Yeni Üyelik
12.
Bölüm

BİR İHTİMAL

@kadrisyazar_

 

MASKENİN ARDINDAKİLER

 

 

11. BÖLÜM

 

 

BİR İHTİMAL

 

 

 

“Nida AKEL”

Elimdeki sarı tornavidaya bakarken, buradan kaçmam için gerekli olan tek şeyin parmaklarımı etrafına doladığım bu küçük ihtimalin olduğu fikri geçiyordu aklımdan. Kalbim kulaklarımda atarken, sarı tornavidayı, pencerenin kenarlarına monte edilmiş küçük vidaların deliklerine sokup döndürmeye başladım hiç vakit kaybetmeden.

Ellerim titriyor, yakalanma korkusundan dolayı, dakikada bir kafamı arkaya çevirerek, kapıyı kontrol ediyordum. Alnımın üzerinde yığılmaya başlayan terler, şakaklarıma, oradan da yanaklarıma süzülüp yüzümü birer alev yığınına çeviriyordu. Bakışlarımın önünü kapatan saçlarımı, titreyen parmaklarıma rağmen geriye yatırıp ardından da tornavidayı çevirmeye devam ediyordum.

Biri bana yardım ederek, kapının önüne bir tornavida bırakmıştı. Arkasındaki planın ne olduğunu bilmesem de, net olarak görünen tek bir gerçek vardı; o da bunu gönderen kişinin arkadaşlarına ihanet etmesi ve benim buradan kaçmam için gerekli olan şeyi göndererek yardım etmesiydi.

Aklımdan ve kalbimden geçen bir diğer şey ise, bir an önce buradan kurtulup bu katillerin kıskıvrak yakalanmasıydı. Hata onlarındı; beni öldürmeyerek büyük bir yanlış yapmışlardı. Ve birazdan buradan kaçıp özgürlüğüme, aileme kavuşacaktım.

İlk metal parçasının vidasını sökerken, parmaklarım öyle çok titriyordu ki ellerimin arasından yuvarlanıp ayaklarımın önüne düşerek, küçük bir sesin çıkmasına sebep oldu. Umursamadım çünkü koridorda elinde bir bıçakla dolaşan bir psikopatın sesine kalkmayan manyakların, bu sese ölseler de uyanamazlardı. Ama ben yine de dikkatli olmalıydım çünkü katillerdi. İkinci ihtimali unutmak gibi bir hataya düşemezdim.

İkinci metalin vidalarını sökmek için tornavidayı deliğine sokup döndürmeye başlamadan önce, sanki her an açılacakmış gibi hissettiğim kapıya korkulu gözlerle kontrol ederken, az da olsa içime rahatlık veren şey kapıyı kilitlemiş olmamdı. Fakat içimi yiyip bitiren strese ve korkuya engel olamıyordum çünkü bir oda dolusu katil vardı eğer ufacıkta bir hata yaparsam yakalanma ihtimalim çok yüksekti.

Ve onlarla tekrardan bir ormanın önünde karşı karşıya gelmek istemiyordum!

Son vidaları da sökerken, ayağımın altına düşen vidaları da alıp Cesur’a ait olan siyah eşofmanın ceplerine attım. Sarı tornavidayı da cebime sıkıştırıp kaçma umudum olacak olan pencerenin altından tutarak yukarıya doğru kaldırmaya başladım sessiz bir şekilde.

Peş peşe verilen nefeslerim ağzımın içini yağmur almayan topraklara çevirirken, dudaklarım dişlerimin arasında perişan hale gelmek üzereydi. Yukarıya doğru açılan pencere, yavaş yavaş aralandığında, alnımın üzerindeki terleri gökyüzünden yağan kar tanelerine çevirmişti. Yüzüme değen soğuk rüzgarlar, saçlarımı geriye doğru hafif hafif omuzlarımın arkasına doğru savurmuştu.

Pencere açılmıştı. Karşımda yarıya kadar açılan pencere, hayatım boyunca yaşayacağım bir travmayı benimle baş başa bırakacak olan büyük özgürlüğüme kavuşturacaktı.

Kaçacaksın Nida!

Annene, babana kavuşacaksın!

Ve bu katiller tutuklanacaktı!

Yanan kalbimin üzerine dışardaki sert ayaz vurduğunda, çoktan içime büyük bir buzul sarkıtların saplandığını hissettim. Aklıma; kapının altından atılan not geldiğinde, elimin birini cebime sokup dışarıya çıkararak bakışlarımın önüne kaldırdım ve kağıtta yazılan yazıyı sesli bir şekilde tekrardan okudum.

BURADAN KAÇMAK İSTİYOR MUSUN? KAPININ ARKASINDA SANA O VİDALARI SÖKMEN İÇİN BİR ŞEY BIRAKTIM. ELİNİ ÇABUK TUT. VE BU ARADA EŞOFMANINA SIKIŞTIRDIĞIN ÇATALI GÖRDÜM. SAKIN ONU KULLANMAK GİBİ BİR HATAYA DÜŞME!

Tekrar bilinmezliğin kuyusunda olduğumu hatırladığımda, sertçe yutkundum. Açılan pencere yüzünden sıcak oda soğumaya başlayıp, cayır cayır yanmama engel olamıyordu. Bu adamların hangi amaçla bir araya geldiğini bilmiyordum ama bir arada olan bu katillerin basit şeyler yapmadıklarına canlı canlı şahit olmuştum hem de her bir ayrıntısına.

Eğer bayılmasaydım daha neler göreceğimin düşüncesi olduğum yerde irkilip bedenimde olan tüm tüylerin havaya dikilmesine neden oldu. Gördüklerimi tarif edecek hiçbir cümle yoktu fakat bir şeyle tarif etmemem gerekiyorsa, o da çok fazla korkunç olmasıydı.

İçlerinden hangisinin bu notu gönderdiğini bilmiyordum ama bu çöplükte tutsak ettiklerini kolay kolay bırakmayacaklarını çok iyi biliyordum. Bunu yaşadıklarım, gayet iyi aklıma kazımıştı.

Ama küçükte olsa bu düşündüklerimin tam tersi olması, beni heveslendirmekten geri bırakmıyordu. Ya eğer bu not ve tornavida, gerçekten kaçmam için gönderilen bir yardımsa her şey benim lehime çevrilirdi.

Gözlerim dolarken, sımsıkı yumup burnumdan soluyarak, sakinleşmeye çalıştım. Kalbim, ince derimin altında dizilen kemiklerimi parçalamak ister gibi gürültülü şekilde çırpınırken, yumduğum gözlerimi hızlıca açıp gönderilen notu avuçlarımın içinde sıktırıp buruşturdum ve cebime tekrardan sokuşturdum.

Hiçbir ihtimalin yok olmasına göz yumamazdım!

Yarıya kadar açtığım pencerenin pervazına ellerimi dayadığımda, sağ bacağımı uzatarak, dışarıya doğru çıkardım. Kafamı da eğip alttan çıkardığımda, artık tamamen dışarda sayılırdım. Midem karıncalanmaya, başım da dönmeye başlayıp, bunları umursamamaya çalıştım ve hiç vakit kaybetmeden, pencerenin altına yığılmış olan kar’a gözlerimi diktim ve üstüne çıktığım pencereden, atlayacağım zemini kontrol etmeye başladım.

Yüksekliği dört beş metreydi, ya da daha fazla ya da daha az. Çünkü düşüncelerimde, her ihtimalin yaşanma fikri dört dönüyordu bu yüzden ne kadar olduğunu çözemiyordum. Eğer dikkatli atlayamazsam, kırılan kemiklerimden başka elimde hiçbir şey kalmazdı. Bakışlarımı tekrardan Cesur’un odasına çevirdiğimde, saatin altı olmasına çok az bir zaman kaldığını gördüm.

Şu an da bir pencerenin tepesinde, katillerden kaçmama çok vakit kalmadığını gösteriyordu. Eğer buradan kurtulursam, katran karası gözlerinin sahibi hapishane duvarlarını ezberlemeye başlayacaktı. Dudaklarım bunun gerçek olması yüzünden iki yöne doğru kıvrılıp, içimi dolduran öfkeyle başa çıkmama yardımcı olmaya çalıştı. Nedense seviniyordum; kaçtığım için mi yoksa Cesur’un tutuklanacağı için mi bilmiyorum ama, içimdeki kıpırdaşmaya engel olamıyordum.

Kafamı tekrardan atlayacağım pencerenin önüne indirirken, sabah saatlerindeki acı veren ayaz, genzimi tahriş etmeye başlamıştı. Her yutkunduğumda, boğazımda bir diken bitiyor gibiydi. Bakışlarımı kafam ile birlikte biraz daha aşağıya indirdiğimde, bir pencere daha olduğunu fark ettim. Cesur’un odasının penceresi, evin sol tarafında kalıyordu. Yani katliamın yaşandığı evin önüne bakmıyordu onun penceresi.

Bedenimi yere atmak için pencerenin pervazından biraz daha aşağıya atlamak için kaydırmıştım ki, kulaklarıma gelen sesle birlikte, olduğum yerde irkilip dudaklarımdan çıkan küçük çaplı korku inlemesiyle, bakışlarımı hızlıca kilitlediğim kapıya doğru kaldırdım. Dudaklarımı birbirinin üstüne kenetlerken, gözlerim hiç hareket ettirmeden, camın arkasında kalan odaya saplanmıştı.

Kulaklarıma gelen ses, koridorda yan yana ve karşı karşıya dizilen odaların birinin kapısının açılma sesiydi. Birisi ya odasından çıkmıştı, ya da diğerinin odasına girmişti ama katillerden biri şu an uyanmıştı. Siktir!

Transa geçmiş gibi olduğum yerde gözlerimi kırpmadan, kilitlediğim kapıya odaklanıp burnumdan verdiğim sık beyaz dumanlar, yüzümün önündeki pencerenin camını buğulandırıyordu. Ve yukarıya doğru çıkan buğu yavaş yavaş görüş alanımı da kapatıyordu.

Kilitlendiğim yerde biraz daha beklediğimde, ikinci bir kapı sesi daha gelmişti. Ya kapıyı kapatmıştı ya da bir katil daha uyanmıştı. Korku, damarlarımda akan kanı bile yavaşlatırken, kalbim onun aksineydi. Sakinleştiremediğim kalbim, etrafını saran et tabakasına, içerden bir beyzbol sopasıyla üst üste darbeler indirip vücudumun titremesine sebep oluyordu.

Bir taraftan da ayaz tenimi ısırırken, dişlerim birbirine vurarak ses çıkarıyordu. Sakin ol, diyerek kendime telkin veriyordum. Ama nafileydi, bir katilin uyandığını bilmek ölümün soğuk nefesini ensemde hissetmeme sebep olup, ense kökümün zonklamasına neden oluyordu.

Ama ses yoktu. Kilitlediğim kapı ne açılmıştı ne de açılması için bir harekette bulunmuşlardı. Ama rahatlamamıştım, çünkü daha yapacaklarımın başındaydım ve diğerleri uyanmadan bu cehennemden kaçmalıydım . Derin bir nefes alıp gözlerimi kapatırken, ufacık bile çıkmasını istemediğim bir çığlığın duyulmaması için dudaklarımı bir yapıştırıcıyla yapıştırılmış gibi sımsıkı birbirine üzerine kapatıp burnumdan derin bir nefes dışarıya bıraktım.

Eğer ki sağ salim, kemiklerim kırılmadan buradan atlayabilirsem, ormanlık alanın bittiği bir yol bulabilirdim. Önce kaçmalıydım, zaten gerisi kolay bir şekilde hâl olurdu.

Oda da kalan diğer ayağımı da, yanıma getirmek için dışarıya çıkarırken, pervazına yasladığım ellerimi hiç düşünmeden çekip, ayaklarımın üstüne düşmeyi umut ettiğim zeminin üstüne kendimi serbest bıraktım.

 

---

 

Her şey bir anda olup biterken, boşluğa bıraktığım bedenim kar yüzünden yumuşak bir iniş gerçekleştirmişti. Bağırmamak için sıktığım nefesim, kalçamın zeminle buluşmasıyla birlikte geri bırakıvermiştim.

Dün geceden yağan karın içine kalçamın üstünde düşerken, içine batan çıplak ayaklarımdan ve ellerimden tüm bedenimi esir alan bir acı soğukla, gözlerimi hızlıca açmıştım. Ve o an karşımdaki pencereden göz göze geldiğim, çatılan kaşlarının altından bakılan bir çift gözle, kaçma fikrimin, bir çuval berbat olan incirden farkı kalmamıştı.

Gözlerimin içine öfkeyle bakan Arın’dı!

Hiç karşılaşmak istemediğim tek kişiydi kendisi!

Pencereden yansıyan yansımasıyla, elinde havada asılı kalan bardağı yavaşça tezgahın üstüne bırakırken, gözleri avını kapana kıstıran bir avcı gibi keskinleştirdi, dudağının kenarı da birkaç saniyelik şaşkınlıktan sonra iki yöne doğru kıvrılarak silik bir gülüşle yıkanmıştı.

Tüm uzuvlarım, kaçma planımın suya düşmesine neden olan kişiye yakalandığı için titremeye başladığında, kalbimde patlayan adrenalinle kalkmak için hareketlendim. Arın’ın yüksek seste Cesur’un ismini haykırdığını yarım yamalak işittim. Ve kalkmam için gerekli uyarıyı da artık almıştım.

Bileklerime kadar gelen karın içinde çırpınarak ayaklanıp hiç vakit kaybetmeden arkamı dönerek, cehennemden hallice bu yerin tam tersi yönüne doğru koşmaya başladım.

Aklımdan geçen düşünceleri ister istemez tartıp hangisinin bana çıkış yolu olacağını seçmeye çalışıyordum ama Arın’ın uyanık olması tüm her şeyi berbat etmişti. Resmen tüm olaylara baştan başlıyordum, bu sefer farklı olan, maskeli kişilerin yüzünü görmemdi. Ve onları da hiç görmemeyi dilemiştim.

Sabahın sert ayazı, ayağımın altında ezilen karı birer taşa çevirdiği için çıplak ayak tabanlarımın yara aldığını ve derimin tamamen kan içinde kalarak, bana zorluk çıkarıp yolda bırakacağına adım kadar emindim. Ama şimdi silmem lazımdı bu düşünceyi, çünkü akacak çok kanımın olması muhtemeldi.

Kış ayının ortasında olmanın verdiği buz gibi esinti, saçlarımı geriye doğru savururken, daha iyi koşabilmek için verdiğim mücadeleden dolayı şimdiden birkaç santim yağan karın, taşa dönmesi yüzünden bacaklarım gitgide halsizleşiyordu. Dudaklarım aralandığı için, genzimin buz gibi esinti yüzünden yandığını ve kuruduğunu anlıyordum.

Arkama bakmak istemiyordum fakat içlerinde en tehlikeli olduğunu gözlerinden bile belli eden kişiye yakalandığım için kontrol etmem gerekiyordu ve lanet olsun ki onu asla alt edemezdim. Çoktan diğerlerinin haberleri bile olmuştur. Kafamı geriye doğru çevirdiğimde, saçımın birkaç tutamı dudaklarımın ve bir gözümün üstünü kapatırken, yan tarafımda kalan evin ön tarafı gitgide daha net görünmeye başlıyordu.

Koyu tonlarda yapılmış tahtadan evin kapısı geriye doğru sert bir şekilde açılırken, hızlı açılan kapıdan önce büyük bir ses yankılandı, daha sonra geriye doğru çaparak, evden ilk çıkan kişi Arın oldu. Kapıyı arkasından hızlıca örtüp evin önündeki merdivenleri bir adımda inerken, kapı bir kez daha sert bir şekilde açılarak arkasından yarı çıplak bir şekilde altında sadece siyah eşofmanla Cesur gözüktü.

Ve her şey yeniden başlıyordu!

Arın yüzündeki ifadeye gözlerim ilişti. Uyanmak istediğim kötü bir rüyanın içinde olup uyanmak için çırpınmak zorunda kaldığım bir yansıması gibiydi. Kafamı iki yöne doğru sallarken, birkaç adım arkadan koşarak gelen Cesur’a baktım bu sefer. Ama onun ifadesi yaptığım bu şeyin bir hata olduğunu gösteriyordu ve sanki beklemiyor gibiydi.

Kafamı geriye doğru çevirip koşmadan önce, Cesur kolunu Arın’a uzatıp yakalamak istediğini görmüştüm ama eli boşluğa düşmüştü çünkü önündeki adam çok hızlı koşuyordu.

Hiç vakit kaybetmeden daha hızlı koşmaya devam ettim. Ama ayak parmaklarım buz yanığına dönüşmek üzereydi. Yanaklarım, ellerim ve ince tişörtün altındaki bedenim soğuk yüzünden buz kesip hissizleşmeye başladı.

“Hayır!” dedim kendi kendime mırıldanarak. “Oraya bir daha gitmek istemiyorum!” göz pınarlarım yaşarmaya başlarken, içimi kaplayan korku soğuktan daha fazla canımı yakmaya başlamıştı.

Arkamdaydılar!

Öfkeliydiler!

Ve kesin bu sefer beni öldüreceklerdi!

“Hadi ama farecik, neden bana tekrardan oynayacağımızı söylemedin?” Arkamdan gelen Arın’ın alaylı öfkesi işitirken, kendime engel olamadan arkamı dönmüştüm. “Bir dahakine haber etmeden oyuna başlarsan, alınırım.” Sırıttı. Korkunçtu!

Bata çıka koştukları karda, ayaklarının altında ezilip korkunç bir sesin çıkmasına neden oluyordu. Önceden kar üstünde yürümeyi, koşmayı çok severdim ama artık bir travma daha vermişlerdi ellerime. Bundan sonra kar yağdığında bile dışarı çıkmayacağıma adım kadar emindim. Tabii yaşarsam!

Fazla yakın değillerdi bana ve bende birazdan ormana girmek üzereydim. Kar olmasaydı, belki çoktan ağaçların arasına girip gözden kaybolmaya çalışırdım ama hiçbir şey istediğim gibi gitmemişti. Zaten bu hayatta istediğim ne olmuştu ki?

Gözlerimin önüne gelen saçlarımı titreyen parmaklarıma rağmen geriye doğru yatırmaya çalışıyordum ama tekrardan gözlerimin önüne dökülüveriyordu. Adımlarım ise saçlarıma inat hâlâ hızlı bir şekilde yürümeye devam ediyordu. Nefes almam gerekiyordu. Koştuğum için tıkanmıştım. Buz gibi olan hava daha kötü etki ediyordu bana.

Bakışlarımı bana yetişmeye çalışan Arın ve Cesur’dan kaldırıp arkalarında kalan eve çıkardım nefes nefese kaldığım karlı yolun üzerinden.

Dış kapının üst sağ tarafında kalan iki pencerenin önüne iki bedenin çıktığını gördüm. O kişi aynı anda pencereden zıplayarak dizlerinin üstüne düşüp kafalarını yine aynı anda olduğum yere hızlıca çevirdiler. Ve düştükleri zeminden ayaklanıp bana doğru koşmaya başladılar. Biri Kaya, diğeri de Artemis’ti.

Şaşkınlığım daha o kişiden geçmemişken, evin arkasından koşarak bana doğru gelen Dua’yı gördüm. Yavaş adımlarla insanı gerginliğe boğacak olan bir diğer kişi ise elinde tuttuğu sopayı avuç içine vurarak Dua’nın arkasından gelen Gizem’in ta kendisiydi.

Omuzlarım hayal kırıklığıyla aşağıya düşerken, yanaklarımdan umutlarımı bir heyelan gibi aşağıya yuvarlamaya başlayan göz yaşlarım yüzünden süzülmeye başladı. Rüyadan uyanamıyordum. Ve yaşadıklarım rüya değildi.

Kıpkırmızı olduğuna emin olduğum burnumu çekerken, Cesur, Arın’ın belinden yakalayıp sırtından itekleyerek karın üstüne düşmesine neden oldu bir anda. Cesur tekrardan koşmaya başlamıştı ki, Arın Cesur’un ayak bileğinden yakalayıp koşmasını engelledi. Cesur olduğu yerde arkasını dönüp, koşmaya devam eden kişilere doğru, “kıza zarar veren olursa, karşısında beni bulur!” diye kükredi.

Sadece Kaya’nın koşmasının yavaşladığını gördüm fakat diğerleri onu duymamazlıktan gelmişti. Artemis’in elinin içinde ayna gibi parlayan bıçağın metal parçasını gördüm ve sertçe yutkundum. Bakışlarım yüzüne çıkarken, onunda gözleri saniyelik yerde uzanan Arın’a çarptı.

Yan bir şekilde çevirdiğim başım, arkam da kalan kişilere dönük olsa da bakışlarım, hâlâ koşmaya devam ediyordum. Duramazdım ama arkamda gelmeyi sürdüren ve yüzlerindeki öfkenin sadece küçük kısmı olduğuna emin olduğum kişilerin geldiğini görmek, tırnaklarımın altına kıymık batmış gibi etki ediyordu.

“Şimdi öldürmek istiyorum onu!” dedi Arın. Hâlâ yerde yüz üstü bir şekilde uzansa da elini Cesur’un ayak bileğinden çekmeden konuşmuştu. “Kaçmak gibi bir hataya düşmeyecekti.” Daha sonra , çenesi yere değmeyecek bir şekilde, kafasını hafif dikleştirdi ve yüzüme baktı. Cesur’un bakışları önce yerde yatan kişiye daha sonra da, çatılmış kaşlarla bana doğru kaldırdı.

Yüzünde, bu yaptığım şey yüzünden öfkeli, bir o kadar da endişeli olduğunu görmemek elde değildi. Arkasında koşmaya devam eden Dua, yerde yatan Arın’ı görünce duraksadı, ardından Cesur’un kalın sesi duyuldu. “Artemis yavaşla!” dedi arkası dönük bir şekilde bağırdığı kişiye doğru. Ama Artemis’in gözlerinin üstüne çökmüş kaşları, asla koşmayı durduracakmış gibi gözükmüyordu.

Adımlarım koşar gibi hızlı hızlı ilerliyordu fakat taştan farkı olmayan donmuş kara her sert bastığım da ayağım daha çok dibe batıyor, çıkarması daha çok zorlaşıyordu ve ayağımın altı da üstü de bata çıka koştuğum bu kar yüzünden derin çentikler atıldığına emindim.

Gizem’e ilişti bakışlarım. Beni yakalamak için koşmamıştı. Usul usul yürürken durmuştu. devam etmemişti. Kollarını göğsünde birleştirerek öylece beni izliyordu. Yüzünde ve dudaklarındaki gülüşü buradan bile seçebiliyordum. Hoşuna gidiyordu bu yaşadıklarım sanki, ifadesi bunu açık açık belli ediyordu.

En son Cesur’a baktığım da, bileğinden saplanan kişinin koluna sert bir tekme savurdu. Arın inlediğinde, kolu hafif arkasına doğru savrulmuştu. Artemis sesin geldiği yöne doğru kafasını çevirip baktıktan sonra önünü bana doğru çevirdi tekrardan. Başını omuzuna biraz eğip, gözleri daha ne kadar kötü bakabilirse o kadar bakmaya devam etti.

Ayak bileğini sert tutuştan kurtaran Cesur, bana doğru koşmaya devam eden Artemis’in arkasından, o da hızlıca atılarak koşmaya başladı. Çok geçmedi ki Arın’da ayaklandı ve o da koşmaya başladı. Dua ve Kaya ise sağ tarafımda kalan ormanlık alana doğru koşmaya başladılar.

Diğerleri arkamdan gelirken, onlar beni ön taraftan kapana kıstıracaklardı. Kahretsin! Oynadıkları oyun adil değildi. Bir kişiye altı kişilerdi ve onların ellerinde kan vardı, pislik vardı.

Şeytandı hepsi!

Bir değil altı şeytandı!

Deri koltukların sert kokusu hâlâ burnum direğini sızlatırken, arabadan hızlıca indim. Annem kolumu sertçe tutarken, evin önünde dikilmeye başladım ve canımı acıttığını fark eden annemin dokunuşun git gide zayıfladığı hissederken önümü ona çevirdim. Burnunu sertçe çekerken hâlâ yanaklarında göz yaşlarının izi vardı.

“Nida, niye bu kadar hızlısın?” diye sordu. Çekingen bakışlarını, yüzüm hariç her yere değdiriyordu annem. En sonunda başka yere bakamayan annem, gözlerini yüzüme iliştirdi. “Niye bu kadar çok ağladın?” diye sordum, onun sorusunu göz ardı ederek. Alt dudağım ağlamak üzere olduğum için aşağıya sarkmasına engel olamadım.

Annemin hiç bu kadar ağladığına şahit olmamıştım. Bu bir kız çocuğu için şaşırtıcı bir şeydi. Anneler ağlar mıydı? Çünkü benim annem ağlamazdı. İyi ki de ağlamıyordu çünkü küçücük yüreğim buna dayanacak kadar güçlü değildi.

Gonca ve Yusuf’un resminin olduğu kalabalık bir yerden gelmiştik. Daha ne olduğunu idrak edemeden arabaya binip eve varmıştık. “Senin yerine de ağladım.” Deyince, anlamadığım için kafamı omuzuma yatırıp yüzüne baktım dik dik. Kaşlarım çatıldı, yüreğim sızladı bilmeden. “Niye peki?” diye sordum tekrardan.

Dizlerini hafif kırıp önümde çömeldi annem. Artık yüzümüz aynı hizadaydı. Dudaklarını diliyle ıslatıp bakışlarını ağır ağır gözlerimle buluşturdu. “Çünkü ben senin yerine hep ağlarım.” Dedi titrek bir sesle. Ağlayacak bir durum yoktu. Ben niye durup dururken ağlayayım ki. Sessiz kaldım annemin aksine. Bir şey diyemedim. Ama ellerim yüzüne tırmandı ve yanaklarından tekrar süzülen göz yaşlarını parmak uçlarım ile sildim. Annem gözlerini yumdu.

“Şeytan’ın ne anlama geldiğini araştırmak için hızlıydım.” Dedim, söyledikleri canımı acıtınca ilk sorusunu cevapladım.

 

“Nida!” Cesur’un adımı bağırdığını işittiğim de beni eski anılarımdan tutup çıkardı. Annem benim yerime hep ağlayacağını söylemişti. Bu anı aklımdan su gibi buharlaşıp uçup gitmişti. Şimdi yeniden aklıma gelip, beni şaşırtmıştı. Yeniden anılarımın zihnimde canlanması, canımı yakıvermişti.

Annem bu kadar ağladığımı görseydi, yine benim yerime ağlamak ister miydi? Ya da eski annemi bulabilir miydim yanımda? Hayır bulamazdım. Eskiler yoktu, eğer olsaydı adı eski olmazdı.

Güçsüzleşti bacaklarım, koşmaktan feri giden bedenim ve kasıklarımdan kalkan ağrı beni daha çok yavaşlatıyordu. Kaçma umudum bir balon gibi elimde patlamıştı. Kulaklarım çınladı ama ben elimde patlamış bir balonla koşmaya devam ediyordum.

“Kar, senin mezarın olacak farecik!” Arın’ın sesi geliyordu arkamdan. Birbirimizi takip eden ayak sesleri, iç içe geçmişti. Uzakta değillerdi, artık yaklaşmışlardı beni yakalamak için. “Kaçmak gibi nasıl bir aptallık edersin?” Artemis kahkaha attı, öfke ile kurulan cümlesine.

Büyük adım sesleri kulağımın arkasına asılan bir askı gibi iliştiğinde, belime sarılan güçlü kolların ardından, dudaklarımın üstüne de pürüzlü sert bir el kapandı. Parmaklarımın ucunda yukarıya yükselirken, boğuk bir çığlık koptu kapanan dudaklarımın arasından.

“Sana uslu dur demiştim!” Katran karası gözlerin sahibi. Onun sesiydi. Dudakları kulağımın arkasına ufak bir şekilde dokunurken, verdiği nefes yüzünden üşüyen bedenim ısınmaya başlamıştı.

Güçlü kolları daha çok sardı belimi. Elimin birinin tırnaklarını koluna geçirip sarılışından kurtulmak için çırpınırken, o daha çok yasladı sırtımı göğsüne. Elimin birini de kapanan dudaklarımın üzerine kapanan elinin üstüne koymuştum. Çığlık atıyordum ama boğuk çıkıyordu.

“Sakın yaklaşmayın!” dedi, bedenini geriye doğru çevirdiğini hissediyordum ama ben hâlâ aynı yöne doğru bakıyordum. “Eğer bir adım daha atan olursa, karışmam!” ayak seslerini ve hızlı nefes alış verişlerini duyuyordum ama benim kulaklarım batıyordu. Üşüyen sırtım, Cesur’un sıcak çıplak göğsü yüzünden ısınıyordu.

“Öldürelim gitsin!” Arın sert bir sesle konuştu. Derin bir nefes verdiğini işittim burnundan. “Ya yine kaçarsa? Bence de öldürelim. ” dedi nefesini düzene sokmaya çalışan Artemis. Onlara bakmak için, Cesur’un tutuşundan sağa sola doğru çırpınıyordum. O ise daha sıkı kavrıyordu belimi.

“Plan böyle değildi!” Göz ucuyla yan tarafımdan gelen Dua ve Kaya’yı gördüm. Kaya yine konuşmaya devam etti. “Arın, planın böyle olmasını sen de istemezsin!” dedi. Tırnaklarımı, Cesur’un eline daha çok geçirdim. Onun sessizce genzinden inlediğini işittim ama umursamadan batırmaya devam ettim.

“Planlar, plansız gerçekleşen durumlarda değişir!” dedi Arın pürüzlü bir sesle. Az da olsa biraz yan dönmeyi başardım ve burunları ve yüzleri soğuktan kıpkırmızı kesilen Kaya ve Dua’yı daha net görmeye başladım. Dua’nın bakışları, arkamda kalan kişilerin yüzündeydi.

Korku, kalbimi darmaduman ederken, kaçma işinin berbat bir fikir olduğu dank etti beynime. Ve beni kesin öldüreceklerdi. Acımayacaklardı bana. Ama her ihtimali denemek zorundaydım, mecburdum. Umut, insana her şey yaptıracak kadar zalim bir duyguydu.

“Planları ben gerçekleştiririm Arın!” dedi Cesur. “Ve plansız gerçekleşen durumlarda benim sorumluluğumda!”

Nefes nefese kalmıştım. Alnımın üzerinde biriken küçük yumrular, buz tutmaya ve gözlerimin üzerine ağırlık yapmaya başlamıştı. Cesur benim aksime ve diğerlerinin aksine nefesini çoktan düzene sokmuştu.

“Burada kimsenin lider olmayacağını öğrenmen gerekiyordu!” ezilen bir karın sesini işittiğim de , Arın’ın bir adım bize yaklaştığını hissettim çünkü sesi biraz daha yakın gelmişti kulağıma.

“Lider değilim Arın, düzeni getirmeye çalışan sıradan biriyim.” Dedi Cesur. Arın’ın aksine onun sesi daha yumuşak çıkıyordu ama altındaki iğneleyici ifade, derinin altına batacak kadar güçlüydü.

Dudaklarıma kapanan elinin yumuşadığını hissettim ama hâlâ bırakmamıştı beni. “Boynunda Pederin tasması ile düzene sokmak istemen ne aciz!” dediğinde, Artemis’in sert sesi bıçak gibi araya saplandı. “Şu an da sizin atışmalarınız umurumda değil. Tek düşündüğüm şey şu anda Cesur’un kollarının arasında kaçmaya çalışan kız da.” Dedi. “Öldürecek miyiz, yoksa…” diye sorduğunda, “hayır!” dedi Arın tokmak etkisi yaratan sesle. “Planlar, planlandığı gibi gidecek.” Diye yanıtladı Artemis’i.

Kolu daha çok sardı belimi. İncecik belim, kollarının arasında, ince bir ipten farksız kalmıştı. “Peder’e götürmeden hiçbir şeyin yapılmayacağını zannediyordum!” Gizem’in rahat çıkan sesini duydum. O da gelmişti.

Peder kimdi?

Planlar neydi?

Beni ne zaman öldüreceklerini planlamışlar mıydı?

Gözlerimi yumdum ve kirpiklerimin arasından, hayatım bir heyelan gibi yukardan aşağıya doğru koptu. Göz yaşlarım, Cesur’un ellerinin üzerine süzülmeye başladı. Onun bakışlarının bana doğru döndüğünü sezdim. Burnundan verdiği yumuşak nefesi saçlarımı taramaya başladı.

Burnumu sertçe çekerken, artık ağlamamı durduramadığım sessiz bir çığa dönüştü. “Donmak üzereyim!” dediğini işittim Dua’nın. “Kim kimi öldürecekse işini halletsin ve bitirsin çünkü artık bekleyecek halim kalmadı!”

Cesur’un tekrardan başını arkasına çevirdiğini duyumsadım. Koluna acımasızca geçirdiğim tırnaklarımı ağır ağır çektim etinden. Elim yanıma düşerken, sakladığım çatal geldi aklıma. Onu kullanmak geçti aklımdan. Cesur’a saplayıp kaçabilirdim ama imkansızdı. Diğerlerini atlatamazdım.

“Benim de bekleyecek halim kalmadı.” Dedi Kaya. “Gidelim mi Kızıl Gezegen?” diye sorduğunu işittim tekrardan Kaya’nın ama Gizem’den ses çıkmamıştı.

“Sikeyim!” diyerek homurdandığını işittim Arın’ın, ardından ayak seslerini işittim. Git gide uzaklaşıyordu kar sesi. Benim ise ayak parmaklarım yerden birkaç santim yukardaydı. Yere değiyordu ama çok fazla değildi bu durum. Cesur hiç zorlanmadan tek koluyla beni taşıyabiliyordu.

Tırnaklarımın çekildiğini hissedince, belime sarılan eli de hafifledi ve ayaklarım yere bastı. Kafamı hafif arkama doğru çevirdim. Arın’ın arkasını dönerek eve yürüdüğünü gördüm. Ondan çektim ve bana öfkeyle kızarmış bakan gözlerin sahibi Artemis’e baktım. “Şanslısın tutsakcık!” dilini üst dudağına sürterken, sırtımı dayadığım Cesur’a kaldırmıştı bu sefer alayla bakan gözlerini. Ve sonunda Artemis’te arkasını dönüp gitmişti.

Göz yaşlarım akmaya devam ederken, Dua’nın gidenlerinin arkasından baktığını gördüm. Kaya ise, ellerini arkasına bağlamış, göğsünü kabartarak yüzüme bakan Gizem’in üzerindeydi. Gizem ise dudakları yukarıya doğru yarım bir şekilde kıvrılmıştı. Yine kırmızı saten pijamaları vardı üzerinde. Omuzunda ise, mavi bir şal atmıştı.

“Sizde gidin!” dedi Cesur onlara doğru. Dua’nın düz bakışları bana doğru çevrildi. Gizem’inkiler de Cesur’a. Kaya’da elinin birini ensesine atıp ovalamaya başladı. “Yakalandı artık. Kaçamaz!” deyince, sertçe yutkundum ve göğsüne yaslı duran sırtımı geri çektim. Onun da bakışları bu hareketimden dolayı bana indi. Elinin birinin tişörtüm ucundan tuttuğunu gördüm. Elimi Cesur’un elinin üzerine yasladım ve ucundan tuttuğu tişörtü bırakmasını sağladım.

Kaçamadım. Suya düşmüştü umutlarım. Her kaçışım da yakayı yine ele verecektim. Birini atlatsam, diğerine yakalanma olasılığım kaçma ihtimalimden daha yüksek olacaktı.

“Sidik yarıştırıyoruz sanki!” Dua homurdanarak, gözlerini devirdi. Ve Cesur’un dediğini yaparak, arkasını dönüp eve yürümeye başladı. “Seni bekleyeceğim.” Gizem inat eder gibi konuşunca, Cesur’da bıkkın bir nefes verdi burnundan.

“Ne için Gizem? Eve git çabuk!” sesinin desibeli olduğundan fazla çıkan Cesur’un, Gizem’in arkasına bağladığı elleri çözüldü ve yanına düşmesine neden oldu. Omuzları da bunu beklemiyormuş gibi aşağıya düşünce, göğsü hızlıca aşağıya inip kalkmaya başladı. “Bir şey demedim Cesur. Sen istersen tabi giderim.” Dedi Gizem. Kaya’nın dilini damağına vurduğunu işittim ve göz ucuyla baktığımda, bacaklarını iki yöne doğru açıp kollarını da göğsünde birleştirmişti.

Kafasıyla ileriye doğru işaret etti. “Git o zaman. Hâlâ buradasın!” dedi Cesur. Gizem’in bakışları karşımda kapı gibi dikilmeyi sürdüren kişiyi aşıp bana evrildi. “Umarım bir daha kaçma girişiminde bulunmazsın!” dedi Gizem tehditkar bir sesle. Arkasını hızlıca dönüp giderken, onu takip etmeye başlayan Kaya’nın da bakışları kısa süreliğine Cesur’a değdirip eve doğru yürümeye başladılar fakat Kaya Gizem’in bir iki adım gerisinde yürüyordu.

Hiçbiri nasıl kaçtığımı sormamıştı. Sadece sonuca odaklanıp, öldürmek istemişlerdi beni. Yüreğim; kopmaya yüz tutan ince bir yapraktan farksız bir şekilde titriyordu.

Artık Cesur ile yalnız kalmıştım. Kaşları çatık bir şekilde yüzüme inerken, benim de kaşlarım çatılmıştı. “Nasıl kaçtın odadan?” diye sordu sert bir tınıyla. Cevap vermedim. Dik dik baktım yüzüne. Aramızda ki mesafe az olduğundan biraz daha yan tarafa doğru çekilip alan yarattı. “Odadan nasıl kaçtın, diye sordum sana!” kaşları havalandı, dudakları düz bir çizgi halini aldı.

Öfkesi yedi düveli ayağa kaldıracak kadar fazlaydı. Ama ben çekmedim, etrafı saran bembeyaz karı bile siyaha boyayacak katran karası gözlerden. Zıttı gözleri, bembeyaz tenine. Kalbi peki?

Bir adım bana doğru gelince, ellerini bir anda, eşofmanlarımın kenarlarını tutarken buldum. İrkilerek, bir adım geriye doğru gittim dokunuşundan kurtulmak için ama öyle sıkı tutmuştu ki geriye bile gidemedim. “Kıpırdama Nida!” diye uyardı beni. “Ne yapıyorsun?” diye sitem ve korkuyla karışık soru mu sorarken, giydiğim eşofmanın ceplerinin üzerinde yaslı duran ellerinin üzerinde benim de ellerim yaslı kalmıştı.

Bakışları yavaşça yüzüme tırmandı ve ceplerimin içinde duran şeyler yüzünden avuçlarını bir kez daha sıktırdı. O an ses çıktı. Buruşturduğum kağıdın sesiydi bu. “Ne var cebinde?” diye sordu sakinlikle. Kafamı iki yöne doğru olumsuz anlamda salladım ve yutkundum. Acı kavurdu beni acımasızca. Daha ne kadar yakayı ele verecektim onlara, bilmiyordum.

“Seni uyarmıştım onlara karşı. Sen ne yaptın? Kaçtın! Halbuki yürekte yedirmemiştik sana gece.” Anında yaslı duran ellerini ceplerime sokuşturdu ve kırıştırılmış bir kağıt parçası, bir tane sarı tornavida ve çatal çıkardı.

“Hı!” dedi gülme sesine benzer bir çıkardı elindekilerine bakarken. “Aptal bir çocuktan farkın yok!” dedi iğneleyici bir sesle.

“En azından katil değilim!” dedim canını acıtacak katı bir sesle.

Kafasını bana kaldırmadan sadece alttan attığı sert bakışı ile göz göze geldim. Sözlerden daha ağır küfür etkisi bırakmıştı bakışları. Üst dudağı yukarıya doğru kalktı sinirle. Elindekilerini avuç içine gömer gibi sıkıca tutup, diğer eliyle de dirseğimi kavradı ve yere kapaklanmamı ister gibi öne doğru savurdu beni.

Küçük çaplı bir inleme kaçtı genzimden. Tutuşu acıtmıştı canımı. “Yürü!” dedi komut veren bir sesle. “Misafirperverliğimiz sona erdi senin için!” misafir değildim ben burada. Fareydim, tutsaktım. Ve sonunda ölecek biriydim.

Ayak parmaklarımdan, saç diplerime kadar kadar yükselen sızı, her soğuk zemine bastığım da sanki etim kopacakmış gibi hissediyordum. Kollarımı birbirine doladım ve kendimi ısıtmaya çalıştım. Bakışlarımı arkama çevirmesem de, Cesur’un öfkeyle soluduğu nefesini ve gür adımlarını işitiyordum.

“Bir katilin evinden kaçmaya cesaret edecek kadar da aptalasın!” dedi dişlerinin arasından. Omuzunun arkasından geriye doğru baktığım da, kaşları hâlâ çatık, öfkesi ise diriydi. Cevap vermedim ona, daha fazla kızdırmamak için. Ama içimde kaynayan kızgın alev, dilimi yakıyordu. “Seni ben yakalamasaydım, başına neler gelirdi haberin var mı?” ani çıkışıyla birlikte, gözlerini irice açıldı.

“Bana el koymasaydın, başıma bunlar gelmezdi!” dedim bende onun gibi yükselerek. “Sen benim ailemi kandırdın. Herkesi kandırdın!” yürümeyi durdurdum ve önümü ona çevirdim. “Derdin para mıydı ha, söyle?”

Çıplak ayaklarımın donmasını umursamadım. Cesur’da yarı çıplak bir şekilde karşımda duruyordu ama o sanki üşümüyor gibiydi. Fakat, sütten farksız olan yanakları, birer kırmızı elmadan farkı kalmayacak gibi duruyordu.

Sağ elinde, sımsıkı tuttuğu kaçmam için yardım etmiş olan aletleri daha çok kavrarken, yüzüme öylece baktı. Sessizliği deli edecek kadar bir insanı çığırından çıkarabilirdi. Kafamı ağır ağır aşağı yukarı doğru salladım. İğrenerek baktım yüzüne. “Bulunacağım!” dedim aynı sakinlikle. Öfkem arkamdaydı fakat bastırabilmiştim.

Bulunmak istiyordum. Ölmek değildi belki de korkum. Bir insanın mezarı da olmalıydı, başına gelip yas tutmaları için.

Dirseğimden tekrar kavrarken, alt dudağını dişlerinin arasına aldı ve gözlerini ileriye doğru dikti. “Titriyorsun! Seni biz öldürmesek de, soğuktan donup öleceksin!” derken, tuttuğu eliyle yürümem için itekledi. O söyleyene kadar titrediğimin bile farkında değildim.

Soğuktan mı titriyordum yoksa, ilk defa gördüğüm bu yüzün katil olarak maskenin arkasına saklandığı için mi? Bilmiyorum! İstemiyordu, kalbim ve fikrim.

 

 

Zar zor yürüyerek geldiğim karlı yoldan, yine yakayı ele vererek bu eve adımımı atmıştım. Gözlerim açıktı bu sefer ve her şeyi tam anlamıyla görüp yeteri kadar tanımaya fırsatım olmuştu. Fakat bilinmezlik bataklığı, beni dibe doğru çekmeye devam ediyordu.

Cesur, eve getirene kadar elini dirseğimden çekmemiş salondaki boş koltuklardan birine oturttuğunda, bırakmıştı beni. Buz tutmuş ellerimi, birbirine yapıştırdığım bacaklarımın arasına sıkıştırırken, ısınmaya çalışıyordum ama nafileydi.

Dişlerim birbirine vurup ses çıkartırken, bir taraftan da, siyah tişörtünü kafasından geçirerek giyinen Cesur’daydı bakışlarım. Sonunda tişörtünü giyinip koltuğun üstünde, katlanmış olan battaniyeye doğru yürüdü.

İki yakasından tuttuğu battaniyenin ortasını açmaya çalışırken, salonun baş köşesine yerleştirilmiş olan koltuğun üzerinden oturan bana doğru yürümeye başladı. “Misafirperverlik yok demiştim ama…” dediğinde, çoktan birbirine yasladığım dizlerimin önünde belirivermişti. Battaniye ile birlikte bana doğru uzanırken, hafif geriye doğru kendimi çekmiştim. “Hastalanıp ölmeni istemem doğrusu.” Dedi yarım bir gülüş yüzüne giyinirken.

Onun dizleri de benim bacaklarıma yaslıydı ama fazla değildi bu temas. Sadece eşofmanın dokunuşunu hissediyordum. Açtığı battaniyeyi sırtıma bırakıp omuzlarımın üstünden öne doğru getirirken üst bedenini bana doğru eğmişti. Battaniyenin iki yakasını da sağa sola götürürken artık tamamen battaniyenin içindeydim.

“Derdin ne senin?” diye sordum. Diğerleri gibi değildi. Ya da öyleydi ben anlayamıyordum. Birkaç saniye öylece yüzüme baktı. Konuşmuyordu, sessizdi. “Sessizliğin bile suçlu olduğunu gösteriyor!”

“Her şeyin bir zamanı olduğunu ailen öğretmedi mi sana?” derken, elinin birini kabaran eşofmanının cebinin üstüne koymuştu. Benden aldıklarını oraya koymuştu. Kağıtta yazanları okudu mu bilmiyorum fakat eve gelene kadar bir daha baktığını görmemiştim.

“Katil olmamamı öğrettikleri için buna fazla zamanları olmamıştı!” dedim iğneleyici bir sesle.

“Katil kelimesini fazla kullanıyorsun. Bir şeyi ne kadar dile getirirsen, gerçekleşmesi uzun sürmez.” Dedi dişleri görünecek bir şekilde sırıtırken.

Kalbim daraldı aniden. Dediklerini umursamamaya çalıştım. Bu yüzden ip gibi sıraya dizilmiş olan dişlerin parlak bir gülüşle daha fazla dikkat çekmesine verdim kendimi. İster istemez gülüşüne kaydı gözlerim. Cesur’da fark etmiş olacak ki yavaş yavaş silindi. Tekrar bakışlarımı ona kaldırdım. “Biliyor musun? Güzel bir uykudan mahrum bıraktın beni!” derken yalandan sitemleniyordu.

Bir daha uyanmaman için öldürebilirim seni, demek isterdim yüzüne karşı ama şu an da sıcak kalın bir battaniyenin altından eksik kalmak istemezdim. Diğerleri salonda yoktu hatta sesleri bile gelmiyor diyebilirdim. Az önce deliye dönen bir grubun öfkesinden iz yoktu.

“Bu ev sakinleşmem için gerekli yerken, boktan bir lağam çukuruna döndü!” derken, Arın salondan içeriye girdi yüksek sesle bağırarak. Battaniyenin uçlarından kavradım ve biraz daha kendimi içine gömdüm. Cesur’da yan döndü ve bir adım daha sanki bana doğru yaklaştığını gördüm. Ardından o da içeriye giren adamı izlemeye başladı. “Nasıl kaçtın sen o odadan?” dedi bir adım daha bana doğru gelirken. Göz ucuyla Cesur’a baktı ve olduğu yerde bekledi.

“Aslında seni kapının önüne bağlayıp bir ders vermek gerek!” derken yüzündeki böyle bir şey yapacağının garantisini veren bir ifade vardı. “Konuşsana kızım!” dedi bağırarak. İrkilerek, küçük bir korku inlemesi kaçtı boğazımdan.

“Sakın bağırma Arın!” Cesur bir elini havaya kaldırıp sakinleştirmek ister gibiydi. “Dediğin gibi bu ev sakinleşmek için!” bir adım Arın’a doğru ilerledi.

“Sikeyim sakinliğini! Boktan işler hepsi.” Cesur’un arkasından kalan bana doğru kaydı. “Zaten sakin bir hayat akıllılar için değil demi, farecik?” gözleri büyükçe açılıp dilini dudaklarında gezdirdi. Ruh hastasıydı, bunun başka bir açıklaması yoktu!

O an içeriye, kafalarında beyaz bir bone, ellerine geçirdikleri beyaz eldivenler ve birkaç tane temizlik ürünleri ile Dua ve Artemis girdi. Bir anda bu şekilde içeri girmeleri şaşırtmıştı beni. Bu şekilde giymeleri kafamın içinde soru işaretleri ile doldurmaları saniye almadı. Gözlerim, birden fazla bone ve eldiven olan Artemis’in eline indi.

“Kaçması önemli değildi. Şu an hâlâ elimizde olması yeterli. Zaten bir dahakine kaçışında, ayak bileğinden aşağısı olmadığı için kaçamayacak.” Gözlerini benden çekmeden, dudaklarında yarım bir gülüşle, elinde tuttuklarını sağında ve solunda kalan Arın ve Cesur’a verdi. Arın sırıtarak göğüs hizasına gelen kadının dedikleri, hoşuna gitmiş gibi sinsilikle tebessüm ediyordu.

“Saat daha erken değil mi?” diye sorusunu sorarak içeri Gizem girdi. “Çok fazla oda ve temizlenmesi gereken yer var. Akşama kadar işimizi halletmemiz lazım!” diye onu cevaplayan uykulu gözleri andıran düşük göz kapaklarıyla Dua’ydı.

“Bunu her zaman yapmaktan bıktım.” İsyan ede ede, kolları iki yanına düşmüş olan Kaya girmişti bu sefer. “İşini yapmayan, odasında kanıt bırakarak ayrılabilir.” dedi Dua yine.

Hepsi odadaydı. Öfkeli değildiler ve sanki çok önceden yapmışım gibi kaçma girişimimi unutmuş gibiydiler. Tek kişi hariç, o da Arın’dı.

Dua aniden hareketlenip Artemis’in elinde tuttuğu bone ve eldiveni alarak bana doğru yürümeye başladı. Sırtımı oturduğum koltuğa doğru dayadım. Ve battaniyenin uçlarını daha sıkı kavradım. Mimik oynamadan yaklaşan yüzden alıp dikkatli gözlerle izleyen Cesur’a baktım saniyelik. Daha sonra düzensiz kesilmiş kakülleri hareket eden Dua’ya çevirdim yeniden.

“Titizlik neden önemlidir sence?” diye sordu bana. İlk defa benimle ikiliği diyaloga girmişti. Cevap niteliğinde olan hiçbir harekette bulunmadım. “Çünkü, titizlikle yapılan her iş, seni suçlu olmaktan kurtarır!” dedi düz bir sesle kendi sorusunu cevaplayarak.

Suçun kendisinin kirli olduğunu unutuyordu!

Battaniyeyi tuttu. Geriye doğru savurmak istediğinde, ona engel olmak ister gibi, daha çok tutundum. “Üşümen geçmiştir, eminim ki!” dediğinde, son kez gözlerimin içine baktı ve bir ucundan tuttuğu battaniyeyi geriye doğru savurdu. Omuzlarımdan geriye düşen battaniyenin içinde değildim artık.

“Kalk ayağa!” dedi elindekileri düzeltirken. Parmaklarım oturduğum koltuğun kenarlarını sımsıkı tutunurken, sesindeki boşluk hissi ödümü koparmıştı. Gözlerini, elindekilerden kaldırıp bana baktı. “Kalk!” deyince tekrardan, arkasında tetikte duran Cesur’a kaydırdım bakışlarımı. “Sanırım işimiz akşama kadar sürecek!” burnundan sert bir nefes verdi Dua.

Karşımdaki kadın daha hamle yapmadan Cesur müdahale edecekmiş gibi hazırdı sanki. Ya da ben öyle sanıyordum.

Daha fazla öfkesine maruz kalmamak adına, Cesur’dan bakışlarımı çekip soğuğun geçmediği ve korkunun da içine girerek titremesine engel olamadığım bacaklarımın zayıflığına rağmen kalkmayı başardım.

Elindeki boneyi kafamın üstüne yerleştirirken, bir diğer eliyle de ensemde topladığı saçlarımı içine sokuşturuyordu. Ayağına giydiği siyah kalın tabanlı botlar onu daha uzun gösteriyordu. İçine sıkıştırdığı saçlarımla işi bitince, “ellerini uzat!” dedi. Onu ikiletmeden dediğini yapmıştım.

Beni ameliyata mı hazırlıyorlardı yoksa, beni mi ameliyat edeceklerdi? Hiçbir fikrim yoktu!

Boş bakan mavi gözleri, elime geçirmeye çalıştığı beyaz eldivenlerdeydi. “Diğerleri de taktı mı?” başını kaldırmadan sorusunu arkasında kalan kişilere yönelttiğini anlamıştım. Önce Arın taktı bone ve eldivenlerini, ardından diğerleri de takmaya başladılar. Sadece Cesur, ben ve Dua’daydı bakışları. Kıpırdamıyordu, öylece ikimize dikkatini vermişti.

“Sende giyin!” dedi Artemis gözleri Cesur’dayken. Ruhuma dökülmeyi sürdüren katran karası gözlerini çekmeden yüzümden, sadece bir adım gerisinde durarak ortasında sayılan kadına başıyla onay vermişti.

Elime geçirdiği son eldivenin ağız kısmını işaret parmaklarıyla geriye doğu çekiştirip hızlıca bıraktığında, bileğime çarpan lastik kısmı yüzünden ses çıkarıp küçük bir sızı yaratmasına neden olmuştu Dua. Ellerini arkasına bağladığında, bakışlarımı arkasında duran kişilerden alıp ona baktım niye böyle yaptığını anlamayarak.

Dilini ısırarak gülmesine engel oluyormuş gibi yüzüme baktı Dua. “Eğer herkes hazırsa, tüm evi temizlemeye başlayın. Akşam ayrılıyoruz!” dedi ve arkasını dönüp diğerlerine baktı.

Tek kaşım yukarıya havalanırken, sadece onları izlemekle yetindim. Bu akşama doğru gideceğimizi söylemişti. Nereye gittiğimi bilmeden, neler yaşayacağımı bilmeden, şeytanların dört bir elle bedenime sarılıp zincirlemesine engel olamıyordum.

“Herkes kendi odasını temizleyecek, yaptığımız gibi! Odasını temizleyen ilk kişi, mutfak, banyo ve salonu temizlemek için gelebilir. Ben kendi odamı dün temizledim, bu yüzden mutfak bende.” Dua konuşmasını bitirdiğinde, omuzunun arkasından bana bir kısa bakış atıp önüne döndü. “Her ayrıntısına kadar temizlenecek.” Kaya sıkıntılı bir nefes verip gözlerini devirdiğini gördüm. “Gelip kontrol edeceğim.” Dedi Dua ve ilk hareketlenen Arın olup salondan çıktı. Onu takip eden de Artemis’ti.

Gizem’de son bir kez Cesur’un yandan gördüğü profiline bakış attı. Çünkü arkasında kalıyordu. Sivri bakışları, kalbimi oyarken kolları göğsünde bir şekilde o da salondan çıktı.

“Benim odamı temizlemek isteyene beş yüz kağıt çalışır!” dedi Kaya tek kaşını havaya kaldırıp böyle bir şeyin olması için medet umar gibi. Kimseden cevap çıkmadı. “Altı yüz peki?” diye sordu bu sefer.

Cesur bıkkın bir nefes dudaklarının arasından firar ederken, devirdiği gözlerini arkasında kalan Kaya’ya çevirdi. “Kimse senin bok yuvası olmuş odanı temizlemeyecek Kaya!” dedi Cesur. “Yalan atma, bir kere benim odam, bir insanın ayak bastığına bile inandırmayacak kadar temiz.” Dedi, sitemli sitemli.

Cesur bir şey demedi. Öylece Kaya’yı izlerken, Kaya rahatsız olmuş gibi gözlerini devirip dilini damağında gezdirdi. Yalan söylediği mimiklerinden bile belliydi.

“Sen temizler misin?” diye sordu bana bakarak. Şaşırdım anlık.

“Kaya def ol!” dedi Cesur biraz yükselerek.

“Tamam bir şey demedik.” Dedi üzülür gibi. “Son bin o zaman!” dedi ikna eder gibi.

“Def ol!” bu sefer Dua ve Cesur aynı anda bağırarak cümlesini kurduğunda, Kaya odadan uçarak çıkmıştı.

Cesur, ben ve Dua ile salonda yalnız kalmıştık. Dua’nın arkası bana hâlâ dönüktü. Cesur’unda sadece kafasını, uzun boyunun avantajıyla görebiliyordum. Fakat gövdesinin tamamı görünmüyordu çünkü karşımda kolon gibi dikilen kadının bedeni yüzünden tam seçemiyordum.

Cesur, karşımdaki kadına dikkatlice bakarken, ilk konuşan Dua oldu. “Bir şey yapmayacağım Cesur, anladım.” Dediğinde, dizlerimin arkasını daha çok yasladım koltuğa. Bir şey yapma fikirleri dört dönüyordu bu evde. Kaçırdıkları yetmiyormuş gibi birde yanımda öylece dile getiriyorlardı.

Cesur sessiz kaldı. “Anladım, gidebilirsin.” Dediğinde Cesur’un hiçbir şey demeden, Dua’nın ne anladığını anlamamıştım. Gözleri ile mi konuşuyorlardı da ben mi anlayamıyordum. Kaşlarım şüphe ile çatılırken, Dua’nın arkasından çekilerek, bir adım yana kaydım iyice görebilmek adına.

Yana hareketlendiğimi gören Cesur’un bakışları bana döndü. Birkaç saniye öylece beni izledikten sonra, Dua artık bir şey demedi. Onun da kafasının bana döndüğünü hissediyordum ama ona değil Cesur’a bakıyordum. Bu kadın ile yalnız kalmak istemiyordum.

Cesur çenesini hafif havaya kaldırıp temkinli bir şekilde kafasını ağır ağır salladı. “Birazdan burada olurum.” Dedi ve arkasını hızlıca dönerek salondan çıktı. Kalbim yeniden çıkacak kadar hızlı atmaya başladı.

“Korkuyorsun!” dedi elleri arkasında bağlı bir şekilde bana yan dönerek. Korkuyordum. Ama dile getirmedim. “Korkuyorsan, niye kaçtın?” soru gibi gelmemişti kulaklarıma. Bir tehdit ve sorguya çeker gibiydi. ikimiz de sessiz kaldık. Korkunç bir sessizlik akıyordu aramızdan. Bakmadım yüzüne. Bakmak istemiyordum.

Aniden kıkırdamaya benzer bir ses çıkarınca, anlık irkilmeye ve ona dönmekten alıkoyamadım kendimi. Dudakları iki tarafa doğru gerilmişti. “Ninni dinlemek ister misin?” diye sordu. Gözlerimi ilk burada açtığım zaman mırıldanması geldi aklıma. Hiçbir yerde duyamayacağım kadar ürkütücü bir sesti. Ve hâlâ netti kulaklarımda.

Bu sefer burnundan gülmeye benzer bir ses çıkarınca, “şaka yapıyorum, gül diye!” dedi. Yarı ciddi yarı alaylı bir tavırla.

Gülünecek taraf siz olacaksınız. O gün geldiğinde, yüzünüze baka baka kahkaha atacağım.

Dilini damağına yaslayıp arkasına bağladığı ellerini çekerek, “takip et beni!” dedi ve ilerlemeye başladı. Gözlerimi devirmeme engel olamadan onunla birlikte salondan çıkmaya hazırlanmıştım ki, adımımı attığım ilk adımla, ayak uçlarımdan başlayan bir sızı, inlememi sağlayarak durdurdu beni.

Dua’da sesimi duymuş olacak ki adımlarını durdurdu ve omuzunun üzerinden yüzüme baktı. Ama ben çoktan gözlerimi ayak ucuma indirmiştim. Eşofmanın kenarlarından tutup yukarıya çektiğimde, parmak aralarımın hep yere ve ayaklarımın üstünün de çiziklerle olduğunu gördüm. Sikeyim ya! Dedim homurdanarak.

Üzerinde koştuğum kar tabakası değildi, adeta cam kırıklarıyla dolu bir zemin gibiydi. Ayaklarımın böyle olması normaldi. Isınmaya tamamen başladığım içinde acı şimdi baş göstermişti.

“Ayakların yerinde ya! Korkma sadece çizik olmuş, öldürmez seni!” dedi keskin bir dille. “Takip et beni.”

Burnumu sertçe çekerken, göz pınarlarım dolmaya başlamıştı bile. Kalbim daralıp genişliyordu. İhtimallerim, umutlarım tükenmesin istiyordum ama bu yaşadıklarım, gördüklerim beni altında bırakacak kadar ezip çiğniyordu. Her şeyim bir anda alt üst olmuştu. Siktiğimin yerinde ne yaşadığımı bilmeden sadece nefes alıyordum. Onu da ne zaman kaybedeceğim meçhuldü.

Acı eşiğim tavan yapmasına engel olamadan bana ters bakış atan kadının dediğini yaparak yürümeye başladım. Her bastığımda acıyan tenime, derinlere batan kıymıklarla dolup taşıyordu.

İkimizde sonunda salondan çıktığımızda, holün ortasında durup, “buradan asla çekilmeyeceksin.” Elini cebine attı ve iç içe geçmiş mavi poşet çıkardı. Birbirinden ayırdığında, galoş olduğunu gördüm. “Giy şunları!” dedi ve elime alıp acıyan ayaklarıma geçirdim. Kendisine de bir tane geçirip taktı. Ve tamamen hazırdı. Hazırdık!

Dediğini yaptığımda kollarımı göğsümde birleştirdim ve holün ortasında dikildim. “Kapılar, pencereler kilitli. Bir daha kaçacağını düşünmüyorum. Çünkü bu sefer kanıtlı bir aptal olarak tarihe geçersin, haberin olsun!” dediğinde, arkamda kalan kapıya bakmamak için gayret ettim.

Arkasını dönüp mutfağa girmeden önce son bir bakış attı bana ve içeri geçti. Dikildiğim yerde onu görebiliyordum. Önce üst dolaptan tabakları çıkardı, ardından çekmecelerden bir düzüne çatal kaşık çıkardığında, lavabonun içinde duran suyun içine attı. Daha sonrada, orta boylarda beyaz bir bidon aldı ve üstlerine boşalttı.

Sarı bir el bezinin üzerine beyaz bidondaki sıvıyı boşaltıp, buz dolabı, mutfak dolapları ve tezgahın üzerinde ne varsa her yeri didik didik edecek bir şekilde silmeye başladı.

O an merdivenlerden inen, ağzında beyaz bir maske ile Artemis gözüktü. Saçları, elleri ve ayaklarında bizim gibi taktığı ürünler vardı. Bakışlarını benden çekmeden, elindeki siyah bezi merdivenin trabzanına koyup aşağıya inene kadar sildi. Diğer elin de, siyah bir bidon vardı. Orta boylardaydı o da. Merdivenin basamaklarına da ondan sıkıyordu.

“Yakala.” Dedi yukardan bir ses. Kaya’ydı bu. Üst kattan bir tane paspas fırlattı. Ani refleks ile paspasın tam ortasından tuttu, Artemis. Son basamağı da indiğinde, arkasını bana döndü ve basamakları sile sile yukarıya çıktı.

Karnım guruldamaya başladığında, acıktığımı fark ettim. Kollarımı karnıma sardım sesi gizleyebilmek için. Bu sefer dikkatimi çeken, elinde elektirikli süpürge ile inen Gizem gözüktü. O da galoş giymişti ve ağzında da maske vardı.

“Odan temizlendi mi?” diye sordu Artemis, hâlâ paspas ile merdivenleri siliyordu. “Hem de her ayrıntısı.” Derken, maskenin yarısından gözüken keskin bakışları yüzümdeydi.

İkisi de üstünü giymişti. Artemis, bir dizinin yırtık olduğu rengi solmuş siyah dar bir pantolon, üzerinde de siyah, göbeğini hafif açık bırakacak tişört vardı. Gizem’de diz kapağının üstünde biten deri bir çizme ve vücudunu saran siyah bir elbise giymişti. Göğüs dekoltesi gözler önüne serilmişti. Kızıl saçları, bonenin altındaydı.

Dua’da giyinmişti. İlk dikkatimi çekmemişti ama şimdi mutfakta çalışan kadını inceledim. Geniş yeşil ton ve mavi tonlarının hakim olduğu bol pantolon, uçlarını da botlarının arasına sıkıştırmıştı. Göbeğini açıkta bırakacak siyah bir crop ve üzerinde de kırmızı renklerle yazılmış bir yazı vardı. Beline de büyük bir kemer bağlamıştı.

Gizem çalıştırdığı makineyi dikildiğim yerin etrafını, kapının önünü ve holün her yerini temizlediğinde, bu sefer salona geçmişti. Artemis’te çoktan trabazanın en dip köşelerini bezle silip salona ilerlemişti.

Arın indi daha sonra elinde tuttuğu bir paspasla. “Bir daha bu kadar etrafı dağıtırsam ne olayım. Dünden beridir temizliyorum, oda daha yeni düzeldi.” Dedi bakışları saniyelik bana çarparken, mutfağa girdi.

“Her geldiğimiz de uyarıyorum seni, ama götüne takan yok!” Dua yerleri silerken, Arın’a bakmadan konuşmuştu.

Olduğum yerde hareket etmeden öylece onları izliyordum. Sanki hareket edersem, bir şey yapacaklarmış gibi tedirgindim. O an merdivenlerde inen Cesur’a ilişti gözlerim. Sırtımdan birkaç taş aşağı atmışım gibi hafifledim.

Ayakta öylece dikilen bana baktı, yavaş yavaş inerken. Ayaklarımdan tekrar acı yükselirken, dudaklarımı ısırdım sesimi bastırmak için. Sanki sızı geçecekmiş gibi bir ayağımı diğer dizim arkasına yasladım. Cesur’un da bakışları sakladığım ayağıma ve açıkta kalan diğer ayağıma indi.

Dilini üst dudağının altında gezdirdiğini gördüm. Hareket etmeyen mimiklerinin aksine gözleri, gördükleri yaralar yüzünden morali bozulmuş gibiydi. Son basamağı da indi ve bana doğru yürümeye başladığında, Kaya’nın yüksek sesi adımlarını durdurdu ve kafasını geriye çevirdi.

“Odam da bazı yaşayan canlılar gördüm. Ve sanırım hareket ediyorlardı.” Derken, bedeni tamamen titredi ve ellerini üzerine sildi. “Iyy,” dedi sanki aklına gelmiş gibi iğrenerek. “Bir daha geldiğimde Arın ile uyumak zorunda kalacağım galiba çünkü onlardan çokça olabilir.”

“Kapımın önüne bir adım yaklaşırsan gebertirim.” Diye bağırdı mutfaktan Arın. “Senin de zaten odamda üremeye başlayan mikroplardan farkın yok.” Dedi gülerek Kaya. Arın mutfak kapısının önünde belirdi ve Kaya’ya baktı. “Şaka yapıyorum,” işaret parmağını dudaklarına götürüp sakin ol der gibi kafasını sağa yatırıyordu. “Şaka şaka sadece.” Dedi Kaya.

“Adam ol!” dedi Arın ve tekrar mutfağa geçti.

Gizem çıktı salondan. “Herkes işini halletti mi?” diğerlerine sorusunu sorarken, Dua ve Arın’da mutfaktan çıktılar. “İşimiz bitti.” Diye cevapladı Artemis’te arkasından çıkarak.

“Boşalan bidonları, bana verin.” Dedi Dua. Diğerleri de aşağı inerken ellerinde bidonlarla gelmişlerdi. Dua eline topladığı ürünlerle mutfağa tekrar girdi. Fakat girdiğinde hemen gözden kaybolmuştu. Görüş alanımda değildi.

“Çıkın sizde!” dedi Cesur yan döndürdüğü bedeniyle diğerlerine karşı. “Dua odaları kontrol edip gelecek.”

Hepsi kafasıyla onu onaylayıp sırayla dışarı çıkmışlardı. Cesur, uzun bacaklarını saran siyah kot pantolon ve geniş sırtını saran siyah tişört giymişti. Kimse kalmadığında, önünü bana çevirdi. “Ayakların hep yara içinde!” dedi boş bir sesle. Kalbimde açtıkları yaraları bilse, ne düşünürdü? Biliyordu zaten.

Ama benim için görünen yaralar değil, görülmeyen yaralar önemliydi. İnsanı bitiren oydu.

“Biraz daha dayan,” yutkunduğunu, yukarı ve aşağıya hareket eden adem elmasından anladım. “Yaraların için!”

“Yaralarım kabuk bağlayıp geçse de, izi kalacak!” dedim bende yutkunarak. “Geçmeyecek!” ayağımın üstünde beliren yaralarım değildi bahsi geçen, ruhumda ve kalbimdekiydi. Anlasın istedim ve beni bıraksın.

Bir şey demeden yanımdan geçerken, omuzuma değmişti kolu. Hemen arkamda ki dolaptan, bir bot çıkardı. “Giy bunları!” dedi yüzüme bakmadan. Bir tanede geniş deri ceket çıkardı. Aniden fırlatınca yüzüme gelip kollarımın arasına düşmüştü.

Kendisine de bir ceket çıkardı ve kollarını içinden çıkarıp üzerine giydi. Dediklerini yaptım ve verdiklerini hızlıca giydim. Yüzünü bana çevirdi. “Gideceğimiz yerde, daha dikkatli ol Nida. Orası, bura gibi değil.”

“Cehennem’in yedinci katı sanırım?” dedim ceketi düzeltirken. Güldüğünü işittim. “Tam isabet.” Dedi. Kapıyı sonuna kadar aralayıp çıkmam için yer açtı. Dışarıya çıktığımda, karanlık çökmek üzereydi. Zamanın bu kadar ilerlediğini fark etmemiştim. Ya da kış ayı olduğu için hava karanlıktı, bilmiyorum.

Evin önündeki basamakları indim. Yan taraftan gelen hareketlenme ile Arın, Artemis ve Kaya’nın evin köşesinde, ellerinde motorsikletler ile geliyorlardı. Artemis ve Arın’nın motorsikleti siyahken, Kaya’nın ki kırmızıydı. Kaskı da kırmızıydı. Motosikletin üzerinde duruyordu kaskları.

Diğer taraftan motor sesini duyduğumda, siyah bir araba evin önüne gelip durdu içinde de Gizem vardı, o sürüyordu. Camı sonuna kadar aralayıp, “Ben araba ile gideceğim.” Dedi.

Bir diğer motorsikletle Dua gözüktü evin köşesinden. Siyah bir motorsikletle gelirken, bizim çıktığımız kapıdan gelmemesi şaşırtmıştı beni. Arkamda duran Cesur’a baktım omuzumun üzerinden. Bakışları bana indi, dudakları düz bir haldeyken. Elini yukarıya doğru kaldırdı.

“Gözlerin bağlı bir şekilde çıkacaksın buradan!” dediğinde, elinde tuttuğu siyah bez parçasını bakmakla yetindim.

 

****

 

Ülkedeki karışıklık başını almış gidiyordu.

Sokaklar, caddeler ve ülkenin genelinde maske takarak suç işleyen insanların sayısı git gide artıyordu. Gerçeği ile yalanı ayırt edemeyecek kadar büyük bir kaosun içindeydi ülke. Her sokağın başında; ellerinde silahlar, bıçaklar, yüzlerinde ise hayvan figüründeki metal renkte maskeler vardı. Büyük bir yıkımın habercisi gibiydi insanlık için.

Emniyet güçleri, suç işleyenleri kıskıvrak yakalasada, gerçek maskeli kişiler olmadığı ortaya çıkıyor, yakalama işi uzadıkça, herkesin sinirleri gerilip tansiyon yükseliyordu. İnsanların korkuları da, bir gölge gibi onları takip ediyordu.

Ülke ikiye bölünmenin kıyısındaydı.

İnsanlar akın akın sokaklara taşıyor, yüzlerinde ve dillerinde sadece tek bir şeyi haykırıyorlardı. Duvarlarda yazılan yazılar, sosyal medyada durmadan aynı şeyleri yazarak insanların daha fazla ayaklanmasını sağlıyorlardı.

Tek bir şey yankılanıyordu her yerde ve her dilde; maskenin ardındakiler.

Maskenin ardındakiler kimdi?

Kimi insan onlardan korkarken, kimisi de onları örnek alarak maske takıp sokaklara çıkarak pankartlar açıyorlardı.

Adalet, tek bir maskenin arkasında gizli.

Maske, sizin yalanlarınızdan koruyacak tek gerçek.

Adaleti maskenin arkasın da ara, çünkü maske takmayan yüzler, adaleti hiç etti.

Onları savunanlar kadar, nefret eden insanlarda vardı. Duvar yazıları ne kadar onları savunan insanların yazıları ile dolsada, kin ve nefretin cümleleri ile de dolup taşmıştı. Maskeliler arttıkça, masum insanların refahı da bozulmaya yüz tutmuştu.

Yalanlar, gökten düşen yağmur damlaları gibi artasada, en baştakiler gerçek maskeli kişilerin iyi saklandığını ve işledikleri cinayetlerin sıradan insanlar olmadığını iyi biliyorlardı.

Tüm birimler dün gece alınan bir ihbar üzerine dere yatağındaki eşgali belli olmayan cesetleri inecelemek için olay yerine varmışlardı. Oraya gittiklerinde gördükleri görüntüler insanın kanını donduracak kadar vahşiceydi.

Büyük bir kamyonet derenin tam ortasında, burun kısmı suya görmülmüş bir vaziyetteydi. Cesetlerin her biri ise bir tarafa dağılmıştı. Emniyet güçleri şeritle olay yerini set çekse de onları bile bozguna uğratmıştı.

“Hepsi aynı mermi komiserim!” dedi sıkıntıyla polis memuru. “Cinayetlerin hespi, aynı kurşunla işlenmiş.” Dediğinde, dizlerini kırarak yere oturdu. Karşısında, dudaklarının ve yüzünün kanı çekilmiş, otuzlu yaşlarında bir erkek ceseti yatıyordu. Alnının ortası ise delikti. Açılan deliğin etrafı ise kurumuş kan lekeleri ile doluydu.

“Cesetlerin kime ait olduğu bulundu mu?” sorusunu sorduğunda, dere yatağının ortasına gömülmüş kamyonu vinç yardımı ile kaldırdıklarını gördü. Bakışları cesette olan kişi başını olumsuz anlamda salladı. Kamyonet yukarıya doğru kaldırıldığında, camdan dışarıya bir beden suyun içine düştü.

“Sikeyim!” diye homurdandı komiser. “Çabuk diğer kişiyi sudan çıkarın.” Diye bağırdı. İki kişi hiç vakit kaybetmeden, berraklığı çamur yüzünden görünmeyen suyun içine hızlıca daldılar. Gözleri suyun içinden çıkacak olan diğer cesetin üzerindeydi.

Bu bir suçtan öte, insanlık vahşetiydi olay yerinde olan kişiler için.

“Komiserim?” Arkasından gelen sese dönmedi çünkü bakışları, iki polisin kollarından tutarak suyun içinden çıkardığı diğer cesetteydi. Sudan dolayı yüzü mosmor olmuştu. Onunda alnın ortası açılmıştı. “Komiserim, cesetlerin yanında bulunan silahların üzerindeki parmak izleri kime ait olduğu çıktı.” Dedi yine aynı kişi.

İlk bulunan cesetler otopsiye gönderilmişti. Yanlarında bulunan silahlar ve diğer kesici aletlerde incelenmek için diğerleri ile birlikte gitmişlerdi. “Kime?” dediğinde, yanına gelen memurun elindeki dosyaları aldı inecelemek için.

“Orhan Ziyad. Otuz yaşında. Bir kız çocuğu ve annesine tecavüz etmekten yirmi yıla kadar hapis cezasına çarptırılmış. Bu bilgilere sahip olan kişiye ait parmak izleri.” Dediğinde, derin bir nefes aldı konuşan kişi. Ölen kişi, öldüren kişiler kadar suçlu sayılıyordu.

Elindeki dosyları inceleyen komiser, duydukları karşısında alt dudağı ağzının içine alıp yuvarlamaya başladı. Duydukları kanını dondurmuştu. Derin bir nefes alırken, “emin misin?” diye sordu. “Mermiler de o silahtan çıkmış!” deyip başını salladı karşısındaki kişi.

Başını iki yöne salladı kendine gelmek adına. Bakışları yan tarafına yüz üstü uzatılan kişiye döndü. Sudan çıkarılan cesetlerden biriydi bu. Diğer buldukları cesetler tek tek otopsiye gönderiliyordu. Kaşları sertçe çatılırken, yüz üstü uzanan adamın sırtına asılan maskeyi gördüğünde, hızlıca elindekileri yanında duran görevliye verip, adamın sırtındaki maskeyi çıkardı.

Maskeyi ters çevirdiğinde, dikdörtgen şeklinde, küçük kağıt parçası asdıldığını gördü. Baş parmağı ve işaret parmağı küçük kağıdı yapıştığı yerden çıkarırken, üstünde yazılan notu çoktan okumaya başlamıştı.

Maske takmadan gerçek yüzlerini saklayan insanlardan kendini nasıl koruyabilirsin?

Maske seni bulmaya geliyor

Her cinayetin başında bir maske ve not bırakılıyordu. Ne olduğunu anlamıyordu ama bir kanser gibi yavaş yavaş ürediklerini fark ediyorlardı. Cesetin başındakiler. Şaşkın ve tedirdgin bakışlarını birbirlerinin üzerinde gezdirirken, akılları karışıyordu yaşananların karşısında.

Daha bu olayın etkisi azalmadan biri daha komiserim diye bağırmıştı. Hızlıca arkasını döndüğünde, elinde telefonla kadın polis memurunun ona doğru geldiğini gördü. Hiçbir şey demeden ekranı açık olan telefonu ona doğru uzattı. Ekranda, gözleri ve dudakları dikilmiş ve daha yeni olmadığı belli olan bir erkeğe ait ceset resmi vardı.

“Az önce geldi bilgiler. Olay bir ay önce yaşanmış. Ve,” dediğinde, endişeli bakışları yüz üstü uzanan cesete kaydı. “Üzerinde diğerleri gibi not vardı. bu sefer maskeli kişilere ait değildi.”

Ekranı kaydırdığında, bu sefer cesedin alnına yapıştırılmış siyah kart vardı. Üzerinde de gold renginde yazılmış bir yazı vardı.

Sıfır hiçlikti, sıfır boşluktu, sıfır etkisiz elemandı. Fakat sıfır; yuttuğu herkesi kendisine çevirmekte en güçlü sayıydı. Hayatın ve ölümün başladığı noktaya hoş geldin.

Sesli bir şekilde yazıyı okuduğunda tüm bakışlar birbirinin üzerinde dolandı. Ülke kangren olmak üzereydi. Eğer çürük yer bulunmazsa, kopması an meseleydi.

 

 

 

 

 

 

 

 

Devam Edecek...

 

 

 

Loading...
0%