@kadrisyazar_
|
MASKENİN ARDINDAKİLER
8.BÖLÜM
ÇÖPLÜK ⴊ
Beyaz bir koridorun ortasında dikilmiş yan yan sıralanan demir kapılara göz gezdirdim. Demir kapıların hepsi kapalıydı ve her kapının köşesinde siyah tabelaların üzerine yazılmış numaralar vardı fakat hiçbirini seçemiyordum. Ne yazıyordu anlayamıyordum. Ayak uçlarımdan bedenime kadar yükselen soğukla, bakışlarımı bu sefer ayak ucuma indirdim. Ayaklarım çıplaktı, Parmaklarımı hareket ettirdiğim de, aralarının hepsi yaralar ve çiziklerle dolu olduğunu gördüm ama canımı acıtmıyorlardı. Neden oluşmuştu ki ayak parmaklarım da bu yaralar? Altımda beyaz bir kumaş pantolon, üzerime de aynı renkte gömlek giyindiğimi bakışlarım ve ellerimle teyit ederek anladım. Beyazı severdim ama nedense içimi huzursuz etmişti bu renk. Kırmızı pabuçlarım neredeydi? Bugün günlerden neydi? Ben kaç yaşındaydım? Hiçbir sorunun cevabı aklımda yokken, tek düşündüğüm, kapalı demir kapıların arkasında kimlerin olduğuydu! Duvarların yanında açılan kocaman cam pencereler tamamen karanlığa hapsolmuşken, ne odalarda ne de bulunduğum koridorda; sessizlikten başka ve uzayan boşluktan başka bir şey yoktu. Kulaklarıma gelen sadece kireçleri sökülmüş duvarlara vuran rüzgarın uğultusuydu. İşaret parmağı duvara dayayıp düşmek üzere olan sıvası dökülmeye yüz tutan duvarın açılan kısmına elimi dayayıp parmağımla kazımaya başladım. Kazıdım döküldü, biraz daha kazıdım ve boydan boya söküldü duvarı kaplayan beyaz sıva. Ayak ucuma dökülen tozlar bu sefer, çıplak ayaklarımın üzerine gelmişti. Arkamdan gelen ayak sesleriyle, sıvasını sökmeye çalıştığım duvarda hareketimi durdurup devam etmedim. Ayak sesleri yaklaştıkça yüzümdeki ifade de değişmeye başladı. Gergin değildim, korkmuyordum sadece yalnız kalmayacağımı bildiğim için gelen kişiyi sadece merak etmeye başlamıştım. Adımları yaklaştıkça, kafamı yan tarafıma çevirip kaşlarım çattım. Yavaşça bakışlarımı sesin geldiği yöne doğru çevirdiğimde, tahmini sekiz dokuz yaşların da bir kız çocuğunun elinde tuttuğu, ne olduğunu anlayamadığım şeyle durup bana bakıyordu. Fakat elindekini de, göremediğim sayılar gibi onu da seçemiyordum. Yüzü bulanık görünüyordu, yüzü yok gibiydi. Ellerimi gözlerime çıkarıp sertçe ovaladım. Tekrar kız çocuğuna baktığım da yüzü yine aynıydı. Bir adım bana doğru atınca, parmağımı duvardan çektim ve ayaklarımın önüne yine kireç kırıntıları döküldü. Yüzü silik, zayıf, esmer, uzun dalgalı saçlarını omuzlarından aşağıya atmış kız çocuğuna bakarken, zar zor görebileceğim bir şekilde bana tebessüm ediyordu. Fakat bu benim göz yanılmam bile olabilirdi çünkü gülüşü seçilmiyordu. Bakışlarım bu sefer ayağına giyindiği kırmızı pabuçlarını buldu. Çok hoş görünüyorlardı ve çok temizdi. “Niye orada duruyorsun?” dediğimde başımı tekrar oynadığım duvara çevirdim. “Yanıma gelsene.” Benden küçük duruyordu, belki de zayıf olduğu için öyle görünüyordu bilmiyorum. Hiçbir şey yemiyor muydu bu kız? Saçlarımın kökünde hissettiğim sıcak esintiyle, refleks olarak yerimden sıçrayıp arkamı döndüm. Kız çocuğu tam önümde durmuş ayaklarımın önünde sadece birkaç santim mesafe vardı. Nefesim derinleşirken, kız çocuğunu bu kadar yakından görmeyi beklemediğim için korkmuştum. Hangi ara yanıma geldiğini anlayamadım! Gözlerini kırpmadan bana bakarken, acaba aynı anda gözlerimizi kırptığımız için fark etmiyor muydum? Hayır gözünü ayırmadan ve kırpamadan öylece yüzüme bakıyordu. Hızlı atan kalbime elimi koymamak için kendimle cebelleşirken, kız çocuğunun yeşil gözlerine odaklandım. Artık tamamen netti her şeyiyle. Göz bebeğini kaplayan yeşil rengin altından başlayarak dalgalanan kırmızı alevler ile dudaklarım kendiliğinden aralandı. Gözlerim kendiliğinden kocaman açılırken, kuruyan dudaklarımı ıslattım. Kafamı hafif yan tarafıma eğip, yüzü tamamen gözlerimin önünde beliren kız çocuğunun gözlerinin içinde yanan alevlere baktım. Bakışları arkama doğru kayınca, düz olan ifadesinin yerini üzüntüye bırakmıştı. “Senin suçun değildi!” dudakları üzüntüyle aşağıya doğru kıvrılınca, dolan gözleri yüzümü buldu. “Sen yapmadın!” alevler, gözlerinde yükselmeye başlarken, ben sadece yutkunabilmiştim. Dilim düğümlendi, cevap veremedim. Ben bu kızı burada istemiyorum, yalnız kalmak istiyorum! Gitsin buradan! Bu sefer saç diplerime ulaşan sıcak rüzgar dalgası ensemi yakarken, elimi kafamın arkasına atarak, bedenimi tamamen kız çocuğundan aldım ve arkamı döndüm hızlıca. Kapalı demir kapıların yanında bulunan kocaman cam pencerelerin içinde yükselen ateş, tüm odayı cayır cayır yakıyordu. Acı dolu çığlıklar kulağıma gelirken, boş koridor bu seslerle yankılandı. Dilimin bağı çözüldüğünde, “Ben yapmadım!” diye mırıldandım.
“Ben yapmadım!” Gözlerimi kendi sesim ile açarken, beni ilk karşılayan karanlık bir görüş olmuştu. Gördüğüm rüya yüzünden sık nefeslerim birbirinin üstüne binerken, göğüs kafesimin üstünde hissettiğim ağırlık yüzünden daha fazla zorlanıyordum. Burnumdan aldığım nefesler sakinleşmeye başlayınca, yine ve yine karanlık bir odada uyandığım için şaşırmadım ama gördüğüm rüya beni, uyandığım karanlık yerden daha çok korkutmuştu. Fakat sadece bir rüyaydı, beni korkutması gereken şu an gözlerimin açık olduğu zamandı, yani şimdi ki zaman! Odanın garip bir şekilde olan sessizliğini bölen, akrep ve yelkovanın birbirini takip eden gürültülü sesiydi. Sırtım uzandığı yeri kolaçan etmeye başlayınca, rahat bir yerde olduğumu anladım. Öyle ki kollarımı iki yana doğru açıp bedenimi mi gevşetmemek için kendimi zor tuttum. Karnımın üzerine serili olan yumuşak yorgana dokundu parmaklarım, yatağın içine doğru uzattığım dizlerimi kırarak yukarıya doğru kaldırınca çarşaflardan gelen erkek parfümü, ilk defa koklamadığım bir kokuyu anımsatmıştı bana. Tertemiz bahar esintisi burnumun ucuna gelince, yaz ayında olabileceğim aklıma geldi. Ama hayır, havanın en sert olduğu mevsimdeydim ve bu mevsimi içimde de yaşıyordum, yaşattırıyorlardı da! Tüy gibi olan yastığın üzerindeki başımı ağır ağır çevirerek çevremde neler olduğunu anlayabilmek için, karanlığa alışan göz bebeklerimin yardımıyla da incelemeye başladım. Baş ucuma koyulan, tam karşımda bulunan pencereden yansıyan ışıkla, siyah çalar saatin camı parlayarak ne olduğu anlaşılıyordu. Saat 20: 15’ i gösteriyordu. Ama sadece buradan gelmiyordu saatin sesi. Odanın bir yerinde asılmış farklı bir saatten de geliyordu, akrep ve yelkovanın hareket ettikçe çıkardığı ses. Şakaklarımı zorlayan ağırıyla, iki elimin parmakları oraya çıkarıp bastırdım. Şu an bir ağrı kesici olsaydı hiç fena olmazdı. Kafam patlayacak kadar zonkluyordu. Ağrıyla yutkununca boğazımda yanmaya başladı, gözlerimi sıkıca yumduğum içinde acımaya başlamıştı gözlerim. Aklıma; balta, silah ve bıçaklar gelmişti ve tabi ki etrafı kana bulayan darbeler. Yaşadıklarım ve gördüklerim yüzünden o kadar kusup ağlamıştım ki, bedenim bunu kendi yöntemiyle bana gösteriyordu. Kıyamet yaşanmıştı ama bir tek ben ölmüş gibiydim, bir tek benim canım acımış gibiydi. Cesur, asistanı Gizem, birer katil olarak karşıma çıkmışlardı. Tüm ailemi aptal yerine koymuşlardı. Nasıl böyle şeyler yapıp insan içine çıkıyorlardı, anlam veremiyordum. Derin bir nefes alırken, uzandığım rahat yatağın içinde kalçamın üzerinde yukarıya doğru bedenimi kaldırmaya çalıştım. Sırtımı, ağrıyan bedenim yüzünden dişlerimin arasından çıkan küçük iniltilerle birlikte yatağın başlığına yaslayabilmiştim sonunda. Parmaklarım bilinçsizce yanağımın üzerinde hissettiğim varlıkla oraya çıkardım. Narin dokunuşlularla değdirdiğimde yara almış yanağımda sert bir tabaka vardı, sanırım biri o yaranın üstünü kapatmıştı. En azından biri düşünceli davranıp böyle bir iyilik yapmıştı. “Sonunda uyanabildin!” duyduğum tok sesin sahibi yüzünden sırtımı yatağın başına korkuyla daha sert yaslamıştım. Bu yüzden canım daha çok yanmıştı. Yutkunurken, yatağın uç kısmına hareketsizce duran bedeni daha net görmek için gözlerimi kısarak, karanlık yere bakmaya başladım. Ne zamandır oradaydı, ne zamandır benim uyanmamı bekliyordu? Bilmiyordum ama düşüncesi bile korkunçtu. Ona haddini bildirmem gerekiyordu, her şeyin hesabını sormak istiyordum ama yaptıkları ve yapacakları aklıma gelince hepsi geri çekilmişti sorularımın. Karşımda oturan kişi Cesur’du. Sesinden anladım. “Konuşmayacak mısın?” diye sorunca yaslandığı yerden çekilerek, üst üste attığı ayağını yere indirip bacaklarının üzerine dirseklerini yaslamıştı. Karanlıkta yaptığı hareketleri seçebiliyordum çünkü gözlerim alışmaya başlamıştı. Konuşsam, sövülmeyen tek ceddin bile kalmaz, ama psikopat ruh hastası insanlar olduğunuz için neler yapabileceğinizi tahmin edebiliyordum. Bu yüzden karanlıkla bir olmuş bedeni izlemekle yetindim. “Gördüklerin fazla kötüydü, biliyorum.” Sesi o kadar sakin ve yumuşak çıkıyordu ki üzerine atlayıp saçını başını yolmak istiyordum. Nasıl bu kadar sakin konuşabilirdi, dışarda bir sürü insanı katletmişken hem de. “Ama hepsi yaşanmak zorundaydı!” dedi yine sakin bir ifadeyle. “Ailemi kandırdın sen!” pürüzlü çıkan sesime aldırış etmeden konuşmuştum. “Babamı, dayımı, annemi, beni… Herkesi kandırdın sen, katil!” dedim bu sefer en son kelimeyi bastırırken. Tüm kötü sözcükleri hak ediyordu, bir bir sıralayıp, bu sefer eline değil yüzüne tükürmek istiyordum. “Ne istiyorsun bizden?” bağırmam ile birlikte oturduğu yerden hızlıca kalkıp, nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde yatağın önüne kadar gelmişti. Dizleri yatağa çarptığı için yatak hafif sallanmıştı. “Benim odam da, benim yatağım da sakın sesini yükseltme bana!” sesindeki tını hiç hoşuna gitmediğini belli eden izlerle doluydu. Oturduğum yere, bu hareketinden dolayı daha çok sindim, ama gardımı indirmek istemiyordum. Karşımda katil vardı ama ben kılıcımı çekip onunla savaşmak istiyordum. Dram mı dersiniz buna, yoksa trajikomik mi, bilmiyorum ama daha çok korktuğumu belli edersem daha acımasız şeyler yapmaları için eline koz verirdim. Bir katilin ruh hali ya da nasıl duygulara sahip olduğunu bilmesem de en azından etten kemikten insan oldukları belliydi. Derin bir nefes verdiğini işittim, elinin biri havaya kalkarken bir şeyleri yatıştırmak istediği belliydi. “Önce sakin olmanı istiyorum Nida, daha sonra kalk ve banyo yap rahatla.” Ellerim istemsizce koyun yünü gibi olmuş olan saçlarıma çıkınca ne kadar berbat olduğunu anladım. Fakat şu an düşünmem gereken en son saçım ve banyomdu. Ben eve dönmek istiyordum, ben bu gördüklerimi bir bir silmek istiyordum aklımdan. Kafamı çaresizce iki yöne doğru sallarken, gözlerimin dolmasına engel olamadım. Burnumu sertçe çekerken, karşımdaki kişi hareketlenerek yanıma doğru gelince kalçamın üzerinde kayarak yatağın diğer ucuna korkuyla kaydım. “Ne yapıyorsun?” dedim yorganı çenemin altına çekerek elimin birini havaya doğru kaldırıp gelmesini engellemek ister gibi. “Korkma Nida, bir şey yapmayacağım!” dediğinde elinin birini uzatarak çenemin altına kadar çektiğim yorganın ucunu kavradı. Bende daha sert tutarken, üst bedeni üzerime gölge gibi düşen kişiye baktım. Titrek bakışlarım, katran karası gözlerin sahibini göremezken nefesinden çıkan solukları azla yakındı, hatta öyle ki yüzüyle aramızda pek bir mesafe yoktu. Boşta kalan eliyle, gelmesi engellemek için kaldırdığım elimi kavrayıp sakince aşağıya doğru indirdi fakat hâlâ elimi bırakmamıştı. Burnundan aldığı nefesler artmaya başlayınca, çenemin altına kadar çektiğim yorganı çekiştirmeye başladı. “Ayak bileğine bakacağım sadece, sen uyanmadan dokunmak istemedim!” başını daha çok eğdi üzerime. Yorganı çekiştirmeye başlayınca, avucunun içinde olan elimi hızlıca çekip kurtardım ondan. Sanki aldığı nefesler bu sefer seyrekleşmeye, azalmaya başlamıştı sanki. Kana bulanan ellerini tutacağıma keserim daha iyiydi. “Zorlama beni Nida, bakmam lazım! Ayak bileğin şişmişti en son.” beni ikna etmeye çalışır gibi çıkmıştı sesi. Ne kadar kibar ve centilmen bir katil! Aklıma onlardan kaçarken burktuğum ayak bileğimin acısı ortaya çıkmıştı. Ona rağmen çenemi dikleştirip sırtı pencereye dönük olan adamın karanlık tarafta kalan yüzüne dik dik baktım. Yorganı kavrayan elim, yaptıkları ile söyledikleri farklı olan adam yüzünden tutuşum yumuşadı. “İnsanları kandırırken ve öldürürken de izin alıyor musun?” yumuşayan elim daha sıkı kavradı bu sefer yorganı. “Bizi kandırırken izin aldığını hatırlamıyorum!” çenemi daha fazla havaya kaldırdım ama unuttuğum ayak bileğimin acısı bu sefer canımı yakacak kadar daha fazla yükseldi. Niye unutulan acılar tekrar baş gösteriyordu ki? “İzin alarak kandırsaydım, daha fazla aptal durumuna düşerdiniz!” söylediği cümle hoşuna gittiğini belli eder gibi güldü. Ben ise sadece yüzümü ekşitmiştim. Bu ayağımdaki acının da payı vardı tabi. Konuşmak için ağzımı açmıştı ki, “ayağına bakmam lazım.” Diyerek hızlıca üzerimdeki yorganı tuttuğu gibi aşağıya doğru fırlattı. “İstemiyorum!” diye bağırdım ama beni dinlemek yerine parmakları çoktan ağrıyan yere bastırmıştı. Diğer elimi de kalçamın üzerine oturduğum yatağın üzerine bastırıp gözleri ayak bileğimde olan kişiye odaklandı. Çatılan kaşlarla, tüy gibi olan dokunuşlarını şiştiğini hissettiğim tenimde gezdiriyordu. Parmak uçları buz gibiydi, bu yüzden yerimden sıçramamak için kendimi zor tutuyordum. “Hepsi sizin yüzünüzden oldu!” iğrenerek yüzüne baktım. Fakat acıyan yüreğim ayak bileğimden daha çok acıttı beni. “Anneme gitmek istiyorum!” sesimin değişmesine engel olamadığım için aniden gözlerimde dolmuştu. Eğdiği kafasını bana bakmak için kaldırdığını görsem de benim bakışlarım ayak bileğimdeydi. Ailem aklıma geldi. Hiçbir zaman aile sevgisi ya da sıcaklığını görmemiştim fakat yine de onların kızıydım, kanlarıydım. Beni evimde, odamda göremezlerse perişan olurlardı. Niye katildi? Niye ortak oldu babamla? Ya da onların önüne düşmem bir tesadüf müydü? Yanıtları olmayan sorular gibi gözükse de her şeyin yanıtı vardı, biliyorum. Bana bunları açıklamak zorundaydı. Katil olduğuna inanmayan bir tarafım daha vardı, o kadar baskın gelmeye çalışıyordu ki, bu yaşadıklarımın birer rüya olduğunu düşünmemi bile istiyordu. Bu adamı ilk defa gördün ve ikinci defa gördüğünde babanın ortağı değil, bir katil olarak çıkmıştı karşıma. Son cümleme bir cevap vermedi, sakinliğini korurken ağlamam şiddetlenmemesi için arka arkaya sertçe yutkunuyordum. “Niye her şey bu kadar kötü yaşanıyor?” bu sorum ondan çok kendime sesli bir şekilde sorulan bir soru gibiydi. Ayak bileğimde olan elini çekerken, eğildiği yerden doğrulup yan taraftaki komodinin çekmecesinden birkaç tane malzeme çıkardı. “Ayak bileğine krem süreceğim, kırılma falan yok sadece incitmişsin. Daha sonra da sararız.” Elimin arkasıyla burnumu silerken, kafamı elinde tuttuğu şeylerle bakışları bende olan kişiye kaldırdım. “Ciddi bir şey değil.” Dedi yine dediklerimi umursamayarak. “Niye katilsin?” dedim beyaz çehresi katran karası gözlerle yanan adama. Niye katildi? Niye ülkeyi mahveden insanlarla beraberdi? “Niye maskenin ardındaki kişilerdensin?” tekrar sorumu sordum. Maskeli kişileri taklit eden birçok haber okudum, gerçek maskeli kişiler olmaya bilirdi ama şu an onları taklit bile etseler, bu gerçeğinden daha büyük bir suçtu. Tepki vermedi, hatta bakmaya devam etti bile diyebilirim bu sorularımın karşısında. “Dünden beridir kötü haldesin. Git banyo yap, kokuyorsun!” dedi aynı ifadesizlikle. Tekrar sinekten farkı olmayan bu adama, iğrenerek bakmam kısa sürmedi. Yatağın yanından ayrılırken, ben ise söylediği cümlelerdeyim. Dün mü? Yani yaşanan her şey dün müydü? “Dünden beridir uyuyorum mu ben?” bekle bekle, ben kokuyor muyum? Cesur, odanın diğer ucuna ilerken, adımları bir şeyin önünde durdu. Kapılarını iki yöne doğru açarken dolap olduğunu anladım. Üstümdeki tişörtün yakasını burnumun ucuna kaldırdım öyle olmamasını umarak. Hayır koku falan yoktu hatta kendi parfümümden uzak bir koku üstüme sinmişti. Bakışlarım üzerimdekiler inince, bol siyah tişört ve siyah bir eşofam giydiğimi gördüm. bunlar bana ait değildi, kim giydirdi beni? “Evet, dünden beridir uyuyorsun.” Dolabın içinde aldığı şeyleri elinde tutarken tekrardan yatağın önünde gelip bekledi. “Kim giydirdi beni?” burnumda solurken, dudaklarım ağlamak üzere olduğum için titremeye başladı. “Merak etme, sana dokunmadım. Gizem giydirdi seni.” Diye yanıtladı beni. “Pis ellerinizi üzerime niye sürüyorsunuz?” kalçamın üzerine kalktığım gibi ayağım ağrısı tekrar baş gösterince inleyerek yerime oturmak zorunda kaldım. Elinde tuttuğu şeyleri önüme doğru fırlatıp, “bu kadar sinirli olman senin zararına olur. Bana sadece cıyaklayan kuştan bir farkın olmadığını gösteriyor!” işaret parmağını önüme fırlattığı elbiseleri göstermek için uzatırken, “banyonu yap ve bu verdiklerimi giyin. Daha sonra gelip burktuğun ayağını saracağım. Sakın geç kalma yemek yiyeceksin!” Ellerini ceplerine sokuşturup omuzlarını dikleştirirken, bende dudaklarımı kanatacak kadar dişlerimin arasına alıp öfkemi kendimden çıkarıyordum. Elimi kulak meme atıp çekiştirmeye başladım bu seferde. “Aç değilim, verdiğin bu kıyafetleri de giymek istemiyorum!” dedim hâlâ kulak mememi çekiştirirken. Üzerimdekiler de ona aitti, bana önceden verdiği şal gibi kokuyordu. Bunları bile giymek istemiyordum. “Kendi elbiselerimi istiyorum, nerede onlar?” diye sordum bağırmamak için kendimi tutarken. “Hepsi yıkandı, berbat haldeydiler. Eğer verdiğim kıyafetleri giymezsen odanın içinde çıplak bir şekilde kalacaksın.” Kafasını omuzuna hafif yatırırken, “benim yararıma olacağı kesin ama seni bilemem.” Dudaklarımın aralanmaması için kendimi sıkarken, kullandığı cümleler bedenimin kasılmasına sebep oldu. Küfürler birer sel gibi dilimin ucuna akın etmeye hazırken, Cesur gülmeye başlayınca omuzları da buna eşlik edip sallandı. Daha fazla asabı bozmaya yetecek başka bir şey olamazdı. “Siktir git buradan!” dedim kafamı öne doğru uzatıp dişlerimin arasından tıslarken. Gülmesi kesilince, kafasını daha çok yatırdı omuzuna. “Her şey ortaya çıkacak ve sen ölmüş olduğun için suç ortaklarının hapise girip acı çektiklerini bile göremeyeceksin, ama ben hepsine şahit olacağım!” Eğdiği kafasını havaya kaldırıp ceplerine soktuğu ellerini dışarıya çıkararak duraksadı. Bedeni öyle kasıldı ki şu anda söylediğim cümleleri ağzıma tıkacağından şüphe bile duymuyordum. “Nida…” dedi önce. Adım gerçekten ağzına yakışıyordu ama birer kan gibi dökülüyordu her harfi kalbime. “Eğer bunları aşağıda ki kişilere de söylersen, seni onların elinden alamam.” Sesinde bir değişim yoktu. Öfkelenmemişti ama ben o dikenleri görmemem imkansızdı. “ Neler yapabileceklerine şahit oldun ve inan bana bunlar sadece küçük bir kısmıydı.” Sakince cümlelerini sıralamıştı. Evet hepsine şahit olmuştum ama Cesur bunları sesli bir şekilde dile getirmesi derin bir nefes almama sebep olmuştu. Odanın içindeki hava bile yetmiyordu ciğerlerime. Oda basıktı, Cesur odadan daha karanlıktı. Her cümlesini kendinden emin bir şekilde kurarken ben sadece gerilmiştim. Ama ona belli etmeyecektim, çenemi dikleştirirken, sırtımı içe doğru büküp gergin olan bedenimi rahatlatmaya çalıştım. “Onlar da sende her şeyi hak ediyorsunuz hem de daha fazlasını. Sizin için tek yol ölüm!” dedim sesim öncekine nazaran daha yumuşak çıkarken ama hâlâ laflarımı bastırarak söylüyordum. Susmam gerekiyordu, anlattığı kişilerin ne kadar tehlikeli olduğunu söylerken aslında, Cesur’un da onlardan bir parça olduğunu unutmamam gerekiyordu. Yani o da yapacakları şeyde tereddüt etmezdi. Ama benim de bir tarafım tereddüt edecek bir yanım yoktu, kendimi savunmazsam eğer ezilirdim. “Ölüm bir kurtuluş ve ne kadar istediğimi tahmin bile edemezsin.” Dedi Cesur. Kalbim acımıştı nedenini bilmeden. Ölümü bu kadar rahat bir şekilde istemesi ve basit bir durummuş gibi söylemesi canımı yakmıştı. Hayır Nida, canın yakmaması lazımdı bu adamın söyledikleri, kalbini acıtmaması lazımdı. Bakışlarım yüzünden çekip oturduğum yatağa indirdim. Diğerleri içinde bu geçerli miydi, ölümü kurtuluş olarak görmeleri? Ama inanmadım bu adama, çünkü ölümü isteyen bir adamın hiç düşünmeden canına kıyması gerekiyordu, başkasınınkinin değil! Düşüncelerimden çekip çıkaran yine sesi oldu. “Aşağı gel banyo yaptıktan sonra. Eğer geç kalırsan kolundan tutup indiririm zorla seni!” adımları sol tarafımda kalan kapıya yönelip kulpundan tutarak aşağıya indirdikten sonra, bedenini çevirmeden başını arkaya doğru çevirerek tekrar yüzüme baktı. Kapıyı biraz araladığında dışardan vuran sarı ışık, karanlıkta kalan beyaz çehresinin yarısını aydınlattı. Aradan vuran ışık benimde yüzüme geldiği için ortamızda şerit gibi geçiyordu. “Ama sakın korkma onlardan, sana zarar veremezler, hem de hiçbiri!” dedikten sonra hızlıca çıkıp kapıyı ardından kapattı. Farkına varamadığım bir şekilde kafamı onu onaylarken buldum. Sıkıntıyla nefesimi verirken parmaklarımı zonklayan alnıma çıkarıp deri söker gibi sıvazladım. Ellerim titriyordu, durduramıyordum. Beni, kendi gibi olanlardan koruyacağını söylüyordu, beni burada tutsak ederken daha çok zarar verdiğini bilmeden. Evin içi, bire bir şahit olduğum vahşeti yaşatan insanlarla doluydu. Başka nelere şahit olacağım düşüncesi, birer kanca gibi beynime saplandı. Görmek, duymak istemiyordum. Yüzlerini bile görmek istemiyordum ama guruldayan karnım buna müsaade edecek gibi durmuyordu. Elimi karnıma bastırırken, bedenimi ikiye katlayıp kafamı yatağa yasladım. Dizlerimi kırıp kalçamın altına koyarken, acıktığını belli eden midemin ve ağrıyan bileğimin durması için ağlayabilirdim. Kafamı yasladığım yerden doğrulturken, nerde uyandığımı görmek için kafamı sağ tarafa çevirdim. Komodinin üzerinde duran bir mum ve lamba vardı. Elimi uzatarak lambanın düğmesini açıp çok fazla karanlık olmayan odanın aydınlanmasını sağladım. Odanın daha iyi aydınlanması için başka düğme olacağı belliydi onu da açmam gerekiyordu. Önce bana yerini söylemediği banyoyu bulmam lazımdı, çünkü katil bana söylemeden gitmişti. Dizlerimin üzerinde yatağın ucuna doğru giderek, burkulan ayağımı yere çok fazla bastırmadan yatağın üzerinden aşağıya indim. Bazanın önünde dururken, başımla duvarlara göz gezdirdim. Sonunda basacağım düğmeyi bulunca aksayarak oraya doğru gidip bastım. Oda, sarı bir ışıkla aydınlanırken düğmenin önünde bekleyip, Cesur’un odası olabileceği bu yeri incelemeye başladım. Ahşaptan yapılan bu yerde tam karşımda çok büyük olmayan bir pencere vardı. Camı boydan boya çatlakken, üst tarafındaki köşe kısmı da kırılmıştı. Odanın diğer tarafında dolap duruyordu, tam yanında da tahtadan bir yapılmış, kapısı kapalı olan bir oda daha yer alıyordu. Yatağın karşısında, duvara yaslı olan gri bir koltukta bırakılmıştı. Zemin tahtadandı. Odanın ortasında siyah desensiz bir halı serilmişti. Bakışlarım bu sefer az önce uyandığım yatağı buldu. Çarşafları gri olan kocaman yatağın baş kısmı duvara yaslanmıştı. Yatağın hemen yanında da iki tane komodin duruyordu. Birinin üzerinde lamba ve yarısı yanmış olan mum vardı. Diğerinde ne olduğuna bakmak için kafamı çevirdiğimde, katlı duran mavi bir kumaş ve üzerinde de tahtadan yapılmış bir kuş figürü vardı. Kaşlarım şüphe ile çatılırken, üzerin çok fazla yüklenmek istemediğim ayağım yüzünden aksayarak yaklaştım. Mavi kumaşın üzerinde duran kuşu elime aldığımda, iki kanadı da farklı renklerde boyandığını gördüm; beyaz ve kırmızı. Elime aldığımda renklerin birazı tahtadan yapılmış olan kuşun gagasına ve sırtına da denk geldiğini gördüm. Sanırım el yapımıydı kuş ve kanatlarını da kendisi boyamıştı. Basit el yapımıydı kuş ve eski olduğu belliydi. Altındaki harfleri dikkatimi çekince kuşu ters çevirip okudum. SERÇE 4 ARALIK 2010 yazıyı yazan kişi el kadar kuşa sığdırmaya çalışmıştı, bu yüzden harfeler biraz üst üste binmişti. Fakat siyah kalemle yazılan yazı okunuyordu. İncelediğim kuştan bakışlarımı alıp komodinin üzerindeki mavi kumaşı elime aldım. Aklıma ,kutlamadaki olaydan sonra Cesur’un bana verdiği şal gelmişti. O olabilir miydi? O olmamasını diledim çünkü eve uğrayıp ailemin yanında olduğunu gösteriyordu. İt herif, utanmadan evime kadar gidip odamdan şalı almıştı. Gözlerim dolmaya başlayınca, gözlerimi sıkı sıkıya kapattım. Sakin ol Nida, elbet her şeyin bir yolu vardır. Sadece sakin ol! --- Banyoya açıldığını umut ettiğim dolabın yanında bulunan kapıya yönelmeden önce, Cesur’un giymem için verdiği kıyafetleri alarak içeri girdim. Işığını yaktığımda, küçük ama ferah bir banyo beni karşılamıştı. Banyonun içine doğru adımı attığımda içi su dolu olan küvet karşıladı beni. Kişisel ihtiyacımı karşılaması için ürünler de bırakılmıştı küvetin yanında duran küçük ahşaptan masanın üzerine. Temiz kıyafetleri sepetin üzerine bırakırken, banyoya iki tane siyah ve beyaz olan bornoz asıldığını gördüm. Daha önceden var mıydı ya da bunların hepsi benim için mi hazırlandığını bilmiyordum. Tek dikkatimi çeken banyonun içinde ayna olmamasıydı. Üzerimdekilerini soyunup ayağımın birini su dolu küvetin içine attım. Su ılıktı, bu zamana kadar soğumaması garipti. Ama şu an gerçekten banyo yapmam gerektiğini anladım. Küvetin içine otururken, ayaklarımı içine doğru uzatıp sadece başım dışarda kalacak şekilde vücudumu tamamen suya bıraktım. Su bedenimi rahatlatırken, beynimin içini neyin rahatlatacağını düşündüm. Başım küvete yaslıyken, bakışlarım banyonun en dip köşelerini taradı. Bu ruh hastası insanlar etrafa kamera yerleştirmiş olabilirdi, keşke ışığı hiç yakmasaydım. Fakat bedenim ılık suyla daha çok gevşeyince dudaklarım rahatladığım için kendiliğinden aralanıyordu. Şimdi rahatlamam gerekiyordu, banyomu hızlıca edip onların yanına gitmem gerekiyordu, yoksa Cesur zorla götüreceğini söylemişti. Yanağımdaki yaranın üstüne yapılmış olan sargıyı da elimle söker gibi çıkarıp zemine fırlattım. Sızlasa da umursamadım, zaten duş alacağım için sökülecekti. Duşumu aldıktan sonra, saçlarımı kurutmadan temiz kıyafetlerimi giyinip nasıl durduğuna bakmak için bakışlarımı aşağıya indirdim. Tişört kalçamın altında biterken, gri eşofmanın paçaları yerde sürünüyordu. Rezalet görünüyordum! Ayna falan olmadığı için yüzümün nasıl göründüğünü de göremiyordum. Bir insanın banyosunda ve odasında neden ayna olmaz ki? Cesur’un ayağıma yapacağı müdahaleyi ona bırakmadan kendim halletmiştim, yarım yamalak bir şey olsa da kendim yapmıştım. Bakışlarımı bu sefer önünde durduğum kapıya çevirdim. Ellerimi, sırtıma yapışan karnıma bastırırken derin bir nefes alıp her şeyini ezberlediğim kapının arkasına bakarken, aşağıya inmenin ne kadar korkunç olduğunu düşünüyordum. Korkanın çocuğu olmaz Nida, gitmen gerekiyor aşağıya, belki bir çıkış yolu bulurdum. Eğer böyle bir şey mümkünse! İlayda, kuzenim onun akıbetini de öğrenmem gerekiyordu. Eğer kurtulmuşsa bir şansım olabilirdi. Öyle olması için tüm kalbimle dua ettim. Elimin birini yasladığım yerden çekerken kapının kulpundan tutarak kendime doğru çektim. Sarı ışıklarla aydınlanan koridor beni karşılarken, tedirgin olan bakışlarım koridoru inceledi. Birkaç adım sonra aşağıya inen bir merdiven duruyordu. Merdivenin ilerisinde yani koridorun diğer tarafında kalan sağ tarafta; iki kapı, karşılarında iki kapı varken, önünde durduğum odanın da tam karşısında bir kapı daha bulunuyordu. Farklı odalara açıldığına emin olduğum kapıların hepsi kapalıydı. Adımın birini dışarıya atıp tamamen dışarıya çıktığımda, kapıyı kapatıp odayı gerimde bıraktım. Merdivenlere doğru attığım her adımda, tahta zeminlerden ses çıkıyordu. Elimi merdivenin tırabzanına yaslayınca, aşağıdan gelen seslere kulak kabarttım. “Lan oğlum benim nutellamı kim yedi?” ağlamasına ramak kala olan erkeklerden biri bağırarak sorusunu sormuştu. “Ne bileyim amına koyayım nutellanın kimin yediğini!” bu bana fare diyen Arın’dı, konuştukları derinden gelse de sesini nerde olsa tanıyacak kıvama gelmiştim. “Bir sene önce getirdiğin nutellamı, onun tarihi geçmişti. Ben de attım!” “Sus sus Artemis, yalan söyleme. Daha bir ay önce getirdim diğer evden ben onu.” “Evet, o zamanda beridir bir sene geçti üzerinden!” dedi. Adımlarım, konuşan kişileri dinleyip merdivenlerden inerken, bir kadın daha konuştu. “Zaten yemek yiyeceksin, nutellaya ne gerek var?” sesleri artık net duyulmaya başlıyordu. Bu da Dua denilen kadındı. İndiğim merdivenden sonra, aşağıya inen bir merdiven daha karşılıyordu beni. “Ben onu yemekten sonra tatlı niyetine yiyeceğim!” dedi aynı şeyden muzdarip olduğunu dile getiren ses. Son basamağı da inince, artık diğer merdivenin başındaydım. Sesleri kesildi. Geniş bir alana ayrılan bu yerin tam karşısında bir kapı, sağ ve sol tarafında ise kapıları açık olan, farklı odalardan çıkan sarı ışık bakışlarımın olduğu geniş hole yansıyordu. “Oğlum insan eti ile iyi gitmez o, mal mısın?” insan eti mi? Bana fare diyen Arın söylemişti bu cümleyi, ardından kıkırdama sesi gelmişti. Ben ise korkunç cümlenin ardından ayağımın biri, durduğum merdivenin başında geriye doğru giderken, elim trabzana daha sıkı kavradı. Sesler ve kıpırdaşmalar sol tarafımdan geliyordu, gözlerimi gelecek herhangi bir tehlikeden dolayı kocaman açmış hatta kırpmıyordum. “Hangisini doğradın Arın, ben ikinci adamın etini daha çok beğendim!” Artemis’ti bu. Daha bir hafta öncesine kadar kimliklerini bile bilmeyen ben, seslerinden isimlerini çıkarabiliyordum. “Gevezelik etmeyi bırakın artık!” sol tarafda ki odadan Cesur’un sesini duyduğumda zeminin çıkardığı seslerle birlikte buraya geldiğini anladım. Arkasından ise gülüşme sesleri geldi. Çıktığı kapının sövelerine bile sığamayacak kadar iri bedeni olan Cesur, çıkar çıkmaz bakışları merdivenin başında kaskatı kesilen beni buldu. “Neden orada bekliyorsun aşağıya gelsene Nida.” Dediğinde, odadan çıkan bir kadın elinde tuttuğu tabakla Cesur’un yanında durdu. Bu bakışları bir saniye bile benden ayrılmayan Dua denilen kadındı. Siyah fileli çorap, mini pileli etek, üzerinde ise göbeğini açıkta bırakacak, önünde farklı renklerle yazı yazılmış beyaz bir crop, ayaklarında ise siyah kocaman postallar giymişti. Boğazında ise siyah tasma bir kolye vardı. Cesur’un ise siyah pantolon ve siyah bir tişört, altında da siyah botları vardı. Dua elinde tuttuğu tabakla, gözlerini benden alıp sağ tarafımda kalan odaya doğru ilerlemeye başladı. Çok geçmeden çıktıkları odadan yükselen çığlıkla, altında sadece siyah gri bir eşofmanla dışarıya fırlayan bir erkek çıktı. Korkuyla adımı tekrar geriye doğru atınca, kalçamın üzerine gelen siyah tişörtün uçlarını kavradım. Cesur’un bakışları yüzümden başlayıp ayak uçlarıma kadar inerken dudaklarını dişlerinin arasına alıp ısırmaya başladı. “Arın kurbanın olayım kesme beni!” diyen kumral saçlı çocuğun yalandan yakarışlarının ardından sağ taraftaki odanın kapısına gelerek ellerini yasladı. Elinde tutuğu, her tarafı kan içinde kalmış olan bıçakla odadan çıkan Arın’ı gördüm. “Lan göt herif yardım etmiyorsun bari işime karışma, senin yüzünden eti doğrayamıyorum!” diye çıkıştı ona. Karanlıkta gördüğüm kadarıyla saçları daha uzunken, bu sefer daha kısa gelmişti gözüme. Ya da hep böyleydi, bilmiyorum. “Alın götürün şunu.” Dediğinde bıçağı Kaya’ya doğru uzatıp bakışları yanında olan Cesur’u buldu. “Yine ne oldu?” diye sordu Cesur. Kollarını göğsünde birleştirirken siyah tişörtün içinden dışarıya fırlayan kasları dikkatimi çekti. “Ne olacak, Arın eti doğramaya çalışıyor, Kaya’da omuzlarına zıplamaya çalışıyordu.” Odanın girişinde belirerek, yüzünde hoşnut olan bir ifadeyle çıkan Artemis’ti. Çıplak ayaklarıma değen yumuşak dokunuşla, dikildiğim yerde bağırarak zıplayınca, hepsinin bakışları bana çevrildiğine şahit oldum. Fakat dokunuşuyla ürperdiğim şeye bakmak için başımı eğdiğimde yanımdan geçip merdivenleri tek tek sakin bir şekilde inen siyah bir kedi gördüm. İstemsizce baş parmağımı damağıma yaslayıp ittirdim. Siyah kedi, Kaya’nın ayaklarına kafasını sürtüp kuyruğunu da dizlerine dolamıştı. “Ne oldu cilveli, korkuttu mu seni misafirimiz?” çocuk gibi çıkan sesiyle birlikte kedinin karnından tutarak kucağına alıp başına öpücükler bırakmaya başladı. “İyi misin Nida?” sol tarafımda beliren Gizem ile kafamı ona çevirdim. “Hadi gel aşağıya.” Dişlerini görebileceğim bir şekilde bana gülümserken merdivenlerden inmeye başladı. Üzerinde ise kırmızı saten şort bir takım vardı. Arkasından ona bakarken, Gizemi sadece baştan aşağıya süzen Kaya’ydı. Diğerlerinin gözleri benim üzerimdeydi. Derin bir nefes alırken sağ tarafımda kalan odadan Dua’da çıkarak, geniş holde hepsinin bakışları üzerime yoğunlaştı. O kadar normal gibi geliyorlardı ki bana, şimdi buradan çıkıp bağırsam, katiller burada diye, kimse bana inanmazdı. Titreyen ellerimi, Cesur’un verdiği kıyafetlerin uç kısmından tutarken, “niye yüzündeki sargıyı çıkardın, yara mikrop kapabilir!” Gizem eliyle yanağımı gösterirken, Artemis’in de yanağında da aynı benim gibi yara bandı olduğunu gördüm. “Sizden gelecek yardımı istemiyorum!” Sesim titrememesi için kendimi zorlarken, Cesur’a çevirdim bakışlarımı, Gizem’in de bakışları da ona çevrilmişti. Diliyle dudaklarını ıslatırken, yarım yamalak bir gülüş takınmıştı Cesur. “Verdiğim kıyafetleri giymişsin ama!” ellerini iki yana doğru açarak, “bu bir yardım değil miydi?” diye sordu yalandan meraklı görünerek. Kaya dudaklarını ima ile aşağıya sarkıtırken bakışları Gizemin giydiği şorta kaydı. Arın’da işaret parmağını burnunun ucuna götürüp kaşıyormuş gibi yaptı. Dua ve Artemis’in bakışları ifadesizce bendeyken, Gizeminkiler Cesur’daydı. Çıplak kalmam onun yararına benim ise cezam olurdu. Söylediği şey beni duraksatsa da, omuzlarımı dikleştirip yutkundum. “Kendi kıyafetlerimi istemiştim senden fakat yıkandığını söyledin, daha sonra da çıplak kalmamı benden isteyince giymek zorunda kaldım!” bunu neden söyledin ki aptal Nida, ama o da bizzat bunun gibi bir şey ima etmişti. Sus artık sus, katillerin ellerindesin kes sesini! Cesur, söylediğim şeyler yüzünden yanağının iç kısmını dişlerinin arasına alıp içeri çökmesini sağlarken, bunu benden beklemiyor olduğu için şaşırmıştı fakat ifadesini hemen toparladı. Arın kafasını iki yöne doğru sallayıp az önce çıktığı odaya tekrar içeri girerken, Kaya yumruk yaptığı elini dudaklarının kenarına yaslayıp eğlendiğini belli eden ve şaşırdığı için ağzından ima eden harfler çıkarıyordu. Dua hâlâ onu gördüğüm gibi yüzünde mimik oynamıyordu, Artemis’te Cesur’a bakıyordu. Gizem kollarını kucağına dolarken, arkasında ki odaya geçmek için Dua’nın koluna omzuyla çarparak içeri girmişti. Dua arkasından bakarken, bakışları tekrar beni buldu. Ama omuzuna çarptığı için tepki vermedi. “Oo Cesur, sen böyle şeyler ister-“ Kaya’nın eğlenir gibi çıkan sesini yarı da bölen, Cesur’un sert sesi olmuştu. “Kes Kaya, yoksa aç kalırsın bugün!” Lafları Kaya’yaydı ama gözleri bendeydi. “İstersen yemeğe geçelim, çünkü herkes aç!” tekrar dudaklarını dişlerinin arasına aldı. “Gel Arın yemeğe.” Artemis, Arın’a seslenip sağ taraftaki odaya yürüdü, ardından Dua’da geçti. Arın elinde tuttuğu biralarla çıkarken, ıslık çalıyordu. Cesur’un yanından geçerken saniyelik bakışlarını önce ona, sonrada bana çevirip o da içeriye geçmişti. “Yemeğinizi yemek istemiyorum, hepsini duydum insan eti pişirmişsiniz!” Cesur gülmeye başlayınca, ben niye güldüğünü anlayamadığım bir şekilde yüzüne baktım. “Tamam katil olabiliriz ama yamyam değiliz, tabi bunu Arın için söylemiyorum.” Gülmeye devam ederken konuştu, “senin burada olduğunu anladıkları için öyle konuştular yoksa öyle bir şey mümkün değil.” Adımları beklediği yerden ayırılıp merdivenin önüne gelerek, aşağıdan bana bakmaya başladı. Söyledikleriyle rahatlayınca, yine beni aptal yerine koymuş olmaları sinirimi bozmuştu. Yukarıya doğru kaldırdığı katran karası gözleri tenime yanıklar bırakırken, yerimden kıpırdamamak için kendime engel olmaya çalışıyordum. Onların yanındaydım, katillerin. Babamı kandıran, ailemi kandıran insanların arasındaydım. Dikkatli olmam gerekiyordu, hem de her şeye. “Yemek yiyelim.” Kafasıyla odayı işaret edince, tekrar karnım ağrımaya başladı. Fena halde açtım ve susamıştım ama ellerini sürdükleri hiçbir şeyi de yemek istemiyordum. Aç karnına kaçış yolu bulamazdım, kaçış yolu bulsam bile çok fazla uzaklaşmadan yakalanırdım. Mecburen birkaç lokma mideme girmesi gerekiyordu, mecburdum buna. Başım ile onu onaylarken, merdivenlerden inmeye başladım. son merdiveni indiğimde, bu sefer ben ona aşağıdan bakıyordum. Boyu fazla uzun olduğu için başım onun göğsüne kadar geliyordu. Bakışları, kapattığım dudaklarımın üzerinde gezdirip ardından kendi dudaklarını yaladıktan sonra gözlerimin içine baktı. “Sakın içerde az önce söylediğin cümleler gibi şeyler söyleme.” Fısıldadıktan sonra, bir adım üzerime doğru gelince bende bir adım geriye atmıştım. “Yoksa, giyinecek kıyafetlerin olmaz!” dediğinde yutkunmuştum. Burada üç kız vardı, elbet biri bana kıyafet verirdi, ama şu an bile vermemiş olmaları beni şüpheye düşürmüştü. Zaten onların kıyafetlerine ihtiyacım yoktu. elbet bir kaçış yolu bulacaktım. Kaşlarıyla önünde durduğu yeri işaret edince, söylediklerini düşünmeden edemedim. Yanından geçip içeriye ilk ben girince, odanın girişinde bile burnuma gelen kahve ve kurabiye kokusuyla birlikte içime çekmemek için kendimi tuttum. Ahşaptan yapılan bu çöplük yerden farksız olan ve içinde çürümeye mahkum edilmiş bu değersiz çöplerin bulunduğu bu odanın bu kadar güzel kokması beni şaşırtmıştı ama yüzüme yansımaması için kendimi toparladım. İlk karşılayan duvarın boydan boya bir kitaplık ve içinde de yan yana dizilmiş olan bir sürü plak olduğunu gördüm. Kitaplığa yaslanmış olan masada da pikap duruyordu. Onun arkasında da birkaç sanatçıya ait plaklar vardı. ilk dikkatimi çeken Sezen Aksu Firuze şarkısının plakıydı. Dolap ve duvarın köşesinde yapılmış yanan bir şömine vardı. bir yanında sandalye diğerinde ise tekli bir koltuk vardı. Odanın ortasında da üç tane kahverengi koltuklar dizilmişti, biri kapının tam önünde diğer karşısında diğer ise odanın baş köşesine koyulmuştu. Tamamen odanın içindeydim. “Odayı incelemen bitti mi?” Sağ tarafımda masanın etrafına dizilmiş olan kişilerin içinde olan Dua’nın sesiyle birlikte bakışlarım onlara döndü. Arın getirdiği biralardan birini kafasına dikerken, Kaya’da bardağına dolduruyordu. Sırtımdaki elle öne doğru ittirilmememle birlikte, omuzumun üzerinden Cesur’a baktım. “İlerle!” diye mırıldanıp kendisi masanın baş kısmına bırakılan boş sandalyeye geçip oturdu. Gizem, Kaya ve Dua yan yana otururken, Artemis’te arkası bana dönük bir şekilde onların karşısında oturuyordu. Arın’da diğer baş köşeye oturmuştu. Gizem’de Cesur’un yanında diyebilirim. Ayakta öylece dikilirken masanın üzerinde olan yemeklere baktım; et kavurma, salata, biralar vardı. Yani ne ararsanız vardı masada. Açlıktan yutkunmamak için kendimi tutarken, Cesur açtığı biralardan birini nefes almadan kafasına dikti. Artemis’in yanında iki sandalye boştu ama oturmak istemiyordum. Şu an bile umursanmıyordum, ağlamamak için kendimi zor tutarken, “Arın ve Kaya yemeği bitirmeden gel otur!” dedi yüzüme bakarken Dua. Mavi gözleri, durgun akan bir gölü anımsatırken, ne kadar tehlikeli olabileceğini gösteriyordu bana. Durgun akan su, her zaman insanı boğardı! “Yoo biz az yiyoruz!” bir kaşık dolusu salatayı Kaya ağzına tıkarken sesi boğuk çıkmıştı. “Gel otur.” Boş sandalyeyi masanın altından çıkarıp kendine doğru çekti Cesur. Bakışlarıyla da sandalyeyi gösterdi. Beni o adamlar gibi öldürmemeleri ve bu kadar her şeyin normalmiş gibi yaşamaları, ayaklarımın altını karıncalandırmıştı. Avuç içlerimde kaşınıyor, gergin olan bedenim kasılıp kalbimi de sıkıştırıyordu. Artemis ve Gizemin bakışları Cesur’un yanına doğru çektiği sandalyedeyken, Cesur sadece Artemis’e bakıp tekrar bana baktı. Artemis, sandalyesini hızlıca yerde kaydırıp ayağı kalkınca hepsinin kafalarını ayaktaki kişiye kaldırdı. Boş bir tabak ve birde kaşık aldıktan sonra içine masada olan yiyeceklerden doldurdu. Bir tane de eline bira alıp önünü bana çevirdi. “Buraya oturmayacağın belli, geç ayrı yerde ye o zaman. Cesur’u da meşgul etme!” yürüyüp karşıma geldi. “Artemis!” diye onu uyarsa da Cesur, Artemis elindekilerini bana uzattı onu dinlemeden. Karşımdan gitmeyeceğine emin olduğum kişinin elindekileri alıp pencerenin altına yerleştirilen televizyonun yanındaki tekli koltuğa geçip oturdum. Yanlarına oturup rahat bir şekilde yemek yiyemezdim, şimdi de yemek istemiyordum ama açtım. Kendimi kandıramazdım. Cesur ayaklanıp Artemis’e attığı sert bakışlarla bana doğru geldi. Tam karşımda dikilirken, “yanımda yemeni istiyorum,” dediğinde genzini temizleyip “misafirimizin ayrı yerde yemesi hoş olmaz. Artemis’in de kusuruna bakma.” Dediğinde dizlerimin üzerine koyduğum tabağı almak için yeltendiğinde, ondan önce davranıp kendim tutmuştum. “Ben sizin misafiriniz değil, tutsağınızım ve evet burada yemek istiyorum!” bakışlarım ayakta olan kişideyken, gözlerini kapatıp elini ensesine atarak sert bir şekilde ovaladı. Tekrar gözlerini açıp yere bıraktığım birayı alıp yerine geçerek ağzını açarak kafasına tekrar dikti. Umursamadım birayı aldığı için. “Ne yapalım biliyor musunuz?” Kaya ağzını peçeteyle silip masanın üzerine bırakarak ayaklandı. “Bir şarkı açıp dans edelim, yaptığımız şeylerin şerefine.” Deyip elindeki bira kutusunu masanın üzerine uzatarak diğerlerinin de aynısını yapmasını bekledi. Arın, Artemis, Gizem ve Dua ona ayak uydururken Cesur, dilini dişlerinin üzerinde gezdirip, bakışları benim üzerimdeydi. Kafasını aşağıya eğip gülümsedikten sonra o da birasını kaldırıp tokalaştırarak, Cesur hariç, diğerleri hep bir ağzından şerefe demişlerdi. Neyin kutlamasıydı bu? Adam öldürdükleri için mi, katil olarak ülkeye kan kusturdukları için mi, yoksa sahte maskeliler türemesine yataklık edip suçların çoğalmasına mı? Evet hepsinin şerefineydi bu, yüzlerindeki şeytani gülüşlerden anlamak mümkündü. Kaya sandalyesini kendinden uzaklaştırıp masanın üzerinde olan pikaba doğru yürüyüp, kitaplıktan bir tane plak alarak üzerine yerleştirdi. Plaktan yükselen şarkı Cem Karaca- Bu son olsun- şarkısıydı. Kaya kollarında biri varmış gibi dans ederek etrafında dönmeye başlayıp masanın etrafına oturan kişilere yürümeye başladı. “Mutlu günler vadediyor sana yıllar.” Şarkıya eşlik ederken sesini kalınlaştırıyordu. “Hadi dansa kaldırın birbirinizi.” Masadakilerine bakarak söylediğinde, arkasını dönerek onu izleyen Arın, dudaklarındaki gülümseme ile yanındaki Artemis’e baktı fakat gülümsemesi yüzünden silinirken tekrar Kaya’ya çevirdi. Fakat eskisi gibi olmasa da hâlâ gülüyordu. Kimse yerinden kalkıp dediği şeyi yapmamıştı. Yüzü onlara düşerken tekrar toparladı Kaya. Kaya elini ilk yanında olan Dua’ya uzatınca Dua, “elini kırarım, uzaklaş benden.” Deyince, Kaya’nın kaşları havalanıp sorun yok gibi kafasını sallayıp gülerek Gizem’e uzattı. “Kızıl Gezegenim, dans etmek ister misin benimle?” Gizem tebessüm ederek elini, Kaya’nın elinin avuç içine bırakarak ayaklandı. “Tabi ki beyefendi.” Hoşuna gittiğini belli eden sesiyle elini Kaya’nın omuzuna, Kaya’da elini Gizem’in beline yaslayarak dans etmeye başladılar odanın ortasında. “Ne yalnızlık ne de yalan üzmesin seni.” Kaya Gizemin gözlerinin içine bakarak söylerken, Arın ve Artemis ağır bir şekilde alkışlıyordu onları. Cesur’a çevirdim bakışlarımı, dudakları belli belirsiz karşısında dans eden kişilere bakıp kıvrılmışken bana çevirdi aniden katran karası gözlerini. Her şey tuhaftı, neler yaşandığını anlamasam da yaşanıyordu. Doğarken ağladı insan bu son olsun… Bu son. Şarkının sözleri aramızdan geçerken, bakışlarımızda birbirine kenetlenmiş gibiydi. Yutkunurken, bakışlarımı Cesur’dan çekip karşımda dans eden kişilere baktım. Fakat Cesur’un bakışları hâlâ üzerimdeydi. O an sadece şarkıya ve Gizem ve Kaya’ya odaklandım. Belki bir filmde görseydim bu sahneyi gülerek izlerdim ama içim kaldırmıyordu onları, hem de hiçbirini!
Devem edecek…
Yorum atmayı ve oylamayı unutmayın :)
|
0% |