Yeni Üyelik
6.
Bölüm

BÖLÜM 6

@kadrisyazar_

 

EJDERHA VARİSİ VE GENÇ SÜVARİLERİ

 

 

BÖLÜM 6

 

҈

 

 

 

Keyifli okumalar :)

 

 

Geceyi bölen tek şey gökyüzünde parlayan ay ışığı iken, evlerin arkasında duran iki çift göz, aya inat daha çok parlıyordu. Devasa büyülükte ejderhanın sırtında duran adam, hiç kıpırdamadan öylece bana bakıyordu. Karanlıkta bile olsak, göz göze gelmiştik. Bunu anlayabiliyordum!

Giydiğim beyaz geceliğin kenarlarından sımsıkı tutup bir adım daha yaklaştım ejderhanın sırtında duran adama doğru. Ejderha hafif yerinde kıpırdanıyor, ama asla sabahkine nazaran kükremiyordu. Sessizce karanlığın içinde boy gösteriyordu ikisi de.

Evlerden birinin çatının üstüne konmuştu. Burnundan verdiği sert nefes sesi buraya kadar geliyordu.

“Bayan Lillesol!” diyen adamın sesiyle irkilip zorda olsa, omuzumun üzerinden ona baktım. “Ejderha Süvarisi Drake, sizi bekliyor!” dedi. Yaralı olduğunu ve şu anda bana ihtiyacı olduğunu söylemişti. Üzerindeki siyah zırhtan ve başındaki miğferden anlaşılacağı üzere bu sabahki gördüğüm askerlerden olmalıydı.

Sertçe yutkunduğumda, üzerimdeki gecelikten dolayı titrediğimi fark ettim. Tabi ejderha ve üzerinde oturan adamın etkisi de büyüktü üzerimde. Adam yine benden bir cevap bekliyor gibi kaşlarını havalandırıp yüzüme bakmaya devam etti. Ejderhasıyla gideceğimi söylemişti ama asla o ejderhaya binemezdim.

“Olmaz!” dedim dişlerimi sıktırarak. Karşımda duran adamın kaşları hemen çatıldı, niye böyle söylediğimi anlamayarak. Onu daha fazla bekletmeden, “ejderha ile gidemem.” Dedim. Ki yaralıydı ve benden onu iyileştirmemi istiyordu ama ben daha kendimde bile değildim, onu nasıl tedavi edecektim.

“Oraya çabuk varmanız için bu gerekli!” dedi adam. “Ejderha Süvarisi yaralı!”

Omuzumun üzerinden baktığım askerden bakışlarımı çekip tekrardan benden elli veya almış metre uzağımdaki ejderha ve ejderha süvarisi olarak adlandırdığı ve o kişinin isminin Drake olduğunu öğrendiğim kişiye baktım. Gri ejderhanın sırtında küçücük dursa da, korkusuzca duruşu, gözlerimden ayırmadığı gözleri, hükmünün büyük olduğunu gösteriyordu.

Arkamda öylece bekleyen asker onun yaralı olduğunu söylüyordu ama şu anda ejderhaya binip kapıma dayanmıştı. Yaralı olup olmadığına karşı hislerim beni kendine doğru çekiyordu. Umarım bugün kütüphanede karşılaştığım o kadın ile ilgisi yoktur, yoksa başımı istemeden belaya sokmuştum.

“Binemem o ejderhaya!” dedim bastırarak. Bakışlarım o adamın yüzünden ayırmamıştım. “Ama bayan Lillesol-” dediğinde asker, hemen araya girip lafını kestim. “Sana dedim ki, o ejderhaya binmem!” deyip burnumdan sesli bir nefes verdim. Sinirlendiğimi görmesini istemiştim.

Adamın da başka çaresi olmadığını belirten sesli bir nefes verdiğini duydum. “Peki bayan Lillesol, sizi saraya atla götüreceğim.” Dediğinde, başım ile onu onayladım. Fazla ısrar etmeyişine sevinmiştim. Bir ejderhayı görmek zaten beni şaşkınlığa uğratmışken, birde ona binmek sonum olurdu. Ki o adamı da tanımıyordum. Bir yabancıyla ejderhanın sırtına binmek, kulağa tuhaf geliyordu.

Tabi bir şu anda yabancı bir adamla atın sırtında da gitmek tuhaftı ama ejderha yerine atı tercih ederdim. En azından bu gördüklerim bana tanıdıktı, fakat ejderha hayal gücümü zorlayan başka bir şeydi. O da tanıdık ama fazlasıyla uzaktı, hem de çok fazla.

Son kez ejderha süvarisi dediği kişiye bakıp arkama dönmeden önce, ejderhanın sırtındaki adamın, omuzlarını dikleştirip geriye çekilerek beni daha iyi görebilmek için oturuşunu düzelttiğini gördüm. Ay ışığı, hareketlerini seçmemde yardımcı bir kaynaktı.

Arkamı döndüm ve askerin yanında durduğu siyah atının dizginlerinden tutarak, bir ayağını sırtına atıp üzerine bindi. At olduğu yerde hareketlenince istemeden kendimi geri çektim. Asker de dizginlerini kendine doğru çekip durması için sesler çıkarıp durdurdu. At sakinleşince, elini bana doğru uzatmadan önce, bakışlarını tam arkamda duran adama çevirmişti.

O gözlerde korku olduğunu belli belirsiz görebilmiştim. Dudaklarını yalayıp, kaşlarını gergin bir şekilde çatarak bana indirdi. “Ejderha Süvarisi Drake çok öfkelenmiştir, bayan Lillesol!” dediğinde yutkundu. Çekingen bakışlarını tekrar karşıya kaldırdı. Ama ben arkama bakmadım, zaten atın üzerindeki askerin yüzünden her şey anlaşılıyordu. Biraz daha bu yerde kalırsak adam korkudan titreyecekti.

Ama umurumda değildi. Ben o ejderhaya binemezdim. Zaten çok kızgın görünüyordu ejderha. Herhangi bir hareketim de, öfkelenip beni yerle bir edecekmiş gibi duruyordu. Bir insan neden ejderhaya sahip olurdu ki?

Kafamı iki yöne doğru sallayıp umursamama çalıştım ama asıl korkmam gereken, o adamın yarasına nasıl müdahale edeceğimdi. Hiçbir şeyden, hiçbir şekilde fikrim yoktu. Umarım bir yanlışlık yapmazdım.

Bu sabah gökyüzü şiddetli bir şekilde yağmurunu yer yüzü ile buluşmasına izin vermişti ama şimdi ise pas parlak bir aya bırakmıştı yerini. Ama hâlâ serin havasını ve topraktan çıkan o müthiş kokuyu hissedebiliyordum. Şimdi ise üzerimde sadece ince bir gecelik vardı az da olsa düştüğüm bu durum bedenimdeki tüm tüylerin havaya dikecek kadar titrememe sebep oluyordu.

“Çabuk olun bayan Lillesol!” dedi asker ve elini bana doğru uzattı. Önce uzatılan ele, daha sonra da elin sahibine baktım. Binmesem ayrı bir dert, binsem ayrı bir dert başımın açılacağını biliyordum. Fakat gitmesem, kapıma kadar dayanan o adam zorla götürebilirdi beni.

Hava yüzünden kuruyan dudaklarımı ıslatıp, göğsümü sıkıştıran durumdan dolayı kesik bir nefes çektim içime. Ama bir faydasını göremedim. Gözlerimi birkaç saniye kapatıp açtım ve adımlarımı karşımda duran ata doğru atıp, hiç vakit kaybetmeden uzatılan eli tuttum. Atın eyerine bir ayağımı geçirip, kendimi yukarıya doğru çektim. Elini tuttuğum askerde bana destek verdiğinde, diğer ayağımı atın sırtına attığımda artık binmiştim. Üzerimdeki gecelikte diz kapağımın üzerine doğru sıyrılmıştı.

Hemen kollarımı önümde duran askerin belinin etrafına sardım. Atın üzerinde dengemi kaybedip düşeceğim diye bir yerlerim tutuşmuştu. Birkaç dakika atın üzerinde olduğumu idrak edebilmek için gözlerimi sımsıkı kapadım. Derin derin nefes alıp yavaş yavaş gözlerimi aralamaya başladım ve gözlerimin tam hizasında, o adam vardı. Ejderha süvarisi Drake.

Gözleri, ejderhanın gözleri gibi parlıyordu. Ama öyle ki, karanlığın bir oyunu olduğunu düşündüğüm bir yarım gülüş vardı yüzünde. Gerçek olup olmadığını sorguladım kendi kendime. Fakat değil gibiydi. Gülüyordu. Samimi bir gülüş değil, öfkeyi saklıyor gibiydi.

“İyi misiniz bayan Lillesol?” diye sordu kollarımın arasında sıkıştırdığım asker. Yanağımı sırtına yasladığım askerin sesiyle kaşlarım çatıldı ve hemen durumu fark eder etmez kendimi geri çektim. Öyle sıkı sarılmıştım ki adama, utançtan yerin dibine girebilirdim. Ama ata ilk kez binmiştim ve bu at çok büyüktü. Korkmuştum doğrusu!

“İyim iyim!” dedim hemen. Fakat bakışlarımın dikkatini çeken yüksek kükreme sesiyle başımı yan tarafıma çevirdim. Arkasında oturduğum askerde benim gibi irkildiğinde, sırtına bindiğimiz siyah at da korkarak kişneyip adımlarını geriye doğru attı.

Asker dizginlerini havaya kaldırıp durdurmaya çalıştığında benim bakışlarım çoktan ejderhanın üzerinde durmuştu. Kanatlarını iki yöne doğru açıp havalandı. Üzerindeki adamın bakışları ise saniyelik bile olsa benden ayrılmıyordu.

Ejderha biraz daha yükseldi ve yönünü arkaya doğru çevirip bir kez daha kulakları sağır edecek şekilde kükredi. Ejderha yönünü arkaya çevirdiğinde, sırıtndaki adamın bakışlarıda benden ayrılmıştı.

“Çabuk gitmemiz lazım!” dedi asker ve dizginlediği atı, bu sabah geçtiğim ve tahta arabaların olduğu yöne doğru sürmeye başladı.

Ben ise ejderhasıyla alçaktan uçan o adama bakıyordum. Çırptığı kanat sesleri, kulağıma gelince, şaşkınlıktan kendimi sırıtırken buldum. Ejderha engebeli patikanın üzerinde bulunan saraya doğru uçuyordu ve bizde muhtemelen oraya gidiyorduk.

Bu sabah geçtiğimiz topraklı yolun üzerinden atı son sürat sürerek o adamın yarasına bakmak için beni yetiştirmeye çalışıyordu. Gözlerim ise gökyüzünde süzülen ejderhanın arkasından bakıyordu. hafif ejderha bedenini sağa yatırdığında, kanatlarını birkaç saniyede çırparak daha da yükseğe uçuyordu.

Çok geçmedi ki, ejderha karanlığın içinde gözden kaybolmuştu. Gideceği yere varmış olmalıydı çünkü artık ne ejderhayı görebiliyordum ne de ejderhanın sırtındaki kişiyi.

Kesik bir nefesin ardından bakışlarımı aşağı indirip karşıya baktım.

Yanıma bir şeyler almamıştım, ayağımda sadece ayakkabı ve üzerimde ince beyaz bir gecelik vardı. Bir şey almama izin verememişti. Endişesine bakılırsa söylediği adamın yarası fazlaydı ya da gereksiz bir endişeye de kapılmış olabilirdi.

Askerin belinin kenarlarından hafifçe parmaklarımı koymuştum. O da düşmemek için aldığım küçük bir önlemdi. Saçlarım, atın yarattığı rüzgarla geriye savrulurken, içimdeki endişenin kumlarının da daha da hareketlendirdiğini seziyordum.

Derin bir nefes daha almaya çalıştım ama içinde bulunduğum rüzgar izin vermemişti. Daha da nefes almam zorlaşıyordu. Atın dizginlerini engebeli yola doğru çevirdiğinde, hızımızda çok az bir yavaşlama oldu ama yine at dört nala koşmaya başladı.

Arkasında oturduğum askerde daha fazla hızlanması için, ayaklarını ata vurarak, hız alabilmesi için komutlar veriyordu. Bu yolları daha bu sabah geçmiştim. Birazdan etrafı yüksek duvarlarla örülmüş, her birine farklı isimler verilmiş binaların olduğu yere gidecektik. Çok bir mesafemiz kalmamıştı.

Arkada kalan evlere bakmak için başımı omuzun üzerinden arkaya çevirdim. birkaç ev dışında, diğerlerinin ışıkları yanmıyordu. Öyle karanlık ve öyle boş görünüyordu ki, bu sabah gördüğümden farklı gelmişti. Dik yamacın eteğine kurulan evler birbirine yapışıktı. Hepsi birbirine arkasına yerleşke kurmuştu ve dik yamacın üstüne doğru ilerlemişti. Fakat her yer çok sessizdi.

Sadece bizi saraya götüren atın ayak seslerinden başka bir şey yoktu. O koca ejderhada ortalıkta görünmüyordu. Birkaç dakika daha böyle gitmeye devam ederken, sarayın duvarları ay ışığı sayesinde görünmeye başladı.

“Bayan Lillesol,” dedi önümde oturan asker. Yol boyunca hiç konuşmamıştı. “Evet?” diye karşılık verdim. Çok kısa yan profilini görmem için başını hafif omuzuna doğru çevirmişti tekrardan karşıya döndürdü. “Lütfen iner inmez koşar adımlara gidin. Ejderha Süvarisi Drake, bekletilmekten hiç hoşlanmaz!” dedi. Atın zemine vurduğu ayak seslerinden dolayı biraz yüksek seste konuşmuştu, duymam için.

Histerik bir gülüş kaçtı burnumdan. Fakat askerin duyamayacağı bir şekilde sessizdi. Bekletilmekten hoşlanmıyor olabilirdi ama bende gecenin bir yarısı tanımadığım insanla yolculuk yapıyordum. Bende hoşlanmamıştım bu durumdan. Hem başka hemşire mi yoktu, yarasına müdahale edecek?

Yine de bir şey söylemedim çünkü askerin sesinden bile anlaşılıyordu o adamdan ne kadar korktuğu. Ve sıfatına bakılırsa, yetkili biriydi. Bu yüzden sessiz kalmanın daha iyi olacağını düşündüm. Başıma bir iş gelmesini istemiyordum.

Büyük çift kanatlı kapının önüne vardığımızda, iki nöbetçinin atın üzerinde beklediğini gördüm. Ellerinde yine mızraklar vardı. At nefes nefese kaldığı koşuşturmasından sonra adımlarını yavaşlatmaya başladığı sırada benim gözlerim duvarın üzerindeki kişilerin üzerine kaldırmıştım. Bir ellerinde yanan meşale diğerinde ise bu sabah üfledikleri borular vardı.

Gerginlikten dudaklarımı dişlerimin arasında un ufak ederken, bu sefer boruyu üflemediklerini gördüm, duvarın üstündeki kişilerin. Kapının önünde bekleyen atlı nöbetçilerde, ellerinde tuttukları mızrakları yere saplamamıştı. Ayaklarını atın karnına iki kere vurduklarında, atların ikisi de öne doğru geldiler ve demir kapı iki yöne doğru açılıp sarayın içini görmemi sağladılar.

Burnumu çekip, arkasında oturduğum askerin atı ilerletmesini bekledim. Göğsüm şimdiden daha da sıkışmaya başladı. Nasıl yapacaktım, ne yapacaktım, hiçbir fikrim yoktu. Umarım bir terslik olduğunu anlamazlardı, yoksa büyük bir felaketin içine girmem uzun sürmezdi.

Askerde atı ilerletmeye başladığında, kapının önündeki iki askere kısa bir baş hareketiyle selam verdi. Artık at koşmuyordu, ağır adımlarla duvarın içine girmeye başlamıştık. Hangi binanın ne olduğunu belirten isimlerin iki tarafına da yanan meşale bırakmışlardı. Ortamı aydınlatan sadece onlardı. Sadece birinde yoktu o da Ametist yazan binaydı. Yine, kapının önüne vurulmuş zincirlerin ortasında büyük bir kilit duruyordu.

“Bayan Lillesol,” dediğinde asker dikkatimi oradan çektim. At çoktan binaların ortasında durmuştu. “Acele edin, Ejderha Süvarisi Drake, sizi odasında bekliyor olacak!”

Odasında mı?

Bu sabah ki yaraların gittiği yerde müdahale etmeyecek miydim?

Kaşlarım alnımın üzerine anlamadığım için yığılırken, asker inmem için elini tekrar uzattı. Elini bu sefer tutmadım. İki elimi de atın sırtına yaslayıp bir ayağımı yanıma getirerek üzerinden aşağı zıpladım. Bir iki adım geriye sendelemiştim ama hemen toparladım dengemi.

Atın üzerinde kalmaya devam eden askerin yüzüne bakıp kaşlarımı yukarıya kaldırmadan, “burada,” deyip binanın altında yer alan demir parmaklıklardan oluşan sığınağı gösterdim işaret parmağımla. “Orada olmayacak mı?” diye sordum.

Asker başını hızlıca iki yöne doğru salladı. “Süvariler zorunlu olmadıkça oraya girmez.” Dedi. “Hem bunu iyi biliyor olmalısınız bayan Lillesol?” diye bir sorudan çok bildiğimi doğrulamaya çalışıyor gibiydi.

Kaşlarım daha çok çatıldı. Onun gözünde bir hemşireydim. Tabii ki iyi bilmem gerekiyordu. Başımla onayladım hemen. “Biliyorum tabii ki!” dedim ikna eder gibi. “Yaralarına müdahale eden sizdiniz hep, bu yüzden gelmenizi istedi.” Dedi asker.

Tek kaşım yukarı kalktı. Yani bu seferlik başkasını isteyemez miydi? Sıkıntılı bir nefes burnumdan verip askeri başım ile tekrar onayladım. Başka yapacak bir şeyim yoktu. Ki öyle diyorsa öyledir.

Asker başı ile bana selam verip atın dizginlerinden çekerek, at ileri geri gitmeye başladı olduğu yerde. Başka işi kalmamıştı askerin. Gideceğini anlamıştım. Bende gergin bir nefesin ardından onun gibi baş selamı verip Siyah Bina yazan yapıya baktım. Odasının nerede olduğunu bilmiyordum ya da yarasını nasıl müdahale edeceğimi, sadece akışına bırakmam gerektiğini hissediyordum.

Askere bir daha bakmadan, eteğimin kenarlarını düzeltip adımlarımı siyah bina yazan yapının önüne doğru atmaya başladım. Tenimdeki tüm tüylerin diken gibi havaya kalktığını hissetmiştim. Büyük bir dalga, ense kökümden, kuyruk sokumuma kadar indiğini fark ettim. O dalgada; endişe, korku ve bilinmezlik vardı. Yere yığılabilirdim şimdi.

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım yürümeye devam ederken. Arkamdaki askerin atı sürdüğünü nallarından çıkan sesten anlamıştım ama geri dönüp bakmadım. Ses gittikçe benden uzaklaşıyordu.

Kapının önüne zar zor vardığımda avuç içlerimi üstüne bastırıp geriye doğru itekledim. İçeriye kendimi attığımda, kapı gıcırtılı bir şekilde yüksek seste kapandı arkamdan. Sesten dolayı irkilerek arkamı dönmekten alıkoyamadım kendimi. Kalbim hızlı hızlı çırpmaya başlandı. Tekrar önüme döndüm.

İçerde hiç kimse yoktu. Arada kapıların kapanma sesleri duvarlara çarparak yankı yapıyordu binanın içinde ve bu beni de daha çok korkutuyordu. Merdivenlerin tırabzanların sonunda yer alan ejderha başlarının ağızlarının içinde mum yakmışlardı ve her biri güçsüz bir şekilde yanıyordu.

Bu sabah yaşadığım olaydan ötürü sağ tarafımda uzayıp giden karanlık koridora bakmaktan alıkoyamadım kendimi. O kadının hâl ve hareketleri beni gerçekten ürkütmüştü. Orasının yasak olduğunu bile bile beni oraya gönderen Baş Hemşireye ne demeli peki? Onu gördüğümde hesabını soracağım!

Kalbimi sıkıştıran korku ve endişenin arttığına çarem bulamadan, bakışlarımı yine yukarıya çıkan sağ ve sol merdivenlerin tepesine kaldırmıştım. Gözlerim ikisinin de üzerinde gidip geliyordu. Çünkü hangisinden gideceğimi bilmiyordum. Odasına hangi merdivenlerden çıkılacağını bilmiyordum.

Ayaklarım istemese de zar zor kendimi yürümeye zorlayarak, sol taraftaki merdivenlere doğru yöneldim. Orada da ne olduğunu merak etmiştim doğrusu. Adımlarımı ağır ağır taş basamakları tırmanırken, gözlerim her yerdeydi. Son basamağı da tırmanıp durduğumda bu sefer gözlerim üst kata çıkan diğer merdivendeydi.

Bu sefer iki merdiven değil, koridorun ortasında birleşerek yukarıya çıkan bir merdiven vardı ve onun da bitiminde de, iki tarafa ayrılan iki koridor mevcuttu. Dışarıyı görmek içinde, duvarı boydan boya kaplayan büyük bir pencere açılmıştı. Tüm girişlerin sağ ve sol tarafında da güçlü yanan meşaleler asılmıştı.

Sol tarafımdaki kapının önüne birkaç adımla vardıktan sonra, kısa bir bakış arkamda kalan koridora attım. Bu sabah girmiştim koridorun içindeki odalara. Tekrar önümü çevirdiğimde, kapının üzerine asılmış, dikdörtgen şeklindeki kalın taşa kaldırdım. İki tarafından açılan delikten zincir geçirilerek, duvara çakılmıştı. Bu sayede kapının üzerinde durabiliyordu.

Üzerinde yine bir yazı mevcuttu. Alfabesi değişikti ama okuyabiliyordum.

Ejderha’ya layık bir Varis olmak istiyorsan, hiçbir askerin yapamayacağını, Süvarilikte öğrenmelisin!

Her yerde böyle yazılar görmek mümkündü. Öylesine yazılan şeyler gibi durmuyordu aksine bir şeyleri öğretmek ve hatırlatmak gibiydi. Nefesimi tutup, bakışlarımı yazıdan indirerek duvarın her bir yerine asılmış meşalelerle dolu olan koridora baktım. Meşalelerden yansıyan ışıklar sayesinde, kapılar olduğunu görebiliyordum. Birden fazla olan kapılar karşı karşıya ve yan yana dizilerek, ışıktan dolayı parlıyordu.

“Bayan Lillesol!”

Yerimden sıçrayıp arkamdan gelen sesle önümü döndüm. Bir adım korkarak geriye kaçmıştım. Ellerini önünde bağlayarak bana gülümseyen bu sabahki kadının kendisiydi.

“Korkuttuğum için üzgünüm bayan Lillesol!” deyip tebessümünü dudaklarında yaydı. Kuruyan dudaklarımı dilim ile ıslatıp, sakinleşmek için derin bir nefes aldım. Bir anda ses duymayı beklemiyordum bu yüzden kalbim çok hızlı atıyordu. “Önemli değil!” dedim bende gülümsemeye çalışarak. Bir taraftan da hızlanan nefesimi kontrol etmeye çalışıyordum.

“Ejderha Süvarisi Drake, sizi odasında bekliyor!” dediğinde önünde durduğu koridoru göstermişti. Gerilen sırtımı rahatlatmak için omuzlarımı içe doğru büküp, “biliyorum!” dedim. “Neden beklediğini söylemedi fakat beni hemen Ejderha Süvarisi Yami’nin yanından çıkardı!” dediğinde kaşlarımı çattım anlamayarak.

“Yami’nin yanında mı?” diye sordum hiç beklemeden. Kadın kaşlarını kaldırıp, “Ejderha Süvarilerine, adları ile seslenemezsiniz!” dediğinde sesinin tonunu uyarıcı bir tınlamaya almıştı. Böyle bir tepki vereceğini beklemiyordum.

“Özür dilerim,” deyip burnumdan gülme sesine benzer bir ses çıkarıp samimi bir gülüş takındım. “Bugün baya yoruldum, kendimde değilim!” dedim. Gerçekten yorgun ve üzülmüş gibi çıkmasına özen gösterdim sesimin. Hemen kadında ikna olmuşçasına bana tekrar sıcak bir tebessümle karşılık verip, “anlıyorum bayan Lillesol, bugün birçok yaralı asker ve ölümlerle karşılaştınız. Yorgun olmanız doğal.” Dedi.

Rahat bir nefes vermemek için kendimi tuttum. Yanlış bir şey yaptığımın farkına varmıştım. Demek onlara isimleriyle hitap etmek hoş karşılanmıyordu, bunu bilmek iyi oldu. “Lütfen acele edin!” dediğinde önünde durduğu kapının yan tarafına çekilerek, geçmem için alan yarattı.

Sol tarafta değil, sağ tarafta olduğunu öğrenmiştim odasının. İyi ki diğer karanlık koridordaki odalara girmemiştim. Kadının yanından geçip gülümsedim ve başım ile selamladıktan sonra, o merdivenlerden inmeye başladığında arkasından birkaç saniye bekleyip baktım. Daha sonra, bende Ejderha Süvarisi Yami’nin yaralı olarak yattığı odanın kapısının önüne gelmiştim.

Derin bir nefes alıp sesli bir şekilde dışarıya üfledim. Kadını buradan çıkardığını söylemişti. Bu yüzden ilk buraya baksam daha iyi olacaktı. İçeri girmeden önce elimi yumruk şeklinde yapıp yukarıya kaldırarak eklem kısımlarıyla kapıya hafif hafif vurdum. İçerden ses gelmemişti. Bir daha vurup kulağımı kapıya dayadım ama hiçbir ses gelmemişti içerden.

Dudaklarımı dişlerimin arasına aldım ve nefesimi tuttum. Bu sefer yumruk yaptığım elimi, kapının koluna dolayarak aşağı indirip geriye doğru sürükledim. Kapı çok aralanmadan başımı hafifçe içeriye uzattığımda, bakışlarımı kapının yanında duran yatağa çevirdim.

Kaşlarını çatmış, yüzünde ise acı çekiyormuş gibi bir ifade ile uyuyan Yami vardı. Siyah kaküllerinin arasında dağılan kızıllıkları kaşlarının üzerinden iki yana doğru ayrılmıştı. Yusyuvarlak yüzü, ay gibi parlıyordu. Yatan kadındayken gözlerim içeriden ses geliyor mu diye dinledim ama çıt çıkmıyordu.

Bir adım geriye çekilip kapıyı kapatıp geri dönecektim ki, içerden gelen tok bir erkek sesiyle olduğum yerde kalakaldım. “İçeriye gel!” dedi. Aralıklı duran dudaklarımın arasından aldığım nefesler boğazıma yumruk gibi dizilirken, gözlerim kocaman açılmıştı.

İçerdeydi, Ejderha Süvarisi Drake denilen kişi! Onun olmasını diledim, başkasını görmek istemiyordum! Kimseyi görmek istemiyordum aslında!

Ateş gibi yana boğazımı ıslatmak için yutkunup, kapıyı yavaşça içeriye doğru araladım. Sesten dolayı Yami’de yerinde kıpırdanmıştı ama gözlerin açmamıştı. Adımlarımı ağır ağır atarken, kapı sonuna kadar açılmış bedenimin hepsini içeriye sokmuştum. Çok fazla ses çıkmaması içinde, arkamı dönmeden kapıyı yavaşça kapatmaya başladım.

Bakışlarım bu sabahki girdiğim odayı tekrardan gezerken, en son durağım karşımda kapısı açık duran odanın üzerinde kaldı. Kapının yanında duran siyah bir gardırop ve üzerinde yanan gaz lambaları mevcuttu. Yanında küçük tahta bir masa ve üzerinde bir şeyler vardı. Yami’nin yatağının yanında da her iki tarafında duran komodinin üzerinde üçer üçer dizilmiş altın renginde mumlar vardı. Odayı aydınlatan onlardı.

Bu sefer dikkatimi çeken şey ise sağ tarafımdaki pencerenin altına yerleştirilmiş tek kişilik yataktı. Bu sabah yoktu, sanırım biz çıktıktan sonra koyulmuştu. Yami’nin yatağının ayak ucunda duruyordu ama oda öyle büyüktü ki, aralarında epey mesafe duruyordu.

O da tamamen siyahtı. Bu sabah telaştan inceleyememiştim. Tekrar bakışlarımı açık olan kapıya çevirdim. İçeriye gel diyen kişinin sesi oradan gelmişti, büyük ihtimalle de oradaydı çünkü başka oda falan yoktu içerde. Gözlerimi kısıp açık olan odanın içinde neler olduğunu görebilmeyi amaçladım.

Siyah tekli bir koltuk duruyordu çaprazında ve bir de yuvarlak masa ama daha fazlası görünmüyordu. Burnumdan derin bir nefes alıyordum ki, kapısı açık olan odanın içinden çıkan kişiyle yarıda kalmıştı. İstemeden parmaklarımı giydiğim beyaz geceliğin kenarlarından sımsıkı tutmuştum.

Giydiği siyah gömleğinin düğmelerini açmış, açıkta kalan göğsünü gözler önüne sermişti. Siyah saçları darmadağınık ve sanki duştan çıkmışçasına ıslaktı. Birkaç teli de alnın üzerine düşmüştü.

Yanağımın içini ısırırken, odanın önünde bekleyen kişinin gözlerinden ayıramıyordum bakışlarımı. “Kullanacağın malzemeler orada!” dediğinde başıyla Yami’nin yatağını gösterdi. Kalın sesi insanı dize getirecek kadar sert ve otoriterdi.

Siyah gömleğin kenarlarından tutup omuzlarından çıkarmaya başladığında, afallayarak gözlerimi hızlıca üzerinden çekip başıyla gösterdiği yöne baktım. Onu karşımda yarı çıplak görmek utandırmıştı ve bu şekilde onu beklemiyordum. Parmaklarım daha sıkı tuttu, eteğimin kenarlarını.

Yami’nin olduğu yere baktığımda ise hiçbir şey görememiştim. Mum ve birkaç süs eşyasından başka bir şey yoktu. Sormak istedim ama nedense çekinmiştim. Gözlerim hâlâ yatağın iki tarafına konulmuş komodinlerin üzerindeyken, onun hareketlendiğini gördüm ve çok sürmeden Yami’nin yatağının ucuna gelip yarı çıplak bir şekilde elinde tuttuğu siyah gömleği, yatağın üzerine bırakıp bana baktı.

Kaşlarını çatarak bana bakıyordu. Sinirli değildi aksine anlamaya çalışıyor gibiydi. Başını iki yöne doğru salladı çok geçmeden ve dudaklarında alaya alırmışçasına yarım bir gülüş belirdi. Gözlerini benden ayırıp adımlarını bu sefer tam karşımdaki komodine doğru ilerletmeye başladı.

Neden güldüğünü anlamadığımdan benimde kaşlarım çatılmıştı ama onu izlemeye devam ettim soru sormadan. Bir taraftan da yarası olup olmadığını bakıyordum ama bedeninin sadece sol tarafını gördüğüm için teninde yeni açılmış bir yara yoktu fakat iyileşmiş bir sürü yara mevcuttu. Çoğunun izi duruyordu.

Komodinin çekmecesini kendine doğru çekip içinden içi dolu bir bez çantası çıkarıp çekmeceyi geri kapadı. Ardından tebessümü belli belirsiz dudaklarında himayesini korurken, adımlarını bana doğru atmaya başladı. Dudaklarımı üst üste bastırıp gerilen sırtımı içe doğru büktüm. Elinde tuttuğu çanta ile gelirken daha fazla göz temasını sağlayamayıp, bakışlarımı aşağı indirdim.

Fakat göğsündeki yaralardan açık bir yer bulunamayacak kadar kötü haldeydi. O anda benimde canımda hissetmişim gibi kötü oldum. Bu kadar yara nasıl oluştuğuna ve kim tarafından gerçekleştirildiğini merak etmiştim.

Büyük bedeni gölge gibi üzerime düştüğünde, ayaklarımızın arasında sadece bir iki adımlık mesafe vardı. Nefesimi tutup dilimin ucunu ısırdım gerginlikten dolayı.

Vücudundan ıslak toprak kokusu geliyordu adeta. Yağmurdan sonra, buruna gelen hoş koku kadar cezbediciydi. Hâlâ karşımda dikilmeye devam ederken, sessizliği onun tok sesi böldü. “Ne zamandan beridir Süvariler bir başkasının işini yapıyor?” deyip histerik bir gülüş attı. Başını eğdiğini fark ettiğimde, bende gözlerimi yüzüne çıkardım ve gerçekten de yüzümü görmek için başını eğdiğini gördüm.

Bir şeyler söylemem gerektiğini farkındaydım ama sanki uzuvlarım ve dilim bağımsızlığını ilan etmiş gibi yanımda değillerdi. Işık arkasından vuruyordu bu yüzden tam net görünmüyordu. Kuruyan dudaklarımı yaladığımda, bakışları saniyelik oraya indiğini gördüm ama çok uzun sürmemişti ki tekrar yüzüme baktı.

“Özür dilerim!” dedim. Kekelemediğim için kendimi tebrik ettim. Başka ne diyeceğimi bilemedim. Çarpık bir gülüş belirdi dudağının kenarında ve elindeki bez çantayı bana doğru uzattı. Onu bekletmedim ve titrememesi için kastığım elimi kaldırıp bez çantayı alıp yan tarafıma saldım.

Kırpmadığı gözlerini benden çekerek arkasını döndü. O anda sağ omzunun üzerinden başlayıp aşağıya doğru inen yarayı gördüm. Yaranın uç kısmı pantolonun bir tık üstünde bitiyordu. Yarayı görür görmez küçük bir inilti dudaklarımın arasından kaçmış, yüzümü buruşturmuştum elimde olmadan.

İki yatağın ortasından geçip diğer odaya girdiğinde, elinde tuttuğu sandalye ile geri çıkmıştı. Sandalyeyi bana doğru, sırtını da arkasındaki gardıroba doğru çevirmişti. Sandalyeye oturup bacaklarını iki yöne doğru açarak avuç içlerini diz kapağının üzerine yasladı.

“Yara fazla derin değil!” dediğinde başım ile onaylayıp adımlarımı sandalyede oturan kişiye doğru attım. Ben arkasına geçene kadar da asla gözlerini üzerimden çekmemişti.

Arkasına geçip omuzunun aşağısına kadar devam eden yarayı incelemeye başladım. Nasıl olduğu ile ilgili merak duygusu yiyip kemiriyordu beni. Bir anda sırtına dokunma isteği ile dolup taştım. Parmaklarımı ağır ağır yukarı kaldırdığımda, sanki bunu hissetmiş gibi yan profilini görebileceğim şekilde omuzuna doğru çevirdi. Ama gözlerini bana çevirmedi, zemindeydi. Parmaklarımı tenine dokundurduğumda, dudaklarından belki de kendimin yanlış duyduğumu söyleyeceğim küçük bir inilti çıkmıştı.

Yaranın etrafında gezdirdim işaret parmağımı. Ama tüy kadar, hiç varlığını hissetmeyecek kadar yumuşak bir dokunuştu. “Nasıl oldu?” diye bir soru kaçtı istemeden dudaklarımdan. Gözlerim yarada, parmağım yaranın etrafında geziyordu.

Dokunuşumu hisseder hissetmez sırtı içe doğru büküldü. Omuzlarını daha çok dikleştirdiğinde, “ejderhalar yüzünden!” deyip başını sağa sola yatırıp esnetti. Parmağımı hemen teninin üzerinden çektiğimde, dokunuşun yokluğuyla tekrar başını omuzuna doğru çevirip yan profilini sundu bana.

Elimdeki bez çantasını yanımdaki masanın üzerine bıraktığım sırada, üzerinde küçük bir tas ve temiz bir bez olduğunu gördüm. Hemen bezi suyun içine daldırıp iyice ıslattıktan sonra suyunu tamamen tasın içine boşalttım. O sırada onun gözlerinin benim üzerimde olduğunu fark ediyordum. Bir tur daha bu işlemi yaptıktan sonra, arkamı döndüm ve göz göze geldik.

Gözlerimi hızlıca ondan çekip yaralı omuzunun arkasına geçerek canını çok yakmayacak bir şekilde temizlemeye başladım. Onunda iniltileri küçük küçük duyuluyordu. Temizlemeyi durdursam da, “devam et!” diyerek kaldığım yerden devam ediyordum. Yarayı iyice incelediğimde, dağlanmış olduğunu fark ettim. Bunu nasıl anladığımı bilmiyordum ama anlamıştım işte.

Açılan yara birkaç saat önce oluşmuş ve kızgın bir ateş ile dağlanarak müdahale edilmişti fakat üzerini kapatamamışlardı. “Ejderhalar nasıl yaptı bunu?” diye sordum. Gözlerimi yatakta yatan Yami’ye çevirdim. Birkaç defa hareket etse de uyanmamıştı. Onun da yarası çok kötüydü ve onunkini de ejderhalar mı yaptı, diye merak ettim.

Bezi yaranın etrafında ağır ağır gezdiriyordum. Kan lekeleri sırtının her yerinde kuruyup kalmıştı. “Bu dönem en vahşi zamanları,” deyip burnundan sıkıntılı bir nefes verdi. “Yaralanmalar ve ölümlerin fazla olduğu zamanlar, bu zamanlar!” dediğinde gözlerimi Yami’den alıp, sandalyede otursa bile aynı hizada olduğum adamın yan profiline baktım.

Fazlaca soru sormak geldi içimden ama şüphelenmesini istemiyordum. “Sen neden ejderha ile gelmedin?” diye bir soru sordu. Beklemediğimden anlık bocalayıp tenine sürdüğüm bezi durdurdum. Şimdi göz göze gelmemizi sağlamak için başını bana çevirdi. “Korktum!” dedim gözlerinin içine bakarken.

Tekrar masaya yönelip arkamı ona doğru döndüm. Böyle söylemenin pişmanlığını içimde yaşamaya başlamıştım bile. Keşke başka bir şey söyleseydim. Ah aptal kadın!

Histerik bir gülüş doldurdu kulaklarımı. Bakmadım ona, elimdeki bezi tasın içine atıp bez çantasının içini karıştırmaya başladım. “Şaşırdım!” dedi gülen bir tonlama ile. Bende şaşırdım bende! Peki o neden şaşırmıştı ki? Sonuçta dev kadar bir ejderha vardı. kimsenin ona binecek kadar cesareti olacağını sanmıyordum.

Gerginlikten dudaklarımı dişlerimin arasında ezerken, bez çantasının içinden yaralı askerlerin koluna sürdüğümüz merhem ve bir de sargı bezi çıkarmıştım. Sanki her şeyi ve nerede nasıl kullanacağımı biliyormuşum gibi ellerim kendi kendine iş yapıyordu. Asıl şaşkınlığım bunaydı!

Merhem ile önüme dönerken yüzüne bakmadım. Arkasına tekrar geçerken, merhemin kapağına açıp parmağıma fındık kadar sıktım. Yaranın etrafına ve yaranın üzerine sürmeye başladığım sırada sırtı tekrar içe doğru büküldü. Parmağıma tekrardan merhemden döküp, teninin üzerine dokundurarak yaranın olduğu yere kadar indirdim.

Bu sefer sesli bir inilti çıktı dudaklarından. Ama durmayıp yaranın etrafına yaydım merhemin hepsini. Parmağı çekip merhemi kapatacağım sırada, parmaklarını dağınık ıslak saçlarının arasına daldırıp geriye doğru yatırıp, “burada da yara var.” Dediğinde, sağ kulağının üstünü gösterdi.

Beni görmese de başım ile onaylayıp karşısına geçtim. Yarayı daha iyi görmek istedim. Ayaklarımızın ucu birbirine değmişti. Geri çekilmek istiyordum ama kapana kısılmış gibi bir şey yapamıyordum. Ellerim titrememesi için büyük bir efor harcarken, merhemi tekrar parmağıma sıkıp, yüzüne baktım. Bir adım daha yaklaşmak istedim aynı hizada olduğum kişiye doğru.

Bacağının diğer tarafına geçip daha rahat sürmek istedim ama o bacağını biraz yan tarafa doğru kaydırıp beni iki bacağının ortasına hapsetti. Yan tarafına geçmemi engellemişti. Nefesimi tutup dilimi ısırarak, havada kalan ayağımı tekrar yerine indirdim. Sesli bir yutkunuştan sonra merhem sıktığım parmağımı küçük bir çizik olan yaranın üzerine bastırdım. Hatta yara yok diyebilirdim orada.

“Umarım başka bir işin yoktu Amelia hemşire!” dediğinde, bakışlarım yaranın üzerinden onun gözlerinin içine evrildi. “Misafir falan beklemiyordun değil mi?” diye soru sorduğunda, başımı iki yöne doğru salladım. Parmaklarını hâlâ saçlarının arasından çıkarmamıştı. Yarayı net görmemi istiyordu.

Masanın üzerindeki ve komodinin üzerinde yer alan mumlar sayesinde yüzünü net bir şekilde seçebiliyordum. Gözlerinin ortası mağaraların üstünden sarkan buz sarkıtlarına benzerken, etrafı ise gri dumanlarla kaplanmıştı. Uzun kirpikleri, gri gözlerine ev sahipliği yapıyordu.

Gri göz rengi beklemiyordum doğrusu! Siyah saçları, geçmesine rağmen hâlâ belli olan yaralar, beyaz yüzüne zıt bir görüntü katıyordu.

Demek Ejderha Süvarisi Drake bu adam oluyordu!

“Kimseyi beklemiyordum!” dedim bende. Ama aklıma bu gece bana gelecek olan Dean gelmişti. En azından evde olmadığımı görünce gidecekti ve bende uğraşmak zorunda kalmayacaktım. Dean ve karşımdaki adamın benzerlikleri aşikardı. Kardeş olabileceklerini düşündüm ama kişilik olarak çok farklı gelmişti.

Bu sefer onun gözleri, yüzümden aşağı inip tepeden tırnağa incelemeye başladı. beni incelemesi epey huzursuzlandırdığı için omuzlarımı dikleştirip boğazımı temizledim. “Başka bir kıyafet bulamadın mı?” diye sordu iğneleyerek. Tam ağzımı açıp bir şey diyecektim ki, Yami’nin iniltisi engel oldu.

İkimizin bakışları da yatağın içinde kıvranan kadını buldu. Drake hemen yerinden kalkınca, bir iki adım geriye doğru çekildim. Yatağın başına doğru büyük adımlar atarak yanına varıp kadının alnına elini yasladı. Ufak ufak okşadığını gördüm. Gözlerim sadece onun üzerindeydi. “Su ver Amelia.” Dediğinde, etrafıma bakındım hemen. Tas ve bez olan masanın üzerinde metal sürahi ve bardak vardı. Hemen sürahinin içindeki suyu demir bardağın içine boşaltıp, gözlerini bir saniye bile Yami’nin üzerinden çekmeyen adama uzatmak için ona doğru yürüdüm.

Suyu alıp, boştan kalan kolunu Yami’nin başının altından geçirerek havaya kaldırdı. Elindeki bardağı da dudakları kurumaktan yarık yarık olan kadının içmesi için yasladı. Yami gözlerini açmadan dudaklarının arasına yerleştirilen sudan bir iki yudum su içti. Gözlerini hâlâ açamamıştı.

Dudaklarının arasından su damlaları çenesinin üzerine doğru süzüldü. Drake bardağı çektiğinde, kolunu yavaşça Yami’nin başının altından sürüyüp geri yasladı yastığa hafifçe. Çenesinden boğazına doğru akan su damlalarını da elinin tersi ile sildi Drake. “İyi olacaksın!” dedi mırıldanarak.

Bakışlarını yine, yanında duran bana çevirdi. Hemen genzimi temizleyip yine sandalyenin önüne geçmek için arkamı dönüp yürüdüm. “Bu gece Amelia,” dediğinde çoktan ona bakmıştım. Elindeki bardaktan bir yudum su içip elinin tersi ile dudaklarını sildi. “Bu gece burada kalacaksın!” dedi.

Kaşlarım havalandı dediği cümle ile birlikte. Neden böyle bir şey istediğini anlamadığım için şaşırmıştım. “Neden?” diye sordum. Adımlarını üzerinde bez çantası olan masanın yanına doğru atıp sargı bezini aldı. “Önce bunu yaramın üzerine sar!” dedi düz bir sesle. Tekrar sandalyeye oturdu. Elindekini karşısında duran bana uzattı.

Fazla beklemeden alıp arkasına geçtim. Sargı bezini diğer kolunun altından sararak, yaralı omuzunun, yarası görünmeyecek bir şekilde sarmaya devam ediyordum. Ama aklım, dediklerindeydi. Burası onun odası olmalıydı ama Yami’nin burada ne işi vardı, bilmiyordum. Az önceki ilgili davranışı da, onu önemsediğini gösteriyordu.

“Ben başka yerde kalacağım!” dediğinde düşüncelerim dağıldı, tüm dikkatimi önümde oturan kişiye verdim. “Sen burada rahat rahat kalabilirsin!” dediğinde, yan profili görünecek bir şekilde bana baktı. dudaklarımı yalayıp, “ben neden burada kalıyorum?” diye sordum.

“Yami yaralı, birinin ona göz kulak olması gerek!” dedi.

Ama aklım karışmıştı zaten ona bakan bir kadın vardı ve o da az önce merdivenlerden inen kadındı. Bana ne gerek vardı şimdi.

“İtirazın mı var yoksa?” dediğinde alttan bakışlarını yüzüme kaldırdı. Sargı işim bitmişti ve bir elim omuzunun üzerinde duruyordu. İtirazım yoktu ki başka çarem de görünmüyordu. “Hayır,” yutkundum. “İtirazım yok!” dediğimde, “iyi o zaman.” deyip ayaklandı.

Pantolonun kenarlarından tutup hafif yukarıya çekiştirdi. Sonra da yatağın üzerine bıraktığı gömleği alıp üzerine tekrardan geçirdi. Ben ise onu incelemekten alıkoyamıyordum kendimi. Gömleğinin düğmelerini bağlamasa da biçimli sırtını, geniş omuzlarını bir görsel şölen gibi gözler önüne sunuyordu.

Hemen saçma düşüncelerimin farkına varıp kendime gelmek için başımı iki yöne doğru salladım. Bakışlarımı da ondan çekmiştim. Bakmak istemiyordum. “Amelia?” dediğinde istemeye istemeye yüzüne baktım. Ama gözlerim her yerdeydi. O ise çarpık bir gülüşle bana bakıyordu. “Odam da bazı şeylerin kurcalanmasını sevmem. Ve,” dediğinde, arkamda kalan odayı gözleri ile işaret etti. “Sakın o odaya da girme!” dedi.

İnsanı rahatsız edecek bir yavaşlıkla da siyah gömleğinin düğmelerini kapatmaya başladı. “Duydun mu beni?” deyip kaşlarını şüphe ile çattı. Yüzündeki o gülüş yerindeydi. “Duydum!” dedim birbirinin üzerine bastırdığım dudaklarımın arasından.

“İyi!” deyip son düğmeyi kapatırken başını ağır ağır salladı. “Yami’ye göz kulak ol Amelia Hemşire, iyileşene kadar da burada kalabilirsin!” deyip büyük adımlarla odanın dış kapısına doğru ilerleyip açıp çıkmıştı. Bir daha arkasını dönüp bana bakmamıştı.

O çıkınca, derin bir nefes verdim arkasından. O kadar sıkmıştım ki kendimi verince göğüs kafesimin ağrıdığını fark ettim. Ellerimi havaya kaldırıp avuç içlerimi inceledim. Bugün kendimin bile ne olduğunu bilmediğim bu yerde, ellerim ve bilincim her şeyi biliyormuşçasına yaraya müdahale etmişti.

Pencerenin altına koyulmuş yatağın kenarına oturup yaralı olan Yami’ye baktım. Bugün de daha kötüsü olmadan sonunda atlatmıştım. Bugün her şeyi görmüş ve yaşamıştım!

 

 

Devam Edecek...

 

Yorum atmayı ve yıldıza basmayı unutmayın :)

 

İnstagram hesabım:

_.kadris

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%