Yeni Üyelik
2.
Bölüm

BÖLÜM 2

@kadrisyazar_

EJDERHA VARİSİ VE GENÇ SÜVARİLERİ

 

BÖLÜM 2

 

҈

 

Bir rüya ve bu rüya da bazı insanları gördüğünüzü düşünün. Geri uyandığınız da, o insanları bir yerde kesinlikle karşılaştığınıza emin olduğunuz ama bir taraftanda asla o insanları tanımadığınızı hayal edin. Evet hepsinin siması aklımın bir ucuna kazınmışken bir taraftanda yabancıydılar bana. Açıklayamadığım bir rüyaydı bu!

Etrafımızı git gide saran bu kalablığa, yabancı bakışlarımı çevirdim. Duyguları, nefretleri hatta öyleki sesleri bile yakındı bana. Tüm seslerin beni kendime getirdiğin de, bu düşüncelerden sıyrıldım.

Atların çektiği tahta arabaların içerisinde kıpırdamadan öylece yatan yaralı askerleri; önlerini kesen kalabalığın arasından engebeli bir yoldan çıkarılarak, uzaktan gördüğüm siyah kulelerin olduğu yere götürülmeye çalışıyorlardı. Ama öfkeleri yüzünden belli olan kalabalık, buna izin vermeyecek gibi gözüküyordu.

En arkadan çekilen tahta arabanın içinde, önümde ilerlemeyi sürdüren arabalara göz gezdirdim. Bu askerler yaralı değildiler, ölmekten beter haldeydi hepsi. Yaralarının sarılacağı yere varmadan çoğu ölmüştü. Bunu, önümüzde ilerleyen tahta arabaların içindeki kopmuş uvuzlarından, açılmış derin yaralardan ve kemikleri görünecek kadar yanan deri yanıklarından hepsini görmek mümkündü.

Yaralı değillerdi, ölmüşlerdi!

Nereden gelmişlerdi bunlar ya da niye bu haldeydiler, hiçbirine anlam veremiyordum. Korkunç bir görüntüydü! Çektikleri acıyı düşünmek bile istemiyordum, çünkü böyle bir acının oluşmasına sebep olan şeyin, çok büyük bir felakette olabilceği bariz ortadaydı.

Öfkeden kızaran yüzler, gördükleri görüntüden dolayı göz yaşına hakim olamayan insanların, içinde buldunduğumuz patika yolundan giden tahta arabaların içine baktığını, kimilerinin ise bakışlarını üzerimde hissediyordum. Anlam veremediğim bu ağırlaşan bakışlar yüzünden, kendimi kötü hissediyordum.

Halbuki benim suçum yoktu ve bende ilk defa bu duruma maruz kalıyordum. Bu kadar kötü hissetmeme sebep olan duygu neydi peki? Belkide bu insanlar üzülüyordum, halk kötü durumdaydı. Giydikleri kıyafetlerden, ayaklarında olmayan ayakkabılardan dolayı derileri yaralarla doluydu. İyileştirilmek için götürülen bu insanlar bile, onların tanıdığı veya bir yakını olabilirdi. Öfkeleri bundandı belki de. Kim bilir?

“Yine aynı şey olacak, önünü alamayacaksınız!” diye bağırdı bir kadın.

Sesin nereden geldiğini anlamadığım etrafımızı saran, gitmemize engel olmaya çalışan öfkeli kalabalığa baktım. Her bir ağızdan iyi olmayan farklı cümleler çıktığı için, tahta arabaların içinde bulunan yaralıları yetiştirmeye çalışan atlı askerlerin sinirlendiğini anlayabiliyordum.

“Sadece evlatlarımızın ölüleri geliyor, yeter!” bu sesin sahibi bir erkekti.

“Evet, yeter artık. Sizde o vahşi hayvanlarınızda defolun gidin!” bir kadın daha bağırdı. Sesleri vardı ama görüntüleri yoktu, göremiyordum hiçbirini.

Bu olay ilk defa yaşanmıyordu. Bu halkın öfkesi, ilk kez ortaya çıkan bir şey olmadığını gösteriyordu. Ve bahsettikleri bu vahşi hayvanlarda ne oluyordu, korkmalı mıydım bu durumdan?

Arabalara binmeden önce, kalabalığın ortasında dikkatimi çeken ve en kıdemlileri olduğuna emin olduğum kişiye bakmamak için kendimi zorluyordum. Ama onun verilen bu tepkilerden dolayı ifadesini merak etmiştim. Bedenimi ona doğru çevirmeden sadece omuzumun üzerinden gözlerimi kısarak, baktım yüzüne.

Alnın ortası kırışmış, sinirden sıktığı dişlerden dolayı, çene kemiği seyiriyordu. Evet ifadesi tam tahmin ettiğim gibiydi. Öfkeden deliye dönecek kadar sinirlenmişti. Aramızda çok mesafe yoktu, bu yüzden yüzünü net görebiliyordum. Atın üstünde epey heybetli duruyordu. Omuzlarından sarkıttığı siyah pelerini bile iri bedenini saklayamamıştı.

Pelerinin altından giydiği bordo gömleği görebiliyordum, arkasından gelen kişilerde aynı onun gibi giyinmişti. Karşıya odaklanan öfkeyle kısılmış olan gözleri, bir anda odak noktası ben olmuştum. Sertçe yutkunurken, bu gözlerin sahibine baktım. Öyle terlemişti ki, ince kemikli yüzünden akan terler cildini parlatıyor, saçlarının uçlarıda bu yüzden alnına yapışmıştı.

Dudaklarımı aralayıp, ağır ağır kafamı iki yöne doğru salladıktan sonra, kaşlarım bu saçma olay örgüsünden dolayı çatılmıştı. Saçmalama, ilk defa gördüğün bir adam için bu kadar övgü dolu sözcükler ve bakışlar atamazdın. Kendime gelmem için omuzlarımı dikleştirdim ama tekrar bakışlarım, ona bakmamı itaat eder gibi üzerine yöneldi.

“Kralın piç dölü!” sesin kimin olduğunu anlayamadan, yüzüne baktığım adam hareketlendi.

Bu cümle ile birlikte, bakışlarım üzerinden olan kişinin elininin birini aniden siyah pelerinin içine atarak, hiç zaman kabetmeden, etrafımızı saran kalabalığın arasına atı ile dalmıştı. Öyle hızlı hareket etmişti ki daha ne olduğunu bile anlamamıştım.

“Bir daha söyle, söyleki başın kılıcımın ucundan geçsin!” dedi öfkeyle çıkan gür sesiyle. Yer kapaklanan birkaç kişi, atını kalabalığın arasına süren kişinin önünden sürünerek son anda canını kurtarmıştı, yoksa ayaklarını yere sert vuran atın ayağının altında can verebilirdi.

Ellerimi tahta arabanın başına koydum ve karşıyı izledim korkuyla. Kalabalığın arasına dalan kişi için öndeki atlılarda tüm arabaların devam etmesini durdururken, en sonunda bizim arabamızda ilerlemeyi durdurmuştu. Ön taraf izdiham yaratacak kadar kalabalıktı. Hâlâ iyileşme umudu olan bu insanlarında yaşamalarına izin vermiyorlardı.

Ön saflarda ilerlemeyi sağlayan iki atlı, kalabalığın önüne doğru sürerek, insanları dağıtmaya çalışıyorlardı. Avuçlarının arasına aldıkları dizginlerden çekerek, atların iki ön ayağının havaya kalkamasıyla birlikte, büyük siyah kocaman olan atlar yüksek sesle kişnediler. Çığlık atarak, engebeli toprak yoldan koşarak aşağıya doğru koşmaya başlamıştı halktan birkaç kişi.

“Bizi de mi öldüreceksiniz, durmayın öldürün. Yeteri kadar can aldınız zaten!” ilk defa kurulan bu cümlenin sahibini görebilmiştim. Yaşlı bir kadın, az önce kalabalığın arasına dalan ve herhangi kötü bir sözde, başından tuttuğu kılıcının yerinde durmayacğına emin olduğum kişinin önüne dikilmiş, sert olan bakışlarının arkasında gizlediği acı ile dolu olan duygularla, atın üstündeki kişiye bakıyordu.

“Sizin insanlığınız yıllar önce bitti!”dedi yaşlı kadın ona izleyen kişiye. “Atalarımın işlediği günahı benim ve süvarilerimin boynuna yıkamazsın…” atının başından tutarak sol tarafa çevirip yaşlı kadının önünden çekilmişti. Arabaların yanına yaklaşarak kenarlarından ilerleyerek uzaklaşmasını sağladı ve konuşmaya devam etti. “Hiçbiriniz yıkamazsınız, Sizin gibi insanların buna hakkı yok, siz sadece alt tabakasınız ve öyle de kalmaya devam edeceksiniz!” Siyah atı kendi etrafında dönüyor, elinde tuttuğu dizginlerle atını kontrol etmeye çalışıyordu. “O vahşi dediğiniz hayvanlar krallığın ferahı için savaşıyor. Anlayın bunu!” Burnundan öfke ile soluduğun da kelanın sesini bir kez daha duydum. "Derhal buradan dağılın, hem de hemen!

Bu konuşma da neyin nesiydi böyle? Bu insanlara nasıl böyle sözcükler kullanırdı, anlam verememiştim.

“Bu insanları tanımıyorsunuz, tanımadığınız insanlara da üzülmeyi bırakın!” bedenini tamamen bana doğru çevirdiğinde, yüzünü kaplayan sadist gülümsesiyle birlikte göz göze geldik. Tekrardan aynı yerine geçerek, karşıdakilerine bağırdı, “ilerlemeye devam et, yoksa yaşayan hiç kimse kalmayacak.” Kalabalık onun sesiyle birlikte ikiye yarılarak, engebeli patikanın önünü açmışlardı. Artık arabalar hareket etmeye başlamıştı. Bu sözcüğü halka mıydı, yoksa arabanın içinde taşıdıklarına mı, belli değildi.

“Seni İblis!” halkın içinde ilk defa gördüğüm yaşlı kadın, bu cümlesini atı ile arabanın arkasına geçen o adama söylemişti. O da bu cümleyi duydu mu diye kontrol etmek için arkama dönmüştüm. Omuzlarını dikleşleştirirken, yüzündeki o korkunç gülümseme geçmemişti. Ürperdim!

Yanımda, arabanın bir köşesine geçip oturan Hanna’ya çevirdim bakışlarımı. “Hanna,” adını vererek seslendim. Bir elini yumruk yaparak şakaklarına dayamış, Dokunsalar ağlayacak gibi duran Hanna, az önce üzerine yeşil örtü serdiği kişiye bakıyordu. Bakışları ağır ağır bana çevrilirken dudakları birkaç santim aralanıp, ne söyleceğimi beklemeye başladı.

Aslında o adamı çok merak etmiştim bu yüzden Hanna’ya sormak istiyordum. Ve eminim ki o kişiyi ve daha fazlasını tanıdığımı düşünüyordu. Gözlerimi kırpıştırıp üzerime giydiğim gri elbisenin uçlarını bileklerime kadar çektikten sonra yüzüne bakıp soracağım sorumu dilimin ucuna kadar getirdim.

“Iıı bu konuşan kişi baya öfkeli gibi geldi bana, sence de öyle değil mi?” kafamın üzerine örttüğüm gri şalı da alnıma kadar çekip düzeltmiştim aslında bende bir gariplik olduğunu düşünmesini istemiyordum. Fakat sesim baya garip çıkmıştı.

Durgun bir şekilde kafasını sallayıp beni onayladı. Güzel bir cevap bekliyordum ondan; bir isim, bir özellik ya da herhangi bir bilgi ama Hanna sadece başı ile onaylamıştı beni.

Bu durum onu baya mahvetmiş gibi gözüküyordu, belki de bunlardan daha önce çok fazla gördüğü için bu haldeydi. Aslında direkt sorsam ne olurdu ki, ne kaybederdim bu durumdan.

“Adını unuttum ben bunun ya, kimdi bu?” pat diye sorup şüphelenmesi durumundan dolayı endişeli bir şekilde alt dudağımı dişlerimin arasına alıp ısırmaya başladım.

Gözleri kızarmış bir şekilde, burnunu sertçe çekerek, “O mu..?” o dediği kişiye hiçbir şekilde yönünü çevirmemişken, başı ile arkamızda ileremeye devam eden kişiyi işaret etti. Bakışları hâlâ bendeydi. Başımı onu onaylar gibi salladığım da yumruk yaptığı elini şakaklarından çekip alaya alır gibi dudakları kıvırılmaya başlandı. Ve beni dumura uğratacak o cümleyi kurmuştu.

“Geleceğin ejderha varisi, Dean Douglas.”

 

Geleceğin ejerderha varisi mi?

 

 

 

Loading...
0%