Yeni Üyelik
5.
Bölüm

BÖLÜM 5

@kadrisyazar_

 

 

 

EJDERHA VARİSİ VE GENÇ SÜVARİLERİ

 

 

 

 

5.BÖLÜM

 

҈

 

 

Yeri bile inletecek olan göğün haykırışını , kara bulutların arasında süzülen gri ejderhanın kükremesi gök gürültüsünü bile bastıracak kadar çok yüksekti. Kirpiklerimin üzerine gelen yağmur damlalarını umursamadan, sadece havada kanatlarını iki yöne doğru açıp uçarak kocaman hayvandaydı şaşkın bakışlarım.

Çenem bir metre aşağıya düşmüş, olduğum yerde kendi etrafımda dönmeye devam ederken, yağmur hızlanmaya başladı. Çevremdeki diğer insanların şaşkınlıklarını duyabiliyordum, fakat daha çok farklı isimlerden bahsederek onlara olan beğenilerini dışarı vuruyorlardı.

Bir rüya, bir hayal ya da gerçek dışı bir olay olmasını diledi kalbim, kocaman gözlerle havada süzülen hayvana bakarken. O ejderhaydı… Ejderhanın üstünden iki kişi atlamıştı balkona ve hislerim, aklım ve hızlı atan kalbim burada olmamam gerektiğini bana gösteriyordu kendilerini.

Kara bulutların arasında ilk önce beyaz bir ışık yayıldı etrafa, ardından kulakları sağır edecek kadar şimşek çaktığında, sağ kolumdan tutuldu. olduğum yerde hafif irkilip, hızlıca arkamı dönmemi sağladı tutuşun sahibi. Karşımdaki kişi, benden bedeni uyuşturacak sıvıyı isteyen kadının kendisiydi. Çatık kaşlarının altından attığı ters bakışlarıyla, alnın üzerinden burnun ucuna doğru yağmur damlaları süzülüyordu.

Kirpiklerimin üzerine düşen, oradan da gözlerimin içine arka arkaya süzülen yağmur damlalarından korumak adına gözlerimi kısıp, benden haz etmeyen kadına diktim bakışlarımı. “Siyah binaya gitmemiz lazım, Yami kötü yaralanmış, yarasını saracağız!” dediğinde dudaklarını birbirinin üzerine bastırıp tuttuğu kolumu sert bir şekilde bırakıp yanıma düşmesini sağladı.

Yami mi?

Yara mı? Tekrardan mı?

Yarayı nasıl sarmam gerektiği ile ilgili sıfır bir bilgim olduğu için, endişemi yüzüme çok fazla yansıtmamak adına, kendimi sıkıp sesimi de çok sakin tutmaya çalışarak konuşmaya başladım. “Benim midem çok fazla bulanıyor, gelemem. Başka hemşire götürsen olmaz mı?” karşımdaki kadının gözleri daha fazla kısılıp kolumu tekrar tutarak, etrafımızı saran kalabalığı yarmak için diğer eliyle güç uygulamaya başladı aniden.

Arkasından beni çekiştirmeye devam ederken, arasından geçtiğim kalabalık yüzünden birkaç kişiye omuzum çarpmış, öfkeyle bakan gözlerle muhattap olmak zorunda kalmıştım. Ama diğerlerini umursamadan beni arkasından sürüklemeye devam ediyordu.

Siyah binanın önüne geldiğimizde, elinde tuttuğu siyah bez çantayı sonradan fark ettim. Yüzünü hızla bana dönerken, artık yağan yağmur üzerimize gelmeyecek olan siyah binanın çatısının altındaydık. “Bu olaylar, senin ve midenin keyfine bekleyemez. Tüm hemşireler diğer yaralıların yanında ve bizde seninle şimdi yukarıya çıkacağız. Anladın mı beni?” kaşlarını öyle çatmıştı ki alnının üzerinde sayısız kırışıklar oluşmuştu.

Yaşının fazla olduğunu söyleyemem ama çenesinin altından sarkan gıdısı, dudaklarının kenarlarındaki uzun çizgiler ve gözlerinin altında oluşan göz torbaları, yaşını fazla büyük gösteriyordu. Bana attığı kocaman gözlerle, daha fazla korkunç görünüyordu.

Bedenim soğuktan değil de, düştüğüm endişe yüzünden titremeye başladığında, dişlerimi sıkıp buna engel olmaya çalıştım ama tekrardan tahta arabanın içinde ve sığınakta gördüğüm yaralılar gibi bir daha fazla görüntü görecek olursam, bu sefer gerçekten bayılabilirdim.

Ama karşımdaki kadın fazla ciddiydi ve beni yanında götürmekten vazgeçmeyeceğini de çok iyi biliyordum. Başka çaremin olmadığını bildiğimden, bakışlarımı tekrardan havada süzülen gri ejderhaya çevirdim. O kadar büyük ve iriydi ki, varlığı tüm hücrelerimi korkudan ayaklandırmaya yetecek kadar fazlaydı.

Gerçekten bir ejderhanın varlığına şahit olmuştum ama bir o kadarda alışıktım. Anlam veremiyordum bu duruma, bu yüzden sadece olayın akışına kendimi bırakmam lazımdı. Yoksa daha fazla düşünecek olursam, delirme ihtimalim yüksekti.

“Herkes sığınaklara geri dönsün. Ejderha Süvarisi Drake Douglas’ın kesin emridir.” Dedi az önce bizimde, çıktığımız yer altından çıkan bir kişi. İçinde ki siyah gömlek ve giydiği çelik zırhla birlikte, sağ elinde tuttuğu mızrağı havaya kaldırıp, yağmurun altında bekleyen insanlara doğru konuşmuştu.

Yan tarafımdan gelen sesle birlikte, beni peşinden sürükleyen kadın, çift kanatlı kapıya ellerini yaslayıp, içeriye doğru açılmasını sağladı gıcırtılı bir sesle. Kapının önünde dururken son kez havada süzülen ejderhaya baktım. Kükreyerek havada uçmaya devam ediyordu. Kafamı, kendime gelmek adına iki yöne doğru sallayıp önüme döndüm. Gözlerimin önüne serilen binanın içi, dışı kadar ihtişamlı ve görkemliydi. Şaşkınlığımı ve beğenimi gizleyemeden, ufak çaplı sesler çıkarmıştım.

Sağ ve sol tarafta inşa edilmiş; iki büyük siyah merdiven binanın üst katına doğru çıkıyordu. Merdivenlerin trabzanlarının uç kısımlarında ise ejderha kafasına ait heykeller yapılmıştı. İki büyük merdivenin ortasındaysa, birkaç metre yükseklikte yapılmış siyah mermerin üstünde, kükreyen iki ejderha mevcuttu. Bu iki hayvanın yönleri sağa sola doğru bakarken, ortalarında da elinde tuttuğu kılıçla havaya kaldıran bir erkek ve kadına ait heykel mevcuttu. bakışları ve kafası da tavana doğru bakıyordu ikisinin de.

Arkasındaki duvarda da en baştan en uç kısmına doğru, dışarda gördüğüm ve bayrak olduğuna emin olduğum siyah bez parçası asılmıştı. Üzerinde de, ejderhaların ağzından çıkan ateş ve ejderhaların arkasında da çapraz bir şekilde yerleştirilen kılıç sembolleri vardı.

Arkamdan duyulan ejderhanın yüksek desibelli kükremesini işitirken çoktan ayaklarımı binanın içine doğru atmıştım. “Sağ taraftaki merdivenleri kullanacağız.” Dedi kadın. Ama benim dikkatim şu an sağ tarafımdan uzanan karanlık boş koridordaydı. “İncelemeyi bırak Amelia, işimizi hallettikten sonra canın cehenneme. Ne yapıyorsan yap o zaman!” dedi kelimelerinin üzeri öfkeyle sarmalanmış olan kadın. Sol tarafımda kalan yerde de aynı şekilde uzanan bir koridor vardı, bunların nereye gittiğini çok merak etmiştim doğrusu.

Ama şu an bana öfke kusan kadına tüm dikkatimi vermem gerekiyordu, yoksa daha fazla öfkesini ve sesini duymak ve hissetmek istemiyordum. Sağ taraftaki merdivenlerin birkaç basamağını tırmanmıştı ki, eteğinin bir kenarını yukarı kaldırıp sadece omuzunun üzerinden bana baktı. “Gel Amelia, bekleme artık.” Dediğinde, şaşkınlıktan aralanan dudaklarımı kapatmış, üstüne de yutkunmuştum.

Aşağı yukarı salladığım başımla onu onaylarken, bende giydiğim gri elbisenin kenarlarından tutup yukarıya doğru çıkan merdivenleri tırmanmaya başladım. Fakat geriye gitmek isteyen ayaklarım beni çok fazla zorluyordu. Birazdan, taş basamaklardan oluşan merdivenlerin üzerine yüz üstü düşüp yığılabilirdim. Ama nedenini bilmediğim bir his, tekrardan kalbimin üzerine çöküvermişti.

Karşımdaki kadının adımları hızlanıp son basamağı da çıkarak, yönünü sağ tarafa çevirip girdiği girişten gözden kaybolmuştu. Tedirginlik beni avuçladığında, ona yetişmek adına bende adımlarımı hızlandırdım ve sağ tarafımdaki odanın önüne gelip durdum. Duvarlarında asılı olan ve aralarında birkaç mesafe bırakılan meşalelerin ateşi, karanlık koridoru aydınlatmak için yeterli gibi gözükmüyordu.

Kafamı yukarıya kaldırdım istemsizce. Koridorun giriş kısmının üzerine asılmış dikdörtgen şeklinde bir taş vardı. Taş fazla kalın değildi ama üzerindeki yazı daha fazla dikkatimi çekmişti. Kafamı anlamadığım bir şekilde hafif omuzuma yatırıp cümleyi okumaya başladım dudaklarımı ağır ağır hareket ettirerek.

“Kanatları sana özgürlük, ateşleri yoluna aydınlık, bedenleri sana sonsuz güç versin.”

Ejderhaların Varisi Ve Genç Süvarileri.

Ama beni korkutan ve şüpheye düşüren, okuduğum cümlenin ne anlama geldiğini bilmemem değil, farklı şekillerle yazılmış olan bu cümleyi nasıl okuduğumdu! Kalbim tekrardan teklemeye başladı endişeyle.

Yazının harfleri değişikti, farklı şekillerle yazılmıştı. Sertçe yutkundum. şakaklarım tekrardan zonklamaya başlamıştı. yukarıya kaldırdığım bakışlarımı tekrardan karanlık koridora dikerken, ense kökümden başlayan büyük soğuk bir esinti, koridora doğru esip yanan meşaleleri de hareket ettirmişti. Olduğum yerde ürperdi tüm vücudum.

Karanlık koridorun duvarlarından yankılanmaya başlayan bir kapının açılma sesi beni düşüncelerimden alıp çıkarırken, yanan meşalelerin alevleri de rüzgardan dolayı sağa sola doğru dalgalanmaya devam ediyordu.

“Amelia Hemşire, neredesin?” yaşının fazla ilerde olduğunu anladığım bir kadın sesiyle birlikte kuruyan dudaklarımı ıslatıp sesin olduğu yöne doğru kendimi atmıştım. "Geldim.” Dedim sesimi gür tutmaya çalışarak. Ama zihnimin karanlık odasında örülmeye başlayan düşünceler, her yerini sarmak üzereydi.

Buradan ve bu olaylardan kurtulduğum ilk vakit, neler olduğunu anlamak için büyük bir araştırma yapacaktım. Nasıl bir yerde olduğumu aramaya koyulacaktım.

Sesinden bile yaşını anladığım kadını gördüğümde, kısa, tombul bir kadın beni karşıladı. Gerçekten de yaşının epey ilerisindeydi. Kapalı olan odanın önünde titremesine engel olmak ister gibi, avuçlarını birleştirip birbirine sürtüyordu. Yüzünün aldığı şekilden anlaşıldığı üzere birazdan ağlayacak gibi duruyordu.

“Ejderha Süvarisi Yami büyük yaralanmış, Amelia Hemşire.” Dedi kadın üzgün ve titrek bir sesle. Nasıl tepki vereceğimi bilemeden sadece başım ile onu onayladım ve bakışlarımı önünde durduğum kapıya kaldırdım. Kapının üstünde asılan siyah demir bir halka duruyordu, ucunda da ejderha kafası vardı. Yaşlı kadın sıkıntılı bir nefes verip, ağlak gözlerle kapıyı araladı. Geçmem içinde küçük bir alan bırakırken, başım ile onu son kez selamladım teşekkür maksadıyla.

Odaya daha girmeden, gördüğüm görüntü birkaç saniyelik beni şaşkınlığa düşürmüştü. Siyah demir balkonun karşısında az önce çenemin bir metre aşağıya düşmesine neden olan gri ejderha duruyordu. Bu sefer bakışlarım balkonun trabzanına çıkan kişiyi buldu. Sağ ayağını hiç düşünmeden ejderhanın sırtına attı. Gri ejderha kocaman araladığı ağzından, uzun sivri dişleri görünecek bir şekilde yüksek sesle kükredi. O kadar yüksek sesle haykırmıştı ki kulaklarımı kapatmak ve ürpertici görüntüsü yüzünden gözlerimi kapatma isteği uyandırmıştı bende. Balkonun trabzanına çıkan siyah gömlekli adam, hiç düşünmeden, sağa sola doğru açtığı uzun kanatlı ejderhanın sırtına diğer ayağını da attığında, artık tamamen sırtındaydı. Gri ejderha, sadece siyah saçlarını görmemi sağlayan adam ile birlikte, balkonun önünden ayrılıp gökyüzüne doğru havalandı. Adımlarımı hiç beklemeden ileriye doğru attım, gözlerim hâlâ uçarak uzaklaşan ejderha ve o adamdaydı.

Derin bir nefes alırken, ejderhayı bu kadar yakından görmek beni epey heyecanlandırıp şaşırtmıştı. Özellikle sırtına binen adamın, bu kadar büyük bir hayvandan korkmaması beni daha da dumura uğratmıştı.

“Amelia, bana çantadan bedeni uyuşturan sıvıyı ver!” emir kipiyle konuşan o kadının sesini duymamla birlikte bakışlarımı balkondan alıp sağ tarafıma çevirdim. Duvara yaslanmış büyük bir yatağın içinde, kıpırdamadan uyuyan kadına baktım. O an bedenimde sanki, büyük uçlu mızrakların saplandığını hissettim. Gördüklerim, kapalı bir kutunun içinde beni şaşkınlığa boğarken, kalbimin gürültülü bir şekilde hızlı atmasına engelleyemiyordum.

Göğsünün altına kadar sıyrılmış olan altın rengindeki gömleğinin altından başlayan derin bir yara izi, kasıklarına kadar ilerliyordu. Yaranın etrafından kanlar sırtına doğru ilerlerken, gördüğüm görüntüyle birlikte dişlerimin arasından bir inilti kaçıvermişti.

Sanki benim karnımın üzerinde açılmış gibi hissettiğim yara yüzünden elimi, elbisemin üzerine yaslamamak için kendime engel oldum. Hemen bez çantasını, uyuyan kadının ayağının altından alıp içini karıştırmaya başladım.

Elime gelen bir nesne ile hemen çantanın içinden tutup çıkardığımda, üzerini okumaya koyuldum. Bendeni uyuşturan sıvı. Cam şüşeyi hemen benden isteyen kadına uzattığımda, tekrardan gömleği yaranın üzerinden yukarıya doğru sıyırmaya devam ediyordu.

“Dök sıvıyı!” dedi komut verir gibi. Yutkunurken, nasıl dökeceğimi ve ne kadar dökeceğim ile ilgili hiçbir bilgim olmadığı için tekrardan stres yapmıştım. Dökmediğimi gören kadın, kaşlarını çatarak yüzüme bakmaya başlayınca, yaşlı kadının inleyen sesiyle kafamı ona kaldırdım. Yüzünü buruşturup, yumruk yaptığı eline dudaklarının üstüne yaslamıştı, gördüğü görüntü onu mahveder gibiydi. Beni bile mahvediyordu!

Yaşlı kadın gözlerini kapatıp, kafasını yan tarafına çevirirken, bende bakışlarımı bana iğrenç biriymişim gibi bakan kadına çevirdim yeniden.

“Ben gömleği tutacağım Amelia, sen dökmeye başla.” Deyip bana geçmem için küçücük bir alan yaratıp kenara çekildi. “Ve döker dökmez kollarından tut. Ben bez parçasını yaraya bastıracağım. Daha sonra açılmış yaraya dikiş atacağız.” Dediğinde hızlı hızlı sıraladığı kelimeleri beni, ayağımın altına bir araba dolusu diken dökülmüş gibi hissettirmişti.

“Kraliçe Lidya’nın öfkesinden bizi koru Ejderha Atalarımız.” Yaşlı kadının dudaklarından çıkan çaresizliği duysam da, kimden bahsettiğini anlayamamıştım. Fakat o an içeriye doğru açılan kapının gür sesiyle birlikte irkilip, bakışlarımı karşıya dikerek kimin geldiğini görmek istemiştim ki, tuttuğum şüşenin hızlıca elimden alınmasıyla, yanımda öfkeyle harmanlanmış kadına çevrildi gözlerim.

Sıvıyı, yatan kadının teninin üzerinde açılmış olan derin yaranın üstüne döktü hiç beklemeden. Ben daha ne olduğunu anlayamadan, uyuyan kadının gözleri irice açıldı ve yüksek seste çığlık atmaya, yatağın içinde sağa sola doğru acıyla kıvranmaya başladı. Ne yapacağımı bilemeden, kulaklarımın aşina olduğu o sesi tekrardan duydum.

“Yami…” dediğinde, gelen kişinin Dean olduğunu anladım. Aşina olduğum ses ona aitti. Yatağın içinde acıyla çırpınan kadın, sağa sola doğru kıvranarak dönerken, Dean hızlıca yatağın kenarına gelip omuzlarından sıkıca tutarak daha fazla hareket etmesini engellemeye çalıştı. “Çabuk ol hemşire!” Dedi yanımdaki kadına öfkeyle. Az önceki Dean’nın aksine bu sefer, patlamak üzere olan bir volkandan farksız bir şekilde karşımda duruyordu.

Yaralı kadın, kafasını geriye doğru yatırıp bakışlarını tepesinde dikilerek omuzlarından tutan Dean’a doğru kaldırdı. Göz bebeğinin geriye doğru kayarak kapandığını, acıyla çırpınan bedeni de uysallaşmaya başlamıştı yavaş yavaş.

“Sıvı acıyı hafifletir efendim.” Dedi kadın başını yukarıya doğru kaldırmadan. “Ejderha Süvarisi Yami güçlü bir kadın, dayanmaması imkansız.” Elindeki bezi yaranın kenarlarına sürtüp, kanı temizlerken, tekrardan konuştu. “Amelia hemşirenin yapması gereken görevi, siz yaptığınız için özür dilerim. Cezası en kısa sürede verilecektir. Bu gece, yaralılara ait olan odaları temizlemekle yükümlüdür.” dedi. Beni şikayet mi etmişti bu kadın? Sana daha fazla gıcık olamazdım!

Dean’nın bu sözlerden sonra nasıl tepki vereceğine bakmak için bakışlarımı yüzüne kaldırdım. Ne de olsa buraya gelmeden önce beni bir oda da sıkıştırmış, ahlakıma ters tekliflerde bulunmuştu. Fakat onun dudakları yarım bir gülüşler yukarıya kıvrılmış, bakışlarıyla da beni süzmekle meşguldü. Bel boşluğuma gelen bir darbeyle, kafamı yan tarafıma dönüp bana vuran kadına baktım. Fısıldayarak, “kafanı kaldırma Amelia!” dedi dişlerinin arasından.

Hâlâ yaranın kenarlarını temizlemekle ilgilenirken, dediğini yaptım. Hareketlenmelerden anladığım kadarıyla, Dean yatağın kenarından ayrılıp geriye doğru çekilmişti. “Ceza vermenizi istemem Baş Hemşire. Sonuçta Yami, benimde tanıdığım. Eminim ki ben gelmesem de Amelia Hemşire layıkıyla ilgilenecekti.” Dedi düz ve bir o kadar imalı bir sesle.

Baş Hemşire diye adlandırdığı kadının dediklerini dikkate alsam da, Dean’a bakmaktan kendimi alıkoyamadım. Yere diktiğim bakışlarımı çok fazla kaldırmadan, alttan alttan yüzüne baktım. Ve o sinirli hali tekrardan gitmiş, yerine aklında bin tilkinin koşturduğuna emin olduğum bir kişi gelmişti.

Bıyık altından gülerken, bakışlarındaki muzipliği görmemek elde değildi. “Drake nerede? En son ejderhasıyla gelip Yami’yi bırakmıştı.” arkasında dikilerek ağlamamak için kendini zor tutan yaşlı kadına kafasını döndürmeden, sadece başını omuzuna doğru hafif yan çevirip gözlerini de, yatakta yatan kadına yöneltmişti. Bende onu takip ederek, kadını incelemeye başladım.

Yuvarlak yüzlü, jilet gibi kesilmiş kısa küt saçlarıyla yüzünü daha fazla ön plana çıkarmıştı. Kapalı olan gözlerinin çekik olduğunu anladığımda, kaşlarının üzerinde biten, yine aynı şekilde jilet gibi kesilmiş dümdüz kahküllere sahipti. Kahküllerinin arasında ise birkaç telinde kızıllıklar mevcuttu.

Sanırım yaralı olarak bahsettikleri Yami buydu!

Güzel bir kadındı. Ve o yaraya rağmen dayanacak kadar güçlü biriydi.

“Gitti efendim. Onu burada yalnız bırakmak istememişti ama ejderhaların yalnız kalması, herkes için iyi olmadığını bildiğinden Ejderha Ateş’i krallığına geri döndü.” Dedi yaşlı kadın gergin ve bir o kadar da telaşlı bir şekilde.

“Sana kaç kere söyleyeceğim? Cümlelerini kısa tut!” bastıra bastıra kurduğu cümlelerle, üst dudağı ince çizgi halini alırken, keskin bakışlarını arkasında iki büklüm bir şekilde başını eğen kadına çevirmişti. “Özür dilerim Ejderha Süvarisi Dean Efendim.” Dedi cılız bir sesle kadın.

“Yami’nin yarası nasıl?” dedi tekrardan bakışları yanımdaki kadını bulurken. Çoktan Baş Hemşire dikiş atmaya hazırlanmıştı. Yami, kafasını geriye doğru atıp acıyla inlerken, kuruyan dudakları hep yarık yarık olmuştu. “Yara çok derin değil efendim.” Diyerek cevapladı onu.

“Yami güçlüdür. Diğer süvarilerin aksine, Yami en baş sırada yer alır her açıdan. Eğer dayanmazsa benim için hayal kırıklığı olurdu doğrusu.” Derken, burnunun üstünü kırıştırıp, yatan kişiye gülümsemişti.

Yami, derisinin üstüne her dikiş atıldığında, dişlerini sıktığını ve acıya engel olmak ister gibi küçük küçük iniltiler çıkarıyordu üst üste bastırdığı dudaklarının arasından.

Dean, bakışlarını yatan kişiden alıp, benim ve yanımdaki kadına son kez göz gezdirip, “Yami iyi olduğunda haberim olsun,” dedi ve arkasını dönerek, yaşlı kadına, “Yami’ye iyi bak, her dakika da bir yarası kontrol edilsin. Anlaşıldı mı?”

Eğdiği başını bir kez bile olsun yerden kaldırmayan kadın, “emredersiniz efendim.” Deyip dizlerini hafif kırarak onu selamlamıştı. Yanımdaki kadında işini bırakıp, Dean’ı selamladığında, benim de yapmamı bekler gibi yandan bakışlar attı bana. Hızlıca başımı eğip karşımdaki adamı onlar gibi selamlamıştım.

Bu sefer Dean’ın burada olmasına sevinmiştim. Çünkü asla, bu kadının dediklerini yapamazdım. Zaten nedenini bilmediğim bir şekilde kadın bana kötü davranıyordu. En son düşüneceğim sorunlardan biriydi kendisi.

Dean odadan çıkarken, Baş Hemşire çokta işini halletmiş, Yami’nin kanla bulanmış olan kıyafetlerini değiştirerek, temiz bir şeyler giydirmişti. “Kendisine bakması için saat başı bir hemşire göndereceğim. Sakın yalnız kalmasın, yanında kalmaya devam et sende.”

Yaşlı kadın da onu başıyla onayladığını gördüm. bende baş hemşirenin işini hallettiği eşyaları toplamakla ilgileniyordum. Çantanın içine elimdekileri koyarken, bir taraftan da yatağın içinde uyuyan kadına bakıyordum.

Gözleri kapalı olmasına rağmen, kaşları çatık bir şekildeydi. Bu yüzden yuvarlak beyaz yüzü, gergin duruyordu. Uyuyordu ama bilinci kesinlikle yerindeydi. İlaç yarasına etki etse de kısa süreli olduğu belliydi. Karnının üzerindeki yara gerçekten korkunçtu ama ona rağmen, dayanabilmişti. Onu buraya getiren adamı göremeden, ejderhanın sırtına binip gitmişti. Onu da çok merak etmiştim.

“Kraliçe Lidya’nın haberi var mı?” uyuyan kadından bakışlarımı kaldırıp, Baş Hemşirenin sorduğu sorusuna kulak kabartmıştım. “Umarım fazla öfkelenmez.” Dedi sesi endişeli çıkarken.

Yaşlı kadın yatağın yanına gelip, Yami’nin bacaklarının üzerine kadar örtülmüş olan yorganı çok fazla çekiştirmeden kenarlarını düzeltip, “Ejderha Süvarisi Drake Efendimiz daha yeni geldi. Çok fazla kişinin haberi olmamıştır.” Arkasında kalan kadına yan döndü ve konuşmaya devam etti. “Ama çoktan kulağına gitmiştir. Vadi koruyucuları haberi çoktan götürmüştür.”

Baş Hemşire sıkıntılı bir şekilde başıyla onu onayladığında, çatık kaşlarının altındaki gözleri bana çevrilmişti. “Gidelim Amelia.” Dedi başıyla yanındaki çıkış kapısını gösterirken. “Daha gelecek çok yaralımız olacağı belli. Umarım Süvarilere bir şey olmaz.” Sıkıntıyla doldurduğu yanaklarını geri üfledi. Yatağın kenarından çekilip yanına vardığımda elimdeki bez çantayı aldı. Omuzundan çapraz bir şekilde asarken, “bir hemşire göndereceğim, herhangi bir durumda haberim olsun.”

Yaşlı kadın ikimize de gülümsedi yarım bir tebessümle. Üzülüyordu yatakta yatan kadına. İstemsizce bende üzülmüştüm. Neyin sebep olduğunu daha çok merak etmiştim. Umarım öğrenmezdim. Zaten içimi kaplayan bulanık düşünceler, daha çok midemin kasılmasına ve başımın ağrımasına neden oluyordu.

Baş hemşire ile birlikte odadan çıkmıştık. Arkasından taş basamaklı merdivenleri inerken, işime yarayacak herhangi bir bilgi öğrenmek istiyordum. Daha az önceye kadar o kadına neyin sebep olduğunu bilmek istemiyordum ama içimdeki merak duygusunu bastıramıyordum.

Tanıdık ve bir o kadarda uzak gelen her şeyin bir anlamını aramak ve bulmak istiyordu bir tarafım. Son basamağı da inip önümde birkaç adım ilerde olan kadına bir şeyler söylemeden önce, sağımda ve solumda kalan uzayıp giden karanlık koridora baktım. Sertçe yutkunurken, önüme döndüm ve kapıyı açmak üzere olan kadına seslendim. “Kütüphane nerede?”

Pat diye sorduğum soru yüzünden şaşıran kadın ile birlikte bende şaşırmıştım. Fakat sormak zorundaydım. Tüm bilgilerin olduğuna emin olduğum her şey kitaplarda yazılı olurdu ve kitapları sadece kütüphanede bulabilirdim.

Birkaç saniye duraksayıp yüzünü bana doğru çevirirken, dudaklarında alay olduğuna emin olduğum bir gülüş takınmıştı. “Sen…” dedi. Daha sonra da burnundan gülme sesine benzeyen bir ses çıkarmıştı. “Bizim şımarık Amelia, kitap mı okumak istiyor?” Bir adım yaklaştı ve dudaklarını yalayıp “Ha doğru, sen farklı şeylerle ilgilendiğin için kütüphanenin yolunu bilmezsin!”

Rahatsız edici imalarıyla dolu olan cümlelerini anlayamıyordum ama nedense beni öfkelendiriyordu karşımda itici bir şekilde gülen kadın. “Bana sadece kütüphanenin yerini söyle!” bende onun gibi bir adım yaklaştım ve onun gibi itici bir şekilde güldüm. “Sen söylemesen de kendim bulurum!”

Neden bu şekilde davrandığımı bilmiyordum ama, kendime de engel olamıyordum. Bana bu şekilde, karşımda durarak kibirlenemezdi. Sabahtandır yaptığı hareketleri ve tutumlarına yeteri kadar dayanmıştım. Bir de saçma bir şekilde imalarıyla uğraşamazdım.

“Karşında bir Baş Hemşire var senin. Ses tonunu ve hareketlerini değiştirsen iyi olur Amelia, yoksa başına gelecek hiçbir şeyden sorumlu değilim!” dedi tehtidkar bir ses tonuyla.

Yutkunmamak için kendimi zorladım. Korkmuyordum ama yine de tedbiri elden bırakmamak iyi olurdu. Kadını tanımıyordum. Kendimi bile tanıyıp tanımamakta çelişki içinde yaşıyordum. En iyisi buradaki düzene ve insanlarına ayak uydurmaktı. Yoksa, her şey daha kötü sonuçlanabilirdi.

İstemesem de, başım ile onu onayladım. Bu davranışım hoşuna gitmiş olacak ki, kibirli gülüşüyle çenesini dikleştirdi. Ona karşı bir savaş kaybettiğimi düşünüyordu ama ben savaşta değildim sadece neler olup bittiğini anlamayan biriydim.

“Bir Baş Hemşire’nin görevi, eminim ki altında çalışan herkese yardım etmekle yükümlüdür.” Ellerimi arkamda birleştirdim cümlemi bitirirken.

“Tabi ki öyle. Sen ne sanıyordun ki?” dedi beni küçümser bir şekilde.

Onu yüceltmem lazımdı. Lazımdı ki bana kütüphanenin yerini söylesin. Hanna ve Darla’yı bulup bana yerini söylemelerini isteyebilirdim ama vakit kaybetmek istemiyordum. “Ve Bir Baş Hemşire asla kütüphaneden çıkmaz. Yanılıyor muyum?”

Bilmiyordum!

Baş Hemşire veya ben neydim bilmiyordum!

Kadın rahatsız olmuş bir şekilde yerinde kıpırdandı. Kaşları çatıldı konuştuklarım onu huysuzlandırmış gibi gözüküyordu. “Tabi ki öyle, bu bina kütüphane ile dolu. Her gün birindeyim. Daha dün gece sağ bölümdeki kütüphanede sabahladım.” Eli ile yanımdaki karanlık koridoru gösterdi.

Dudaklarım, onun kütüphanenin yerini söylemesiyle iki yöne doğru kıvrıldı. Sevinmiştim. Karşımda ketum gibi duran kadın bile dile gelmişti. Ama sesinde yalan kırıntıları vardı. Bunu cümlelerini duraksayarak söylemesinden bile belliydi. Kütüphaneye gitmiyordu ama benim ilgi alanım o değil, ulaşmak istediğim kitaplardı.

“Ama siz başka işlerle uğraşmaktan kütüphane nedir, nereden gidilir bilmiyorsunuz. Biraz vaktinizi onlara ayırsanız daha iyi olur!”

Ne dese boştu artık benim için çünkü aklım, karanlık koridorun içindeki kütüphane ile ilgileniyordu. Kendini beğenmişliği ve kibri ile onu şu anda yalnız bırakmak istiyordum. Çok geçmeden bilgilere ulaşacağım kütüphaneye gitmem gerekiyordu.

“Haklısınız efendim. Kütüphanenin nerede olduğunu asla bilmiyorum. Sizin gibi olmadığım için af edin!” yalandan tutumum onu daha da sevindiriyordu.

Kibriyle dudağının kenarı kıvrıldı. “Seni böyle konuşurken dinlemek benim için baya büyük bir zevk. Ama benim halletmem gereken büyük işlerim var.” Dedi. “Ve tabi ki senin de!” işaret parmağını bana doğru uzattı.

Tekrardan onu onayladım başım ile. Çenesini ve omuzlarını kendini beğenmiş bir ifade ile dikleştirirken, büyük siyah çift kanatlı kapıları kendine doğru çekiştirerek sonuna kadar aralamıştı. “Elini çabuk tut!” dedi önünü bana dönmeden dışarı çıkarken.

Kapılar tekrardan yüksek sesle kapanırken, derin bir nefes aldım ve yönümü sağ taraftaki karanlık koridora çevirdim. Bu bina da hiç kimse yoktu. Tek bir çıtırtının duyulacak kadar insan yaşamıyor gibiydi. Darla bana, ejderhalar yüzünden diğer insanların sığınaklarda olduğunu söylemişti.

Eğer o hayvanlar onlara zarar veriyorsa, niye hâlâ onlara sahiptiler?

Hızlı atan kalbime hakim olmak ister gibi sağ elimi göğsüme yasladım. Binanın karanlık havası beni fazlaca boğuyordu. Kafamı iki yöne doğru sallayarak, kendime gelmem için sakinleşmeye çalıştım.

Karanlık koridora girmeden önce, giriş kısmında duvarda asılı duran, yanan meşaleyi yerinden çıkarıp elime aldım. Sıcaklığı sol yanağımı ısıtırken, biraz daha havaya kaldırıp, adımlarımı ağır ağır kütüphaneye gidilecek olan karanlık koridora attım.

İçerde hakim olan hafif rüzgar, yanan meşaleyi hareket ettirip ateşten sesler çıkarmasına neden oluyordu. Duvarlarına ışığı doğrulttum incelemek için. Duvarı boydan boya kaplayan siyah bir boya ile çizilmiş uzun bir şekil karşıladı gözlerimi. Biraz daha ilerlediğimde bu şeklin kuyruk olduğunu ve ejderhaya ait olduğunu gördüm. Çünkü sonunda, ateş püskürten ejderhanın kafasına ulaşabilmiştim. Etrafa saçılan ateş resmi, duvarın tamamını turuncu ve kırmızı renkler hakim olmuştu.

Büyük, kocaman bir ejderha şekli çizmişlerdi duvara. Resim olduğundan daha gerçekçi ve canlı duruyordu. Binanın her yerinde ejderhaya ait bir şeyler bulmak mümkündü. Gerçeklerine sahip olmak daha güzel ve bir o kadar da ürkütücü gelmişti bana. Hâlâ gerçek bir ejderha görmenin şaşkınlığını yaşıyordum. Ve bu uzun sürede geçmeyecek gibi duruyordu üzerimden.

Sonunda biraz daha ilerlediğimde, kulaklarıma gelen bir sesle arkamı döndüm. Üst kattan geliyordu bu ses. Sanırım bir kapı açılma sesiydi. Sanki sesim duyulacakmış gibi bende sessizce yutkundum. Bacaklarımın güçlü bir şekilde titremesi, elimde sımsıkı tuttuğum meşalenin yanan ateşinden daha fazla hareket ediyor gibiydi.

Kafam ve bakışlarım karanlık koridorun tavanında gezdiriyordum. Adım seslerini bile işitecek kadar duyularım açılmış gibiydi. Koca binada bu kadar küçük bir ses daha fazla yankı yapması normaldi. Fakat çok fazla kişinin olmaması işte bu anormaldi.

Korkularımı bastırmak adına, gözlerimi kapatıp birkaç saniye nefesimi kontrol altına almaya çalıştım. Ama yetmiyordu nefesim, dar koridor beni daha fazla zor duruma sokuyordu. Ama sakin olmam gerekiyordu. Sadece sakin olmam lazımdı!

Ayaklarımın gitmesi için kendimi zorladım ve tekrardan ilerlemeye devam ettim. Tepemde yanan meşale gölgemi önüme düşürüyordu, bu yüzden gölgemden bile korkuyordum.

İnsan gölgesinden korkar mıydı? Sana ait olmayan bir gölgeden bile şüpheleniyorsan, korkman normaldir!

Her an arkamdan biri gelip beni kıskıvrak yakalayacakmış gibi ödüm kopuyordu. Adımlarım kütüphaneye ulaşmak için özen gösterirken, başım ile de durmadan arkamı kontrol ediyor, kulaklarımı da bir avcının keskin kulakları gibi duyulacak bir ses için nöbet tutuyordum.

Etraf sessizdi. İlk duyduğum sesten başka, daha fazlası gelmemişti. Az da olsa rahatlamıştım. Sonunda büyük, çift kanatlı bir kapı daha beni karşılarken, adımlarımı usulca önünde durdurup bekledim. Tepemde yanan meşaleyi biraz kapıya doğru yaklaştırınca, koyu kahverengi bir kapı olduğunu, ışığı aşağıya yavaş yavaş indirip bu sefer de, kapının kulplarının ejderha kafasında bir halka şeklinde olduğunu gördüm.

Kuruyan dudaklarımı dilim ile ıslattım. Bir elim gri elbisemin kenarlarını sıkıca kavrarken, elimdeki meşale ile birlikte bende kafamı kapının en üst kısmına kaldırdım. Yami’nin yanına gitmeden önce girişteki koridorun başın da gördüğüm gibi, ince tabakalı bir taş asmışlardı. Üzerinde de farklı harflerden oluşmuş cümle yazıyordu.

“Bilgisiz bir varis, ejderhalara sahip olmak isteyecek kadar kibirli ve bir o kadar da, aptaldır.”

Kütüphanenin olduğuna emin olduğum bu girişinin üstünde bu kelimler kazınmıştı. Bir taşın üstüne sadece, nasıl okuduğumu anlamadığım harfler vardı. Okuyabiliyordum ama farklı olduğunu da görebiliyordum. Bu farklılığı nasıl anladığımı bilmiyordum. İşte bunu göremiyordum.

Boğazımı delip geçen sert bir yutkunmanın ardından, ejderha kafasının yer aldığı halkaya üç parmağımı içinden geçirip tırnaklarımın avuç içine batmasına izin verdim. Kapıyı kendime doğru çekerken, adımlarımı da geriye doğru atıyordum.

Sonunda, koyu kahverengi kapı dışa doğru açılıp geçmem için alan yarattığında, bende adımlarımı eşikten içeriye doğru soktum. O an da burnuma gelen eski kağıt kokusu ile yüzümü ekşittim. Her yerden bu koku, burnumun direklerine doğru hücum ediyordu. Evet burası kütüphaneydi. Koku muhteşemdi. Kağıt kokusunu severdim ama sanki buradaki kitaplar küflenmiş gibi kokuyordu.

Açık olan kapının önünde durduğumda, sağımda ve solumda bir ışık belirerek önümü aydınlattı. Kafam iki yöne de bakmak için sağımı ve solumu takip ederken, aniden beliren bu ışıktan dolayı hafif yerimden sıçramıştım. Kapının yanlarında asılı duran bu iki meşale de anlamadığım bir şekilde yanmışlardı.

Alıp verdiğim nefeslerim tekrardan düzensizleşmeye başlayınca, hiç beklemeden kendimi odanın içine fırlattım. Evet fırlattım çünkü biraz daha olduğum yerde dikilirsem, korkudan geriye kaçma ihtimalim çok yüksekti.

Ve ben odanın içine daha fazla ilerledikçe, arkamdan gelen cızırtı seslerinin artması ile, geldiğim yöne doğru önümü çevirdim. Sağ ve sol duvarda yan yana dizilmiş olan her meşale, sırayla yanmaya başladılar. Onlar her alev aldıkça, ateşten yükselen sesler, kulaklarımı doldurmaya, ışıkları da etrafı aydınlatmaya başlamıştı. Bir anda hepsinin alev alması, dudaklarımın şok etkisi ile birkaç santim aralanmasına neden oldu.

Elimi çabuk tutmam gerekiyordu. Çünkü isteğim dışında yanıyorlardı meşaleler. Ve ben ne kadar ileri gidersem, odanın içinde ne kadar yanmayan meşale varsa yanacaktı.

Arkamı hızlıca döndüm ve aralıklı duran dudaklarım yüzünden kuruyan ağzımı yutkunarak ıslatmaya çalıştım. Ama heyecan beni ele geçirmişti. Hemen işime yarar bir şeyler bulmam gerekiyordu, daha fazla oyalanmadan.

Bakışlarımın önünde sıraya dizilmiş kitaplıklar yer alıyordu. Her kitaplığın raflarında sayısızca kitap vardı. Hemen ilk kitaplığa yönelmiştim ki, rafın üstünde duran lamba yandı. İçimden sayısızca lanetler savurdum.

İlk kitabı kendime doğru çektim ama bir elimde duran meşale yüzünden inceleyemediğimden, kitaplığın yanında ki küçük yuvarlak bir halka dikkatimi çekince, meşalenin uç kısmını oraya geçirdim. Tam meşalenin sapının sığacağı şekilde yapılmıştı.

Oradan bakışlarımı ve dikkatimi aldım, raftan çektiğim kitabın içini karıştırmaya başladım. aynı harfler vardı, ama okuyabiliyordum. Sayfalarını karıştırdıkça, gözüme birkaç cümle çarptı. Tarım, buğday ve toprak gibi. Hemen kapağını sertçe kapattım ve üstünü okudum. Kitap tarım ile ilgili bilgiler veriyordu. Lanet olsun!

Birkaç kitap aynı raftan çekerken, umutlarım yanan mum gibi erimeye başlıyordu. Çünkü hiçbir kitapta bölge ile ilgili bilgi vermiyordu. Çoğu öğrenmek istemeyeceğim bilgiler ile doluydu. Sıkıntılı bir nefes verip rafın diğer başına geçmek için yürüdüğümde, karşımdaki duvarın meşalesi de yanmaya başladı.

Bakışlarım bu sefer yanan meşaleye değil, yanında ki kocaman asılmış haritaya çarptı. Duvarın yarısı, asılmış kağıt parçası ile kaplanmıştı. İçimde hareketlenmeye başlayan sevincime engel olamadan dudaklarımın kenarı kıvrıldı ve adımlarım oraya doğru ilerledi.

İlerledim ve haritanın diğer tarafındaki meşalede yandı. Ve diğerleri de yanmaya başladı sırayla.

Ve haritanın üstündeki büyük toprak parçası tamamıyla gözlerimin önüne serildi. Üzerinde de isimleri yazılıydı; Ejderha Ateşi, Kanlı Sırt, Çamurlu Tepe ve Kırık Taş’tı. Bu dört isim aynı toprak parçasına benzeyen resmin üzerinde yer alırken, Demir Bilek yazısı, büyük toprak parçasının altında birleşik duran küçük toprak parçasının üzerinde yer alıyordu.

Vadi yazısı da, diğer toprak parçası resminin tam karşısında yer alıyordu. Tam ortalarında da, Koyu Nehir yazısı yazılmıştı. Büyük bir kara parçasıydı ve kalabalık gözüküyordu. Bu yazılar ve resimlerin ne anlama geldiğini çözemedim ama önemli bir şey olduğuna kalıbımı basabilirdim.

Bu sefer haritanın üstünde yer alan bir yazı dikkatimi çekti: Ejderhalar’a sahip olamazsın, ejderhalar ister ise onlara ait olabilirsin. Yazıyordu. Her yazının bir anlamı var gibiydi ve hepsi birbirinden büyük anlamlar içeriyordu sanki.

“Kim var orada?!”

Duyduğum bir sesle, korku dolu bir inleme kaçtı genzimden ve hızlıca eteklerimin kenarlarından tutarak kitaplıklardan birinin arkasına geçtim. Rafların kenarlarından göz ucuyla baktım gelen kişiye. Uzun siyah eski püskü, ayak ucuna kadar gelen bir elbise giymişti kadın. Saçları darmadağınıktı.

Aptallık ederek, arkamdan kapatmadığım kapının önünde biraz daha bekleyip ilerlemeye başladı. Bende biraz daha rafa sokuldum ve adımlarımı onun aksi yönüne çevirdim.

“İzinsiz kim girdi buraya! Süvarilere ait olan kütüphaneye giren kim?” kadın ellerini ileriye doğru uzattı ve sanki bir şeyler arıyormuş gibi havada sallamaya başladı. Kafasını dikleştirdi ve kulağını bir şeyler duymak ister gibi kitaplıklara doğru çevirdi. “Sesler…” dedi. Bir adım ilerledi olduğum yere. “Sessiz sesler!”

“Sessiz sesler, en çok duyulmayı isteyenlerdir!”

Az önce durduğum rafın önüne doğru gelince bende, tam karşısındaki kitaplığın önüne geçtim. Birkaç santim duran rafların arasından yaşlı kadını incelemeye başladım. Boynunda kocaman siyah kalın bir kolye vardı. Ellerinin ve ayaklarının kesilmeyi bekleyen uzun tırnaklara sahipti.

“Ama sen, istemiyorsun!” dedi ürkütücü bir sakinlikle. “Aramak istediğin şey ne?” diye sordu bu sefer. Kafasını sağa sola doğru havada hareket ettiriyor, sanki gözlerini kırpmadan tavanı seyrediyor gibiydi.

Kadının garipliği yüzünden olduğum yerde kitlendim. Hareket edemeyecek kadar uzuvlarım çalışmayı durdurmuştu. Ama içimde kopan kaçma isteği yiyip bitiriyordu beni.

“Daha hızlı nefes al!” deyince, tam karşısında durduğu kitaplığın kenarına astığım meşaleyi aldı. Nefes almayı durdurdum bilincim dışında. Sanki, en küçük titreşimi bile duyacak kadar dikkatli biriydi ve korkutucuydu. Tuttuğum nefesim, içime kesikler atmaya başlayınca, rahatsız edici bir sakinlikle geri verdim, kadının duymamasını isteyerek.

“Buraya girmek yasak! Çık ortaya hemen!” hızlı bir adım attı rafın önüne. Ve Şu an ikimizin arasında bir kitaplık duruyordu, elimi yasladığım yerden çektim ve bir adım geriye doğru gittim korkuyla.

Dudaklarımı endişeyle dişlerimin arasına alıp, kendimden öç alırmışçasına ısırmaya başladım. Etim kopmak üzereydi ve dilimin üzerine gelen paslı kan tadı, bunun büyük kanıtıydı.

Kadın beni bulmadan gitmeyecek gibi duruyordu. Çalışmayı bırakan uzuvlarımın varlığını hatırladım ve buradan kaçmak için bin türlü planlar kurmaya hazırlandım. Hemen gözlerim raflarda dizilmiş olan kitaplara çarptı. Dudaklarımı içe doğru kıvırdım ve işaret parmağımı kitabın başından tutup çıkmasını sağladım ve diğer elimle, yere düşmemesi için kitabın üzerine yasladım.

Bir adım daha geriye gittim. Kadının sadece burnun üst tarafı gözüküyordu. Kafası ağır ağır, sesin geleceği yöne doğru hareket halindeydi. Kitabı havaya kaldırdım ve karşı tarafa doğru fırlattım. Kadının kafası hemen fırlatılan kitabın düşme sesine doğru hızlıca çevrilip olduğu gibi o yöne koştu.

Vakit kaybetmeden kenarlarından tuttuğum eteğimden hızlıca kapının olduğu yöne doğru koşmaya başladım. “Kaçma!” diye bağırdığını işittim kadının ama durmadım ve hızlıca çıktığım yerden, arkamdan kapıyı kapatmak için önüme döndüğümde, yerinden fırlayacakmış gibi duran gözlerle bana doğru koşan kadının yüzü ile karşılaştım.

Öfkeden deliye dönen surat ile nefesim tıkandı. “Ses ver bana!” dediğinde, elimin altında duran kapıyı hızlıca kapattım ve kadın artık içerde kalmıştı. Kapıyı zorlamaya başladığında, ellerimi duvarlarda gezdirdim. Sağ omuzumu kapının üzerindeydi açılmaması için. Hemen elime gelen meşale ile, ejderha kafası yer alan halkaların içinden geçirdim. Kadının bağırışları geliyordu ve halkadan geçirdiğim meşale ile artık kapı açılmayacak duruma gelmişti.

“Nefes alışların aklımda! Yasaklı kütüphaneye girdin. Cezanı çekeceksin!” diye bağırdı kapının arkasında kalan boğuk sesi ile. Binlerce küfür savurdum içine düştüğüm durumdan dolayı. Korkunun eline bir sopa vermiş gibiydiler ve darbeler indiriyordu kalbime.

Kadın bağırmaya devam ederken, sesine kimsenin gelmesine beklemeden, adımlarımı dar koridordan geldiğim yöne doğru attım.

Ayaklarım, ellerim isteğim dışında titriyordu. Adımlarım hızlı ve bir o kadar sersemdi. Tekrar arkamı döndüm sesin geldiği yöne doğru. Kadının sesi susmuştu. Büyük çift kanatlı giriş kapısına ulaştığımda, kendime doğru çektim ve çöken karanlığın esintisine kendimi serbest bıraktım.

Hiçbir şeyliğin içinde, birçok şey arayan bir insana dönüşmüştüm. Ve hangisine dönüşeceğim meçhuldü.

 

҈

 

Umutsuzca umut beklediğim bu yerde, karanlık çoktan etkisi altına almaya başladığında, sığınağa beti benzi atmış biri olarak varmıştım. Hemen yaralılarla ilgilenen; Darla ve Hanna’yı bulup beraber evlerimize gitmek için yola koyulmuştuk.

Kanımın ve gücümün çekildiğini iliklerime kadar hissettirildiğim bir anı yaşayıp kendimi zar zor kurtarmıştım. Kızlar neler olduğunu sorsalar da, onları birkaç laf ile geçirmiştim. Yaralıların etkilediğini, daha sonra da süvari olduğunu öğrendiğim Yami’nin durumundan dolayı etkilendiğimi dile getirmiştim. Onlarda çok daha fazla soru sormadan, ikna olmuşlardı.

Kızlar ile vedalaştıktan sonra, sabah saatlerinde çıkıp bir çok şey yaşamış olarak eve geri dönmüştüm. Hemen üzerimdekilerden kurtulmak için soyundum ve rahat bir şeyler giymek için dolabın önüne geldim. Beyaz uzun geceliği elime aldım. Bu sabahta üzerimde bu vardı ve gayet de rahattı.

Yatağın kenarına otururken aklımdan hiç çıkmayan olaylar, tekrardan gözümün önüne gelmişti. Bir günde yaşayamayacağım imkansız şeyler ile muhattap olmuştum. Yaralılar, insanlar, o kadın ve duvarda gördüğüm, bir yerlere ait olduğuna emin olduğum isimlerin yazılı olan harita… Evet hepsi bir günde olan şeylerdi.

En azından birkaç bilgi öğrenebilmiştim. Yeterli değildi ama hiç yoktan iyidir. Yüzümü sıkıntıyla sıvazlarken, kapının tıklatılmasıyla ellerim yüzümde asılı kaldı. Etraf çoktan karanlığın ellerine teslim olmuştu. Bu saatte kim gelmiş olabilirdi ki?

Kapı tekrar tıklatıldığında, bir anı da zihnimin köşelerinden kapıyı tıklatmıştı. Dean!..

“Bu gece sana uğrayacağım, sakın kapını kilitleme.” Diyen kişi Dean’dı.

Lanet olsun o gelmişti!

Öfkeyle derin bir nefes alırken yerimden doğruldum ve kafasını kırmak için sert bir şeyler aradım. Eğer kapımın önündeki oysa, kırık kafayla ayrılacak olan kişi de o olacaktı.

Hemen masanın üzerinde yer alan içi boş, büyük boylarda cam şüşeyi elime aldım ve dudaklarımın ince çizgi haline gelmesine engel olamadan, kapının önünde dikildim. Sertçe yutkunurken, kapı bir kez daha tıklatıldı. Kimsin! diyemeden, kapının arkasındaki yabancı bir ses bende önce davrandı.

“Bayan Lillesol!”

Gerginlikten içe doğru kıvrılan sırtımı umursamadan, devam etmesini bekledim. Lillesol kimdi? Galiba yeniden başlıyorduk. “Bayan Lillesol, yardımınıza ihtiyacımız var!”

Sanırım o kişi bendim. Cam şüşeyi arkama gizleyip kapının üstündeki sürgüyü geri çektim ve sadece bir gözümün göreceği bir şekilde kapıyı araladım. Merdivenlerin altında duran adamın siyah zırh, başında miğferi ve elinde tuttuğu mızrak ve kalkan ile karşımda duruyordu.

“Rahatsız ettim bayan Lillesol kusura bakmayın. Ejderha Süvarisi Drake Efendimiz yaralandı. Bu yüzden sizi görmek istiyor.”

Beni mi görmek istiyor?

Drake mi? Şu kızların heyecanlı heyecanlı anlattığı kişi!

“Başka hemşire bulamadınız mı?” diye sorunca karşımdaki adam şaşırdı. Gözleri bu dediğime kısılsa da konuşmaya devam etti. “Diğer hemşireler yaralıların başında ve diğer yarısı da Ejderha Ateş’i Krallığın da.” Dedi.

Gecenin bu geç saatinde gitmek olmazdı ama ejderhaya binen ve herkes tarafından önemli bir kişi olduğuna emin olduğum kişiyi geri çevirmek olmazdı. Bu garip kaçardı, başka çarem yoktu.

Karşımdaki adamı başım ile onaylayıp elimde tuttuğum cam şüşeyi kapının arkasına bıraktım. “Üzerimi giyineyim.” Dedim. Ama hemen araya girdi. “Yarası derin olabilir. Fazla bekleyemeyiz!”

Canım bu duruma sıkıldığını belli eder gibi bir nefes verdim ve kapıyı sonuna kadar açıp çıktım. Yarası vardı ve ben nasıl halledecektim onu. Kalbim sıkıştı. Yaşadıklarım bitmeyecek gibi duruyordu. “Yara için malzemeler?” diye sordum merdivenlerden inerken. “Onlar odasında var bayan Lillesol.” Beklemeden cevapladı beni.

Adam önünü bana doğru çevirip kaşlarıyla arkamda kalan yeri işaret etti. Anlamayan gözlerle adama bakarken, gözlerim şüphe ile kısıldı ve birkaç kez kırpıştırdığım bakışlarımı omuzun yan tarafından arkamdan kalan yöne çevirdim.

O an gözlerim kocaman açılırken, dudaklarım bağımsızlığını ilan ederek birbirlerinden ayrıldı. Bitişik evlerin arkasında duran kocaman bir ejderha vardı ve üzerin de bir adam karanlığı yararak gözlerimin içine bakıyordu. Ejderha burnundan beyaz bir dumanı dışarıya üfledi. Onu ise gözlerinin kısıldığını gördüm.

Sessiz bir şekilde karanlığa hükmediyor gibiydiler.

“Ejderha Süvarisi Drake, sizi ejderhasıyla götürecek.” Dedi adam kulaklarıma ulaşamayan bir sesle.

Benim kulaklarım da, gözlerimde, sessiz bir şekilde karanlığa hükmeden ejderha ve o kişideydi.

 

 

Devam Edecek...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%