Yeni Üyelik
10.
Bölüm

9. O KADININ KIZI

@k_blackfire

KEYİFLİ OKUMALAR

 

9. BÖLÜM

"O Kadının Kızı"

 

______________

___

 

Felâket umudu olduğu zaman, daha çok küçülür insan.

 

O dik yokuşların zirvesine kavuşamadan yok olmaktan korksan, huzurla bir köşede yaşayıp gitmekle arzulanır kavgan.

 

Yapma der sana birileri, yol yakınken kendini yakma.

 

Ama bilmedikleri bir şey vardır, insana bazen ateşten daha yakıcı gelir dik yokuşların dibindeki alçaklar.

 

Bir gün mutlu olacağın umuduna kapılmadan yaşamak, mezarının başında yemeden, içmeden kesilip ölmeyi beklemen gibiydi bazen. Bir gün hiç gelmeyecek bir sevgiliyi düşlemek, kurumuş bir dalı toprağa ekip yeniden yeşermesini umut etmek gibiydi.

 

Ya da dört yanı ateşlerle çevrili bir ülkede, evi bombalanan bir çocuğun bir sonraki yaş gününe sevinmesini beklemek...

 

Bu zifir suratlı hayat, hiçbir beklentiyi haketmeyecek kadar kısaydı. Bizim ufacık mutluluğumuza katlanamayacak kadar kibirli, kibrini başına taç yapacak kadar da alçaktı.

 

Benim annem ise; bu hayatın başına taktığı taçtı.

 

Kibirdi.

 

Beni arıyordu.

 

Sesini duyacak olmak, aylar önceki o intiharın kafamda yankılanan çığlığını tekrar duymak gibi olacaksa, sonsuza kadar sesini duymamaya razıydım. Onun umurunda mıydım? Sanmıyorum. Belki de yokluğumu bile yeni yeni farkediyordu. Öyle ya, tüm gün elinin altında yatan o devasa serveti yönetmek, kocasıyla o servetin verdiği gücü herkese göstermekle meşgul olurdu.

 

Yarattığı markasının özenle tertip edilmiş davetlerine katılır, adeta bir kraliçe imajı verirdi. Herkes tarafından sevilir ama bir o kadar da korkulurdu. Eğer Feraye Sonay'ın, nezih çevresine girmeyi başarabilmişseniz, onu kendinize asla düşman etmemeniz gerektiğini bilirdiniz. Herkes, hatta o kasıla kasıla korumalarıyla gezen para babaları bile Sonay ailesini karşılarına almamaları gerektiği çok iyi bilirlerdi.

 

Yani işin aslı, Feraye Sonay on sekiz yaşında karnında bebeğiyle Mardin'den kaçan Bukê değildi.

 

Herşeyin, çok daha fazlasıydı.

 

Telefonun ekranıyla bir süre öylece bakıştım. Açıp açmamak konusunda kararsızdım. Çok iyi biliyordum ki nerede olduğumu soracaktı. Yalan söylemekte sıkıntı yoktu, asıl sorun Feraye Sonay'ın kolay kolay kandırılamayacağıydı. Eğer burada olduğumu öğrenirse kıyameti koparırdı çünkü burası onun en büyük kabusuydu.

 

Ama maalesef ki benim elimde ki tek kozum burasıydı.

 

Derin bir nefes aldım ve aramayı cevapladım. "Efendim," sesimde ki buz gibi tavır kulağa oldukça normal geliyordu.

 

Annem, "Nereye kayboldun sen?" diye sorduğunda, sesinde ki tavırla yüz ifadesini bile tahmin edebiliyordum.

 

Alayla güldüm. "Ne o?" dedim rahat bir tavır takınarak. "Yokluğumu yeni mı farkettin yoksa?"

 

Karşı taraftan başka sesler duyuldu. Muhtemelen yine bir davetteydi. Kadın gülüşme sesleri ve annemin süslü bir kaç cümlesini duymamla, şuan da başka birileriyle konuştuğunu anlayıp gözlerimi devirdim.

 

Bir kaç saniyenin sonunda tekrar sesi duyuldu. "Sana nerede olduğunu sordum Dilba," diye mırıldandı buz gibi bir sesle. "Ve derhal doğru düzgün bir cevap bekliyorum."

 

Etrafıma bakındım. Şuan ona açık açık nerede olduğumu söylesem, nasıl delireceğini gayet iyi biliyordum. Sinirlenmesi de umurumda değildi ama oyunumu bozmasına izin veremezdim. "İzmir'deyim," diye bir yalan uydurdum şüphelenmesine fırsat bile vermeden. "Öğrendiğine göre kapatabilirsin."

 

Annemin huzursuz bir nefes verdiğini işittim. Bir kaç saniye duraksadı ve sonra, "İzmir'desin?" diye tekrarladı beni azarlarcasına. "Peki çok merak ediyorum Dilba'cığım," sesi sinirliydi, yüz ifadesini tahmin edebiliyordum. "Orada ne işin olduğunu bana açıklar mısın? Çünkü şuan tahmin edemeyeceğin kadar sinirliyim."

 

Alayla gülümsedim, "Onun farkındayım," Geçip yatağın üzerine oturduğumda sırtımı yatağın başlığına yaslayıp gözlerimi karşımdaki duvara sabitledim. "Ama bu sinirinin yokluğumdan kaynaklanmadığını da biliyorum," Yüzümde mimik dahi oynamadı. "Yaren'in yokluğuna daha bedeni soğumadan alışmıştın. Bunu mu garipseyeceksin?"

 

Kelimelerim, bir yılanın dilinden akan zehir misali şimdi oluşan sessizliğin tam ortasına aktığında, annem birkaç saniye boyunca sadece sustu. Üzüldüğünden değildi bu suskunluğu. Daha iki ay evvel bu evlat kaybetmiş olmak Feraye Sonay'ı yıkamazdı. Korkutamazdı. Onun için acı diye bir şey yoktu ve işin kötü tarafı ben ona çok benziyordum.

 

Yaren'in toprağa verildiği gün gözümden tek bir damla yaş akmamıştı. Acıyı hissetmediğimden değildi bu, acımı hissettirmek istemeyişimdendi. İnsanlar etrafımda, o koca maskeleriyle rol yaparken, önüme ördüğüm hissizlik duvarına her gün bir tuğla daha ekliyordum. Ağlamam diyordum. Bu insanlara karşı gözümden tek bir damla yaş bile akıtmam. Sonra gidip, kendimi bir odaya kilitleyip sabaha kadar ağlıyordum.

 

Yanımda tek bir dostum bile olmadan.

 

Çünkü ben o kadının kızıydım.

 

Annemin alayla güldüğünü işittim. Sadece laflarımın umurunda olmadığını göstermek için bunu yapıyordu. Oysa şuan sinirden delirdiğinin farkındaydım. "Tatlım," diye mırıldandı buz gibi bir sesle, gözlerimi devirdim. "Bazen karşında kim olduğunu unutuyorsun," Sesi ciddileşti. "Ben Feraye Sonay'ım, bu zehirli lafların beni zehirlemez." Cevap vermedim. İçimde müthiş bir öfke olsa da, buna hakim olmayı başardım. Çünkü benim annem, öfkelenmeme gayet memnun olurdu. Bunu ona vermeyecektim. Annem, "Şimdi bana söyle Dilba," diye devam etti. "İzmir'de ne işin var senin?"

 

Dilimin ucunda hazırda bekleyen sahte cümlelerimi bekletmeden önüne sundum. "Arkadaşımın babasının hastanesinde staja başladım, arkadaşım uzun zamandır çağırıyordu zaten," diye mırıldandım duygusuz, buz gibi bir sesle. "Yeter mi bu kadar?"

 

"Ankara'da hastane mi yoktu Dilba?" diye sordu annem aynı tavırla. "Şahin sana daha okul bitmeden, dilediğin hastanede işinin hazır olduğunu söylediğinde burun kıvırıp duruyordun, şimdi ne değişti?"

 

Alayla güldüm. Şahin Bey, annemin çok sevgili kocasıydı. İşkolik, hırslı ve oldukça büyük bir servete sahipti. Yaklaşık on yıl önce Ankara'da üç dönem milletvekilliği yapmış ve sonra itibarını tamamen para üzerine kurmuştu. Şüphesiz herkes tarafından oldukça saygı gördüğünden, her zaman üzerinde aynen annem gibi müthiş bir ego taşırdı. Lakin, o bile annemin gölgesinde kalıyordu. Çünkü Feraye Sonay'ın her şeyi tamamen kendine aitti.

 

Soyadı bile.

 

Kimse onu, kocasının soyadıyla anmazdı. Evet, kimlikte Şahin'in soyadını taşısa da o çoktan kendi kimliğini yaratmıştı. Kendine ait, tamamen bağımsız bir markası ve bunun yanında kocasının servetiyle yarışacak düzeyde büyük bir maddi güce sahipti. Şahin, belli etmese bile bunu kıskanıyordu.

 

Öyle ya, erkekler genellikle kadınların güçlerine tahamülsüzdürler.

 

Ama Feraye Sonay, onu bile korkutacak kadar güçlüydü.

 

Hissiz bir sesle, "Uzaklaşmak istedim Ankara'dan," dedim gayet rahat bir sesle. "Bir sakıncası mı var?"

 

Telefonun diğer ucundan yine bir takım insan sesleri duyuldu. "Bu hiç hoşuma gitmedi haberin olsun," dedi annem hoşnutsuz bir ses tonuyla. Ardından bir kaç kişinin onu çağırdığını işittim. Sonra tekrar sesi duyuldu, "Neyse, benim şuan kapatmam gerekiyor ama bu konu burada kapanmadı Dilba. Konuşacağız."

 

Alaycı bir ifadeyle, "İyi," diye mırıldandım. "Benimle bu kadar alâkadar olman gözlerimi yaşartıyor..."

 

Gözlerimi devirip telefonu kapattığımda, elim istemsizce kolyeme gitti. Sinirleniyordum. Ne zaman annemin sesini duysam aklıma Yaren geliyordu. Zihnimden bir an olsun silinmeyen o görüntüsü beni bir saniye bile rahat bırakmıyordu.

 

Ben bu gidişten yakamı kurtaramıyordum.

 

Beynimde, bir senaryo misali kurguladığım o oyunun pençesi ruhumun üzerinde geziniyordu. Büyük bir kumar oynadığımın farkındaydım ama bu işin sonu beni korkutmuyordu.

 

Ben korkuyu zihnimden silip atmıştım.

 

Korkmak değil, korkutmak için buradaydım.

 

•••

 

Bomboş bir sayfayı kapkara bir kalemle gelişigüzel karalamak gibiydi yaşamım. Kalem, o bembeyaz kağıda her değdiğinde, gözlerimin önünden kayıp gitti bütün iyi duygularım. Ama bunun için bir kişi dışında kimseyi suçlamadım, hayatıma o kara çizgileri atan bendim ve o kalemler ise tattığım ihanetlerdi. Zehrim, umutsuz kaldığım zamanlar gece yarılarına kadar usanmadan söylediğim şarkılardı. Geçmişim ise o şarkıların ardına saklanan çığlıklarım.

 

Öldüm, tekrar yaşadım ve tekrar düştüm. Ama ödettiğim ağır bedeller için hiç pişmanlık duymadım. Duymayı ister miydim? Onu da bilmiyordum ama bildiğim bir şey var, ben ödettiğim bedellerden önce binbir türlü ihanet tattım. Belki de o haklıydı, belki ben hiçbir zaman iyi bir insan olamadım, o yüzden yaşadım hayattın en kötü yanlarını...

 

Belki de bu yüzden gözümün önünde yaşandı en korkunç kayıplarım.

 

Koca bir boşlukta asılıymış gibi hissetmemin nedeni, dün gece içtiğim ağır ağrı kesici miydi bilmiyordum ama bu şeyin ağrıyı geçirmek yerine sadece gizlediğinin farkındaydım. Öyle ki başımda garip bir hafiflik ama o hafifliğin altında da geçmemek için direnen bir ağrının varlığını hissediyordum.

 

"O çocuk senin bu konakta olduğunu nasıl öğrenmiş ki?" Berşan Hanım gergin bir tavırla geçip karşımdaki divana oturduğunda, divanın tahta kısmına baş parmağımla tuttuğum ritime son verip, boş gözlerle Berşan Hanım'a baktım.

 

"Bilmiyorum," dedim umursamaz bir tavırla. "Büyük ihtimalle Helin söylemiştir."

 

Berşan Hanım gözlerini üzerimde gezdirdi. "Şu senin gibi doktor olan kız mı?" diye sorduğunda sesi düzdü.

 

Kafamı sallayarak onu onayladım. Kahvaltıdan sonra nihayet fırsatını bulup Azer ve Volkan mevzusunu Berşan Hanım'a anlatmıştım. Sonuçta Azer onun oğluydu ve belki bu konuyu çözmekte onun bana yardımı dokunabilirdi.

 

Azer'in hâlâ konakta olduğunu biliyordum. Sabah çıktığını görmemiştim, yanında Güven denen adamıyla çalışma odasına geçmişti ve muhtemelen hâlâ oradaydılar.

 

Berşan Hanım, arkasına yaslanıp bir süre düşündü. Gözlerinde tedirginlikten çok merak seziyordum ve bunun nedenini anladığım söylenemezdi. Bakışları tekrar bana döndüğünde gözlerini hafifçe kıstı, yüzünde ciddi bir ifade vardı. "Bu iyi olmadı," diye mırıldandığında sesi düşünceli çıkmıştı. "Ama çocuğun bir şey bilmediğini düşünürsek bunun pek bir sorun çıkaracağını zannetmiyorum."

 

Arkama yaslandım ve Berşan Hanım'a göz ucuyla baktım. Dilimin ucunda bekleyen kelimelerin keskin tarafları boğazıma batıp canımı acıtırken gözlerime en ufak bir ifadenin sızmasına izin vermedim. "Yaren'in öldüğünü biliyor olması yeterli değil mi?" dedim içimde ki acının sesime yansımasına izin vermeden. "Hem Azer, bu işin peşini bırakmayacak gibi."

 

Yutkundum.

 

Zihnimde asılı duran acı değdiği her yeri cayır cayır yakarken, bakışlarım o acıya inat buz gibi bir ifadeyle bakıyordu. Bu cümleyi herhangi bir duygu barındırmadan dile getiriyor olmam hislerimi tamamen kaybettiğimi bir tokat gibi yüzüme çarparken, içimde bir anlığına yer edinen ufak bir suçluluk duygusunu ruhuma misafir etmiştim.

 

"Berşan Hanım," diye mırıldandım, gözlerime yerleşen şüpheyle. "Azer, ne kadarını biliyor?"

 

Soluk bir şüphe, dudaklarımdan çıkan her bir kelimenin üzerine akarken, gözlerim oldukca düz bakıyordu.

 

Berşan Hanım, bir süre duraksadı. Gözleri sorduğum soruyla beraber, üzerimde gezinirken hafifçe kaşlarını kaldırdı. "Sana daha önce de söyledim Dilba," dedi gozlerini kısıp, yüzüme bakarak. "Kimin ne kadar bildiğiyle veya ne kadarını bilmeleri gerektiğiyle ben ilgileniyorum, sen sadece hata yapmamaya bak; şimdilik herşey kontrol altında."

 

Kısık bir nefes verdim ve Berşan Hanım'a baktım buz gibi bir ifadeyle. "Şimdilik öyle olsun," dedim düz bir sesle. "Ama böyle işim daha çok zorlaşıyor haberiniz olsun."

 

Bunu söyleyip önüme döndüğümde telefonumdan gelen mesaj titreşim sesiyle beraber bakışlarımı yanımda duran telefonuma çevirdim. Telefonu elime alıp ekranını açarken Berşan Hanım'ın beni izlediğinin farkındaydım.

 

Helin: Dilba, müsaitsen buluşalım mı? Konuşmamız gerekiyor.

 

Bakışlarım ekranda gezinirken oturduğum yerden hafifçe doğrulup, hızlıca mesajı yanıtladım.

 

Dilba: Müsaitim, nerede

buluşalım?

 

Helin: Adresi atıyorum.

 

Helin, buluşacağımız kafenin adresini attığında ben adrese birkaç saniye göz gezdirdim ve ekranı kapatıp ayağa kalktım. Berşan Hanım'ın sorgulayıcı bakışları üzerimde gezinirken ben bakışlarımı ondan ayırıp kapıya dogru yöneldim.

 

"Nereye gidiyorsun?" Berşan Hanım bunu sorduğunda kapının kulpunu kavrayıp hafifçe ona taraf baktım.

 

"İşim var," dedim düz bir sesle.

 

"Ne işiymiş bu?" diye sorduğunda sesi sorgulayıcıydı.

 

Buz gibi bir ifadeyle Berşan Hanım'a baktım. "Helin'le buluşacağım," dedim düz ve soğuk bir sesle, ardından kaşlarımı kaldırdım. "Bir sakıncası mı var?"

 

Berşan Hanım huzursuz bir nefes verdi. "Bir sakıncası yok," dedi ardından tekrar arkasına yaslandı. "Ama böyle her kafana estiğinde dışarı çıkman doğru değil, burası Midyat ve sen her hareketine dikkat etmelisin."

 

Dudaklarıma alaycı bir gülümseme yerleştirdim. "Hatırlatırım Berşan Hanım," diye mırıldandım, sesim düzdü. "Benden herkesin içinde Adil Bey'in kızı olduğumu söylememi sen istemiştim, o zaman yeterince dikkat çektim zaten."

 

Berşan Hanım, tekrar gözlerini kıstı ve bana bakmaya devam etti. "O başka bu başka," dedi düz bir sesle. "Konu Adil Bey'in aleyhine ise, isteğini yapmakta özgürsün, bunu daha önce de konuşmuştuk."

 

Gözlerime yerleşen umursamazlıkla Berşan Hanım'a baktım. Yüzümde ki alaycı ve soğuk gülümseme yerli yerindeydi. "Ben herşeyde özgürüm Berşan Hanım," dedim kendimden emin bir tavırla. "Bunu da konuşmuştuk."

 

Bakışlarımı Berşan Hanım'dan ayırıp kavradığım kapı kulpunu aşağı indirerek kapıyı açtım. Ben oturma odasından çıktığımda, iki kişinin merdivenlerden indiğini işitmiştim.

 

"Şu siktiğimin pezevenklerine söyle, yarın geldiğimde topunun yedi sülalesini___" Azer kulağındaki telefonla konuşup aşağı inerken gözleri bir anda beni bulmuş ve saydırdığı küfürleri yarıda kesmişti. Onun hemen arkasında Güven denen adam geliyordu ve yüzü beton gibiydi.

 

İkisininde gözleri benim üzerimde gezinirken ben umursamaz bir tavırla arkamda ki kapıyı kapattım ve bakışlarımı Azer'e çevirdim. Azer'in sert ama umursamaz bakışları üzerimde bir kaç kez gezindi. "Kapat telefonu." dedi konuştuğu kişiye hitaben, sert bir sesle.

 

Azer elindeki telefonu kulağından çekip cebine koyarken ben dümdüz bir şekilde bana bakan Güven'e tip tip bakıp bakışlarımı tekrar Azer'e çevirdim. Üzerinde simsiyah bir takım elbise vardı, kolunda ki pahalı saat sade ve şıktı. Onun bakışları bir rüzgar gibi vücuduma eserken bakışlarımı kaçırmak yerine aynı şekilde karşılık vermiştim.

 

Azer, kafasını hafifçe Güven'e çevirdi ama ona bakmadı. "Sen şu araziye gidip adamlarla konuş Güven," dedi ardından göz ucuyla Güven'e baktı. "Ben yarım saate geliyorum."

 

Güven denen adam kafasını sallayıp Azer'e baktı. "Tamam abi."

 

Güven, hızla yanımızdan uzaklaşırken yüzüme vuran gün ışığı yüzünden gözlerimi kısıp merdivene adımımı attığımda Azer rahat bir tavırla önüme geçip beni engelledi. Vucuduna çarpan vücudumu geri çekmeden kafamı kaldırıp onun yüzüne baktığımda, bakışlarımda dün gece yaptığımız konuşmadan kalan bir alaycılık ve sinir vardı.

 

Onun gözleri bir süre yüzümde gezinirken ılık bir rüzgar hafif hafif esip saçlarımı teğet geçmişti. Boyu benden epeyce bir uzun olduğu için kafamı biraz daha kaldırıp buz gibi bir suratla yüzüne baktım. "Çekilecek misin?" diye sorduğumda, sesim mesafeli çıkmıştı.

 

Dudaklarında belli belirsiz ufak bir tebessüm oluştuğunda, siyah gözleri o kendine has havasıyla gözlerime bakmaya devam ediyordu. "Hayır," dedi sert ama umursamaz bir sesle.

 

Gözlerimi devirdim. "Eğer yine bana Azat veya Volkan konusunda emirler yağdıracaksan kendini boşuna yorma," dediğimde sesime yerleşen umursamaz tını belirgin bir soğuklukla birleşmişti.

 

Kafasını hafifçe eğip yüzünü yüzüme yaklaştırdığında bu yakınlığın gereğinden fazla olması beni hafif bir gerginliğin kucağına bırakmıştı ama bu o kadar sönük bir gerginlikti ki dışarıdan gayet rahat göründüğümün farkındaydım.

 

Gözleri yüzümde yavaş yavaş gezindi ve en son gözlerimde takılı kaldı. "Seni tekrar uyarmak niyetinde değilim," diye konuştu, kısık bir sesle. "Laf dinleyen, uslu bir kız olmadığının farkındayım."

 

Dudaklarım alayla kıvrıldı. Saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırıp gözlerimi onun siyah gozlerine diktiğimde bakışlarımda ki ifade zerre değişmemişti. "Doğru anlamışsın," diye mırıldandığımda onun yüzünde ki alaycılık asla değişmemiş hatta daha da artmıştı.

 

O sırada arkamdaki kapının açılma sesini işitiğimizde, önce Azer'in, sonra da benim bakışlarım kapıya doğru dönmüştü. Bunu fırsat bilerek bir adım gerilediğimde aramızda ki mesafe hâlâ azdı ama az önceki ufak gerginliği tamamen söndürmeye yetmişti.

 

Kapıdan çıkan Berşan Hanım, çıkar çıkmaz gözlerini bir süre bizim üzerimizde gezdirdi. Umursamaz bir tavırla Berşan Hanım'a baktığımda onun gözleri önce oğluna sonra da bana çevrildi. "Sen burada mıydın hâlâ?"

 

Berşan Hanım'ın bana hitaben sorduğu bu sorudan sonra, Azer'e bakmasamda alayla gülümsediğini biliyordum. Gözlerimi devirme isteğimi bastırıp düz bir şekilde Berşan Hanım'a baktım. "Bende tam çıkıyordum."

 

Sesimde soğuk rüzgarlar esiyordu. Berşan Hanım, kafasını anladığını belirtircesine sallayıp tekrar Azer'e baktı. Gözlerine yerleşen gurur hissi kendini bariz bir şekilde belli ederken, oğluna olan sevgisini bir kez daha gözler önüne sermişti.

 

Berşan Hanım göz ucuyla bana baktı. "Şoförlerden birine söyle seni gideceğin yere bıraksın."

 

Ağzımı açıp cevap vermek için yeltendiğimde sözüm daha ağzımdan çıkmadan kesilmişti.

 

"Gerek yok," Azer düz ve umursamaz bir sesle bunu söylediğinde, bakışlarımı ona çevirip sorar gözlerle yüzüne baktım. Berşan Hanım'ın gözlerine de merak yerleştiğinde Azer, önce bana sonra da Berşan Hanım'a baktı.

 

"Ben bırakırım," Azer, kesin ama umursamaz bir tınıyla bunu söyleyip ellerini cebine soktuğunda, ben gözlerimi bir kaç saniye boyunca onun gözlerine diktim.

 

Berşan Hanım ise itiraz etmeden oğluna bakıyordu. Ona Volkan mevzuusunu anlattığım için Azer'in yaptığı bu hamleye şaşırmamıştı.

 

Berşan Hanım, "Siz bilirsiniz," diye mırıldandı ve ardından dudaklarına yerleştirdiği hafif gülümsemeyle oğluna bakıp yanımızdan ayrıldı.

 

Berşan Hanım'ın arkasından bakıp bakışlarımı Azer'e çevirdim. Yüzümde buz gibi bir ifade ve onun yanında itiraz dolu bakışlar vardı. Soğuk bir kış akşamını andıran bakışlarım, göz ucuyla karşımda ki adamın gece karanlığı gözlerine dokunduğunda, onun yüzünde itiraz istemeyen bir tavır vardı.

 

Gözlerimi kıstım. "Seninle gelmeyeceğim," dedim kendimden emin bir tavırla. "Ben kendim giderim."

 

Azer'in gözleri kısa bir süre önce saçlarımda sonra da yüzümde gezindi. "Muhtemelen Azat denen itin sevgilisiyle buluşacaksın," dediğinde sesi bir mermer kadar sertti. "Ve oraya seni yalnız başına göndereceğimi zannediyorsun, öyle mi?"

 

Kaşlarımı kaldırdım. "Sende söyledin, Azat'la değil, Azat'ın sevgilisiyle yani arkadaşımla buluşuyorum ve bunda da bir sakınca görmüyorum." diye konuştuğumda sesimde ki meydan okuma tekrar ortaya çıkmıştı. "Ayrıca bir sakıncası varsa bile bundan sana ne?"

 

Söylediğim şey onun bir kulağından girip öbür kulağından çıkmış olacakki tavrında en ufak bir değişme dahi olmamıştı. Azat denen o adamın karıştırdığı haltlar, Azer'i oldukça sinirlendirmişti bu her halinden belli oluyordu.

 

Azer, bana yaklaşıp yüzünde ki alaycı gülümsemeyi sildi ve gözlerime tehditkar bir ifadeyle baktı. Az önceki kadar yakın olmamamıza rağmen sıcak nefesi alnıma çarptığında gözlerimi kaldırıp onun yüzüne baktım. "Madem sana yaptığım sözlü uyarıları dikatte almıyorsun, o zaman icraate geçmenin vakti gelmiş demektir," dedi sert ve bir o kadar da soğuk bir sesle. "Ayrıca bu konu sadece seni ilgilendirmiyor ve bu durumda bu konaktan başka bir şekilde çıkamazsın."

 

Tırnaklarım avuç içlerime battığında zihnimin içinde ki ateşkesin süresi bir kez daha doldu. Kısa bir süre, hatta iki saniye bile sürmeyen bir süre içerisinde ona yakıcı bir öfkeyle baktım ama bu o kadar kısa sürdü ki bu kelimenin bende bıraktığı etkiyi ona göstermemek adına bu ifademi hemen değiştirdim.

 

"Bana engel olmaya kalkma Azer," dedim, sesimde ki tınıyı doğru bir şekilde ayarlayarak. Bakışlarım ona meydan okuyordu. "Bu konaktan istediğim zaman çıkarım ve siz buna karışamazsınız."

"İyi," dedi gözlerini yüzümde kısa bir süre gezdirerek. "Denemek serbest, Yılanın Yavrusu."

 

Gözlerini benden ayırıp, yanımdan geçtiğinde gözlerimi yumup, yumruk yaptığım ellerimi gevşettim. "Sakın, Dilba," diye mırıldandım, ellerimi saçlarıma daldırırken. "Sakın."

 

Sakın seni altetmesine izin verme.

 

Gözlerimi aralayıp huzursuz bir nefes verdim ve merdivenleri hızla çıkıp odama girdim. Kapıyı sertçe çarpıp kapattığımda sinirlerimin harekete geçtiğinin farkındaydım.

 

On beş dakika süren bir hazırlanma etabının ardından boy aynasının karşısında son görüntüme bakıyordum. Üzerimde kısa, dar bir crop, altımda ise yüksek bel siyah bir pantolon vardı. Üzerime salaş bir kot ceket alıp saçlarımı salık bırakmıştım. Yüzümde abartılı olmayan hafif bir makyaj vardı ama dudağıma sürdüğüm kırmızı tonlarındaki rujun dikkat çekmediğini söylersem yalan olurdu.

 

Gözlerimi aynadan ayırıp yatağın üzerine bıraktığım ufak, kısa askılı çantamı alıp içine telefonumu da attıktan sonra odadan çıktım. Vakit çoktan öğleyi geçmişti, ben aşağı indiğimde büyük avluda koltukların olduğu bölümde Berşan Hanım ve Ruken, yan yana oturuyorlardı. Arzu ve Mercan ise onların tam karşılarında oturuyorlardı. Azer, büyük avlu kapısının önünde duruyordu, üzerindeki ceketi çıkarmış ve elinde gevşek bir şekilde tutuyordu, karşısında Elvan vardı ve arada bir dudakları konuşmak için belli belirsiz aralanıyordu ama Azer'in ona cevap vermediğini görebiliyordum.

 

Merdivenleri inerken gözlerim kısa bir süre avluda gezinmişti, bakışlarımda hoşnutsuzluğun yer edindiğinin farkındaydım. Basamakları teker teker inerken Azer'in bakışları benim üzerime çevrilmiş ve bakışlarını kısa bir süre üzerimde gezdirmişti. Gözlerimi devirmek istedim ama üzerime dikilen bakışlar bunu yapmama engel oldu. En başta Elvan, gözlerinde mutsuzlukla karışık garip bir ifadeyle bakışlarını bana çevirmiş, sonra tekrar Azer'e dönmüştü.

 

"Hayırdır Dilba," diye bir ses duyduğumda bakışlarımı ağırca sesin sahibine, yani Arzu'ya çevirdim. "Nereye böyle?"

 

Sesindeki iğnelerin ucu tenime değip canımı acıtmak yerine güçsüz bir şekilde kırılarak parçalandığında gözlerime yerleşen alayla Arzu'nun suratına baktım. "Sana ne Arzu?" diye sorduğumda sesim umursamaz ve iğneleyiciydi.

 

Mercan'ın keyifle güldüğünü işittim. "Kız yenge," diye konuştu Arzu'ya bakıp gülmeye devam ederken. "Sende hiç arlanmıyorsun ha."

 

Arzu, huzursuzca Mercan'a baktı. "Ne var canım," dediğinde gözlerini benim üzerimde gezdiriyordu. "Yine başımıza bir iş açacaksa bilelim de ona göre davranalım."

 

Gözlerimi devirdim. Arzu'nun kinayeli bakışlarını umursamadan kapıya doğru yürüdüğümde bakışlarım Azer'i bulmuştu. Konuşulanları önemsemediği açıkça ortadaydı. Öyle ki bakışlarında ki umursamaz ifade bunu gayet iyi gösteriyordu.

 

Biraz daha ilerlediğimde Azer, Elvan'ın yanından bir kaç adım uzaklaştı ve ellerini cebine koyarak bana taraf baktı. Tam kapıdan çıkıp gidecektim ki, sadece benim duyabileceğim şekilde söylediği o cümle adımlarımın istemsizce duraksamasına neden oldu. "Volkan denen herifin zarar görmesini istemezsin," diye mırıldandığında, içime dolan gerginlikle beraber bakışlarımı Azer'e çevirdim. "Değil mi Dilba?"

 

Ne demek istediğini gayet iyi anlıyordum ve bu gözlerimde müthiş bir öfkenin parlamasına neden oldu.

 

Bu bir tehditti.

 

Ona karşı gelmek istedim ama etrafta bizi izleyen gözler bunu yapmamı engelledi. Sinirlerime hakim olmakta güçlük çekiyordum. Bu bir meydan okumaydı ve bu adam beni nereden vurabileceğini çok iyi biliyordu.

 

Daha tanışalı, bir kaç gün bile olmamışken, beni bu kadar iyi tanımasına anlam veremiyordum.

 

Ve bu beni delirtiyordu.

 

Ona bir süre öylece baktım. Yüzündeki o sert ve kendinden emin ifade bir saniye bile değişmemişti. Gözlerindeki uçurumda infaz edilen öfkemin çığlığı ikimizin arasında yankılandığında, tırnaklarımı avuç içlerime öfkeyle batırdım.

 

Şimdilik istediği olsundu bakalım.

 

Yanından geçip avlu kapısından dışarı çıktığımda, konağın önünde ki siyah Range Rover dikkatimi çeken ilk şey olmuştu. Konağın kahyası Ziya, ön yolcu kapısını açıp binmem için beklerken ben bakışlarımı bu gösterişli jeepin üzerinde son kez gezdirdim ve adeta öfke saçan bir suratla geçip arabaya bindim. Ziya kapıyı kapatırken ben emniyet kemerini bağlayıp arkama yaslandım. Bu sırada Azer'de konaktan çıkmış ve gözlerini kısa bir süre üzerimde gezdirmişti.

 

Bakışlarımdaki hoşnutsuzlukla kollarımı önümde bağlayıp bakışlarımı ön cama diktiğimde o çoktan şoför koltuğuna geçip arabayı çalıştırmıştı. Bu arada Elvan kapının dışına çıkmasa da bakışlarını arabaya dikmiş öylece bakıyordu. Şuan Azer'in arabasında başbaşa olmamızın doğru olmadığını biliyordum ve düştüğüm bu saçma durum yüzünden şuan hićbir şey yapamıyordum. Ya Azer'in az önce söylediği o cümleyi görmezden gelip Azer'in tüm dikkatini üzerime çekecektim, ya da dikkatli davranıp daha az tehlikeli olanı yani konaktaki diğer insanların dikkatini çekecektim.

Azer fazla zeki bir adamdı, onun Volkan'ı konuşturma ihtimali işimi zorlaştırırdı bu yüzden şu an burada olmam daha avantajlıydı.

 

Göz ucuyla Azer'e baktım, onun bakışları ön camdaydı. "Neydi bu şimdi?" diye sorduğumda, sorduğum soru Azer'in bakışlarını kısa bir süre üzerime çekmişti. "Elvan'ın bakışlarının farkındasın değil mi?"

 

Elvan'ın bakışlarını zerre umursamadığının farkındaydım. Ki Elvan bu konuda gayet haklıydı. Şu an Azer'in arabasında bulunuyor olmamdan oldukça rahatsız olduğunu görebiliyordum.

 

Azer, umursamadığını açıkça belli edercesine tek eliyle direksiyonu kavradı ve göz ucuyla bana baktı. "Adres?" diye sorduğunda gözlerimi devirip çantamdan telefonumu çıkardım ve Helin'in bana gönderdiği adresin yazılı olduğu mesaj ekranını çevirerek Azer'e gösterdim.

 

Gözleri kısa bir süre telefonumun ekranında gezinirken dudaklarında çok hafif bir gülümseme belirmişti. O bakışlarını ekrandan çektiğinde telefonun ekranını kapatıp tekrar çantama koydum.

 

Azer, yüzündeki gülümsemeyi bozmadan bakışlarını bana değdirdi ve ardından tekrar ön cama baktı. "Güzel mekan şeçmiş," diye mırıldandığında sesinde ki alay bakışlarımı tekrar ona çevirmeme neden olmuştu.

 

Söylediği cümleyle beraber aklıma gelen ihtimal kaşlarımın çatılmasına neden olurken, bakışlarımı ona çevirip şaşkınca baktım. "Sakın o mekanın da sizin mekanınız olduğunu söyleme bana."

 

Azer'in biçimli dudaklarındaki alaycı gülümseme arttığında, siyah gözleri gözlerimi odağına aldı. "Tam üzerine bastın."

 

Sinirle dudağımı ısırıp huzursuzca arkama yaslandığımda Azer, yüzünde ki alaycılığı silmeden bakışlarını önüne çevirmiş ve nihayet araba ilerlemeye başlamıştı.

 

Helin'in üst üste iki defa Boranlıların mekanını seçiyor olması sinirlerimi bozarken içimden bu saçma tesadüfe küfürler yağdırıyordum. Aslında Helin'in de bir suçu yoktu, yani nereden baksan Midyat'ın, hatta Mardin'in neredeyse yarısından fazlası Boranlılara aitti.

 

Araba Midyat'ın içinde ilerlemeye devam ederken, ben bakışlarımı cama dikmiş somurtarak oturuyordum. Azer'in bakışları yoldaydı. Gözlerimi arada bir ona çevirip tekrar önume dönüyordum, gideceğimiz mekanın onlara ait olması, Azer'in olup biten herşeyden haberdar olması demekti. Evet, Azat'ın gelmeyeceğini biliyordum ama bu yine de gerginliğimi geçirmiyordu. Aslında bu kişisel bir şeydi, birilerinin beni sürekli izleyecek olması sinirlenmeme neden oluyordu ve bu yüzden istemsizce geriliyordum.

 

Azer'in bakışları, kısa bir aralık benim üzerime çevrildi ardından tekrar önüne döndü. "Arkadaşının mekan seçimi seni pek mutlu etmedi galiba?"

 

Alayla sorduğu bu soruyla beraber dudaklarıma belli belirsiz garip bir gülümseme yerleştirip bakışlarımı Azer'in yola bakan gece karanlığı gözlerine çevirdim. "Evet," diye mırıldandım yalanların hapsindeki bir dürüstlükle. "Senin de işine geldi değil mi?"

 

Araba bu dar sokaklara rağmen kontrollü bir süratle ilerlerken bakışlarımı Azer'in üzerinden ayırdım. Onun bakışları ise bir kaç saniye bana dokunmuş sonra tekrar yola dönmüştü. "Korkacak bir şeyin yoksa, suratını asman anlamsız değil mi?" diye sorduğunda, bakışlarımı akıp giden yoldan ayırmadım.

 

"Göz hapsinde olmaktan hoşlanmıyorum," diye söylendiğimde, sesim buz kütlelerinden daha soğuktu. "Senin amacında tam olarak bunu yapmak değil mi?"

 

Sorgulayıcı bakışlarım, Azer'in yüzünde gezindiğinde, onu direksiyonu kavrayan eli sıkılaştı ve bakışları saniyelik bir manevrayla yüzümde gezindi. Gözlerindeki ifade hem soğuk hemde bir o kadar yakıcıydı. Bakışlarımı ondan ayırmadan yüzüne bakmaya devam ederken onun gözleri bir kez daha gözlerime anlam veremediğim ama garipseyemediğim bir derinlikle baktı. "Seni göz hapsine aldırtmama gerek yok," dedi, sert ama bir o kadar düz bir sesle. "Bunun için bize ait bir mekana da gerek yok." Bakışlarımı ona çevirdiğimde o kendinden emin bir tavırla konuşmaya devam etti. "Bu şehrin her karışında, ne yaşanırsa yaşansın benim kulağıma gelir zaten," dedi, sesinde ki ton buz gibiydi. "Gelmek zorunda."

 

Kurduğu cümle, zihnimin izbe sokaklarına bir iğne misali battığında, gözlerimi ondan ayırmakta güçlük çektim. Sesinde uyarı ve tehdit vardı hatta daha fazlası...

 

Bakışlarımı tekrar cama çevirdim. İçimde bulunduğum durumdan kaynaklı bir hoşnutsuzluk, daha doğrusu üzerimde bulunan bu şüpheler yüzünden hafif bir gerginlik vardı. Başımda ki maskelenmiş ağrı ara sıra kendini tekrar hissettiriyor sonra hiç yokmuş gibi kayboluyordu.

"Madem her şey kulağına gelecek, o zaman senin arabanda olmamın sebebi ne?" diye sorduğumda, sesimde herhangi bir anormallik yoktu, gerginliğimi maskelemeyi başarmıştım. "Konakta bir sürü şoför, senin sözünden çıkmayacak bir sürü adamın var, neden onlardan biriyle göndermedin beni?" Dudaklarıma alaycı bir gülümseme yerleştirdim. "Yoksa yanında ki adamlara güvenmiyor musun?"

 

Azer, gözlerini camdan ayırmadı. İfadesinde herhangi bir değişiklik olmamıştı ama bakışlarına yerleşen alayı hissedebiliyordum. "Konu adamlarıma güvenip güvenmemem değil," dediğinde sesi karanlık ve soğuktu. "Konu benim sana güvenmemem, Yılanın Yavrusu."

 

Söylediği kelimeler, bir ok misali beynimdeki bataklığa saplandığında, onun bakışları bir saniyeden daha kısa bir süre gözlerimde oyalandı. Ruhumun içinde var olan benliğim, bana uyarı dolu sözcükler fısıldarken ensemde yakıcı bir sıcaklık hissettim. Bu sıcaklığı yok etmek adına parmağımı kapının üzerindeki ufak düğmeye dokundurup camın yarıya kadar aralanmasını sağladım.

 

Camdan içeri ılık bir rüzgâr süzülürken, gözlerimi direksiyon başında ki adama çevirdim. "Sırf bana güvenmiyorsun diye, karının ya da konakta ki diğer insanların ne düşündüğünü önemsememen ne kadar doğru?"

 

Azer'in dudakları alayla kıvrıldığında bakışlarında ki umursamazlık sinirlerimi bozuyordu. "Bana bunu sen mi söylüyorsun," dediğinde, sesi gayet normaldi. "Benim en azından haklı sebeplerim var."

 

Gözlerimi kıstım. Ona anlamayan gözlerle bakarken o bakışlarını yola dikmiş, direksiyonu kavrayan parmaklarını gevşetmişti. Yüzümü ona çevirdim. "Karını kendi düğününde yalnız bırakmanın ne gibi bir sebebi olabilir?" diye sorduğumda sesimde ki soğukluğun yanında sorgulayıcı bir tını vardı. Bakışlarımı ondan ayırıp tekrar önüme döndüm. "Biri senin yaptığının aynısını bana yapsa, ona dünyayı dar ederdim," diye söylendiğimde, arabanın içini esen hafif rüzgârın boğuk sesi dolduruyordu.

 

"Ona ne şüphe," dedi, gözlerimin içine bakarak.

 

Kelimeler, keskin bir bıçak olabilirdi ama benim ruhum o bıçağı kıracak kadar sertti. Ruhsuz bakışlarım, camdan dışarıya usulca dokundu ve ardından yanımdaki adamın sert çehresinde asılı kaldı. "Sen Elvan'ı sevmiyor musun?" diye sorduğumda, sesim soğuktu. Pat diye sorduğum bu soru patavatsızlığımı gözler önüne sererken, Azer'in gözleri sanki çok normal bir şey sormuşum gibi bana döndü.

 

Gözleri belirli aralıklarla bir yola, bir bana bakıyordu. Aslında bu sorunun cevabını gayet iyi biliyordum, sadece ben değil herkes biliyordu ama yine de bunu sorma gereği duymuştum. Amacım karşımda ki adamı sinir etmekti, ama onun ifadesinde herhangi bir değişiklik olmadı.

 

Yüzüme sence dercesine baktığında, ben ifadesizdim. Cevap vermemişti ama bakışları aslında herşeyi açıklıyordu. Daha fazla kurcalamadım, gözlerim altımızdan akıp giden yolu seyrederken ikimizde susmuş ve bakışlarımızı yola dikmiştik.

 

Kısa bir süre sonra araba, büyük bir kafenin önünde durduğunda Azer, gözlerini bana çevirmiş ve yaklaşık beş dakikadır belirli aralıklarla çalan telefonunu umursamadan gözlerime bakmıştı. "İki saat," dedi, gözlerini gözlerimden ayırmadan.

 

Gözlerimi devirdim. "Oldu," diye söylendiğimde, sesim itiraz doluydu. "İstersen dakika başı arayıp rapor vereyim birde."

 

Söylediklerimi zerre umursamadan arkasına yaslandı ve cebinden telefonunu çıkardı. Telefonu titreşimdeydi ve sürekli çalıyordu. Azer, sürekli çalan telefon yüzünden dudaklarının arasından kısık bir küfür savurduğunda, ben ona ifadesizce bakıyordum.

 

"İki saat sonra Güven seni buradan alacak," dedi söylediğim şeyi cevapsız bırakarak. "Dediklerimi unutma ve telefon numaranı yaz."

 

Azer, telefonunu bana uzattığında gözlerimi abartıyla bayıp telefonu elime aldım. "Neden Güven?" diye sorduğumda, asık bir suratla numaramı yazıyordum.

 

"Benim birkaç işim var," dedi, sesinde ki sert tınıyla. "Bir oyun çevirmeye kalkma Yılanın Yavrusu, Güven kandırabileceğin adamlardan değil."

 

Anlaşılan o ki, o gece kapıdaki adamları ikna edip dışarı çıktığımı da biliyordu.

 

Buna şaşırmamıştım.

 

Telefonu ona uzattım. "Adım Dilba," diye mırıldandığımda, elim eline değmişti. "Ayrıca kimseyi kandırma niyetinde değilim, söylemene gerek yok."

 

Gözleri çok kısa hatta saliselik bir an dudaklarıma değer gibi oldu ama dediğim gibi o kadar kısa sürmüştü ki olup olmadığından bile emin değildim. Gözleri yüzümde bir süre gezindiğinde bakışlarımı ondan ayırmadım. "Güzel," diye mırıldandı düz bir sesle. Bir kaç saniye o bana, bende ona baktım.

 

Gözleri karanlık ve derin bir kuyuya bakıyormuşum gibi hissetiriyordu ve o kuyunun yüzeyinde benim yansımam vardı. Bakışları sert ama bir o kadarda alt edici ve güzeldi. Sanki ben farkettirmesem bile o zihnimdeki düşüncelerimi gözlerimden okuyacak gibiydi.

 

Biraz sonra takım elbiseli bir adam gelip bana kapıyı açtığında, bakışlarımı ondan ayırıp çantamı elime aldım ve arabadan indim. Bu sırada kırklı yaşlarında bir adamda Azer'in kapısını açmak istemişti ama Azer eliyle bir hareket yapıp bunu engellemiş ve camını aralamıştı. Adam ellerini önünde bağlayıp saygıyla Azer'e bakarken, Azer benim duymayacağım şekilde adama bir şeyler söylüyordu ve adamda Azer'in her söylediğini kafasını sallayarak onaylıyordu.

 

Adam, "Emrin olur Ağam," dediğinde ben merdivenlere taraf yönelmiştim. Ben acele etmeden merdivenlerden çıkarken, sert bir motor sesi ve ardından tekerleklerin yere sürülme sesi kulağıma gelmiş ve bu sesle Azer'in uzaklaştığını anlamıştım.

 

Zihnimdeki kaosun içinden kopan soluk çığlıklar, ciğerlerime akan nefesin yoluna engeller koymaya çalışırken umursamaz bakışlarım büyük kafenin içinde geziniyordu. Merdivenler beni büyük balkon tarzı bir yere ulaştırdığında en uç masada telaşlı bir suratla bekleyen Helin'i görmem uzun sürmemişti.

 

Adımlarım beni onun olduğu masaya götürdügünde o da beni farketmiş ve hemen ayağa kalkıp bana sarılmıştı. Onunla kısaca sarıldıktan sonra, "Sen iyi misin?" diye sordum elimle sandalyeyi kavrayıp geriye çekerken.

 

Helin tekrar geçip yerine oturdu. Kahverengi, kıvırcık saçlarını arkada dağınık bir topuz şeklinde toplamıştı ve yüzü solgun gözüküyordu. "Bilmiyorum, Dilba," diye mırıldandığında gözlerini masanın üzerinde gezdiriyordu.

 

Kaşlarımı kaldırıp bir süre ona baktığımda, uzun boylu bir garsonda gelip yanımızda bitmişti. Garson ne istediğimizi sorarken, soğuk bir şeyler sipariş edip önüme dönmüştüm. Kafe çalışanları buraya beni kimin bıraktığını görmüş olacaklarki oldukça ilgili davranıyorlar, bazıları ise merakla kaçamak bakışlar atıyorlardı.

 

Garson ağır ağır siparişleri yazıp yanımızdan ayrılırken, gözlerim tekrar Helin'i bulmuştu. Gerçekten endişeli olduğunu açıkça görebiliyordum, o herzaman cıvıl cıvıl olan kız gitmiş yerine durgun bir kız gelmişti.

 

Yaklaşık yarım dakika sessiz durduktan sonra kafasını kaldırdı bakışlarını benim üzerime çevirdi. "Kafam çok karışık, bir yandan endişeleniyorum bir yandan sorguluyorum ama bir sonuca varamıyorum..." diye konuştuğunda, ellerini masanın üzerinde birbirine kenetlemişti.

 

Gözlerimi hafifçe kısıp, Helin'e baktım. "Hâlâ, konuşamadın mı Azat'la?" diye sorduğumda, sorar gözlerle Helin'e bakıyordum.

 

Helin dudaklarından huzursuz bir nefes verdi ve birbirine kenetlediği ellerinin sıkılaştığını gördüm. "Kaçıyor benden," diye mırıldandığında, sesi solgundu. "Bizde durumlar aynı anlayacağın, ben daha önemli bir şey söyleyecektim sana."

 

Gözlerini kısa bir süre yumup öylece bekledi. "Dilba, sen gidip Boranlıların düğününü bastın ya hani," diye mırıldandı gözlerini tekrar aralarken. "İşte onun hakkında hiç hoş olmayan söylentiler komuşulmaya başlanmış Midyat'ta."

 

Helin sesine yerleşen öfkeyle bunları söylerken ben arkama yaslanıp kollarımı önümde bağladım. "Ne konuşuyorlarmış yine?" diye sorduğumda, sesim düzdü.

 

Helin bir kaç saniye düşündü. "Yani..." diye mırıldanırken kafasında toparlamaya çalışıyordu. "Söyleyeceğim ama sakin olacaksın."

 

Kaşlarımın ortasında ufak bir çukur oluştu. "Helo'cuğum uzatmadan söylesen mi artık ha?"

 

Helin bakışlarını masadan kaldırıp bana yöneltirken, benim gözlerimde yanıt bekleyen bir ifade vardı. "Densizin biri bir söylenti çıkarmış," dediğinde, sesi gergindi. "Güya sen Adil Bey için değil, Azer Ağa için gelmişsin."

 

Bakışlarım kısa süre Helin'in üzerinde gezinirken, yüzümde şüpheci bir ifade vardı. "Anlamadım," diye mırıldandığımda gözlerimi etrafımda gezdiriyordum. "Azer için derken?"

 

Yüzüme kafası karışmış bir şekilde baktı. "Ya işte, sen ve Azer Boranlı arasında bir şey varmış, Azer Ağa başkasıyla evlenince sende Adil Bey'i bahane edip düğünü basmışsın..."

 

Son söylediği cümleyi duyduğumda anlam veremeyen bir ifadeyle Helin'e baktım. "Kim çıkardı bu saçma dedikoduyu ya?" diye sordum yüzümü buruşturarak. "Hayır yani ciddi ciddi bunu mu konuşuyorlar?"

 

"Bende duyunca şok oldum,"

 

Helin, cümlesini tamamlarken o sırada garson içecekleri masaya koyuyordu. Bir diğer garson ise bizim biraz uzağımızda durmuş ve arada bir bize bakıyordu. Anlaşılan o ki Azer, çalışanları tembihlemişti. Gözlerimi hoşnutsuzlukla garsonun üzerinden çekerken, izleniyor olmam beni sinirlendiriyordu.

 

Bir kaç saniye sonra içecekleri getiren garson işini bitirip yanımızdan uzaklaşırken diğer garson hâlâ bizim masayı izlemekle meşguldü. Gözlerimi devirip huzursuz bir nefes verdiğimde Helin'in bakışları da garsonun üzerine dönmüş ve ardından bana bakmıştı.

 

"Bu garson neden bizi izliyor ya?" diye homurdandığında, gözleri sorarcasına bana dönmüştü.

 

"Tembihlenmiştir," diye mırıldandım düz bir sesle.

 

Helin, anlamayan gözlerle bana baktı ve kaşlarını kaldırdı. "Anlamadım, kim tembihlemiş?" diye sorduğunda sesi meraklı çıkmıştı. "Hem sen, sana söyleyeceğim şeyler var demiştin. İyice merakta bıraktn beni kaç güdür."

 

Sinirle nefesimi verdim. "Ya Helin sen bu saçma dedikoduyu kimden duydun?" diye sordum, konuyu yine aynı yere getirerek.

 

Helin, huzursuz bir ifadeyle bana bakıp, "Hastanede iki hemşire konuşurken duydum bende," dediğinde sesini biraz daha kıstı. "Hatta sordum, nereden duydunuz bunu diye, Mardin'de herkes bunu konuşuyor dediler. Bunu kim uydurdu bilmiyorum ama afedersin resmen metres diye adını çıkartmaya çalışıyorlar. Boranlılardan biri bunu duyarsa varya, o kişinin başı büyük belaya girer."

 

Önümdeki büyük bardağı elime alıp içinde ki içecekten küçük bir yudum aldım. Ağzıma yayılan soğuk ve hoş tat, beni rahatlatırken bakışlarımı tekrar Helin'e çevirdim. "Sen bilmiyorsun tabi," diye mırıldandığımda, bardağı tekrar masaya bıraktım.

 

Helin'in kaşları çatıldı. "Neyi bilmiyorum?"

 

Anlaşılan o ki Helin, Azer Boranlı'nın ismini duymasına rağmen o adamın Azat'ı döven adam olduğunu bilmiyordu. Helin'in bakışlarında ki merak artarken, ben saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırıp gözlerimi Helin'in üzerine gezdirdim. "Azat'ı döven adam varya, hani o gün mekânında olay çıkmıştı," diye mırıldandığımda, sesim düzdü. "İşte o adam bizim Boranlı'nın yeğeni çıktı."

 

Helin'in gözleri faltaşı gibi açılırken, yüzünde belirgin bir şaşkınlık yer edinmişti. "Ne?" dudaklarından dökülen şaşkınlık nidasına saşkın bakışlar eşlik ederken ben onaylarcasına kafamı salladım.

 

"Azat'ı öldüresiye döven adam Azer Boranlı'ymış." Ben bunu söylediğimde Helin'in kocaman açılmış gözleri benim üzerimde geziniyordu.

 

"Şaka yapıyorsun," diye konuştu, hafifçe masaya eğilerek. "O adam Azer Ağa'mıydı?"

 

Gözlerimi kısıp, Helin'e sorarcasına baktım. "Azer Boranlı'nın o adam olduğunu bilmiyordun değil mi?" diye sorduğumda, sesim hafif meraklı çıkmıştı.

 

"Kızım o adamın ismini Mardin'de duymayan mı var?" Helin bunu dediğinde sesi heyecanlı çıkmıştı. "Bütün kızlar adamın ismini sayıklıyor resmen..."

 

"Ee?" diye mırıldandım sorarcasına. "Sen görünce tanımadın mı?"

 

Helin, kafasını salladı. "İsmini duymuştum ama yüzünü görmemiştim," dediğinde sesinde hâlâ şaşkınlık hakimdi. "Tesadüfe bak, o mekânın sahibi olan adam, şimdi senin kuzenin falan mı oluyor?"

 

Kafamı salladım. "Hayır ya öyle değil," diye mırıldandım düz bir sesle. "Adil Bey ile Azer'in babası kuzenmiş sanırım, bende pek çözemedim." Baba kelimesi bir bıçak gibi damağıma battığında gözlerimi Helin'in üzerine çevirdim. "Yani Azer, Adil Bey'in kuzeninin oğlu." Farkettirmeden kafamla bizi izleyen garsonu gösterdim. "Baksana," dedim hoşnutsuz bir tınıyla. "Azat'la karşılaşmamam için beni göz hapsine aldırttı, hatta buraya bile beni o bıraktı..."

 

Helin, kaşlarını hafifçe kaldırırken gözlerinde telaş ve şaşkınlığın birbirine karışmış hâli vardı. Bir yandan Azat denen adam için endişeleniyor, bir yandan da Azer mevzusuna saşırıyordu. Gözlerimi kafenin demir parmaklıklarında gezdirirken, güneşin önünü gri bulutlar kaplamıştı ve sabahki o sıcak hava yavaş yavaş yok olmaya başlamıştı. Rüzgar, demir parmaklıkların arasından usulca tenime çarparken arada bir beraberinde getirdiği çok ufak yağmur damlalarını hissetmemi sağlıyordu.

 

Soğuk içeceğimi elime alıp bir yudum daha içerken, gözlerim Midyat'ın görkemli manzarasının üzerinde gezinmeye başlamıştı. Alt kat oldukça kalabalık olmalıydı ki orada ki sesler buraya kadar geliyordu. Burası fazla kalabalık değildi ama pek sakin olduğu da söylenemezdi.

 

Dudaklarımdan alaycı bir gülümseme peyda olurken gözlerimi manzaradan ayırmadım. "Seçtiğin mekânın Boranlı'lara ait olduğunu biliyor muydun?" diye sorduğumda Helin'in gülümsediğini işittim.

 

Gözlerimi ona taraf çevirirken o hâlâ gülmeye devam ediyordu. "Sen hâlâ kimin kızı olduğunun farkında değilsin herhalde Dilba?" diye sorduğunda gözlerinde masum bir bakış vardı. "Mardin'in yarısı bu aileye ait zaten."

 

Derin bir nefes alıp tekrar arkama yaslandım ve düz bir ifadeyle Helin'e baktım. "Benim sana bir şey sormam lazım Helin," diye mırıldandığımda Helin kafasını aşağı yukarı salladı.

 

"Volkan vardı ya hani, Ankara'da ki arkadaşım," diye sorduğumda, gözlerim Helin'in yüzünde geziniyordu. "O hiç seni aradı mı?"

 

Helin'in kaşları masumca havalandı. "Evet," diye mırıldandı dürüstçe. "Azat olayının olduğu akşam aramıştı, sana söyleyecektim ama kafam Azat'la o kadar meşguldü ki fırsat bulamadım."

 

Ellerimi saçlarıma geçirip onları gelişigüzel arkama attığımda, dudaklarımdan kısık bir nefes döküldü. "Keşke önce beni arasaydın," diye mırıldandığımda sesim düzdü.

 

Helin, sorar gözlerle yüzüme baktığında gözlerine tekrar şaşkınlık yerleşmişti. "Ne oldu ki?" diye sordu, sesine yerleşen merakla. "Buraya geldiğinden haberleri yok muydu?"

 

Gözlerimi manzaraya çevirdim ve o akşam olanları Helin'e kısaca anlattım. Bakışlarım tekrar Helin'e dönerken karşılaştığım şey mahçup gözler olmuştu. "Ben bilemedim Dilba ya," diye mırıldandı, yüzüne yerleşen mahcubiyet sesine de yansımıştı. "Kalkıp buraya kadar geleceğini düşünmemiştim, kusura bakma."

 

Dudaklarımdan kısık bir nefes verdim ve umursamaz bir tavırla gözlerimi kıstım. "Boşver," dedim kestirip atarak. "Olan oldu zaten."

 

Helin, hafifçe kafasını salladı. "Bir de benim kafam şeye takıldı," diye mırıldandığında bakışları meraklıydı. "Azer Boranlı'nın, Azat'la derdi neymiş onu çözemedim hâlâ?"

 

İçime dolan gerginlikle beraber bir süre duraksadım. Daha fazla Helin'den gizleyemezdim bu şeyi. Söyleyeceğim şeylerin onun hayatında büyük bir tramva yaratacağının pek tabii farkındaydım ama böyle bir şeyin saklanılması söz konusu bile olamazdı. O yüzden, "Azat'la ilgili bir şeyler öğrendim," dedim düz bir sesle. "Ama bu söyleyeceklerimin seni yıkmasına izin verme Helin."

 

Helin'in gözleri telaşla parladı. "Korkutuyorsun beni Dilba, ne söyleyeceksin anlamadım?" diye sordu sesinde ki telaşlı tınıyla.

 

Hafifçe kafamı salladım ve Helin'in yüzüne baktım. Canı yanacağını bile bile bazı gerçekleri söylemek bazen zulüm gibi gelebilirdi ama ben herhangi bir acının söyleyeceğim şeylere engel olmasına izin vermedim. Öğrenecekti ve bunun hesabını o Azat denen adamdan soracaktı. Gözlerime kesin bir ifade yerleştirdim. "Azat'ın," dedim o cani kelimelerin dilimden bir ok misali ayrılmasına izin vererek. "Bir nişanlısı varmış."

 

İhanet, dünya üzerinde belki de gerçekten affedilemeyecek günahların başında geliyordu. Belki de izi hiçbir zaman silinmeyecek, kalbinin tam ortasında bir bıçakla kazınmışcasına hiç geçmeyecek bir yaradan ibaret kalacaktı. Çünkü her ne yaparsan yap, canavarlaşmış nefsinin koynunda işlenmiş o günah, hikayenin en masumunun canını yakardı her zaman. Günah işlemeden, bedel öderdin.

 

Ve haksız yere ödenmiş her bedel, yeni bir intikamı doğururdu.

 

Bir an etraftaki sesler kesilir gibi oldu. Helin'in gözlerinde ki merak bir anda donup kaldığında, göz bebeklerinde yeni bir acının saniye saniye doğuşuna şahit oldum. Şuan söylediklerimi idrak etmeye çalıştığının farkındaydım. Çünkü gözleri, yüzü ve bedeninde tek bir hareket dahi yoktu. Aniden, hiç beklemediğim bir anda, "Hissetmiştim," diye mırıldandı bakışları tek bir noktaya sabitlenirken. Ellerinin sıkı sıkıya birbirine kenetlendiğini farkettim. Gözlerinde büyük bir kırgınlık vardı ama şaşkınlık yoktu. Sadece bunu ilk kez başka birinin ağzından duyuyor olmak onu sarsmıştı. Bunu anlayabiliyordum. En sonunda gözlerini kaldırıp bana baktı. "Kiminle?"

 

Huzursuzca arkama yaslandım, "Azer'in kardeşiyle," dedim lafı uzatmadan. Bir an önce gerçekleri öğrenmesi gerekiyordu. "Ruken Boranlı'yla."

 

Helin, histerik bir tebessümü dudaklarına misafir etti. Ağlamak istediğinin farkındaydım ama bunu yapmıyordu. Dolan gözlerine rağmen, gülmeye devam etti ve bana baktı. "Azer Boranlı öğrendiği için saldırdı Azat'a," dedi olayın aslını yeni yeni anlamaya başlarken. "Of," sesi titremişti. "Ne kadar da aptalım, nasıl anlamadım..."

 

Kaşlarımı çatıp, Helin'e baktım. "Kendine gel," diye konuştum. "Aptal olan sen değilsin, asıl aptal olan o gerizekalı Azat."

 

Helin, bakışlarını masaya indirdi. İçinde kopan fırtınaları şu an bile dışa yansıtmamaya çalışıyordu. Acı çektiğini görebiliyordum ama o ne olursa olsun bunu dillendirmezdi. Bunu bilecek kadar iyi tanıyordum onu.

 

"Helo," Önümde ki bardağı kenara çekip dirseklerimi masaya yasladım ve Helin'e baktım. "Şu an ne hissettiğini biliyorum ama sakın kendini suçlamaya kalkma," dediğimde Helin'in gözünden bir damla yaş süzüldü. "Bunu kendine yapma, kaldıramazsın."

 

Helin'in duruşu dikleşti, bir kaç saniye kendine zaman tanıdı. "Şüphelerim vardı," dedi en sonunda titreyen sesini kontrol altına almaya çalışırken. "Açıkçası son günlerde olanlardan sonra emindim başka biri olduğuna ama nişanlı olması," Eliyle gözyaşlarını sildi ve kafasını olumsuz anlamda salladı. "Bu çok ağır."

 

Bir şey söyleyemedim.

 

Biliyordum ki, her ne söylersem söyleyeyim onun şuan hissettiği şeylere engel olamazdım. Haklıydı. İhanet gerçekten de çok ağırdı. Her şeyini ona bağladığın bir insanın, ufacık sevgisini bile sana layık görmemesi, çok ağırdı.

 

Bu hayat çok acımasızdı.

 

•••

 

İnsan çektiği acıları asla unutamazmış.

 

Bende unutmamıştım, ve asla unutmayacaktım. Çünkü benim tutunacak tek dalım o acılardı. Bir insanı çektiği acılar ayakta tutuyorsa artık korkacak bir şeyi kalmamış demektir. Ben en dibi görmüşken düşündüğüm tek şey, düştüğüm yerden kalkmaktı.

 

Kalkmak ve bizi düşürenleri o çukura gömmek...

 

Helin'i yalnız bırakmak istemiyordum ama o bir kaç gün kafasını toplamak istediğini söylemişti. Annesi bu durumu öğrensin istemiyordu. Haklıydı, zaten kemoterapi tedavisi gören annesi bir de kızının aldatıldığını öğrenseydi yıkılırdı.

 

Helin, bir şekilde halledecekti.

 

Helin'in yanından ayrıldıktan sonra siyah ve lüks bir arabada, Azer'in gönderdiği adamla beraber konağa doğru ilerlemekteydik. Adının Güven olduğunu bildiğim adam, düz ve ifadesiz bir suratla arabayı kullanırken bende arkada oturmuş, somurtgan bir ifadeyle yolu izliyordum.

 

Azer, bana güvenmediğini açık açık söylemiş ve beni buraya bizzat kendisi bırakmıştı. Şimdi de işi çıktığı için sağ kolunu, yani en güvendiği adamını beni alması için yollamıştı. Bu durumun ciddiyetini açıkça gösteriyordu ve ben dikkatli olmam gerektiğini kendime defalarca kez hatırlatıyordum.

 

Arabanın içinde ki sessizlik içimi daraltırken sıkıldığımı belli edercesine oflayıp arkama yaslandım. "Güven'di değil mi?"

 

Adam yoldan gözlerini ayırmadan kafasını salladı. "Evet, Dilba Hanım."

 

"Hanımım mı?" diye mırıldandım sesime yerleşen hafif alayla. "Bacıma ne oldu?" Bunu söylediğimde amacım o gece Azer, Azat'ı döverken beni tuttuğunu hatırlatmaktı.

 

Güven, kafasını hafifce yana eğdi ve dikiz aynasından mahcup bir ifadeyle bana bakıp tekrar bakışlarını yola çevirdi. "Kusurumuza bakma, biz sizin Adil Bey'in kızı olduğunuzu bilseydik öyle davranmazdık."

 

Adil Bey'in isminin geçmesi gözlerimi devirmeme neden olurken bakışlarımı tekrar cama indirdim. "Dilba demen yeterli," dedim düz bir sesle, ardından gözlerimi tekrar Güven'in üzerinde gezdirdim. "Sana bir şey sorabilir miyim?"

 

Güven hafifçe kafasını salladı. "Tabi buyrun," dediğinde bana hâlâ hanımım diye hitap etme zorunluluğu hissettiğini anlamıştım.

 

Gözlerimi kıstım ve sesime umursamaz bir tını yerleştirdim. "Volkan mevzuusunu biliyorsundur büyük ihtimalle," dedim düz bir sesle. "Azer'in sağ kolusun sonuçta..."

 

Güven, dikiz aynasından bana baktı ve ardından bakışlarını tekrar yola çevirip cevap vermeden arabayı kullanmaya devam etti. Anlaşılan Güven patronuna sadık bir adamdı ve bu suskunluk, bildiğini ama konuşmayacağını açıklıyordu.

 

Yine de şansımı birkez daha denedim. "En azından ona ne yaptığınızı söyle," dedim, sesim düzdü. "Dövdünüz mü, sıktınız mı, ne yaptınız?"

 

Güven, arabayı konağın olduğu sokağa doğru sürerken yolu izlemeye devam ediyordu. "Bu sorulara cevap vermem uygun düşmez."

 

Gözlerimi devirdim. "İyi anlatma," dedim kestirip atarak. "Nasıl olsa bir kaç güne çıkar kokusu."

 

Güven, sadece hafifçe kafasını sallamakla yetindi. Bir kaç saniye sonra araba konağın önünde durduğunda, kapıda ki adamlardan biri hemen kapımı açmıştı. Çantamın kısa zincir kulpundan tutup elime aldım ve buz gibi bir ifadeyle arabadan indim. Güven arabayı arka tarafta ki garaja park etmek için arabayı geri geri sürerken ben konağın büyük işlemeli kapısını açıp içeri girmiştim.

 

Bir çalışan, elinde tuttuğu süpürgeyle avluyu süpürürken iki çalışanda ellerinde, içinde kahve olan tepsileri taşımakla meşguldüler.

 

"Dilba," ismimin zikredilmesiyle adımlarımı duraksatıp, gözlerimi sesin sahibine taraf çevirdim.

 

Sesin sahibi Berşan Hanım'dı. Ellerini kadırıp, "Gelsene," dediğinde gözlerimi oturdukları divanda gezdirdim.

 

Berşan Hanım ve Arzu karşı karşıya oturmuşlardı ve yine sabahki gibi yanlarında Ruken, Mercan ve Elvan vardı, hepsinin gözleri bana dönmüştü.

 

Gözlerimi devirmek istedim lâkin bunu yapmadım. Gülümseme gereği duymadan onlara taraf dönüp oturdukları yere doğru ilerlediğimde, özellikle Elvan'ın gözleri beni süzmekle meşguldü.

 

Nedenini biliyordum.

 

Ben Mercan'ın yanındaki boş yere oturduğumda, Arzu'nun iğneleyici bakışlarına aynı şekilde karşılık veriyordum.

 

Ruken hafifçe gülümseyip bana baktı. "Güven mi bıraktı seni konağa?" diye sordu düz bir sesle. "O abimin yanında diye biliyordum ben."

 

"Abinin yanından geliyordur büyük ihtimalle," diye mırıldandım, sesim düzdü.

 

Arzu, kinayeli bir tavırla bana baktı ve sonra Ruken'e döndü. "Demek ki Azer Ağa'da bu kızın rahat duracağını düşünmemiş," dedi gözlerini tekrar bana çevirerek. "Baksana, önce kendisi bıraktı, sonrada en güvendiği adamına aldırttı."

 

Gözlerimi devirdim. "Ya sen öyle herşeye burnunu sokmasana ya," diye konuştum, kaşlarımı kaldırarak.

 

Bu arada Berşan Hanım gözlerini alayla Arzu'nun üzerinde gezdiriyordu. "Aman o bayılır zaten üzerine vazife olmayan şeylere burnunu sokmaya," diye mırıldandı iğneleyici bir tınıyla.

 

Arzu, arkasına yaslandı. "Ne var canım," dedi kollarını önünde bağlayarak. "Ben sadece olanı söylüyorum, sonra laf söz çıkarsa Arzu söyledi dersiniz."

 

Buz gibi bir ifadeyle Arzu'ya baktım. "Neyin lafı çıkacakmış ya," diye sordum hesap sorarcasına. "Açık konuşsana."

 

Arzu, kaşlarını kaldırdı ve kafasını hafifçe yana eğdi. "Ben söyleyeceğimi söyledim," dedi imâlı bir tavırla.

 

Berşan Hanım, tekrar Arzu'ya baktı. "Laflarına dikkat et Arzu," diye uyardı tehditkar bir tavırla. "Açtırtma şimdi benim ağzımı."

 

"Bence Arzu yenge haklı," diye mırıldandı Elvan. "Yani laf söz çıkabilir."

 

Elvan kısık bir sesle bunu söylerken, arkama yaslanıp kaşlarımı kaldırdım. "Onu da Azer'e soracaksın," diye konuştum yüzüne bakarak. "Beni bırakmak isteyen oydu."

 

Elvan, cevap vermedi. Gözleri bir kaç saniye boyunca benim üzerimde gezinirken Mercan'ın kıkırdadığını işitmiştim ve Ruken'de yüzünde ufak bir alaycılıkla Elvan'a bakıyordu.

 

"Geldiğinde gidip sorsana kocana, Elvan," diye mırıldandı Mercan imâlı bir sesle. Özellikle kocan kelimesinin üzerine vurgu yapması dikkatimden kaçmamıştı.

 

Elvan yine cevap vermedi.

 

Mercan, açıkça soramazsın demek istemişti.

 

İyi de neden?

 

"Harun geldi," Mercan ayağa kalkarak, avludan içeri giren kocasına bakarken, Harun yüzünde düz bir ifadeyle yanımıza doğru ilerliyordu.

 

Mercan, gülümseyerek kocasına baktı. "Hoşgeldin Harun," dedi neşeli bir sesle. "Geç otur."

 

Harun olumsuz anlamda kafasını salladı. "Acelem var, bir dosya alıp çıkacağım, yarım saate gelirim."

 

Berşan Hanım kaşlarını kaldırdı. "Azer nerede?" diye sordu düz bir sesle.

 

"Ortaklarla görüşecekti sanırım," diye cevap verdi annesine bakarak. "Geç gelir o."

 

Berşan Hanım anladığını belirtircesine kafasını salladığında Harun merdivenlere yönelip gözden kaybolmuştu.

 

Hava kararmaya başlamıştı, ve hava bulutlu olduğu için soğuk bir rüzgar esiyor, Midyat'ın sesini soluğunu kesiyordu.

 

Başım ağrıyordu.

 

Boğazıma kadar belaya batmıştım. Ve işin kötüsü bunu kendi isteğimle yapıyordum. İstediğimi almanın tek yolu buydu.

 

•••

 

Bölüm Sonu.

 

Diğer bölüm için çok heyecanlıyım, özell

ikle Dilba ve Azer konusunda bir şeylerin başladığı bir bölüm olacak. Elimden geldiğince hızlı bir şekilde diğer bölümü atmaya çalışacağım. Yorum ve oy atmayı unutmayın lütfen ❤️

 

Loading...
0%