Yeni Üyelik
20.
Bölüm

BALIK ve SERÇE

@kadrisyazar_

 


MASKENİN ARDINDAKİLER

 

 

19.BÖLÜM

 

 

BALIK VE SERÇE

 

 

Keyifli Okumalar :)

 

Peder elindeki viski şişesini tutarken gözleri ise ekranda açık kalan haberlerdeydi. Gördükleri ve duydukları dudağının kenarında küçük bir gülümseme yerleştirilmesine neden olmuştu. Viski şişesini bakmadan yukarıya kaldırıp, masanın üzerinde duran bardağa yavaş yavaş akıttı.

“Haberleri duyuyor musun Nadia?” diye sordu keyifli bir sesle arkasında duran kadına. Nadia ellerini önünde birbirine kenetlemiş, odanın bir köşesinde ayakta dikiliyordu. Nadia, bir adım odanın içine atarak, onu onaylayan bir ses çıkarıp, Peder’in daha çok keyif almasını sağladı. Peder sesli bir şekilde güldü. “Keşke görebilseydin Nadia, daha fazla zevk alırdın!” dediğinde viski doldurduğu bardağını dudaklarının arasına yerleştirip bir yudum aldı.

“Duyduklarım bile bana yetiyor!” dedi Nadia.

Haber kanallarının hepsinde, maskeli kişiler vardı. Ellerinde tuttuğu pankartları havada sallayarak, neşeli çığlıklar atıyorlardı. Polisler uzaklaştırmaya, durdurmaya çalışsa da fayda vermiyordu. İnsanlar karşılaştıkları müdahaleye, daha fazlasını göstererek karşılık veriyordu. Çoğalarak geri dönüyorlardı.

Ekran dört parçaya bölünmüş, hepsinde farklı bir olayı gösteriyordu. Peder, sağ üst köşedeki habere gözlerini çevirdi. Tüm olaylarda kullandıkları maskeden takmış iki kişi, ters kelepçeye yiyerek bir kuyumcudan çıkarılıyordu. Bu sefer sağ alt köşedekine baktı.

Yarı çıplak bir genç, vücudunun üst kısmını kanlarla boyamış, bağıra bağıra iki kelimeyi anons ediyordu. Maskenin Arındakiler! Elinde pankart, yüzünde maske, bedeni ful kan içinde… Fakat bağıran kişinin arkasından gelen farklı bir kişi savurduğu sert bir tekme ile yüz üstü düşmesine neden oldu. Peder’in dudağındaki gülümseme yavaş yavaş silinmeye, yerini ise öfkeye bırakmaya başlamıştı gördüğü görüntüyle. Vuran kişinin dilinde ise sadece, Maskenin Ardındakilere Ölüm! Haykırışıydı.

Yüz üstü düşürdüğü kişinin sırtına art arda ayağının altıyla sert darbeler indirmeye başladı. Yetmedi, maske taktığı yüzüne bir tekme savurdu. Karın boşluğuna, kaburgalarının üstüne…

Yerde yatan kişi dizlerini karnına kadar çekip, kollarıyla yüzüne siper alıp darbelerden kendini korumaya çalıştı. Ayaktaki kişi deliye dönecek kadar gözleri hiçbir şeyi görmüyordu. Gözlerinin altına kadar çektiği siyah peçenin üzerinde, maske resmi vardı, maskenin üzerinde ise kırmızı renkte çarpı işareti atılmıştı.

Peder, gözlerini kırpmadan onları izledi. Elinde tuttuğu bardağın kenarlarını öyle sert sıkmaya başlamıştı ki, parmak boğumları beyaza çalmaya başladı. O ikisinin yakın bir yerine iki tane molotof attıklarında, vuran kişi hızlıca oradan uzaklaştı. Yerde yatan kişinin kolundan biri kaldırıp hemen uzaklaştırmaya başladı.

Peder yerde yatan kişiye bir şey olmamasına sevinmişti.

Birçok haber kanalına ait spikerler olay yerinde görüntü almaya çalışıyordu ama durum o kadar vahimdi ki, çoğu kişi onlara bile saldırıp haber yapmalarını engelliyordu.

Peder viskiden büyük bir yudum alıp bardağı yerine koyarken, boğazını yakan viski yüzünden dişlerini sıkıp, “kız nasıl?” diye sordu. “Hâlâ uyuyor!” dedi Nadia. Başı ile onayladı Peder. Bu gece bir şişe dolusu viskinin hepsini bitirmişti. Bu yüzden başında büyük bir ağrı vardı. Gözlerini kapatıp, elindeki bardağı masanın ucuna koydu.

Nadia’nın boğazını temizlediğini duydu. “Cesur odasında yoktu Peder!” dedi. Cümlesinde çekingenlik sezmişti Peder. Söyleyip söylememekte kararsız kaldığının farkındaydı. Peder, masanın kenarına yasladığı bardağı havaya kaldırıp, cam bardağın etrafına doladığı işaret parmağını, bardak ile birlikte ağır ağır sallamaya başladı havada. Hâlâ gözlerini açmamıştı.

Nereye gittiğini ve ne yaptığını biliyordu. Ama Nadia’ya ne olduğu söylemeyecekti. Nadia’da biliyordu aslında Cesur’un nereye gittiğini. Sadece birbirlerine hatırlatmak istediği acı bir gerçekti. Peder sesli bir nefes burnundan verip gözlerini usulca açtı. “Eminin şimdi odasındadır!” dedi.

Masanın üzerindeki saate gözleri ilişti. Saat, gece yarısını çoktan geçmişti. Odasında olduğunu biliyordu. Birazdan da diğerleriyle konuşacaktı. O da mecburen gelecekti. “Dün gece, iki diğer lotus çiçeklerim eve gelmedi Nadia!” dedi yumuşak bir sesle ama elindeki bardağı masaya öyle sert bir şekilde koydu ki, sesindeki yumuşaklığın gerçek olmadığını gösterdi.

Nadia ani seslere alışıktı, tepki vermeden olduğu yerde kaldı. “Evet!” diye bildi sadece. Aklına, Peder’in bir şeyler yaptığı ile ilgili teoriler geldi. Cesur odasına yoktu ve Peder’in yapacağı şeyler şüphe ile beynine kazındı.

Yarısına kadar geldiği ikinci viski şişesini alıp tekrardan bardağın içine boşalttı. “Leylan’ın yemeğini götürdün mü?” diye sordu. Bu kadar içmesine rağmen aklı başındaydı, viski onu çarpmamıştı. Düşüncelerini, silip götürmemişti. Küçük bir baş ağrısyla sonuçlanmıştı sadece.

“Sadece çorbasını içti efendim!” dedi Nadia yutkunmadan önce.

Peder canı sıkılmış bir şekilde burnundan güldü. “Sadece çorba mı?” dediğinde, başını ensesine kadar yatırıp rahatlatmak istedi. “Niye yemeklerinin hepsini yemiyor.” Soru ya da Nadia’ya karşı söylenen bir cümle değil, kendi kendine konuşuyormuş gibi söylemişti. Bu durumdan muzdarip kalmış gibiydi.

“Yalnız yemek yemekten hoşlanmıyor efendim. Gizem’de yorgun olduğu için onu da yanına gönderemedim!” diyen Nadia konuşmasını bitir bitirmez, Peder ensesine yatırdığı başını düzeltmiş, kaşlarını çatarak arkasında duran kadına çevirmişti.

Nadia göremese de yüz ifadesini, hareketinden çıkan sesle, anlamıştı ona baktığını. “Leylan ne istiyorsa onu yap Nadia! Onun canı sıkılırsa, benim canım sıkılır!” dedi her bir kelimesinin üstünü bastıra bastıra. “Lotus çiçeğimle yemek yemek istiyorsa, gönder! Lafını ikiletme!”

Nadia’nın bakışları, başı ile birlikte önüne düşüp, dediklerini onayladı. Başını tekrar yukarı kaldırdı, fakat gözleri yerdeydi. “Bu gecede sizinle yemek istedi Leylan Hanım ama…” deyip yutkundu Nadia. Devamını getirmedi çünkü Peder’in işi olduğundan gidemediğini biliyordu.

Buruk bir gülüş yayıldı dudağının bir kenarına. Gözleri masanın ucuna sabitlenirken, bardağa doldurduğu viskiden bir yudum aldı. “Yarın gece sevdiği yemeklerden yap, ona kendi elimle yedireceğim!” dedi. Masanın üzerindeki kumandayı alıp, karşısında bitmek bilmeyen olayların yaşandığı ekranı kapattı. Siyah ekranda kendisiyle göz göze geldi birkaç saniye. Fakat fazla bakamadı gözlerinin içine hemen bakışlarını kaçırıp, “çocukları çağır Nadia!” dediğinde, bardağın içindeki viskiyi, ayağının dibindeki çöp kutusuna boşaltmaya başladı. Nadia kapıyı açıp çıkıyordu ki Peder’in sesiyle durup dinledi onu. “Yılanları da serbest bırak!” dediğinde, Nadia geri dönüp odanın içindeki diğer kapıyı açtı. Peder ise ondan önce odadan çıkmıştı.

Peder, her zaman konuştukları odaya geldiğinde, siyah ceketinin kenarlarını düzeltip, ağrıyan bacağını umursamadan dikdörtgen şeklindeki masanın başındaki sandalyeyi çekip oturmuştu. Bastonu ise masanın kenarına yaslıydı. Kapının arkasındaki seslere kulak kabarttı. Geldiklerini anladı Peder. Çünkü her biri yüksek seste konuşuyor, sesli kahkahalar atıyordu.

Kapının önüne geldiklerinde seslerinin kısıldığını yerini ise fısıldaşmalar aldığını fark etti. Çok geçmeden kapı yavaşça aralandı. Ama arkasını dönüp bakmadı gelen kişilere. Birazdan hepsi görüş alanına girecekti. Adım sesleri içeriye doldurmaya başladığında, Peder ellerinin parmaklarını birleştirip masanın üzerine yumruk yaparak bekletti.

“Konuşma yarını bekleyemez miydi?” itiraz eden kişi Arın’dı. Sessiz söylese de Peder’in duymasını isteyecek kadar yüksek seste konuşmuştu. “Al benden de o kadar!” diyen Artemis’in de bıkkın sesini işitti. O ikisi sağ tarafına geçip, Peder’in yanı başındaki sandalyeyi boş bırakarak yan yana oturdular. Her bir sandalyenin arasında, bir kişinin daha sığacağı kadar mesafe vardı.

Peder alttan bakışlarını o ikisinin üzerinde fazla tutmadan önüne çevirdi. İkisi de yorgun gözükmüyordu, sadece gözlerinin altı uykusuzluktan kızarmıştı. Bu sefer gözlerine ilişen bir diğer kişi Dua’ydı. Sol tarafındaki sandalyelere doğru ilerledi. Onun gözlerinin ise kısa bir şekilde Arın’ın üzerinde olduğunu fark etti ama hemen yerine geçip Peder’e baktı.

Peder sıcak bir tebessüm etti Dua’ya. Fakat Dua karşılık vermedi gülüşüne, boş bakışlarla yüzüne baktı. Peder silmedi gülüşünü, yerini korudu. “Oda muhteşem bir şekilde viski kokuyor.” Güle güle konuşarak Gizem’de odaya girdiğinde, Dua’nın yanına geçirip oturdu. “Bize de yok mu Peder?” diye sordu ayak ayak üstüne atarken. Peder tebessümle burnunu çekip çenesini yukarı kaldırdı. Gizem gülerek diğerlerine bakıyordu. “Benim güzel lotus çiçeğim.” dediğinde, tebessümü daha çok yayıldı yüzünde. Gizem, Peder’in gülüşüne odaklandığında, onu rahatsız eden farklı bir duygu ile kendisinin yavaş yavaş gülüşünün silindiğini, sırtının gerildiğini fark etti. Peder’in gülüşü samimiyetten uzak, insanı rahatsız edecek kadar eğreti duruyordu.

Usulca bakışlarını önüne çevirdi Gizem. Ama omuzlarındaki dik duruşu sönmemişti. “Viski, sigara, alkollü içecekler zararlı biliyorsun değil mi lotus çiçeğim?” Dedi nahif bir sesle. Arın burnundan sesli bir nefes verdiğinde, parmaklarını saçlarının arasına daldırıp, Peder’in dediklerini umursamadığını gösterdi.

“Kaya nerede?” diye sordu Dua. Ellerini birleştirmiş, bacaklarının arasına sokmuştu. Gözleri ise masanın üzerindeydi. “Geliyor!” dedi içeriye giren Nadia. “Niye bizimle birlikte gelmedi?” tekrardan sordu Dua gözleri masadayken. Peder Nadia’ya baktı, kaşlarını belli belirsiz çatarken. Gizem’de gözlerini devirip Dua’ya baktı.

“Doğru söylüyor lotus çiçeğim, Nadia. Neden onlarla birlikte gelmedi?” diye sordu Peder düz bir sesle. Genzini temizleyerek içeri girdi hemen Kaya. Tüm gözler olduğu gibi ona çevrildi. Üstünde döküntülü siyah eşofman takımı vardı, kapüşonunu da başına geçirmişti. “Geldim!” dediğinde, Peder’in sol tarafındaki sandalyeye geçip oturdu.

“Şapkanı çıkar!” dedi Peder. Kaya başını yukarı kaldırmadan, elinin birini başına atıp, şapkasını indirdi. Gözleri kan çanağı olmuş, yorgunluktan bayılacak gibi duruyordu. “Gece boyunca uyumadın mı?” diye sordu Gizem. Başını eğmiş yüzüne bakıyordu Kaya’nın.

Kaya, yanındaki kadına göz ucuyla bakıp gülümseyerek tekrar bakışlarını dizlerinin üzerine indirdi. “Gece boyunca halletmem gereken şeyler vardı, onlarla uğraştım!” dediğinde, gözlerine içeri girerken çarpan boş sandalyeye kaldırdı. Kaşlarını çatıp anlamayarak baş köşede oturan Peder’e baktı bu sefer. “Cesur nerede Peder?” diye sordu.

“Gelir birazdan!” diye cevapladı Peder. “Ama Peder-” itiraz ederek araya giren Dua, hızla başını Peder’e çevirdi. Peder ne diyeceğini anladığında, işaret parmağını dudağına götürüp sus işareti yaptı. Dua hemen söyleyeceği kelimeyi yutup omuzları aşağı düşerken, tekrar başını önüne çevirdi.

Peder ağır bir yavaşlıkla başını sağ tarafındaki iki kişiye; Artemis ve Arın’a çevirdi. Dün gece olaydan sonra hiçbiriyle konuşmamıştı. “Dün bir aksaklık oldu mu?” diye sordu Peder. Arın büyük bir özgüvenle sırtını arkasındaki sandalyeye yasladı. “Öyle bir şey mümkün değil!” dediğinde, dilini yanağının iç kısmında gezdirmeye başladı.

Peder’in tek kaşı havalanıp, dudaklarını aşağı sarkıtarak beğendiğini gösteren bir baş hareketiyle aşağı yukarı sallamaya başladı. “Aferin size!” dedi. “Dün gece niye eve gelmediniz peki?” diye sorduğunda, elinin biri bastonun başını kavradı. Artemis yutkunup, ellerini masanın üzerine yaslayarak ses çıkmayacak bir şekilde tırnaklarını masaya vurmaya başladı. Gözleri ise masanın üzerindeydi.

Arın, Peder’in bastonun başını kavradığı eline baktı. Yanağının içinde gezdirdiği dilini durdurmuştu. Gözlerini kırpmadan Peder’e baktığında, “canımız istemedi!” dedi. “Canınız istemedi demek?” diye sordu Peder, iki kaşı havalanırken. “Duydun mu Nadia, canları istememiş.” Güldü Peder.

Artemis, önce Arın’a ardından Peder’e bakıp, “sadece kafamızı dinlemek için gittik! Bir şey olmadan geri döndük Peder ve buradayız uzatmaya gerek yok!” dedi. Peder ağır kafasını salladı. Dudaklarını dişlerinin arasında birkaç saniye ezdikten sonra serbest bıraktı. “Haklısın lotus çiçeğim uzatmaya gerek yok, bir şey olmadan buradasınız!”

Arın ve Artemis’in bakışları kapının olduğu yere çevrildiğinde, karşısındaki kişilerde; Kaya, Dua ve Gizem’de onların kime baktığını görmek için, omuzlarının üzerinden geriye baktı. İçeriye giren Cesur’du. “Özür dilerim Peder, geciktim!” dedi Cesur kapının önünde bekleyerek. Peder, ona bakmadan başıyla içeriye gel der gibi işaret etti.

Gizem’in dudaklarında Cesur’u gördüğü için büyük bir tebessüm hakim olmuştu. Kaya, Gizem’e bakıp dudaklarından sessiz bir soluk verdiğinde, bıkkınlıkla kafasını iki yöne doğru salladı. Arın, yanındaki boş sandalyeye oturmak için yürüyen kişiye değil, masanın üzerine bakıyordu.

Artemis ise gözlerini ayırmadan Cesur’a bakıyordu. Dua ise gelen kişinin kim olduğunu anladığında tekrar önüne dönmüştü. Cesur yerine oturdu. Gizem kızıl saçlarını toplayıp, bir omuzunun üstüne bırakırken, “biraz daha geç kalsaydın odandan ben getirecektim seni.” Deyip güldü. Kaya’da histerik bir gülüş atıp, burnunu çekti, biraz daha kafasını aşağı eğerken. Gizem umursamadı onu. Gözleri sadece Cesur’un üzerindeydi.

“Buradayım işte!” dedi Cesur. Dudaklarını ıslatıp bir elini masanın üzerine diğerini de bacağının üstüne koymuştu. “Hoş geldin!” dedi Peder, Cesur’un yüzüne bakarken. Cesur sadece başıyla selam verdi, başka bir şey söylemedi ona gülümseyerek bakan kişiye.

Peder kapının arkasında duran Nadia’ya bakıp, “Nadia, konuştuğumuz şeyi yapar mısın?” dediğinde, Nadia önüne bağladığı ellerini çözmüş, iki yanına salmıştı. Dudaklarından kesik bir nefes verirken, Peder’in neyi kastettiğini anlamıştı. “Sen gelene kadar, lotus çiçeklerimle sohbet etmek istiyorum!” dedi Peder, hepsinin yüzünde bakışlarını tek tek gezdirirken.

Nadia bir şey demeden odadan çıktığında, diğerleri ise hiçbir şey anlamamıştı, sadece sohbetin başlamasını ve kısa sürmesini bekliyordu.

Cesur boğazını temizleyip, masanın üzerindeki parmaklarını hafif içe doğru kıvırmıştı. Peder, Cesur’un sesiyle herkesten bakışlarını kesip ilk onda durdurdu. “Nida’nın ailesi ile işler nasıl gidiyor?” diye sordu. Arın yerinde dikeldi sorusuyla.

Cesur, karşısında oturan Kaya’yı kaşlarıyla işaret edip, “Kaya’nın hazırladığı haberler çoktan önlerine düştü. Onlarla uğraşıyorlar.”

“Sana bir zararı var mı bunların?” diye sordu Artemis, bedenini biraz daha masaya yaklaştırıp Cesur’a bakarken. Sorgulayan gözler ona dönünce, “yani sana ve Gizem’e bir zararı var mı?” dediğinde, geriye doğru çekildi. Cesur başını iki yöne doğru salladı. “Hayır! Sadece onların aleyhine haberler hazırlamıyor Kaya, bizim lehimize de haberler yapıyor!”

“İnsanlar fena halde kızmış görünüyor Peder!” dedi öne atılarak Kaya. “Binlerce aile onlara öfke kusuyor, nefret ediyor!”

“Bizim gibi!” dedi Dua mırıldanarak. Sessiz söylediğini zannetse de herkes duymuştu.

“Ne zaman peki onları karşıma getireceksin?” diye soran Arın’ın başını hızla Cesur’a çevirdi. Bir gözü sinirden seğiriyordu. “Onları-” dedi Arın tekrar önüne dönüp yutkunurken. Lafının devamını getiremedi. Sıktırdığı dişlerinden ötürü, çenesinden çıkan sesler ürkütücüydü.

“O anı kolladığımızdan emin olabilirsin!” diyen Gizem, dilini alt dudağının üzerinde gezdirmeye başlamıştı.

Arın omuzlarını, içe doğru gömüp, gerilen sırtını gevşetmeye çalıştı. Gözlerini birkaç saniye kapatıp, başını hızla iki yöne doğru yatırıp boynundan sesler çıkardı. “O kız ölmeyecek! O kız delirecek, delirdiği için ölmek isteyecek!” dediğinde gözlerini açtı. Kimseye bakmadı. “Ve ailesi, kızları delirirken bunlara gözleriyle şahit olacak!” deyip önce Peder’e sonrada Cesur’a baktı Arın.

“Neden onu eğlendirmiyoruz?” diye sorduğunda, sahte bir gülüş dudaklarının kenarına asmıştı. Cesur, Arın’ın dolan gözlerinin içine baktı. Göz bebekleri, büyük bir fırtınanın içinde kalmış gibi yağmurla boğuşuyordu. Acı çektiğini, her yerinden anlıyordu. Kendisinin bir şey yapmamak için öyle sıktığının farkındaydı ki, elinden gelse her yeri yerle bir ederdi. Bunu herkes biliyordu.

Cesur, avuç içine doğru gömdüğü parmaklarını daha sert bastırdı tenine. “Olmaz!” diyebildi sadece Arın’ın bu saçma teklifine. “Neden olmasın Cesur?” deyip tek kaşını havalandırdı Arın. “Yeterince üzülmüştür farecik, onu eğlendirmek hakkımız!” deyip yalandan dudaklarını büzüp diğerlerinin yüzüne baktı. “İyi tarafımızı da görmesi lazım, yoksa hakkımızda yanlış düşünebilir değil mi?” diye sordu herkese, sahte bir üzüntüyle. Fakat otuz iki dişi birden görünecek şekilde sırıtması uzun sürmemişti.

Kaya işaret parmağıyla burnunun ucunu kaşıyormuş gibi yapıp alttan alttan Cesur’a baktı. Artemis’te göz ucuyla Cesur’a bakmıştı. Dua’nın gözleri ise geldiğinden beridir ilk defa gözlerini bu kadar yerden kaldırmış Arın’a bakmıştı. Hepsi Cesur’un ne söyleyeceğini, ya da kabul edip etmeyeceğini merak ediyordu.

Gizem’i, Arın’ın dedikleri onu mutlu etmişti. Sırıtarak, “neden olmasın, hem Nidacık birkaç insan yüzü görür!” dedi.

“Kaçma riski çok fazla. Böyle bir fırsatı eline biz vermiş olacağız! Bunu istiyor musun Arın?” diye sordu Cesur dudaklarını üst üste bastırırken. Arın bir şey kafaya koydu mu yapacağını biliyordu ama Nida’ya daha fazlasını da yaşatmayı istemiyordu. Fakat diğerleri de onu onaylarsa, hiçbiri artık birbirini durduramazdı.

“Senden daha çok istiyorum o kızı! İnan bana, elimden asla kaçamaz!” dedi gözlerini kırpmadan Cesur’a bakarak.

“Ne dersin Peder?” diye sordu Gizem hevesle. Cesur’da göz ucuyla Peder’e baktı. Onaylamasını, böyle bir şeye izin vermesini istemiyordu. Peder sırtını geriye doğru yasladı. Dudaklarından beliren, belli belirsiz bir gülüş vardı. Bazen kayboluyor, bazen ise dudaklarının kenarına yerleşiyordu.

“Peder asla geri çevirmez!” diye araya Arın girdi. “O da onun delirmesini, sonra da ölmek için yalvarmasını istiyor!” dedi. Başını bir omuzuna yatırdı hafifçe. “O kız ayaklarıma kapanacak, öldür beni diyecek. Ailesi bile öyle diyecek!” dediğinde Arın başını ağır ağır sallayıp dudaklarını dişlerinin arasında ezmeye başladı.

Peder bu sefer derince gülümsedi Arın’a bakarken. O sırada koluna dolanmış bir yılanla içeriye Nadia girdi. Peder giren kişiye bakmadı fakat yılanın tıslamasıyla anladı hangi yılan olduğunu ve gelen kişiyi. “Yaklaş Nadia!” dedi. Deri eldiven taktığı işaret parmağını havaya kaldırıp kendisine yaklaşmasını istedi.

Nadia koluna doladığı yılan ile Peder’e yaklaştıkça, Cesur nefesini tutmuş, gözlerini siyah yılandan ayıramıyordu. Nadia, Peder’in yanına geldiğinde, Peder bastonun başını kavrayıp, aksayan ayağından yukarıya çıkan bir sızıyla dişlerini sıktırdı. Gülüşü silinmedi.

Nadia’nın kolundan yılanı tek elle tutup, bastonu yere daha çok bastırarak Cesur’un arkasına geçti. Tüm gözler; Peder, Cesur ve yılanın üzerinde gidip geliyordu. Artemis ve Gizem oturdukları yerde dikeldi. Kocaman açtıkları gözleriyle olanları izliyorlardı.

Cesur’un sağ bacağı olduğu gibi sallanmaya başlandı, durduramadığı bir şekilde. Üst bedeni ise donmuş, hareket ettiremiyordu. Arkasına geçen Peder’e bile bakamamıştı. Nefesini tutup Peder’in ne yapacağını beklemeye başlamıştı. Aslında anlamıştı ne yapacağını, bildiği bu his olduğu gibi ürpermesine neden oldu. Fakat hareket edemdi. Bekledi! Sessiz kaldı!

“Bazı kurallar vardır, herkes için gerekli olan!” dedi Peder. Gözleri yukardan baktığı Cesur’un üzerindeydi. “Fakat bazı kurallar çiğnenirse, sadece bir kişi cezasını çeker!”

Diğerleri Cesur’un tedirginliğini fark etmemişti. İki kişi hariç; Gizem ve Artemis. Arın sinir bozucu yarım bir gülüşle Cesur’a bakıyordu. Kaya ise durmadan burnunu çekiyor, gözlerini ovuşturuyordu. Dua ise Cesur’un tepkisizliğine karşı, Gizem ve Artemis’in verdiği büyük bir tepkiyi izliyordu.

“Hiç adil değil, değil mi?” diye sorduğunda Peder, Cesur ensesinde hissettiği ağırlıkla gözlerini kapattı. Ensesinin üzerinde hissettiği yılanın derisi, dişlerinin sıkmasına neden oldu. “Peder!” diyen Artemis aniden ayağı kalktı dehşete düşerek. Fakat Peder ceketinin iç cebinden çıkardığı bıçakla Arın’ın boğazına dayadı.

O anda hepsinin ağzından şaşkınlık ve korku iniltileri çıktı.

Cesur göremedi. Yılanın durmadan çıkardığı dilini yanağının üzerinde hissediyordu. Bedeni uyuştu, kıpırdayamadı.

Artemis aynı hızla yerine oturdu. Dehşetle, Arın’ın çenesinin altına dayanmış bıçağın üzerindeydi. Arın yutkunduğunda, adem elması bıçağa değerek ufak bir çizik atıldığını fark etti derisinin üzerine.

Kaya ayağı fırladı. Peder bıçağı daha sert bastırdığında, bu sefer Dua hafif yükseldi oturduğu yerden. Bıçak derisine daha çok batınca, Arın inleyerek birkaç saniye gözlerini yumup açtı.

“Canınız istemedi, demek?” diyen Peder, Arın ve Cesur ortasına başını uzatıp sessizce Arın’ın kulağına doğru fısıldadı. “Canım şu anda seni öldürmek istiyor, lotus çiçeğim. İstediğimi yapayım mı?” diye sordu dudaklarını Arın’ın kulağına daha çok yaklaştırdığında. Bu sefer ayağa kalkan; Kaya ve Dua’ya baktı sırayla Peder.

“Peder,” dedi Cesur titreyen sesle. Sızım sızım sızlayan boğazının dinmesini için yutkundu. Fakat ağzının içi daha çok kurumaya başlamıştı. Yılan yavaş yavaş boğazının etrafına dolanmaya başladı. Gözlerini daha sıkı yumdu.

Peder, Cesur’un sesiyle ona baktı. “Görüyor musun lotus çiçeğim,” diyerek Arın’ı kastetti. Bıçak dayadığı koluyla başına vurup Cesur’a bakmasını sağladı. “Sen kurallara uymadın ve tek kişi cezasını çekiyor!”

Masanın etrafındaki herkes anladı o an Cesur’un yılanlardan korktuğunu. Masanın üzerinde yumruk yaptığı elini çözmüş, parmakları bir yaprak gibi esiyor, gözlerinin üzerine kapattığı kirpikleri titriyordu.

Gizem, “Cesur!” dedi titrek bir sesle. Yerinden kalmak yardım etmek istedi ama her biri hareket ettikçe, Arın’ın boğazına daha sert bastırılıyordu bıçak. Artemis’e baktı bu sefer Peder. Arın gözlerini Peder’e kaldırdığında, kime baktığını gördü.

“Demek bir şey olmadan eve geri dönebildiniz lotus çiçeğim!” dediğinde, bıçağı yavaşça Arın’ın boğazına bastırarak teninin üzerinden çekmek için iyice kaydırdı. Gözleri ise Artemis’in üzerindeydi. Artemis ise hayretle açtığı gözleri, sadece Cesur ve Arın’ın üzerinde gidip geliyordu.

Cesur titremenin eşiğine gelmişti, teninin üzerinde hissettiği ürpertici soğukluk, nefesinin göğüs boşluğunda yığılmasına, biraz daha devam ederse, kemiklerini kırıp parçalayacaktı tuttuğu nefesi.

Arın’ın teni kanamaya başlamıştı bile. Adem elmasının üzerinden süzülmeye başlayan kırmızı kan, beyaz tişörtünün yakasına doğru akmaya başlıyordu.

Masanın karşısındaki kişiler ise bir şey söyleyemeyecek kadar donup kalmışlardı.

Cesur, “Peder!” dedi yalvaran bir sesle.

Arın, “özür dilerim!” dedi titreyen bir sesle.

Peder, Artemis’e ilerleyecekti ki, adımlarını durdurdu. “Bir daha kurallara uyulmazsa,” deyip bu sefer Arın’ın diğer kulağına doğru dudaklarını yaklaştırıp, “birileriniz çok büyük yara alır!” dedi ve Arın’ın boğazındaki bıçağı boğazının üzerinden ağır ağır kaldırdı. Arın derin bir nefes verdi anında. Kendisi bile nefesini tuttuğundan haberi yoktu. Arın hemen yanında kaskatı kesilen adama, Cesur’a baktı. Yılan boğazının etrafına dolandıkça, daha fazla acı çektiğini gördü.

Aksayarak ikisinin arkasından uzaklaştı fakat Cesur’un boğazındaki yılanı almadı Peder. Nadia kimsenin bir şey demesini beklemeden, kendisi Cesur’un yanına gelip yılanı boğazının etrafından çekip, kendi koluna dolanmasına izin verdi.

Cesur kesik kesik nefes vermeye başladı. Gözlerini usulca açtığında, Nadia’nın belli belirsiz saçlarını okşadığını fark etti. Ama hiçbir dokunuşu derinden hissedecek kadar kendinde değildi.

Peder çıkmak için kapıyı yavaşça aralayıp, arkasını dönmeden, sandalyelerde oturan buz kesmiş kişilere doğru, “kızı eğlenceye götürebilirsiniz!” dediğinde önce kendisi ardından da Nadia yılanla birlikte çıkmıştı.

Kaya yerinden fırlayıp, “kardeşim!” diyerek Arın’ın yanına koşmaya başladı. Arın, yaranın üzerine baş parmağını bastırıp gözlerinin önüne getirdiğinde, kanın bulaştığını gördü. “Sikeyim!” dedi homurdanarak. “İyi misin?” diye sordu Artemis’te ayaklanıp Cesur ve Arın’ın ortasına geldi. “Bir şeyim yok, iyiyim!” diye cevapladı Arın, Cesur’a bakışlarını çevirirken. Aklı onda kalmıştı, yılanlardan korktuğunu şimdi öğrenmişti.

“Cesur,” deyip yutkundu Artemis. Titreyen elini, yavaşça Cesur’un omuzuna dokundurduğunda, Cesur irkilerek ona baktı. Gizem ve Dua’da ayaklanarak onların yanına gelmişti. Gizem dizlerin kırıp, Cesur’un sandalyesinin yanına çökmüştü. Avuç içini, Cesur’un elinin üzerine yasladığında, Cesur hemen çekti elini. Gizem bozulsada çaktırmamaya çalıştı.

“Benim suçum!” dedi Arın ayaklanıp beyaz tişörtünün yakası ile yaranın üzerini silmeye başladı.

“Yarayı öyle temizleme, mikrop kapar!” diyen Dua engellemek için Arın’ın elini tutmak istedi fakat bu fikirden vazgeçip aşağı indirdi.

“Hiçbir sikim olmaz!” dedi Arın öfke ile. “Kusura bakma Cesur, benim yüzümden,” dediğinde, Artemis dolan gözlerle hâlâ oturmaya devam eden Cesur’a bakarak, Arın’ın lafını kesti. “Benim de suçum var! Keşke eve geri dönseydik!” dediğinde sesi titremeye başlamıştı.

“Yılanlardan mı korkuyorsun?” diye sordu Kaya. “Hiçbir şeyden korkmadığını sanıyordum!” dediğinde Cesur bir hışımla oturduğu yerden kalktı. Diğerleri de bir adım geriye doğru çekildi geçmesi için. Cesur, ayaklarının titrediğini anladı. Düşmemek için ellerini masanın kenarına yasladı. Birkaç saniye nefesini dizginlemeye, düşmemek için ayaklarının çözülmesini bekledi.

Bakışları kısa bir şekilde Artemis’e çarptı. “Herkesin korkuları vardır, benim bile!” dediğinde, ellerini masanın kenarından çekip arkasına bir daha bakmadan odadan çıkmıştı. Artemis’in korkuyla dolan gözleri, kendi korkusunu bile alaşağı etmişti.

 

****

 

Tenime iğneler saplanıyormuş gibi hissediyordum. Birden fazla el beni tutuyor, canımın yanmasını umursamadan, iğneleri derimin altına daha fazla yerleştiriyorlarmış gibi geliyordu. Kıpırdamaya çalıştım ama öyle ki, gözlerimin üzerindeki kirpikler birbirine girmiş, dipleri acıyor, bedenimdeki feci bir ağrı kalkamam izin vermiyordu. Çamura bulanmışım, saçlarım kir pas içinde ama ben temizlenmeden yatağa girmiş uyumuşum gibi, hatta öğleden sonra çekilen bir uykunun rahatsızlığı vardı üzerimde.

Fakat uyumamıştım ben, bayılmıştım!

Zihnimin en derininde değil, yüzeyde olan anılar kendini göstermeye başladığında, şakaklarım zonkladı. Elimde bir kırmızı çiçek vardı. Çiçekler mutlu etmek için, sevdiğin insanları önemsediğini göstermek için verilirdi. Ama hayır bu çiçek bir ölümün habercisiydi. Mutlu olamamıştım, değer vermemişlerdi ve aile dostlarımız, çocukları bir odaya kapatılırken, hiç acımdan öldürülmüşlerdi.

Kalbim büyük bir acının sızıntısıyla yanıp kavruldu. Göz kapaklarımın altında gözlerim hızlı hızlı hareket etmeye başladı. Genzim, yutkunmamı istemiyor gibi acıyordu. Durdum o an. Çünkü tam, yanağımın üstünde bir nefesin sıcaklığını hissettim. Biri kafasını yüzüme eğmişti. İrkilmemek için kendimi tuttum.

Kıpırdamayı kestim! Burada biri vardı! Beni izleyen biri!

Korkudan yutkunamadım. Göz kapaklarım açılamadı bile, dolan gözlerimi akıtmamı sağlamak için. Hareket edersem, ya da nefesim hızlanır uyandığımı belli edersem, başka bir şey yapacaklarından endişeleniyordum. Oda da yalnız değildim.

Bedenimi hissetmek istedim. Diğer elimin parmaklarımı ağır ağır hareket ettirdim önce. Ama öyle bir sızı sap oldu ki koluma şu anda gerçek bir iğne bedenime saplanmış gibi hissettim. Yataktaydım, konumumu belirlemeye başladım. Sanırım psikopat ruh hastası katiller beni eve getirmişlerdi. Odaya sinen o tanıdık kokuyu almıştım. Evdeydim, yabancı olan, ama bana ait olan bir evdeydim!

Biraz daha suratıma indiğini fark ettim yanımdaki varlığın. Nefesi tam yanağıma çarpıyordu. Sık değildi, ya da düzensiz sayılmazdı nefesi. Hatta birkaç saniye nefesini tutup, tekrardan burnundan verdiği nefesi duyabiliyor, hissedebiliyordum. Korkudan yutkunmama bile izin verilmiyordu.

Hangisi olduğunu tahmin etmek zordu. Birinin bile odama gelip beni izlemeyeceğini düşünemiyordum. Hepsi olabilirdi. Parmaklarımı gevşettim ve yatağın yumuşak çarşafına doğru ileriye doğru gerdim. Uyuşmuşlardı. Hem de her bir eklememim.

Küçük küçük mırıldanma sesi kulağıma gelir gelmez, kaşlarım saniyesinde çatıldı. Ses, bir kadına aitti. Fakat o dört kadından hangisi olduğunu çıkaramadım. İlk gün aklıma geldi. Beyaz elbiseli, elinde tuttuğu ayıcıkla sandalyede ileri geri sallanan kadın. Yüzündeki siyah maskeyi çıkardığında, adının Dua olduğunu öğrendiğim kadın. Ama Dua değildi bu! Sesini algılayamamıştım.

Başımda dikilen nefes, bir kadına aitti. Ninniyi andıran mırıldanması azar azar devam ederken, küçük bir esinti yüzümün üstünden geçti. Başını yukarı kaldırmıştı. Sıcak nefesi yüzümden uzaklaştı. Gidiyor muydu? Hayır! Adımlarına kulak kesildim. Şu anda adımları yatağın uç kısmındaydı. Ve şimdi diğer tarafıma, büyük bir sızının sap olduğu kolumun olduğu yere geçiyordu. Mırıldanması kesilmemişti.

Kalbim kulaklarımda atarken, kadının dudaklarının arasından çıkardığı sese karışabilirdi. Adımları yanımda durdu. Varlığı şimdi diğer tarafımdaydı. Gözlerimi bile açmama izin vermeyip yas tutmamı engelliyorlardı.

Murat amca, Nursel teyze! Daha ne olduğunu bile anlamayan, kız çocukları!

Anneleri, babaları iğrenç insanlar tarafından öldürülmüştü. Hiçbir zaman onların haberi olmayacaktı! Anlayamayacaklardı!

Yıllar boyunca o iki kız çocuğuna sahip olmak için verdikleri büyük uğraşı hatırlıyordum. Bu yüzden Nursel teyze beni çok seviyordu. Öperdi, tatlı tatlı şeyler söylerdi. Çocuğu olmamasına rağmen evlerinin içi bebeklerle, oyuncaklarla dolu olurdu. Göz yaşlarım akamadı, yangın yerine dönen boğazımın acısını geçiremedi.

Ama o koku, o tanıdık koku! Evet, merdivenleri çıkarken, etrafımı saran tanıdık kurabiye kokusu. Anlayamamıştım. Bilemedim onun evi olduğunu. Kurabiye yapar yapar gönderirdi bana. Şimdi bile o koku burnumun ucundaydı. Anlayamadım onun evine çıkarken. Aklımın ucundan bile geçmemişti böyle bir şey olacağı! Özür dilerim Nursel teyze, özür dilerim Murat amca, özür dilerim kız çocukları!

Kolumda hissettiğim ince bir sızıyla, dişlerimi sıktırdım. Yatağın içinde aniden irkilmeyi durduramamıştım. Koluma bir şey batırmıştı. Ama gözlerimi yine açamadım. Göz kapaklarımda ince kirpik değil, büyük bir ağaç gövdesi varmış gibi ağırlık yapıyordu gözlerime.

“Daha uyanma vakti gelmedi!” dedi derinlerden gelen bir kadın sesi. Bilincim ağırlaştı, kirli, çamura batmış olan bedenimin yeniden hafiflediğini hissettim. Özür dilerim. Dudaklarımın hareket ettiğini hissediyordum ama ses bana ait değil gibiydi. İsteğim dışında çıkmıştı.

Gözlerim zaten karanlıktaydı, bilincim ise yeniden karanlığa eşlik etti!

----

“Yapmayın!” diye yatağın içinde sıçrayarak uyandığımda, boğazıma art arda dizilen sık nefeslerim, göğüs kafesimi bir kağıt gibi iki ortaya yırtmaya başladı. Gözlerim kocaman açılmış, ilk karşılayan ise beyaz tavan oldu. Başımı geriye doğru yatırıp, dudaklarımı üst üste bastırdım. Bu sefer burnumdan nefes alıp vermeye başladım. Boğuluyormuş gibi hissediyordum.

Gözlerim beyaz tavanın üzerinde gidip gelirken, odanın içinin karanlık olduğunu yeni yeni fark ediyordum. Hiçbir şeyi algılayacak kadar bilincim yerine gelmemişti. Saatin kaç olduğunu, ya da nerede uyandığımı bile fark edemiyordum.

Kolumun birini kaldırma ihtiyacı duydum. Sağ kolumu hareket ettirdiğimde, tiz bir inleme döküldü dudaklarımın arasından. Kolum ağırlaşmış, sızlıyordu. Burnumu çekip, sol kolumu bu sefer kıpırdattım. Ama onda ne bir ağır vardı ne de bir sızı.

Sağ kolumda bir şey olduğunu algılamaya başladım. Kafamı yasladığım yerden oraya döndürmek istediğimde, ensemden vuran bir ağır oraya dönmeme izin vermedi. Sol elimi, hızlıca ensemin etrafına sardım. Gözlerim ise kapadım ağrıdan dolayı. Yine bir inleme döküldü dudaklarımdan. Feci halde her yerim tutulmuştu. Enseme attığım parmaklarım ile ovalamaya başladım. Yüzümü saniyesinde buruşturmuş, sızıyı hafifletmeyi amaçlıyordum. Fayda vermiyordu!

Fakat midemden kalkan bir bulantı, bedenimdeki tüm ağrıları unutmamı sağladı. Sırt üstü uzandığım yatakta aniden doğrulmuş, yatağın sağ tarafına doğru eğilerek, durduramadığım kusma ihtiyacını olduğu gibi zemine boşaltmıştım.

Üzerimdeki yorganı hızlıca geriye savurup, sonunda bacaklarımı açığa çıkarmıştım. Öğürtülerim odanın içini doldurdukça, daha çok kusuyordum. Dipleri bile terleyen nemli saçlarım, başıma daha çok ağırlık yaparken, gözlerimin önünü de kapatıyordu. Fakat sağ tarafımda gözüme çarpan serum ile kaşlarım anında çatılmış, bir öğürtüyle tekrar zemine kusmuştum.

Ayaklarımın ikisini de yatağın içinde katlamış, ellerimi de yatağın üzerine yaslayarak destek alıyordum düşmemek için. Yine yatağın yanında duran seruma gözlerim ilişti, ama orada çok oyalanmadan seruma takılı olan şeffaf boruyu gözlerim takip etti. En sonunda koluma takılı olduğunu görünce, bir hışımla kolumdan söker gibi çıkarıp serumla birlikte kustuğum zeminin üstüne attım.

Buradaydım! Yine aynı evde, katillerin arasında olduğumu algılayabilmiştim!

Gözlerim cayır cayır yandı. Kaçırılmıştım, buraya getirilmeden önce bir çok cinayete tanıklık etmiştim, kuzenim kaçırıldı mı, kurtuldu mu bilmiyordum. Ve aile dostlarımızı öldürmüşlerdi. Dayanamıyordum artık!

Elimin tersini alnıma yaslayıp, gözlerimden akan yaşlara engel olamadım. Hıçkırıklarımı bastırmaya çalıştım. Ama içim kaldıramıyordu artık hiçbirini. Benim buradan kaçmam gerekiyordu. Artık başka bir şey görmek istemiyordum.

Alnıma yaslı duran elimin içini bu sefer saçlarımın arasına daldırdım. Gözlerimi sıkıca yummuş, yanaklarımdan süzülen alev gibi olan yaşlar, tenimi, kalbimi kaynar suda haşlıyorlarmış gibi hissetmeme neden oluyordu. Utanmadan da koluma serum takıp beni iyileştirmeye çalışıyorlardı!

Midem yine bulanmaya başladığında, saçlarımın arasındaki elimi çekip dudaklarımın üzerine kapadım. Sertçe yutkunup geri gönderdim kusma ihtiyacını. Bir daha kusmak istemiyordum. Kaç gündür bu yataktaydım bilmiyordum. Gözlerimi açtım. Bu sefer yatağın içinde iki büklüm olan kendimi inceledim. Yine siyah kıyafetler vardı! Oraya giderken ne giydiğimi bile hatırlayamıyordum. Aklımda tek kalan, silah patlaması, alnı delinmiş karı, koca ve ne olduğunu anlamayan kız çocukları!

Bir daha silinmeyecekti aklımdan biliyordum! Yine anneme gitmeye isteği bastırdı yüreğimi. Annem bir çözüm bulurdu sorunlarıma!

İki elimde giydiğim siyah tişörtü incelemek için ileriye doğru uzatmıştım ama zemindeki kırmızı kova dikkatimi çekince, bakışlarımı kendimden çekip, yataktan biraz daha eğdim başımı. Orada neden olduğunu anlayamamıştım. Burada daha önce yoktu! Kendi kusmuğuma bulanan seruma baktım bu sefer. Ne zamandır koluma takıldığını bilmiyordum.

Şakaklarımdan, ensemden ve tüm küçük eklemlerime, dişlerimi sıktırmama sebep olacak kadar sert bir ağrı doluyordu. Birkaç saniye süren o ağrı durmayı kessede, kaldığı yerden devam ediyordu. Nefesim sıkışıyordu, karanlık basık olan oda, beni daha çok sıkıştırıyordu.

Ellerimi yüzüme çıkarıp sertçe sıvazladım. Parmaklarımı saçlarımın arasına daldırıyor, dipleri acıyacak kadar çekiştiriyordum. Artık dayanacak halim kalmamıştı. Bu odada, katillerin dolu olduğu bu evde nefesim tükeniyordu. Ciğerlerim yetmiyordu nefes almama.

“Serumu kolundan çıkarmaman gerekiyordu!”

Aniden arkamdan gelen tanıdık sesle, tiz bir çığlık dudaklarımdan kaçmış sıçrayarak sesin geldiği yöne doğru dönmüştüm. Kaskatı kesildim, nefesimi tutmama neden oldu. Banyonun yanında duran sandalyede oturan kişinin yüzüne, camdan vuran sarı ışıklar sayesinde beyaz çehresini görmeme yetmişti.

Cesur!

Tanıdık ses onundu!

Buradaydı, odada!

Korkudan dolayı kalbim tişörtün altından belli olacak bir şekilde hızlı hızlı atmaya başlamıştı. Yüzünü tam göremesem de, yarım kalan çehresine saplanmıştı gözlerim. Ama yatağın içinde biraz daha geriye doğru çekilmeyi ihmal etmemiştim. Biraz daha böyle devam edecek olursam, sırt üstü kusmuğun içini boylayabilirdim.

Gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım. Ses verdiğinden beridir sessizliğimi korumuştum. Bacaklarını hafif iki yöne doğru açmış, ellerini ise bacaklarının arasında birbirine kenetleyerek sırtını sandalyeye yaslamıştı.

Burada olacağını tahmin etmemiştim!

Bir kesik daha nefes çıktı dudaklarımın arasından. Fakat korkumu yerini artık tiksinme ve nefret almıştı. Hangi yüzle bu odada olurdu. Utanmadan, yaptıkları yetmemiş gibi yüzsüz yüzsüz nasıl yanımda olabilirdi?

Katil!

“Daha kendine gelemedin!” dedi. Hareket etmeden öylece oturuyordu. Geriye doğru yatırdığım kollarıma biraz daha ağırlığımı verip parmaklarımı yatağın çarşafına geçirdim. Yüzümü görmüyordu fakat görseydi ondan ne kadar nefret ettiğimi görmüş olurdu.

Burnumu çekip, araladığım dudaklarımın arasından kalbimi parçalayan kesik bir nefes boşluğa bıraktım. Söylemek istediklerim fakat söyleyemediklerim dilimi yakıyordu. Yaşattıkları, tenimi dağlıyordu. Ne söylesem, ne yapsam içim soğumazdı.

Ama anlayamıyordum! Neden öldürdüler? Neden iki yavruyu annesinden ve babasından ayırdılar? Neden beni de yanlarında götürdüler? Neden beni kaçırmışlardı?

Hiçbiri tesadüf olamazdı, hiçbiri! Yavaş yavaş bunu idrak edebiliyordum.

Nefesimi kontrol altına aldığımda, karanlığı bölen beyaz çehresinin yarısının, sadece katran karası gözlerinden sadece bir teki gözüken o bakışlara sabitledim.

Öyle ki, çehresi karanlığı yok ederken, gözleri ise ondan bir parça taşıyormuş gibiydi.

“Neden?” diye sordum. Tüm nedenleri, sadece bir soruda toplamıştım. Anlayacağını biliyordum. Nedenini merak ediyordum. “Niye öld-” Tıkandım. Dilim varamadı soracağım soruya. Gözlerimi birkaç saniye kapatıp, çatlamış dudaklarımı ıslattım. Dilime değen yarıklar canımı acıttı. Derin bir nefes aldım fakat parmaklarım daha çok asıldı çarşafa. “Niye öldürdünüz onları?” diye sordum en sonunda.

Karanlıkta çok göremedim ama parmaklarını biraz daha birbirine kenetlediğini fark ettim. Sorum onda bir etki etmemiş gibi ruhsuzluğunu korudu. Ellerindeki küçük kıpırdama bile benim göz yanılgım olabilirdi.

Bunlarda ne vicdan olurdu, ne de bir kalp!

Boşuna kendimi yoruyordum, bunlar sadece adam öldürmekten anlayan katillerdi. Çocuklara acımayan, bir evden iki ölü çıkmasına neden olan varlıklardı. İğrençtiler!

Nefesini duyabiliyordum biraz daha dikkatimi ona verince. Sadece ikimizin nefesi duyuluyordu karanlık oda da. Artık sessiz kalmasın, bir cevap versin istiyordum. “Dilini mi yuttun be adam? Konuşsana!” diye bağırdım. Oturduğum yerden öne doğru atılmıştım kendime engel olamadan.

“Sesinin ayarına dikkat et!” dedi düz bir sesle. Sinirlenmiş gibi gelmemişti bana. Histerik bir gülüş çıkmıştı burnumdan. “Konuş sende o zaman!” dedim. Ama susmadım. “Hiç mi vicdanınız yoktu o çocukların ailesini öldürürken? Hiç mi acımadınız o çocuklar daha sonra ne yapar diye?” dikenler dizildi boynumun etrafına. Her bir harfte bir diken battı, kanattı. Bir şey yapamamanın çaresizliği beni yok ediyordu. Durduramadım, engel olamamıştım!

Sesli nefes aldı. Göğüs kafesinin inip şiştiğini gördüm. Sinirleniyor muydu şimdi? Belki de belinden bir silah çıkarıp benimde alnımdan vurabilirdi. “Sesini kısarak konuş!” dedi tekrardan. “Diğerleri uyanacak!” umurumda bile değildi. Susmayacaktım!

“Vicdan falan yok sizde!” dedim iğrenerek. “Senin ne işin var burada? Uyanıp nasıl tepki vereceğimi mi merak ettin?” burnumu çektim. “Ağladığımı görüp daha da mı zevk alacaktın?” yatağın ucuna biraz daha kaydım. Artık gidecek bir yerim yoktu.

Bir sesli nefes daha aldı. Öfkeleniyordu. Fakat bu sefer dikkatimi çeken başka bir şey olmuştu. Cesur’un ellerinde tuttuğu bir şey vardı ve onu da parmaklarının arasında döndürüyordu. Bir şey olmadığına emindim az önce. Biraz daha gözlerimi kısıp bacaklarının arasından çıkardığı ellerine odaklanmıştım. Evet bir şey vardı. Çok net belli oluyordu, ama ne tuttuğunu görememiştim.

“Hayır,” dedi sessizliğinden sonra. “İyi olup olmadığını, kontrol etmek için buradaydım.”

Anlık afalladım. Böyle bir şey diyeceğini tahmin etmemiştim. Şaşkınlık bana dört koldan saldırırken, dudaklarımı tekrar ıslattım. Belli ettirmedim ona duygularımı. Zaten yüz ifademi de göremiyordu. Ama burada olmasını istemiyordum. Diğer sorularıma cevap vermiyordu. Adam öldürmekten kaçmıyordu, fakat neden öldürdüğüne cevap veremiyordu.

Hayır Nida, o katildi! Senin iyi olup olmadığını umursamazdı!

Bakışlarım yatağın üzerine indirmiştim. Bu sefer yine sesli bir nefes aldı ama verirken kesik kesik gelmişti kulaklarıma. “Üzgünüm!” dediğinde, gözlerimi hızlıca Cesur’a kaldırdım. Böyle bir şey demesini beklemiyordum.

Hiç yerinden kıpırdamayan adam, sırtını yasladığı yerden çekmiş öne doğru getirmişti bedenini. Dirseklerini, dizlerinin üzerine yasladığında parmaklarının arasında döndürdüğü şeyi biraz daha öne çıkardı. Ama yine de ne dolduğunu seçemiyordum. Onunda bakışları oradaydı. Elinde tuttuğu şeyde.

Üzgünüm!

Gerçekten yaptığı şeyden pişman olup üzülen bir adam mıydı, ya da sadece laf olsun diye söylenmiş bir cümleydi mi, bilmiyordum. Emin değildim. Ama sesi... Sesi çok netti üzgün olduğuna dair.

Omuzlarımı geriye doğru yatırıp gevşemesini sağladım ama kulaklarım onda, konuşmasını bekliyordum. Bir şey demedi. Yüzünü görememenin tedirginliğini de yaşıyordum, en azından ne hissettiğini görebilirdim.

Gözleri, gözlerinden anlardım.

O konuşmadı ama benim içim yangın yeriydi. Kopan fırtına kaburgalarımı parçalıyordu. “Üzgün olman, çocukların annesini, babasını geri getirmeyecek!” dedim sessizce. Bu sefer bağırmadım. Ama bin duygu vardı o cümlede. En çok tiksinme, nefret. Hangi neden ile söylerse söylesin sonuç değişmeyecekti!

Ayaklandı. Kendimi geriye çektim hemen. Kolları iki yanına düştü, öylece yüzümü izledi yukardan. Korkuyla yutkundum art arda. Oda da ikimizdik ve beni öldürebilirdi. “Kendine geldiğine artık eminim!” dediğinde, sandalyenin önünden çeklidi, yatağın ayak ucuna doğru yürümeye başladı. bende hemen sırtımı yatağın başlığına doğru döndürüp, kalçamın üzerinde sırtımı oraya yaslayana kadar kaydırdım.

Gözlerim, Cesur’un üzerindeydi.

Yere attığım serumun yanına geldi. Bakışları yerdeydi. Ve benim kusmuğum vardı orada. “Kovayı buraya boşuna mı bıraktım?” dediğinde, kaşlarım istemsizce çatıldı. O mu bırakmıştı kovayı oraya? Ama ondan önce zeminin üstünde dağılan istiframı görmesi çekinmeme neden oldu.

Artık pencereden vuran ışık benim yüzümü aydınlatıyordu, Cesur’unkisiyse tamamen karanlığa gömüldü. Söylediği şeyi anlamadığımı fark edince, “gece boyu ful kustun. Bu yüzden bunu getirmiştim!” dedi. Güldüğünü anlayabiliyordum. Evet kovayı o getirmişti buraya. Bakışlarım bu sefer kovanın içine indi. Evet orada da istifra ettiğimin kanıtları vardı. Ama onları hatırlamıyordum. Cesur burnundan bir nefes verip tekrar konuştu. “Bu sefer yetişemedim. Kovayı tutmak için.” Dedi.

Tüm gece boyunca kustum ve Cesur kovayı mı tutmuştu? Ölsem inanmazdım. Teşekkür etmemi mi bekliyordu bir de böyle bir şey yaptığı için. Kusmama neden olan onlardı. Şimdi de bana iyilik yaparak, bir şey mi kanıtlamaya çalışıyorlardı! Hayır, onlar katildi. Hiçbir şey bunu değiştiremezdi.

“Yine kusarsan eğer,” deyip bir ayağını geriye doğru attı. Bakışları zemindeydi. Yere öyle bakması az buçuk beni utandırmıştı. Sesinde iğrenme yoktu, aksine ilgili çıkıyordu. “Burada bırakıyorum kovayı. Sakın yere kusma!” dedi. Ayılırken aklıma gelemedi o an, kusura bakma!

Gözlerimi yüzünden ayırmıyordum. Işığa arkasını dönmüştü, bu yüzden daha çok zorlanıyordum görmekte. Ama varlığının bile burada olması midemi bulandırıyordu. Aklıma öldürdükleri tanıdıklarım geliyordu.

Niye? Niye? Niye?

Debelenip duruyordum soruların altında. çıkamıyordum, kurtulamıyordum. Bitsin artık istiyordum bu çektiklerim, gördüklerim. Bende öldürecekler ise çabuk olsunlar artık.

“Niye onları öldürdünüz?” diye sordum yeniden. Parmaklarının arasından çevirdiğini nesneye baktım. Kan revan içinde kalmış o insanları aklımdan çıkaramıyordum. Canım yanıyordu.

“Bazı şeyler yaşanmak zorunda!” dedi boş bir sesle. Ne demek istiyordu? Niye böyle konuşup daha da beni sinirlendiriyordu. Anlamadım söylediklerinden. Ben anlamadıkça kendime daha çok sinirleniyordum. Tiksinerek baktım, karanlıkta kalan beyaz çehresine. Gölgesi, bir moloz yığını gibi üzerime devriliyordu.

“Hiçbir şey yaşanmak zorunda değil!” dedim sıktırdığım dişlerimin arasından. “İki kız çocuğunu ailesinden kopardınız! Hiç mi vicdanınız yoktu?!” çekinmeden, öfke ile kusuyordum nefretimi ona. Nereden buluyordum bu cesareti kendimde, bilmiyordum. Cesur, katildi! Ve ben bir katile dikleniyordum.

Ama acıyan yüreğimin feryadı, ağır geliyordu korkuma. Susma diyordu, konuş diyordu. Çünkü gördüm vurulan kişileri. Silemezdim olanları aklımdan. “Tanıdığım birilerini öldürdünüz.” Bu sefer sesim acıyla kısıldı. Kucağıma indirdim bakışlarımı. Göz yaşlarım doldu pınarlarıma. Kaynayan sudan farksız, haşladı tenimi. “Ben,” dedim kesik nefesimin arkasından. “Nasıl unuturum o görüntüyü, olanları…” yutkundum. “Masum çocukları.” Deyip tekrar Cesur’a kaldırdım dolan gözlerimi.

Elinde tuttuğu her neyse çevirmeyi durdurdu. Derin bir nefes aldı. Yakınımdaydı, daha net duyuluyordu nefes alışverişleri. Bir adım yatağın yanında duran komodine doğru yaklaştı. Kendimi geriye sürüdüm refleksle. Bana çevirdi başını. Birkaç saniye üzerimde kaldı gözleri. Bana bakınca, sırtım gerildi, daha çok tedirgin yaşadım. Fakat uzun sürmedi odağının bende kalması. Önüne çevirdiğinde, komodine doğru attığı adımlarını durdurup, hafif bedenini oraya eğdi ve elindeki her neyse üzerine bıraktı.

Tekrar doğrulup, bir iki adım geriye doğru attı. Benim bakışlarım ise karanlık yüzünden anlamlandıramadığım, nesnenin üzerindeydi. Sormadım ne olduğunu, ya da neden bıraktığını. Öylece baktım. Bakışlarımı yine Cesur’un yüzüne kaldırdığımda, karanlıkta bile olsak göz göze geldiğimizin farkındaydım. Biliyordum, katran karası gözler, gözlerimin içine baktığını.

Ben ise yatağın içinde kısılmış, ondan kendimi koruyacağımı düşünüyordum. Birkaç saniye süren sessizliğin sonunda, “Unutursun belki bir gün, balık!” dedi histerik bir tonlamayla.

Unutursun belki bir gün, balık!

Başımı hafif omuzuma doğru yatırdım anlamayarak. Kaşlarım ise çoktan alnımın üzerine düşüvermişti. Serçeden sonra bir de balık mı diyordu bana? Ya da oradaki balık ben mi oluyordum? Bu katillerin, yaşattıkları, yaparken de görmemi sağladıkları şeyleri nasıl unutmamı beklerdi benden.

“Unutmayacağım!” dedim bastıra bastıra. Bir histerik gülüş daha attı. Sinirden patlayabilirdim. “Bundan eminim!” dediğinde, gülüşündeki tonlama silinmemişti sesinden. Hatta alaya alıyor gibi çıkıyordu. “Üzgün falan değilsin!” dedim az önce söylediğine nazaran. Üzgün olan insan böyle konuşmazdı. Beni dalgaya almazdı. Onları tanıdığımı biliyordu.

“Nasıl kanıtlamamı istersin?” diye sorduğunda bir adım yatağa doğru yaklaştı. Sırtımı yatağın başlığından biraz daha uca doğru kaydırdım, böyle bir şeyi beklemiyor olmanın şokuyla. Ellerim ise yere bastırmıştım. Kendimi taşıyamam, diye korkuyordum.

Ondan kanıt falan istemiyordum. Üzgün olması bile umurumda değildi. Katil ve birçok suçun öncüsüydü. O üzgün olmak nedir bilmezdi. “Odadan git!” dedim, yutkunmadan önce. Her an bir adım daha atacakmış gibi duruyordu duruşu. Gözleri, yüzü ne söylüyordu bilmiyordum ama aşırı stres altındaydım.

“Sohbet güzel ilerliyordu.” Dedi güler gibi. Sohbet ettiğimizi düşünmesi ne hoş! Kaşlarım havalanırken, “Git!” dedim . İstemiyordum odada olmasını. Histerik bir gülüş atıp, omuzlarını havaya kaldırıp indirdi. Bozulmuş muydu bu söylediklerime, bilmiyorum ama bunu bana az biraz hissettirmişti.

Burnundan sesli bir nefes verip, elini ensesine attı. “Burada kalacak değilim, gideceğim!” dedi. Yanağımın içini ısırdım, gözlerimi ondan ayırmazken. Çabuk olsa iyi olurdu. Ensesini biraz sıvazladıktan sonra oradan çekti. “Yine geleceğim ama, alışsan iyi olur.” Deyip adımlarını yatağın ayak ucuna doğru ilerdi. Oradan ise kapıya doğru yavaş adımlara ilerlediğinde, zeminden çıkan sesler içeriyi dolduruyordu.

Ben de bu sefer yatak başlığın diğer tarafına doğru sürüdüm kendimi. Küçücük oda da onlardan kaçmaya çalışıyordum. Kapıyı açmadan önce omuzunun üzerinden başını bana çevirdi. “Dikkat et! Birkaç gün daha dinlenmen gerekiyor.” Dedi ve kapıyı çıkacağı kadar açıp odadan çıkmıştı.

Cesur çıkar çıkmaz derin bir nefes bıraktım boşluğa doğru. Yanımdayken kendimi o kadar sıkmıştım ki, kasılan bedenimi serbest bırakınca anladım bunu. Dizlerimi kırıp karnıma yasladığımda kollarımda etrafıma doladım. Kaç gün geçmişti yaşanan vahşetin üzerinden ve ben kaç gündür bu yataktaydım hiçbirinin sorusunun sormamıştım.

Ya da ailemin nasıl olduğunu. Hâlâ ortaklığa devam edip etmediğini bilmiyordum. Bilsem de bir faydasını göremeyecektim. Tek umudum ailemin beni aramaya devam etmesiydi. Katil, yanı başlarındaydı ve haberleri yoktu. Başımı arkamda kalan duvara yasladığımda, böyle bir acı gerçeğin olması ile yüzleştim.

Onlarda tehlikedeydi. Aileme de bir şey yapacaklar diye ödüm kopuyordu, bir an önce kaçmam ve bulunmam gerekiyordu. Ama o sokakların halini gördüm. İzdihamdan beter bir görüntüydü. Resmen insanlar birbirini öldürüyordu. Yanı başımdaki katiller bulunmadan yaşananlar son bulunmayacaktı.

Başım hâlâ duvara yaslıyken, Cesur’un komodinin üzerine bıraktığı şey doğru çevirdim. Pencereden sızan ışık bile ne olduğunu görmeme yetmiyordu. Derin bir nefes alıp verdikten sonra, yerimden doğrulup komodinin üzerindeki her neyse aldım ve pencerenin önüne doğru ilerledim, yerde eserim olan istiframa basmadan. Karanlık olduğu için ne doluğu seçilmiyordu, en azından vuran ışık sayesinde ne olduğu görmeme yardımcı olabilirdi.

Küçük, ağırlığı bile pek belli olmayan nesneyi parmaklarımın arasından, karşısına geçtiğim pencerenin önüne doğru hafif kaldırdığımda, tahtadan yapılmış bir kuş olduğunu fark ettim. Gözlerimi biraz daha kıstım iyi görebilmek için ve bu kuşu ilk defa görmediğimi anladım. Beni ilk götürdükleri evde, Cesur’un odasında görmüştüm.

Kuşun altında bir şey yazıldığı aklıma gelince bu sefer altını çevirdim. SERÇE 4 ARALIK 2010 yazıyordu. Bunu şimdi neden burada bıraktığı ile ilgili bir çıkarımda bulunamadım. Ama güzeldi ve birinin yaptığı ortadaydı. Hatta boyayı bile kendisinin yaptığı belliydi. Çoğu yere ve yazının üzerine gelmişti boyalar.

Adımlarımı pencerenin önünden çekip tekrar yatağa doğru attım, elimdeki kuşu bırakmadan. Ayağı kalktığım için başım dönmüştü ve bacaklarımdaki halsizlik beni fazla taşıyamayacağını gösteriyordu. Midem hâlâ bulanıyordu.

Yatağa ilerlerken, kısa bir bakış yerdeki eserime baktım. Görmek bile yetiyordu, midemin bulanmasına. Ama yerde sadece mide öz suyum vardı. hiç yemek yememiştim bu yüzden sadece su kusmuştum. Ama kovanın içindekilere aynı şeyleri söylemek mümkün değildi.

Bir de bunu yaparken, Cesur’un burada olduğunu düşündüm. Ben istifra ederken, o kovayı tutuyormuş ama zerre hatırlamıyorum olanları. O kadar bilincimi devre dışı bırakacak olaylar bana yaşatmışlardı ki, tekrar ayılmama şaşırıyordum.

Elimdeki tahta kuşu bırakmadan yatağın içine girip sırtımı yatak başlığına yasladım. Dizlerimi kırıp, kollarımı üzerine koyarak kuşu incelemeye başladım. Bunu neden burada bıraktığını bilmiyordum! Umurumda bile değildi!

Şakaklarımdan enseme doğru hücum eden ağrıyla, bir elimin parmaklarını derimi söker gibi sıvazlamaya başladım. Tüm görüntüler, capcanlı bir şekilde gözümün önünde duruyordu. Uyusam da, geçmeyecekti onlar! Gözlerimin dolmasını durduramadım. Onlar bizim aile dostumuzdu, tanıdıklarımdı. Ölümlerine şahit olmak, bir parçamın ölmesi demekti!

Nasıl inanlardı onlar, nasıl vicdanda yoksundular, anlayamıyordum!

Bakışlarım yine o kuşa kaydı. Bir ağrı daha saplandı şakaklarıma! Bir süre öylece oturup kuşu izlediğimde, dışardan gelen gümbürtüyle, bakışlarım olduğu gibi içinde olduğum odanın kapısına saplandı.

Kuşu yatağın üzerine koyup, başımın dönmesini ve midemin bulanmasını umursamadan yavaşça ayaklarımı zeminin üzerine bıraktım. Koridorda biri vardı. Ve o biri her kimse, adım sesleri buraya kadar geliyordu. Sanki bilerek adım seslerinin duyulmasını istiyordu.

Kapıya doğru adımlarımı yaklaştırdıkça, gözlerimi kıstım. Kapının üzerinde bir anahtar girişi ve üzerinde de anahtar vardı! Gördüğüm şey ile şaşkınlığım gözlerime yansıdı. Bu sefer kısmadım, kocaman açmıştım. Buraya geldiğimde kapanın üzerinde böyle bir şey yoktu. Ben uyuduğum zaman bunu yapmış olmalıydılar.

Kapının önüne geldiğimde, dizlerimi kırıp anahtarı kapının üzerinden çıkardım. Fakat bu sefer yere bırakmadım. Bir gözümü deliğe doğru götürüp koridorda kimin ses ettiğini görmek istedim. Ve yine görüntüyle, ensemden başlayan soğuk ürperti tüm omuriliğimi ele geçirmişti.

Üstü çıplak, altında sadece kot pantolon, yüzünde ise deriden bir maske ile erkek duruyordu. Elinde ise bir bıçak ve yönü tam benim odama bakıyordu. Siktir! Dudaklarımdan bir küfür sıralandığında, nefes alıp vermeyi kesmiştim. Bu sefer geri kaçmadım, o kişiyi izledim. Başının üzerinde kızıl bir peruk vardı yine.

Odayla onun arasında epey mesafe vardı. Bedenini yine sağa sola doğru hareket ettiriyordu. Korkuyla yutkunup, parmaklarımın arasında tuttuğum anahtar ile iki elimi de kapının üzerine yaslayıp, gözümü kapının deliğine daha çok yaklaştırdım.

Ayakta duran kişi kafasını hafif öne doğru uzatıp aşağı eğdi. Sanki o da deliği bakmak istiyormuş gibime geldi. Bu sefer o soğuk ürperme, saç diplerimi havaya kaldıracak kadar yoğunlaştı.

O anda koşmaya başladı o kişi. Dudaklarımdan tiz bir çığlık kaçarken, delikten gözümü çekip, titreyen parmaklarıma rağmen anahtarı girişe sokmaya başladım. Elinde bir bıçakla buraya, bulunduğum odaya koşmaya başlamıştı, elinde tuttuğu bir bıçakla.

Anahtarı girişe sokup iki kere çevirdiğimde, kendimi hemen geriye doğru attım. Ellerimi geriye yaslamış, titreyen bedenimle kapıya uygulanacak herhangi bir güç için bekliyordum ama hayır ne kapı zorlanmıştı ne de başka bir şey. Adım sesleri kayboldu, onun yerine başka fısıldaşmalar kulağıma geldi.

Fakat sesleri algılayamıyordum. Kulaklarım batıyor, büyük bir rüzgar uğultusu içinde dört dönüyordu. Midemden yukarıya bir öğürtü daha yükseldiğinde, elimi ağzıma kapatıp ayaklandım. hemen koşar adımlarla kovanın yanına gidip, ellerimi kenarlarına yaslayarak olduğu gibi içine boşalttım. Kulaklarım dışarda, fısıldaşmalardaydı.

Gittikçe uzaklaştıklarını işittim. Ama bedenim korkudan tarumar edilmişti. Bir yaprak gibi titriyordum. Bakışlarım yatağın üzerindeki kuşa sabitlendi. Bir sopa darbesi yemişim gibi, yine bir ağrı sap oldu şakaklarımdan. Zihnim, birbirine girmiş ip yumaklarıyla doluydu. Farklı renklerle dolu olan o ipleri çözemiyordum.

Bunu alabilir miyim? Diyordu zihnimdeki iplerden birini tutan ses. Gülüyordu sanki. Ama tanıyamıyordum o sesi. Bir rüzgar değiyordu sanki saçlarına, bedeni rüzgara mı karışmıştı, çünkü uçuyor gibiydi. Bence söylediği gibi! Dedi yine aynı ses, hevesle. Rüzgarı arkasına aldı bu sefer, kıkırdıyordu fakat. Kendi kendine konuşuyor gibiydi o ses.

Gözlerimi sıkıca yumdum. İpler daha çok birbirine girdi. Küçük, çözülemeyecek kadar büyük bir düğüm atıldı arkasından.

 

 

Devam Edecek...

 

Yorum atmayı ve oylamayı unutmayın :)

 

 

 

İnstagram Hesaplarım:

_.kadris

maskeninardindakiler7

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%