@k_blackfire
|
7. BÖLÜM "Ateşin Gölgesi"
Çünkü ben, yıllar önce söndürülmüş bir ateşin kalan son külüyüm. •••
Hayatım, siyah beyaz bir fotoğrafa benziyor ve ben o fotoğrafın ucunu ateşe vermiş gibiyim.
Ateşte yakar, insanda.
Ama insanın yaktığı yer o kadar acı verir ki; acı denen şey manasından utanır. Giden bir insanın arkasından sinirle bağırman gibidir hayat savaşı; çünkü o giden geçmişin ta kendisidir ve sen canını ortaya koysan dâhi geri gelmeyecektir.
Lisedeyken çalıştığım kafenin sahibi olan yaşlı bir amca bana şöyle demişti; vicdansızlar, vicdanı hiç görmemiş olanlardır. Belki de benim demir prangalı hayatımın en saf özetiydi bu cümle. İnsan görmediği bir şeyin varlığını bilemezdi ve ben o şeyi küçük bir kız çocuğunun nefesi kesik hıçkırığına gömmüştüm bir gece yarısı...
Vicdanım bitti.
Duygularım bitti, bitirdiler.
Biz ölümle değil, hayatla savaşmak zorunda bırakıldık. Bundan seneler önce, ışığı kovulmuş zehirli bir gecede yaşama hevesimi ipe götürdü beni hem yaşatan hemde öldüren biri.
Riyakar bir ölümle bezendi ruhumun sol tarafı, sonra kapkara topraklar atıldı üzerime; ama hiçbiri onun kestiği gibi kesemedi nefesimi.
Yıldızların hakimiyetinin aydınlatmaya yetmediği bu taş zeminli dar sokakta, gözlerimin odaklandığı tek şey, karşımda ki adamın karanlık bakan siyah gözleriydi. Siyaha bulanmış zihnimin izbe boşluklarına sinsice sızan gerilim dalgasını oradan sağ çıkarmayacağımı bilsemde, derin bir nefesi ciğerlerime bir türlü çekememiştim.
"Kaçmaya mı çalışıyordun Yılanın Yavrusu?" Sözleri zihnimde defalarca kez yankılanırken, şans denen şeyin beni bir kez daha sırtımdan bıçaklamasına lanetler ettim. Gözleri sert ve karanlık bakıyordu. Bulunduğum durumun çıkmaz bir sokağa benzemesi ruhumu daraltırken, gözlerimdeki soğukkanlılığı bir an olsun değiştirmedim.
Elinde çalmakta olan bir telefon vardı ve ben tahmin ettiğim şeyin olması taraftarı değildim. Azer, ağır adımlarla bana doğru yürüdü ve tam karşımda durdu. Gözleri gözlerimden ayrılmazken, telefonu kaldırıp bana gösterdi ve bu beynimde ki gerilimin patlak verdiği andı.
Dilba.
Ekranda gördüğüm isim, zihnimde ki tahminlerin tutmuş olduğunu bir tokat gibi yüzüme çarptığında, bakışlarım ekranda bir kaç saniye gezindi.
Şimdi daha iyi anlıyordum; Midyat'ın her karışı bu adamın tuzaklarıyla doluydu ve ben geldiğim günden beri attığım her adımda onun engellerine takılıyordum.
Telefonun sesi nihayet sustuğunda, o da telefonu gözümün önünden çekmişti. Suratıma yerleştirdiğim buz gibi ifade şaşkınlığımı gizliyordu lâkin karşımda ki bu adamı oyunculuğumla kandıramayacağımı biliyordum.
Azer, gözlerinde çözemediğim bir ifadeyle bana bakarken, ben gözlerimi ondan ayırmıyordum. Eğer gözlerimi kaçırırsam yenilgimi ona göstermiş olurdum.
Azer kısık bir nefes verdi. Yüzündeki sert ifade asla değişmemişti. "Sen mi fazla cesursun, yoksa bana mı öyle geliyor?" diye mırıldandığında, ses tonunda ki tını gerilmeme neden olmuştu.
Vücudumu saran gerilim dalgasının üzerine çektiğim kara perdeler ve gözlerime yerleşen umursamaz tavrım bu adamı kandırmak için yeterli değildi. Buna rağmen ona meydan okuyan bir tavırla baktım. "Bu yaşıma kadar kimseye hesap vermedim," dedim, sesimde erimemek için direnen bir soğukluk vardı. "Bundan sonra da vermeyi düşünmüyorum."
Azer, yüzünde sinirle karışık alaycı bir gülümsemeyle gözlerime baktı. Sert yüz hatları o gülümsemenin tehditkarlığına vurgu yaparken, gözlerine karanlık ve tehlikeli bir duygunun gölgesi düşmüştü. "Ben hesap sormam," dedi geceden bile daha karanlık ve flu bir sesle. "Öğrenirim."
Beynime nüfuz eden buz kütleleri bir anda paramparça olduğunda, yüzümde ki maskem zerre gevşemedi. Neyi ne kadar bildiğini bilmiyordum ve bu yüzden akkılıca davranmalıydım. Eğer sadece Volkan'ı biliyorsa bu işten zorda olsa kurtulabilirdim.
Azer'in gözlerine baktım tavrımdan ödün vermeden. Onun gözleri benim gözlerimden asla ayrılmamıştı. Yüzüme sorgulayıcı bir tavır yerleştirdiğimde dudaklarım hafifçe kıvrıldı. "Bundan korkmam mı gerekiyor?" diye sordum meydan okuyarak. Volkan yüzünden akşam akşam başıma bunların gelmesine içimden lanetler yağdırıyordum. Kafamın içinde ki kaosu ve zihnimi saran alevleri dindirmeye çalışırken takıldığım bu engeller işimi bir hayli zorlaştırıyordu.
Ama ben zoru severdim.
Karşımda ki adamın dudakları kısacık bir an hafifçe kıvrıldı. "Buna sen karar ver," diye mırıldandığında sesi oldukça tehditkâr çıkmıştı. "Ama unutma Yılanın Yavrusu, burası Midyat," Gözlerimin içine baktı. "Düzlüğe alışanlar için fazla yokuş var."
"Ben alışığım," diye yanıtladım onu. "O yüzden düşünme sen."
Yüzünde ki varla yok arasında ki gülümseme biraz daha belirginleştiğinde, gözleri benden ayrılıp kısa bir süre hafifçe kesilen kolumda gezindi. "Kapıdan çıkman beni şaşırtmazdı," dediğinde gözleri tekrar benim gözlerimi buldu. "Ama ne idüğü belirsiz bir herifle buluşmak için duvardan atlamanı beklemezdim."
"Beni mi izliyordun?" diye sordum düz bir sesle. İfadesi asla değişmemişti ve yüzünde ki alaycı tavrı sinirlerimi bozuyordu.
"O herif iyi gizlenemedi," dedi yüzü tekrar ciddileşirken. "Bir şey onu fazla aptallaştırmış."
Alayla güldüm. Şimdi daha iyi anlıyordum, Volkan kendini yakalatmıştı. Aslında en başta anlamam gerekirdi, ben odama çıktığımda Azer'de dışarı çıkmıştı ve Volkan'ın bağırarak konuştuğunu göz önünde bulundurursak yakalanmış olmamız tamamiyle Volkan'ın suçuydu.
Peki ya Volkan neredeydi?
Yüzüm tekrar ciddileşirken kısık bir nefes döküldü dudaklarımdan. "Volkan nerede?" diye sorduğumda sesim oldukça ciddi ve soğuktu. Bu adam tehlikeli biriydi ve Volkan'a bir şey yapmış olma ihtimali vardı. Azat'a ve Baran'a yaptıklarından sonra bu adamın tehlikeli biri olduğu konusunda emindim.
Gözleri biraz daha karardığında sinirlendiğini anlamıştım. Yüzünde ki alaycı gülümseme yerli yerindeydi lâkin bu öyle bir gülümsemeydi ki öfkesini gölgelemek yerine daha çok yansıtıyordu. Onun siyah gözleri yüzümde gezindiğinde benim ruhum beynimle yeni bir çatışma başlatmıştı. Siyah jeepin beyaz ışıkları onun arkasındaydı ve bana bakan ışığı engelleyen tek şey onun heybetli bedeniydi.
Gölgesi üzerimdeydi.
Gözlerinin vardığı son durak gözlerimdi. "Olmak istemeyeceği bir yerde." dediğinde sesi zifiri karanlığı andırıyordu.
Aldığım cevap beni tatmin etmemişti.
"O ne demek?" diye sordum, sesimde sorgulayıcı bir tını vardı. "Ne yaptınız ona?"
Yüzü ciddileşmeye başladı. Gözlerinin gözlerime yaptığı baskı daha da güçlendiğinde, bana bir adım daha yaklaşıp aramızda ki mesafeyi en aza indirdi. Beynime nüfuz eden gerilim zihnimin odalarına bir iğne misali battığında duruşumu buna inat daha bir dikleştirdim. Gözleri benden ayrılıp arkamdaki duvara sabitlenirken yüzlerimiz birbirine oldukça yakındı. Bu yakınlık zihnimde ki tehlike çanlarını öttürmeye başlamıştı.
Bu yakınlık fazlaydı.
"Onu gerçekten merak ediyor musun Dilba?" diye sorduğunda sesinde ki imâ soluğumu kesmeye yetmişti. Gözleri tekrar beni buldu ve biçimli dudakları tekrar aralandı. "Merak edebilirsin," dedi düz ama soğuk bir sesle. "Bende onun senin hakkında söyleyeceklerini merak ediyorum."
Son cümlesiyle beraber yüzümdeki soyut maskem düşmemek için öyle bir çaba sarfediyordu ki ilk defa dumura uğradığımı hissettim. Ellerim terlemeye başlamıştı ama yüzüm bunun aksine buz gibi bakıyordu.
Beyninde tehlikeli şüphe tohumları geziniyordu ve o şüphenin kaynağı bendim. Dudaklarım alayla kıvrıldı, zihnime meydan okuyordum. "Gizemli bir insan değilimdir," dedim sesimde ki tınıyı doğru bir şekilde ayarlayarak. "Bunun için Volkan'a gerek yoktu, sorsan söylerdim."
Geriye doğru bir adım attıp aramızda ki mesafeyi açtım. Yanından geçmek için yeltendiğimde kolumda hissettiğim eli beni engelleyen tek şeydi. Sinir beynimi ele geçirmeye çalışırken zihnim buna karşı direniyordu. "Burada işler öyle ilerlemiyor," dediğinde sesi oldukça tehditkardı. "Hakkında ki her şeyi öğrenmem bir saatimi almaz."
Öğrenebilir miydi?
Zeki bir adamdı, hatta fazla zeki bir adamdı. Beni tuzağa düşürmeye çalıştığının farkındaydım ve bunu gerçekten çok iyi yapıyordu. Ama ben o tuzaklara asla düşmeyecektim çünkü bu ilk değildi.
Yüzümü ona taraf çevirdim ve meydan okuyan bir tavırla gözlerine baktım. "Senin için pek zor olmasa gerek," dedim imâlı bir sesle. "Ama benim korkmam gereken bir durum yok."
Yüzünde ki ifade zerre değişmedi, değişen tek şey gözlerinin yoğunluğuydu. "Bulunduğun şu durum normal mi peki?" dediğinde gözleri bulunduğumuz sokakta gezindi. "Duvardan atlayınca görünmez olacağını falan mı sanıyorsun?"
Çıkmaz bir sokağın ortasında sıkışmış gibiydim lâkin zihnim asla pes etmiyordu. "Lebriz Hanım'ın söylediklerini duydun," dedim sesimi olabildiğince normal tutmaya çalışarak. "Daha fazla sorun çıksın istemediğim için gizlice çıktım, korktuğumdan değil."
Bu cümlemde hiç olmadığım kadar dürüsttüm. Eğer Volkan içeri girseydi durum kontrolümüzden çıkardı. Ve ben Volkan'ı çok iyi tanıyordum, o böyle durumlarda aptalca davranabiliyordu. Hatta herhangi bir şey kullanmış olabilirdi ve bu sağlıklı düşünmesini engellerdi. Gizlice çıkmamın sebebi daha fazla dikkat çekmememdi ama şimdi hiç olmaması gereken birinin dikkkatini üzerime çekmiştim.
En tehlikelisi oydu.
Gözleri gözlerimde kısaca gezindi. Bu durumun bir an önce sona ermesini istiyordum.
Gözlerinde esir düşen öfke alevleri ve yüzünde ki serttlik biraz daha belirginleştiğinde dudakları kısacık bir an tekrar aralandı. "Bu bir daha tekrarlanmayacak," dedi tehditkar bir sesle. Sesi itiraz istemeyen bir tonda çıkmıştı ve bakışları oldukça sertti.
Bu tehditkar ve uyarı dolu cümlesi boşluğu bir bıçak gibi delip zihnimin duvarlarında yankılandığında, sinirlerim yeterince enerji toplamıştı. "Evet," diye onayladım onu. "Bir dahakine direk kapıdan çıkacağım." Sesimde ki tını ona meydan okuduğumu yüzüne haykırıyor gibiydi.
Gözlerime küçümseyici bir tavırla baktı. "Nereden çıktığın farketmez," dedi düz bir sesle. "Ama eğer sınırları zorlarsan, bu konaktan istesende çıkamazsın." Bunu öyle bir ses tonuyla söylemişti ki itirazı katiyen reddediyordu. Sesindeki sakinlik ürpermeme neden olsa da yüzüm ifadesizdi ve ben yine meydan okumayı seçecektim.
Bulunduğum durum veya mekan önemli değildi. Dikkatli olmam gereken yerde dikatliydim, dikkat çekmemem gereken bir durumda olduğumu da biliyordum lâkin buna rağmen kırılamayacak ilkelerim vardı.
Kimseye boğun eğmemem gibi.
"İstediğim zaman, istediğim yere çıkarım," dedim soğuk bir sesle mırıldanarak. "Kimse buna karışamaz, hele sen asla."
Onu sinirlendirdiğimin farkındaydım ve amacımda tam olarak buydu. Beni bozguna uğratmak istiyordu lâkin bende ona aynı şekilde karşılık veriyordum. Gecenin yansıması olan gözlerinde tek bir yıldız bile yoktu. Bana olan bakışları oldukça sertti lâkin ne düşündüğü hakkında bir fikrim yoktu. Bakışları zihnininin üzerine çekilen demir prangalar gibiydi ve oradan sızacak en ufak bir ipucunu katledecek kadar caniydi.
Yüzü bana yaklaştı. Nefesini boynumda hissettiğimde, geri çekilmek istesemde zihnim buna izin vermiyordu. "Deneyelim istersen, Yılanın Yavrusu." Fısıltı şeklinde dudaklarından süzülen bu kelimeler zihnimin boşluklarında kısa bir an yankılanırken onun önümde ki bedeni görüş açımı neredeyse tamamen kapatmıştı.
"Benim bir adım var," dediğimde o kelimeyi artık ağzıma almak istemiyordum.
Canımı neyle acıtacağını çok iyi biliyordu.
Dudakları alayla kıvrıldı ve bu cümleme herhangi bir cevap vermeden konağın arka kapısına doğru yürümeye başladı.
"Benimle gel Yılanın Yavrusu," dediğinde sesi, cümlemin onun üzerinde hiçbir etkisi olmadığını açıklar nitelikteydi.
Gözlerimi devirdim, o kelimenin canımı acıttığını çok iyi biliyordu ve buna rağmen ısrarla söylemeye devam edecekti. Zihnimde onlarca soru işareti vardı. Ne Volkan'ın nerede olduğunu biliyordum ne de bu adamın amacını. Ama buna rağmen şimdi düşünmem gereken tek şey kimseye görünmeden tekrar içeri girmekti.
Ve bunu sağlayabilecek tek kişi şuan Azer'di.
Yolumda ki tuzakların sahibi artık bu adamdı.
•••
Bu toprakların her karışı benim için tuzaklarla doluydu. Ellerimi taş korkuluklara yaslayıp gözlerimi Midyat'ın, tüyleri diken diken eden o ihtişamlı görüntüsüne diktiğim vakit, bunu daha iyi anlamıştım.
Buralar, anneme yıllar önce her ne yaşattıysa, benim yaşayacaklarım onlardan çok farklı olmayacaktı. Bu şehir benim canımı yakacaktı.
Kimseye görünmeden içeri girmeyi başarmıştım. Düzeltiyorum; Azer, beni kimseye görünmeden içeri sokmayı başarmıştı. Bu onun için zor olmasa gerekti lâkin aklımı kurcalayan şey içeri nasıl girdiğim değildi, asıl merak ettiğim şey Azer'in bana neden yardım ettiğiydi. Bana yardım etmekte ki niyetini bilmiyordum ama bunu sormak için vaktim olmamıştı.
Derin bir nefesi ciğerlerime çektiğim vakit, tüm bu olanları aklımdan bir saniye olsun çıkarmaya çalıştım ama ne o düşünceler beni yalnız bıraktı, ne de içimi yiyip bitiren o kuruntularım.
Birazdan akşam yemeği yenilecekti ve ben her ne kadar o sofrada bulunmak istemesemde buna mecburdum. Bu aralar temkinli davranmalıydım. Fazla dikkat çekiyordum ve bunda bir sakınca yoktu ama kendimi biraz dizginlemeliydim. Dozajı iyi ayarlamam gerekiyordu yoksa kendi zehrimde boğulurdum.
Esen rüzgarla beraber birinin ayak seslerini işittiğimde, göz ucuyla gelen kişiye bakım.
Orkun.
Benden haz etmediğini yeterince belli eden o rahat bakışlarını üzerime dikmişti. Yüzünde bana karşı hep aynı ifade vardı. Umursamazlık ve küçümseme tüm yüzüne yayılırken, bende ona aynı şekilde karşılık verip, alayla yüzüne baktım.
"Hayırdır canım kardeşim?" diye sorduğunda gözlerimi devirmemek için kendimi çok zor tuttum. "Depresyona mı girdin yoksa?"
Hafifçe ona taraf döndüm. "Ne saçmalıyorsun sen?"
Yüzünde alaycı bir sırıtış belirdi ve açık kahverengi gözlerine sinir bozucu bir ifade yerleşti. "Tüm Mardin seni konuşuyor ya hani, anlaşılan düğün günü yaptıkların yetmemiş." diye mırıldandığında ona sorarcasına baktım, o ise devam etti. "Belki sen bile bir nebze utanmışsındır yaptıklarından diyordum da, vazgeçtim."
"Acısı hâlâ geçmemiş bakıyorum," dedim buz gibi bir ses tonuyla. "Ayrıca utanmam gereken hiçbir şey yok benim. Sen bu uyarılarını git o çok sevgili babana yap."
Orkun hafifçe kaşlarını kaldırdı. "Hadi diyelim düğünde yaptıklarından pişman değilsin," dediğinde lafı nereye getireceğini az çok tahmin ediyordum. "Azer abinin mekânında olanlara nasıl bir kulp bulacaksın?"
Bu söylediği şeyle beraber sinirle soludum ve Orkun'un yüzüne küçümseyici bir ifadeyle baktım. "İşte orası seni hiç ilgilendirmez," dedim sert bir sesle. "Git başımdan."
Evet, konağa yerleştiğim günün gecesi Helin'in seçtiği yerin Boranlılara ait olması da kaderin kötü bir oyunuydu. Bununla beraber, artık herkes dünkü olayın neden çıktığını dahi sorgulamadan duydukları gibi konuşmaya başlayacaklardı. Hakkımda zaten yeterince şey konuşuluyordu hatta buradakilerin Adil Bey'in kızına sahip çıkmaması konusundan daha çok, benim bu üç gün süresince karıştığım olaylarla alâkadar olacakları barizdi.
Ama benim oyunum daha yeni başlamıştı.
Orkun, ellerini ceplerine yerleştirdi ve gözlerini hafifçe kıstı. "Hangi öfkeyle bunu yapıyorsun bilmiyorum ama," dedi, sesi ciddileşmişti. "Eğer uslu durmak gibi bir niyetin yoksa, defolup gidebilirsin bu şehirden," Kaşlarını kaldırdı ve yüzüme baktı. "İşte o zaman yediğin haltlar beni hiç ilgilendirmez, kardeşim."
Orkun, yanımdan geçip merdivenlere taraf yöneldiğinde, zihnime dolan öfkeyle beraber gözlerimi yumdum. Sakin olmalıydım. Kontrolümü kaybetmemeliydim.
Bu lafların hesabını da soracaktım elbet.
Ellerimi öfkeyle taş parmaklıklara vurdum ve öfkeyle soluyup gökyüzüne baktım. Öfke vücudumda barınmak istemiyordu. Adil Bey'e, karısına hatta oğluna her baktığımda Yaren'i görüyordum. Bu her tekrarlandığında nefretim katbe kat artıyor, içimde ki en ufak duyguyu bile uçuruma sürükleyip acımasızca katlediyordu.
Elimle saçlarımı geriye doğru düzettim ve tekrar derin bir nefes alıp toparlanmaya çalıştım. Merdivenlere taraf yöneldiğim zaman yüzüme alaycı bir gülümseme yerleştirip sinirimi gizlemeye çalıştım. Kimseye bu öfkemi belli etmemeliydim. Beni öfkelendirebileceklerini akıllarının ucundan bile geçirmemeliydiler.
Aşağıya indiğimde, neredeyse herkes akşam yemeği için masada toplanmıştı. Geçip boş olan sandalyeye oturduğumda, bu masadaki herkesin dün mekanda olanlardan haberdar olduğunu biliyordum. Bakışları tam olarak bunu anlatıyordu.
Biraz sonra, Lebriz Hanım'ın gelip baş köşede ki yerine kurulmasıyla, herkes yemeğe başlamıştı. Volkan olayı yüzünden, Azer'in karanlık bakışlarını üzerimde hissederken yüzümdeki ifade umursamaz ve soğuktu. Berşan Hanım'ın yüzünde alaycı bir gülümseme vardı ve kinayeli bakışlarının odağı Arzu'ydu. Masada sessizlik hakim olmasına rağmen her an biri konuşacakmış gibi bir hâl vardı.
Lebriz Hanım ciddiyetinden asla ödün vermiyordu, gözleri arada bir Adil Bey'e bakıyor sonra hoşnutsuzlukla tekrar yemeğine odaklanıyordu. Sabah ki olay unutulmuşa benzemiyordu ve Lebriz Hanım'ın, Adil Bey'e olan bakışları bunu gözler önüne seriyordu.
"Bana ne, yemeyeceğim işte..." Masada ki sessizliği bozan şey adının Fırat Can olduğunu öğrendiğim küçük çocuğun huysuzca konuşması olmuştu. Kollarını önünde bağlamış, annesinin ağzına sokmak istediği kaşığı kafasını sallayarak reddediyordu. Yerden bitme çocuk kafasını öyle hızlı sallıyordu ki ona yemek yedirmek imkansız gibi birşeydi.
Mercan, "Fırat Can..." diyerek küçük çocuğu uyardığında, bu uyarının çocuk üzerinde hiçbir etkisi olmamıştı.
"Yemeyeceğim işte, kocaman adam oldum ben yemek yemek istemiyorum." Çocuk mızmızlanarak bağırdığında dudaklarımda istemsizce ufak bir tebessüm belirmişti.
Bir kaç saniyenin sonunda, "Anne," diye lafa girdi Berşan Hanım, Lebriz Hanım'a hitaben. "Dilcan abla aradı, yarın konağa uğrayacaklarmış."
Lebriz Hanım elindeki çatalı yavaşça masaya bıraktı ve sonra bakışlarını Berşan Hanım'a çevirdi. "Hayret," dedi düz bir sesle. "O hayırsız kocası Cenap, yarına kadar nasıl dayandı, kudurmuştur merektan."
Lebriz Hanım, bunu söylediğinde Arzu oturduğu yerde dikleşti ve kinayeli bir tavırla masaya baktı. "Gelsinler tabi," diye mırıldandı bakışlarını üzerimizde gezdirerek. "Düğündeki rezilliği onlarda gördü sonuçta, olup biteni öğrenmeye geliyorlardır."
Dudaklarım alayla kıvrılırken gözlerim Arzu'ya taraf döndü. Rezillik diye bahsettiği şey bendim ve bu söylediği cümleyle herkesin bakışları bana dönmüştü. Arzu'nun iğneleyici lafları içimde gülme isteği uyandırıyordu ve ben bunu saklama gereği duymamıştım.
Arkama yaslanıp kollarımı önümde bağladığımda Arzu'ya alaycı bir tavırla baktım. "Arzu," dedim sesime yerleşen umursamaz bir tınıyla. "Rezillik derken kocandan bahsediyorsun herhalde değil mi?"
Arzu'nun yüzü ciddileşirken, sofradan kafasını kaldırmayan Adil Bey'in bile bakışları benim üzerime dikilmişti. Sofrada oldukça gergin bir hava vardı ve bu gerginliğin asıl kaynağı ben olmuştum. Adil Bey'in gözleri bulunduğum tarafa baksada sürekli kaçırdığı, sabit bakmayan bakışları asla gözlerime değmiyordu.
Çünkü cesareti yoktu.
Göz ucuyla Azer'e baktığımda onun Adil Bey'in düştüğü durumu zevkle izlediğini gördüm. Yüzü ciddiydi lâkin gözlerinde ki ifade oldukça alaycıydı. Adil Bey'le ne tür bir derdi vardı bilmiyordum lâkin bu asla basit birşeye benzemiyordu.
Berşan Hanım ise alaycı bir gülümsemeyi dudaklarına yerleştirmiş bizi izliyordu. Bana bakan bakışları yaptığım hareketi onaylar nitelikteydi. Adil Bey'in sinirlenmesi onu mutlu etmişe benziyordu.
Adil Bey gergin bir nefes aldı. "Ayıp oluyor," diye mırıldandığında gözleri tekrar masaya odaklandı. Sesi sinirli çıkmıştı lâkin kelimeleri zorlukla söylüyor gibiydi. Onu kızdırdığımı biliyordum ve yapmak istediğim şeyde tam olarak buydu.
"Boşuna kendini yorma Adil," diye lafa girdi Arzu. "Bu kız ayıbı bilseydi dün herkesin içinde o lafları söylemezdi."
Abartıyla gözlerimi devirdim. "Bana ayıptan bahsedecek son insan bile değilsin sen," Gözlerim Arzu'nun üzerinde gezinirken yüzümde alaycı ama soğuk bir ifade vardı. "Bana abuk subuk laflar edeceğine dönde önce kendi kocandan hesap sor, tüm bu olanların sorumlusu kendisi çünkü."
Arzu yerinde huzursuzca kıpırdandı. Sessiz kalmıştı lâkin bakışları hâlâ kinle doluydu.
"Kocanın suçlu olduğunu sende biliyorsun ama ona kızamıyorsun," dediğimde sesim buz gibiydi. "Çünkü işine gelmiyor."
Adil Bey'in kaşları çatıldı ve sinirle gözlerini yumdu. "Lebriz ana," diye tısladı sinirle. "Susturun şu kızı."
Yüzümdeki gülümseme büyürken Adil Bey'in suratı sirke satıyordu. Lebriz Hanım ise Adil Bey'in haksız olduğunun farkındaydı ve bunun için hiç bir şey söylemedi.
"Sakin ol Adil Bey," diye konuştum Adil Bey'e bakarak. "Bu kadar sinirlenecek ne var Allah aşkına."
Adil Bey, burnundan derin bir nefes verdi. Gözleri sinirle parlarken kaşları gitgide daha da çatılıyordu. "Susturun dedim şu kızı," dediğinde sesi oldukça öfkeliydi. "Yoksa ben susturmasını bilirim."
Susmaya niyetim yoktu.
"Adil Bey!" Ben tam ağzımı açmış cevap verecekken Azer'in sert sesi avlunun taş duvarlarında yankılanmıştı. Kara gözleri Adil Bey'in suratında gezinirken yüzü herzamanki gibi ciddi, bakışları az öncekinin aksine oldukça sinirli görünüyordu. "Gerçekleri hazmedemiyorsan masadan kalkıp gidebilirsin," dediğinde sesine yerleşen tehditkarlık şiddetli bir şekilde hissedilmişti. Çenesi kasılırken gözleri dibi gözükmeyen bir kuyudan daha tehlikeli bakıyordu. "Ama sana daha önce de söylemiştim," dediğinde bakışlarında ki meydan okuma kendini bariz bir şekilde belli etmişti. "Bu masada birini susturman için önce ailede söz hakkın var mı, yok mu onu hesap et."
Adil Bey'in kaşları çatılırken Azer'in yüzü sert ve umursamazdı. Bu lafların ağırlığı Adil Bey'in sırtına yüklendiğinde, gözleri Azer'in üzerinden ayrılmamıştı.
"Ben senin amcan sayılırım Azer," diye mırıldandı Adil Bey. "Bana söz hakkım olmadığını nasıl söylersin?"
Adil Bey'in bu sorusuyla beraber Azer'in yüzünde mimik dahi oynamamıştı lâkin gözlerinin karasına yerleşen bir kin tüm şiddetiyle Adil Bey'in gözlerine akıyordu. Bu öyle bir şeydi ki şiddetini ben bile hissedebilmiştim ve bu his bana o kadar tanıdık bir histi ki bir an içimde ki tüm nefretin yansımasını görür gibi oldum. Ruhumun etrafını saran nefreti iliklerime kadar hissediyordum ve anlaşılan o ki bu sadece benim hissettiklerim değildi.
Azer, suratında ki sert tavrı bozmadan sandalyesine yaslandı. Gömleğinin açık olan birkaç düğmesinin açıkta bıraktığı esmer teni gözlerinin karasıyla beraber adeta kusursuzluğu göz önüne seriyordu. Gözleri küçümseyici bir tavırla Adil Bey'i süzerken dudakları hafifçe hareket etti.
"Senin söz hakkın," diye konuştu gizleyemediği bir öfkeyle. "Benim babam son nefesini verdiği an bitti."
Bu cümleyi öyle bir ses tonuyla söylemişti ki, ilk defa Adil Bey'e olan nefretini bu kadar net hissetmiştim. Bakışları Adil Bey'in gözlerine bakarken, kasılan çenesi muhtemelen geçmişin kirli sayfalarının bir eseriydi.
Azer'in sert ifadesi bir an olsun gevşemedi. Adil Bey, Azer'in söylediği şey karşısında donup kalmış gibiydi. Azer ise onu hem kelimeleriyle hem de geceden daha karanlık bakan tehlikeli bakışlarıyla susturmayı başarmıştı.
Adil Bey, benim susmamı istemişti ama susturulan kendisi olmuştu.
Bakışlarım Azer'in üzerinde gezinirken, onun herzaman Adil Bey'den bir adım önde olduğunu farkettim. Aralarında ne geçtiğini bilmiyordum ama bu Azer'in içinde çok büyük bir nefreti körüklemişti.
Bu nefretle bezenmiş karanlık bakışların başka bir açıklaması olamazdı.
Adil Bey'in düşmanı sadece ben değildim.
Azer, bakışlarının ağırlığını bir taş misali Adil Bey'in üzerine yüklerken, Berşan Hanım gözlerinde büyüyen gururla oğluna bakıyordu. Azer, Adil Bey'e açıkça senin bu konakta söz hakkın yok demişti ve bu Adil Bey için ağır bir darbeydi.
Peki ya Azer'in bu kininin sebebi neydi?
Gözlerim Azer'i bulduğunda, gözlerinde ki öfkenin zerre azalmadığını gördüm. Ortam şuan o kadar gergindi ki kimseden ses çıkmıyordu. Adil Bey, sanki şuan burada aramızda değildi. Gözleri Azer'e bakıyordu ama bu bakışlarda değişik birşeyler vardı, sanki düşüncelerinin içinde kaybolmuşta yolunu bulamıyormuş gibiydi. Azer'in kastettiği şeyi anladığı aşikârdı ve bu onu buradan alıp başka bir yere götürmüştü. Azer'in, ruhunun önüne ördüğü beton duvarların üzerinden, Adil Bey'e olan nefreti baş gösterirken, gözleri tehlikeli derecede alt ediciydi.
Bu gergin ortamı bir bıçak gibi bölen şey Harun'un yapmacıktan öksürmesi olmuştu. Gözleri abisinin ve amcasının arasında gidip gelirken bu gerginliği yok etmek istediği açıkça ortadaydı.
"Abi," dedi Harun ortamı yumuşatmak adına. "Bizim bu ihale işi ne oldu, dünden beri hiç soramadım."
Harun'un konuyu değiştirmek için yaptığı bu hamleden sonra Azer'in sert ve acımasız bakışları Adil Bey'den ayrılıp yavaşça Harun'a taraf baktı. Gözlerinde ki ifade değişmiş değildi lâkin az önceki şiddeti biraz olsun dinmişti.
Adil Bey ise Harun'un sesini duyar duymaz bakışlarını Azer'den ayırmış ve az önce donup kalan suratı biraz olsun gevşemişti. Bu konu onun için önemli bir konu olmalıydı ki Azer'e sorulan soruyu bekletmeden o yanıtlamıştı.
"Çekileceğiz o ihaleden," dediğinde gözleri önce Harun'a sonra da Azer'e baktı. Azer'in yüzünde mimik dâhi oynamamıştı. Adil Bey'in, onun yerine cevap vermesi gözlerinde ki alaycılığı geri getirirken oldukça rahat görünüyordu.
"Neden çekiliyoruz ki?" diye sordu Harun merakla. Gözleri sürekli abisine bakıyordu, cevabı Adil Bey'den değilde Azer'den duymak istiyor gibiydi.
Azer, yüzünde ki ifadeyi bozmadan Harun'a çevirdi bakışlarını. "Biz hiçbir yerden çekilmiyoruz." dedi kendinden emin bir tavırla. Verdiği bu kısa cevap Adil Bey'in kaşlarının çatılmasına neden olurken, gözleri sorarcasına Azer'e bakıyordu.
"Ne demek çekilmiyoruz? Çibran'larla yaptığımız anlaşmayı unuttunuz sanırım?" Adil Bey kaşları çatık bir şekilde bunu söylediğinde gözleri Azer'in üzerinden ayrılmamıştı. Azer ise Adil Bey'e bakmıyordu bile, onu umursamadığı açıkça belliydi
Ben ise bir an Cibran soyadını nereden hatırladığımı anımsadım. Helin'in Azar hakkında söyledikleri aklıma geldiğinde olaylar arasındaki bağlantıyı daha iyi anlamıştım.
Bakışlarımı Azer'e çevirdiğimde o, "Ben kimseyle bir anlaşma yapmadım," dedi buz gibi bir sesle. Sesi, meydan okumanın verdiği umursamazlığı içinde barıdırıyordu. "İhaleden çekilmeyi de düşünmüyorum."
Adil Bey yerinde huzursuzca kıpırdandı. "Bir ihale yüzünden onca yıllık ortaklık mı bozulsun yani? Onlar bizim dünürlerimiz."
"Ortaklık falan umurumda mı sence Adil Bey?" dedi Azer, sesi bu sefer biraz sert çıkmıştı. Bakışları Adil Bey'e dönerken gözleri itiraz istemiyordu. "Ayrıca o heriflerde ortaklığı bozacak güç yok."
Adil Bey, derin bir nefes aldı. "Öyle olsun" diye mırıldandı gergince. "Sen kararını çoktan vermişsin anlaşılan."
Azer, bakışlarını Adil Bey'den ayırıp cebinden çıkardığı telefonunun ekranına baktı kısaca. Sanırım biri arıyordu. Azer, sandalyesini geriye doğru itip ayağa kalktı ve göz ucuyla Adil Bey'e baktı. "Aynen öyle," dedi rakipsiz bir üstünlükle. "Adil Bey."
Azer, bunu dedikten sonra telefonu kulağına yaslayıp merdivenlere taraf ilerlemeye başladı. O, yanımızdan ayrılırken Adil Bey kaşları çatık bir şekilde arkasından bakıyordu. Adil Bey'in söyleyecek lafı kalmamıştı. Gözleri pes etmişçesine önüne dönmüş lâkin suratında ki çekememezliği gizleyememişti. Lebriz Hanım ise Adil Bey'in düştüğü durumu zerre umursamadan, Azer'in arkasından gururla bakıyordu.
"Müsadenizle," Elvan, düz bir sesle bunu söyleyip masadan kalktığında, Berşan Hanım'ın hoşnutsuz bakışları bir kaç kez onun üzerinde gezindi. Elvan, Azer'in çıktığı merdivenlere yöneldiğinde, Azer'in yanına gittiğini anlamıştım.
Berşan Hanım'ın, Elvan'ı sevmediği açıkça ortadaydı. Bunun nedenini merak etsemde şuan ilgilendiğim şey Elvan değildi. Azer'in bana söyledikleri hâlâ aklımdaydı ve Volkan'ın benim hakkımda konuşma ihtimali gerilmeme neden oluyordu. Evet, kabul ediyordum dikkatsiz davranmıştım ama bu konuda suçlu olan sadece ben değildim. Eğer Volkan yüzünden işlerim ters giderse bunun hesabını ona soracaktım.
Biraz dinlenip kafamı toparlamam gerekiyordu.
Oturduğum yerden doğrulup ayağa kalktığımda yine birçok bakış üzerime dikilmişti. Buna rağmen herhangi bir şey söyleme gereği duymayıp merdivenlere taraf yürümeye başladım. Adımlarım beni odamın olduğu kata ulaştırdığında tenime çarpan hafif rüzgar saçlarımı yüzüme savuruyordu.
Odama girip ışığı açtığımda gözlerimi etrafta birkaç kez gezdirmiş ve hâlâ yerde olan valizlerimi görmüştüm. Onları artık yerlerine yerleştirmeliydim. Kapıyı ardımdan kapatıp telefonumu yatağın üzerine attım ve valizlerin olduğu tarafa yöneldim.
Valizlerim büyüktü ve içinde bu büyük giysi dolabını dolduracak kadar çok kıyafetim vardı, bu yüzden işim olduğundan daha uzun sürmüştü. Tüm kıyafetleri ve ayakkabıları dolaba yerleştirdikten sonra kıyafetlerimi değiştirip banyoya yönelmiştim ki telefonumdan gelen bildirim sesiyle geri dönüp yatağın üzerindeki telefonumu elime aldım.
Helin arıyordu.
"Efendim Helin," telefonu açtığımda geçip yatağın üzerine oturdum.
"Dilba, nasılsın?" Helin'in sesi oldukça normal geliyordu.
"İyiyim sen nasılsın?" diye sordum düz bir sesle. "Azat nasıl oldu?"
Helin'in derin bir nefes verdiğini işittim. "Sorma," dedi sıkıntılı bir sesle. "Dünden beri doğru düzgün konuşmadık, hem bu Azat mevzusu, hem de dün olanlardan sonra kafamı hiç toparlayamadım."
"Benimde o konu hakkında sana söylemem gerekenler vardı," diye mırıldandım. "Ama bir türlü fırsat vermiyorlar."
"Harbiden?" diye sordu sesine yerleşen merakla. "Sen ne söyleyecektin bana dün?"
Kısık bir nefes verdim. "Telefonda olmaz," dediğimde sesim düzdü.
"E buluşalım o zaman," dedi sorarcasına. "Bak meraklandım şimdi."
"Yarın olmaz ama müsait olduğumda seni ararım, buluşuruz olur mu?"
Azat'ı döven adamın Ali Azer Boranlı olduğunu ona anlatmam gerekiyordu. Helin benim en yakın arkadaşımdı ve Azat için endişelendiğini biliyordum, bunu ona anlatmalıydım.
"Tamam o zaman," diye onayladı beni. "Ama fazla meraklandırma beni."
"Tamam," dediğimde ayağa kalkmıştım. "Ararım seni."
"Tamam, görüşürüz."
Telefonu kapattıp komidinin üzerine bıraktım. Valizleri yerleştireceğim derken epey bir vakit geçmişti ve gözlerimin yorulduğunu hissediyordum.
Banyoya geçip işlerimi halletikten sonra, kendimi direk yatağa atmıştım. Uykum vardı ve gözlerim kendiliğinden kapanmak üzereydiler.
Zihnim içine hapsettiği düsünceleri asla serbest bırakmıyordu ve benim onlardan kaçmak için tek bir yolum vardı.
Uyumak. ...
Bölüm Sonu ❤️❤️ |
0% |