düzeltikten sonra tekrar bana baktı. "Alışabildin mi bari konağa?" diye sordu söze başlayarak. Kadının duruşu asaletin vücut bulmuş hâli gibiydi. Ne yaşadığını bilmiyordum lâkin tecrübeli ve otoriter bir kadın olduğu her halinden anlaşılıyordu.
"Alıştım sayılır." dedim düz bir sesle.
Kafasını salladı ve beni onayladı. "İyi bari," Lebriz Hanım bunu derken gözlerim istemsizce Azer'e taraf kaymıştı. Kollarını oturduğu tekli koltuğun iki yanına koymuştu. Üzerinde ki siyah gömleğinin kollarını kıvırmıştı ve pahalı saati kolunda hafifçe parıyordu. Gömleğinin üstten bir kaç düğmesi açıktı, esmer teni simsiyah gözleriyle mükemmel bir uyum içindeydi.
"Bende bir seninle konuşayım dedim." Gözleri çözemediğim bir ifadeyle beni izlerken Lebriz Hanım'ın sesini duymamızla beraber ikimizin bakışları ayrılmıştı. Gözlerimi tekrar Lebriz Hanım'a çevirip söyleyeceklerini bekledim.
"Madem bu ailenin kızısın," dedi gözlerini üzerimde gezdirirken. "Bu konakların kurallarını da öğrenmelisin."
Kafamı salladım. Bunları söyleyeceğini biliyordum. Her ne kadar dinlemek istemesemde bunu dışarı yansıtmadığımı da biliyordum. Bir yola çıkmıştım ve bu yolda oyunculuğum en büyük yardımcımdı.
"En önemli şey saygıdır," dedi diri bir sesle. "Saygıda kusur etmeyeceksin," Öğrencisine ders veren bir öğretmen edasıyla bunları söylerken ben ifadesiz bir şekilde onu izliyordum. Cevap vermemi beklemeden devam etti. Bir an önce bu konuşmayı bitirmek istiyor gibiydi. "Eskisi gibi her dakika gezip tozmak olmaz. Sen artık bu konağın kızısın, Adil Bey'in kızı şöyle yaptı, böyle yaptı diye milletin ağzına laf veremeyiz."
Kaşlarımı kaldırdım. Söylediği şeyleri yadırgamıyordum lâkin bu laf bana oldukça gülünç gelmişti ve ben malesefki bunu saklama gereği duymamıştım. Yaptığı uyarı dün geceye olan kızgınlığını açıkça ifade ediyordu. Yüzüme yerleştirdiğim gülümsemeyle ikisininde gözleri üzerime dikilmişti.
"Komik olan bir şey mi var küçük hanım?" diye sordu Lebriz Hanım sinirli görünmeye çalışarak.
Duruşumu dikleştirip Lebriz Hanım'a taraf baktım. "Benim Adil Bey'in kızı olmam başlı başına bir olay zaten," Ben bunu dediğimde Lebriz Hanım'ın yüzü daha da ciddileşmişti. "Milettin ağzına zaten yeterince laf verdiniz," diye devam ettim umursamadan. "Bence bu uyarılarınız hiç bir şeyi değiştirmeyecek."
Lebriz Hanım'ın gözleri sert bir tavırla beni süzüyordu. Ne dediğimin ve ne yaptığımın gayet farkındaydım ve herhangi bir pişmanlık duymuyordum. Duymam gerektiğini de düşünmüyordum.
"Konuştukları gibi susarlar," dedi o sırada bir ses. Gözlerim onun siyah gözleriyle buluştuğunda onun yüzü oldukça ciddiydi. Evet bunu söyleyen Azer'di. Sesi de kendisi gibi sert ve soğuktu.
Gözlerini benden ayırmıyordu. Ne düşündüğünü anlamak imkansız gibiydi. En azından şuan ben ne düşündüğünü anlamıyordum.
Sorar gözlerle ona baktım. "Nasıl yani?" dedim inanmadığımı göstermeye çalışarak. Ben bunu sorduğumda yüzünde mimik oynamamıştı. İfadesini korumayı çok iyi başarıyordu.
"Bu ilk değil," dedi elinde daha önce farketmediğim bir şeyle oynarken. Altın renkli bir zippoydu ve üzerinde siyah bir yılan tasviri çarpıyordu gözüme. Özel bir şey olduğu gayet belliydi. Çakmağı elinde ritmik bir şekilde çevirirken gözlerim istemsizce çakmağa doğru kayıyordu. Daha doğrusu üzerinde ki yılan işlemesine...
Yılan dövmesi.
Feraye Sonay.
Buke.
Sakinim.
Sakin ol.
Avuçlarım terlemeye başlamıştı. Ensemde hissettiğim sıcaklık yüzünden derin bir nefes alma ihtiyacı duyuyordum lâkin bunu şu an yapamazdım. Gözlerimi çakmaktan ayırdım ve Azer'in yüzüne baktım tekrar. Gözleri yine üzerimdeydi ve elindeki çakmakla oynamaya devam ediyordu. Hemen şimdi durmasını istiyordum, burada akıl sağlığımla oynamak istemiyorsa hemen şuan durmalıydı.
"Milletti susturmaya alışıksınız anladığım kadarıyla." dedim imalı bir sesle gözlerim tekrar elindeki çakmağa kayarken. "Bu ilk değil dedin ya hani..." Boğazımda hissettiğim yanma hissiyle beraber zorlukla yutkundum. Azer'in yüzü ifadesizdi. Söylediğim şeyle beraber elinde ki çakmakla oynamayı bırakmıştı ama çakmak hâlâ elindeydi. Onu gözümün önünden çeksindi artık.
Azer, oturduğu tekli koltukta hafifçe doğruldu ve gözlerimin içine baktı soğuk bir biçimde. Elindeki yılan işlemeli çakmağı masanın üzerine koydu sanki şuan aklımı okuyormuş gibi. Ama hiç bir şey anlamadığını biliyordum. Eğer gizlemeyi başardıysam tabi...
Dirseklerini dizlerine yaslayıp ellerini birleştirdi ve kafasını hafifçe yere eğdi. "Biz susturmuyoruz," dedi kafasını hafifçe kaldırıp bana bakarken. Oldukça kendinden emin konuşuyordu. "Onlar biz konuştuklarını duymadan kendileri susuyorlar."
Söylediği şeyle kaşlarımı kaldırdım. "Açıkça kimse cesaret edemez demek istiyorsunuz yani?" dedim imâlı bir sesle. Bunu söylerken dün akşam Azat'la olan olayı hatırlatmaktı amacım. "Nedense hiç şaşırmadım."
Dudaklarında uçuk bir tebessüm peyda olurken masadaki çakmağı tekrar eline alıp arkasına yaslandı. Yüzünde hafif alaycı bir tavır olduğunu görebiliyordum bu sefer ama gözleri yine sert bakıyordu. "Kimin nasıl anladığına bağlı." dedi alaycı bir ses tonuyla ve çakmağı nihayet gözümün önünden çekip ön cebine koydu.
Çakmağın görüş açımdan çıkmasıyla birlikte biraz olsun üzerimde ki gerginliği atabilmiştim. Korktuğum şey o yılan işlemesi değildi aslında, kortuğum şey; o işlemenin bana hatırlatığı şeylerdi.
O şey bana yılar önce ki zifiri karanlığı hatırlatıyordu.
Çocukluğumu hatırlatıyordu...
En büyük sınavımı hatırlatıyordu.
Nefreti hatırlatıyordu.
Gözlerimi Azer'den ayırıp Lebriz Hanım'a çevirdim bakışlarımı. "Söyledikleriniz bittiyse ben odama çıkabilir miyim?" diye sordum buz gibi bir sesle. Hoşnutsuzlukla kafasını salladı. Tavırlarımdan pek hoşlanmadığı apaçık belliydi.
Oturduğum yerden kalktım ve merdivenlere doğru ilerlemeye başladım, bu sırada Azer'in çalan telefonuyla kalkıp kapıya doğru ilerlediğini görebilmiştim. Bense yukarı çıktığım gibi kendimi odama atmıştım. Üzerimde büyük bir yük varmış gibiydi ve bu yük nefesimi kesiyordu.
Odada ki büyük yatağın üzerine yavaşça oturup derin bir nefes aldım. Sakinleşmeyi umsamda soluk boruma sıkışıp kalan nefesim aşağı inmemek için ant içmiş gibiydi.
Yutkunduğumda gözlerimin önünde beliren soluk geçmişe büyük bir öfke duyduğumu hissediyordum. Elimde olsa o geçmişin boğazına yapışır, tek bir kelime dahi etmeden dakikasında siler atardım lâkin bu asla mümkün değildi çünkü ben geçmişin boğazına yapışmadan önce onun elleri çoktan benim boğazıma sarılmıştı.
Çünkü; nefeslerimin üzerinde katlettiğim geçmişimin bedduası vardı.
Düşüncelerim bir yağmur damlası gibi zihnime birer birer düşerken çıkardığı tek ses koca bir hiçti. Her halükarda kendi zihnimle savaşıyordum. Karşımdaki duvara bakan donuk gözlerimi oradan ayırıp oturduğum yerden kalktığımda yüzüme gelen saçlarım beni daraltmaya başlamıştı. Banyoya doğru yavaş adımlarla ilerlerken bir yandanda bileğimdeki lastikle saçlarımı tepeden gelişigüzel topluyordum.
Banyoya girdiğimde aynada ki soluk görüntüme baktım kısa bir süre. Musluğu açıp bir kaç kez yüzüme buz gibi suyu çarptığımda bu resmen şok etkisi yaratmıştı. Yine aynı şey oluyordu işte. O çakmak içimdeki külleri tekrar alevlendirmişti. Böyle olmamalıydı.
Olmaması gerekiyordu.
Lavabonun üzerindeki küçük dolabı açtım ve içinden aldığım ufak bir havluyla hızlı bir şekilde yüzümü kuruttum.
Dolabı kapatıp ellerimle lavaboya tutundum. Kafamı kaldırıp aynaya baktığımda zihnim karmakarışıktı. Kafamın içinde ki katil düşünceler nefretini gözlerime akıtıyordu. Huzur, bir okyanusun ortasında mahsur kalmış ufak bir sandal gibiydi ve o sandal zihnimin kıyılarına asla erişemeyecekti.
Bu sırada kulağıma gelen kısık müzik sesi gözlerimi kendi gözlerimin odağından kutarırken telefonda beliren isme değdirdim bakışlarımı.
Volkan.
Siktir.
Gözlerim ekranda birkaç saniye takılı kalırken aradığı zamanlamanın mükemeliğine içimden küfürler yağdırıyordum.
Biliyordum açmazsan aramaya devam ederdi.
Telefonu duvara fırlatma isteğim baskın bir şekilde zihnime girerken, zamanlamanın ve içinde bulunduğum durumun verdiği sinirle dudaklarımı ısırdım. Gözlerim telefon ekranında gezinirken arayan kişinin beni aramaya son verme gibi bir niyeti yok gibiydi.
Telefonu açtım.
"Dilba," Yüksek ses kulağıma çarptığında telefonu kulağımdan hafifçe uzaklaştırdım.
"Ne bağırıyorsun be?" diye carladığımda aldığı derin solukları işitebiliyordum. Banyodan çıkıp yerde öylece duran valizlerime doğru yöneldim.
"Konağın önündeyim, aşağı insene iki dakika." Duyduğum şeyle beraber gözlerim faltaşı gibi açılırken öfkelendiğimi hissediyordum. Bu çocuk burayı nereden bulmuştu?
"Ne demek konağın önündeyim?" diye sorduğumda sesim oldukça sinirli çıkıyordu. "Kafayı mı yedin sen, Volki?"
"Kızım gelip saray gibi konağa yerleşmişsin, bana haber vermiyorsun." Derin bir nefes aldı ve devam etti. "Bak eğer şimdi gelmezsen ben gelirim."
Gözlerimi devirdim. "Kes sesini, Volkan. Sen kim oluyorsun da beni tehdit ediyorsun?" dediğimde küfür etmemek için kendimi çok zor tutuyordum.
"Dilba!"
"Gelemem, kapat telefonu." diye söylendim lafını sinirle keserek. Lâkin pes edeceğe benzemiyordu.
"Sen bilirsin Dilba, ben geliyorum o zaman."
Şansını fazla zorluyordu. Herkes kendini fazla önemli zannetmeye başlamıştı ve bu benim canımı sıkıyordu. Başka bir durumda olsam bu kelimeleri ona yedirirdim ama ben öyle bir durumdaydım ki hata yapma gibi bir lüksüm yoktu.
"Yaparım Dilba." dedi, sesi oldukça kararlı çıkmıştı. Bu çocuk önünü arkasını düşünmeden hareket eden biriydi ve kesinlike yapmaz diyemiyordum.
"Seni gebertirim Volki," dediğimde öfkeyle nefesimi verdim. "Başka işin yok mu senin ya?"
"Yok," diye bağırdı. "Kızım zor durumdayım diyorum, yardım etmen lazım."
Gözlerimi devirdim. "Tamam," dedim ölüm gibi bir sesle. "Tamam Allah'ın cezası, sakın kimseyle konuşma ben gelene kadar." Telefonu yüzüne kapattığımda içimden binbir türlü küfür yağdırıyordum.
Sabrım sınanıyordu.
İçeri girmesini göze alamazdım. Konağın önü adamlarla doluydu ve çıksam kesinlikle yakalanırdım. Volkan'la yakalanırsam da her şey ortaya çıkardı. O boş boğaz herşeyi açığa çıkarabilirdi ve ben buna izin vermemeliydim. Bugün çok fazla dikkat çekmiştim ve yeni bir yakalanma vakası olayları kontrolden çıkartabilirdi.
Acaba ne zırvalayacaktı yine Allah'ın manyağı.
Banyodan çıktım ve odanın kapısına doğru yöneldim. Yapacak bir şey yoktu, gizlice çıkacaktım.
Odadan çıktığımda avluya hızlıca göz gezdirdim. Lebriz Hanım hâlâ avludaydı ama Azer yanında yoktu. Zaten çıktığını görmüştüm lâkin kontrol etmekte fayda vardı. Etrafıma bakındım, arka taraftan çıkabilirdim ama oradan çıkmam için duvardan atlamam gerekebilirdi. Arka tarafta arabalar için büyük bir kapı olduğunu görmüştüm lakin o koca kapıyı açtığım an yakalanırdım, bu durumda geriye tek bir ihtimal kalıyordu. Tırmanacaktım.
Kimseye görünmemeye çalışarak merdivenlerden indim ve konağın arka tarafına doğru sessizce ilerledim. Aslında burası tam arka sayılmazdı ama avludan görünmediği için buradan çıkabilirdim. Arka tarafta adamların olma ihtimali vardı ve bu riski göze alamazdım.
Köşede ki boş saksılardan birini ters çevirdim ve hızla üzerine çıktım. Kollarımı uzatıp, parmak uçlarıma kalkarak duvara tutunduğumda gücümü kollarıma verip ayağımı duvarın üzerine zorluklada olsa atabilmiştim. Duvarın üzerine çıktığımda sağ kolumun dış kısmı sürtünmeden dolayı hafifçe kesilmişti ama pek önemli bir şey sayılmazdı.
Beklemeden duvardan atladığımda Midyat'ın taş sokaklarından birindeydim şimdi. Telefonum yere düşmüştü ama konağın ışıkları bulunduğum bölgeye pek vurmadığı için sokak karanlıktı. Devasa konağın gölgesi sokağın ışığını bir bıçak misali kesiyordu ve bu sokak şu an tamamen karanlıktı.
Şansızlığım bir gölge misali peşimden ayrılmazken gerginliğin keskin uçları zihnimin zirvesine acıta acıta ulaşmaya çalışıyordu. Ve bu gün, üzerinde uğursuz bir karabulut varmış gibi lanetini benim üzerime yağdırıyordu.
Bıkkın bir nefes verip düşen telefonumu aramaya başladığımda, akşam akşam uğraştığım şeye lanetler yağdırıyordum. Birazdan akşam yemeği yenecekti ve ben o zamana kadar bu işi halledip konağa geri dönmeliydim ama kaybolan telefonum işimi yeterince zorlaştırıyordu. Yere eğilip daha yakından baktım ve elimle telefonumu aramaya başladım. Sonunda elime gelen telefonu hissettiğimde telefonumu elime alıp hızla yerden kalktım ve beklemeden ekranını açtım. Bir yandan telefonun kırılmamış olmasına sevinirken, içine düştüğüm durumun farkına varıp hemen aramalara girdim. Volkan'ın isminin üzerine tıkladığımda telefon beklemeden çalmaya başlamıştı.
Telefon bir kere çalmıştı ki arkamdan gelen ışıkla beraber dikkatim ortalarına taş atılan bir kuş sürüsü gibi aniden dağıldı. Araba farları tüm sokağı aydınlatırken omzumun üzerinden hafifçe arkama döndüm lâkin arabanın ışığından dolayı içinde oturan kişinin kim olduğunu göremiyordum.
Volkan ise hâlâ telefonunu açmamıştı.
Arabanın kapısının açılma sesi kulağıma iliştiğinde gözlerimin ışıktan dolayı acıdığını hissettim. Elimi gözümün önüne kapatıp ışığı engellemek istediğimde arabada ki kişi çoktan aşağı inmişti. Sokata taş sokağın kuru zeminine basan ayak sesleri ve siyah jeep arabanın motor sesinden başka hiçbir ses yoktu. Arabanın farlarının arasından seçebildiğim heybetli beden zihnimin boşluklarından süzülen tanıdık bir görüntüyü gözlerime bahşetmişti.
Olamaz.
Gözlerim arabadan inen kişiyi tanıdığında aşinası olduğum o yüz ve boşluğu delip geçen o ses tonu sokağın ortasında ve benim zihnimde defalarca kez yankılandı.
"Kaçmaya mı çalışıyordun Yılanın Yavrusu?"
...
Bölüm Sonu
|
0% |