Yeni Üyelik
17.
Bölüm

DAVETSİZ MİSAFİR

@kadrisyazar_

MASKENİN ARDINDAKİLER

 

 

 

16.BÖLÜM

 

 

 

DAVETSİZ MİSAFİR

 

 

 

Gözlerinden yaş değil kan akıyor; sil onları.

 

 

Sildim!

 

 

Şimdi ellerim kana bulandı!

 

 

Sil onları!

 

 

Silemem! Bulaştırırım.

 

 

Küçük bir kız çocuğu ölümün ne olduğunu bilebilir miydi?

Hayır bilemezdi, çünkü ölümü ne olduğunu bilemeyecek kadar küçücüktü. Fakat kalbimdeki acıyıp duran ve büyük bir oyuk açılmış gibi hissettiğim o duygu neydi? Sanırım ölüm bu demekti. Derin, kocaman ve doldurulamayacak kadar açılan oyukların, her gecen gün kalbini buza çevirmesi ve acımasaydı.

Annemin yanaklarında izler açan göz yaşlarını izledim. Annem ağlıyordu ve annem ağladıkça, göz yaşları kalbimde açılan oyuklara dolarak canımı yakıyordu. Buna fazla dayanacak gücümde yoktu, halimde.

Arkadaşlarımın resimlerinin olduğu ve herkesin ağladığı bir yerden gelmiştim. Sınıf arkadaşlarımda oradaydı fakat kimse gülmüyordu. Hatta beni seven arkadaşlarım bile yanıma gelmemiş, yüzüme bakmamışlardı. Ama asıl şey… Canımı yakan asıl şey, o kadının bana şeytan demesiydi. Gözlerimin içine bakıp, mıhlanan kelimelerini tenimi delik deşik edecek bir şekilde haykırarak, o kelimeyi zihnime kazımıştı. Söylediği şeyin ne anlama geldiğini bilmesem de, canımı fazlasıyla acıtmıştı.

O kalabalıktan geldikten sonra koşar adımlarla merdiveni hızlıca tırmanıp odama çıkarken, İlayda’nın dayımın kucağında uyuduğunu, arkamızdan gelen polislerinde, annemlerle beraber salonda oturduklarını gördüm. Fakat yukarıya daha çıkamadan bazı fısıldaşmalar kulağıma gelmişti.

“Hatırlıyor mu?” diye bir soru sordu, polislerden biri. Annem hiç bekletmeden onu, sorusunu kısık bir şekilde yanıtladı. “Hayır! Hatırlayamayacak kadar kendinden geçmişti!” dedi.

Ve bu son cümlelerini duyar duymaz odamın kapısını geriye doğru itekleyip içeriye kendimi atmıştım. Neyden bahsettiklerini, ya da kimden bahsettiklerini kafa yoramayacak kadar canım sıkkındı. Çünkü kafam başka şeylerle meşguldü.

Kalabalıkta herkesin siyah giydiği o yerde, sadece kırmızı pabuçlar giyerek tüm herkesin benden nefret etmesini sağlamıştım. Bu yüzden, bir daha onları giymemek adına, ayaklarımdan çıkarıp odanın bir köşesine fırlattım. Daha sonrada başıma geçirdiğim beyaz şapkamı da, sert bir şekilde söker gibi çıkarıp, onu da odanın başka bir köşesine attım.

Orada nefret dolu gözlerle bakan herkesi, tekrardan bakışlarımın önündeymiş gibi hissedebiliyordum. İnsanların bakışları acıtabilir miydi? Çok fazla acıtırdı. Belki de en kötü cümlelerden bile… Çünkü gözlerin asla yalan söylemeyeceğini bilirdin. Onlar kendisini saklayamazdı, eninde sonunda ne hissettiğini açık açık sana belli ederdi.

Babam gergindi, annem üzgündü ve İlayda ağlıyordu. Bu kısacık ömrümde çok iyi bir şey bileceğim varsa, onların asla böyle hissetmeyeceğiydi. Ama her şey yaşanıyordu. Hem de tüm çıplaklığıyla.

Üzerimde nefes almamı zorlaştıran montumun düğmelerini de açmak için harekete geçtim ama öyle ki parmaklarım titriyordu, bu yüzden açmakta zorlanıyordum. Sanki tüm uzuvlarım benden bağımsızlığını ilan etmiş gibi kendi istediklerini yapıyorlardı. Baştaki düğmeyi açtığımda, düğme bir anda söküldü ve yuvarlanıp çalışma masamın altına kadar gitti. Gözlerim, kaybolana kadar küçük düğmeyi izledi ve sonunda bakışlarımın radarından çıktığında dişlerimin arasından sıkıntılı bir nefes verdim. Onunla uğraşamazdım şimdi!

Gözüm bu sefer masanın üzerindeki bilgisayara ilişti. O kelime, canımı acıtacak kadar bilmediğim o kelimeyi araştıracaktım. Öfke ile bir adım masaya doğru atmıştım ki, kapı iki kere tıklatıldı. Arkamı hızlıca döndüğümde, kapatmayı unuttuğum kapının önünde annemin, gülümseyerek yüzüme baktığını gördüm. Bir elinde süt ve kurabiye ile.

Annem gülüyorsa, bende gülerdim!

Annemin yüzüne bakar bakmaz kalbim yumuşamıştı ve titreyen dudaklarıma rağmen bende gülümsemiştim. İnsan annesine bakınca, tüm kötülüklerin gelip geçici olduğunu ve sadece dünyanda iyilikler ve çiçeklerle donatıldığını sanardı. Öyleydi! Anneme bakarken, sadece bunları hissediyordum. Benim küçük kalbim, onun sevgisi ile dolup taşmıştı.

“Sana en sevdiklerinden getirdim.” Diyen sevecen sesiyle, durduğu kapının önünden odanın içine girmişti. Gözleri hemen yüzümden ayrılıp odanın dört bir köşesine fırlattığım eşyalara takıldı. “Nida,” dedi uyarıcı bir sesle ve tekrardan yüzüme baktı. Fakat gülüşü, yüzüne daha çok dağıldı. Şimdi bana, neden odayı bu şekilde dağıttım için kızması ve zorla toplatması gerekiyordu, fakat bir şey demeden gülümsemişti. Kafam karışırken, başımı omuzuma birazcık yatırıp yüzüne baktım anlamayarak.

“Bugün odanı istediğin gibi dağıtabilirsin.” Dediğinde, pencerenin önündeki çalışma masamın yanına doğru adımlarını ilerletip elindeki süt ve kurabiyeyi üzerine koydu. “Niye?” diye sordum daha çok anlayamayarak. Gözlerim hâlâ üzerindeydi.

Sırtını bana doğru dönüktü, bu yüzden yüzünde neler hissettiğini anlayamıyordum. Elindekilerini masaya koyup, avuç içlerini bacaklarının üzerine bastırdı. Parmaklarını ağır ağır üzerine sürtüyordu. Bir adım daha arkasına doğru atıp yan tarafına geçtiğimde, yüzünün yarısını artık görebiliyordum.

“Hep istediğin bir şey değil miydi?” diye sorduğunda, artık yüzünü net görebileceğim bir şekilde önünü bana çevirdi. Gergin bir şekilde gülümsüyor, ona binaen de göğüs kafesi hızlı hızlı inip kalkıyordu.

Odamı her çocuğun istediği gibi dağıtmak ve istediğim her şeyi, kimsenin sana kızmadığını bilmenin rahatlığıyla yapmayı çok istiyordum. Çünkü çocuktum ve çocuklar dağıtarak oynamalıydı. Ama annem ve babamın tutumu yüzünden asla rahat rahat oynayamazdım. Sadece bir oyuncak çıkarır ve onunla canım sıkılana kadar vakit geçirirdim. Eğer her şeyi dağıttığımı görürlerse çok fazla kızarlardı. Zaten benimde çok fazla oyuncağım yoktu. Boş bir odanın içinde, boş anılarla büyümeyi bekliyordum.

Sorusuna karşılık dudaklarımı sarkıtıp omuz silktim. “Bugün canım hiçbir şey yapmak istemiyor.” Diye zorla konuşturuyorlarmış gibi cevap verdim. Halim yoktu, bir saat içinde omuzlarımın üzerine binlerce ağırlık yüklemişler gibi kollarım iki yanıma düşüvermişti.

Annem kesik bir nefes içine çektikten sonra, bakışları hâlâ üzerimden çıkarmadığım montuma kayınca, “düğmen kopmuş!” dedi şaşırarak ve gözleri hemen yerleri aramaya başladı. “Sakin ol anne. Az önce oldu, önemli değil.” Dediğimde, yerleri arayan gözleri yüzüme tırmandı ve irice açıldı. “Kılık kıyafet konusunda ne demiştim sana!” dediğinde, dudakları yok denilecek kadar düz çizgi halini almıştı.

Annemi severdim fakat bu şekilde bakınca sanki benim annem olmadığını ve başka biri tarafından ele geçirildiğini düşünürdüm. Ve şimdi de aynısı olmuştu. Sertçe yutkunup bir adım geriye doğru çekildim. “Kıyafetler, insanı yüceltemeye yetecek en büyük etkendir.” Dedim. “Temizlik ve düzen peki?” diye sorduğunda ellerini arkasında bağladı ve az önce nefes almakta bilen zorlanan kadının yerini, göğsünü kabartan ve bakışlarıyla herkesi dize getirecek olan birini aldı. “Dünyadaki düzenin bozulmasını istemiyorsan, temiz ve düzenli olmalısın.” Deyip yutkundum. Sanırım annem, odamın çok temiz ve düzenli olmasının, dünya için iyi bir şey olacağını düşünüyordu.

Koca dünyanın buna ihtiyacı mı vardı? Sanmıyorum!

“Aferin.” Diyerek parmaklarını üzerimdeki montun düğmelerine götürerek teker teker açmaya başladı. “Eğer bunları iyi bilirsen, hayatta asla zorlanmazsın.” Eğildiği için gözlerimiz aynı hizadaydı. Kırpmadan yüzüne bakıyordum. “Odamı temiz tutuyorum, asla düzeninin bozulmasına izin vermiyorum. Bu yüzden asla zorlanmayacağım.” Dediğimde üst üste kapattığı dudaklarından arasından kulağa hoş gelecek bir şekilde kıkırdamaya başladı. Güldüğü içinde, kısılan gözlerinin kenarları, yaşı genç olmasına rağmen kırışmıştı.

“Umarım ne demek istediğimi anlamayacak kadar hayatın kolay olur.” Dediğinde, montumun son düğmesini de açıp eğdiği bedenini yukarı kaldırdı. Bende kenarlarından tutarak, omuzlarımdan çıkardım. Montum ayaklarımın dibine düşerken, bakışlarım masanın üzerindeki kurabiye ve süte ilişti. “Nuray teyze mi gönderdi?” diye sordum dudaklarımı iştahla yalarken. “Evet hem de bu sefer damla çikolatalı.” Dediğinde gülümsediğini hissediyordum. “Sen seviyorsun diye bu sabah kocası ile göndermiş.”

Annemin böyle şeyler yapacak vakti yoktu. Onu her zaman odasında ya da gece yarısı mutfakta kendisine tüm evi kaplayacak sert bir kahve yaparken görürdüm. Onun için çalışma, çalışma ve çalışma en önemlisiydi.

Odasına giderdim korktuğum zaman. Çalışma odasının kapısını yavaşça tıklatır, birkaç saniye ses vermesi için önünde beklerdim. Sonunda gir dediğini işittiğimde yavaşça kapının arasından başımı içeri sokardım. Annemi ise, karanlık oda da, sadece masasının üzerine koyduğu hafif ışıkla önündeki dosyaları okurken bulurdum.

Bu gece seninle uyuyabilir miyim?

Bana kurabiye yapar mısın?

Arkadaşlarım ailesi ile pikniğe gideceklermiş, babama sordum gelemiyor. Sen benimle gelir misin? Gelmedi!

O kapının arasından sorduğum sorular her gece değişiyordu, fakat cevapları asla değişmiyordu. İşim var tatlım, müsait değilim. Çalışmama gerek. Alacağım cevapları gayet iyi biliyordum ama vazgeçmiyordum. Çünkü annemdi, babamdı. Bu iki sıfatın ne anlama geldiğini iyi biliyordum ve onların çocuklarına neler yapacağını da. Bu yüzden denemekten usanmıyordum.

Sonra vazgeçtim sormaktan! Çocuk yanımı da bir köşeye attım. Bir bakmışım kocaman kız çocuğu olmuşum.

Elime bir tanesi alıp, kokusunu içime çekmek için burnumun ucuna kadar yaklaştırıp derin bir nefes aldım. Gözlerim isteğim dışında kapanırken, nefis kokusu beni mest etmişti. “Sende bir tane ye anne. Hiç yediğini görmedim, seviyor musun kurabiye?” diye sorup kokusunu içime çektiğim nefis kurabiyeyi geri tabağa koydum. Sevse yapardı. Ben seviyordum, yine yapardı. Ama çalışıyor annem, yapamazdı!

Annemden cevap gelmeyince, yanında hissettiğim varlığına bakmak için başımı yan tarafa çevirdim. Bakışlarımı anneme kaldırdığımda, gülümsemesi dudaklarında asılmış, bakışları ise donuk bir şekilde kurabiyenin üzerinde dalıp gittiğini gördüm. Bedeni burada fakat ruhu uzaklara çekip gitmiş gibiydi. “Anne?” diye tekrar seslendiğimde, hiçbir şekilde tepki de bulunmadı.

Parmak uçlarımda koluna dokundum bana bakması için. Fakat dokunuşumu hisseder hissetmez irkilmesi ile bakışlarının odağı ben olmuştum. Ben de kendimi tutamayıp olduğum yerde irkilmiş, kendime engel olmadan dudaklarımdan da bir korku inlemesi kaçmıştı. “Özür dilerim, özür dilerim!” dediğinde ellerini iki taraftan kollarıma sardı. “Korkuttuğum için özür dilerim.” Göz pınarlarının dolduğunu ve kollarımı tutan ellerinin titrediğini hissediyordum.

Ürkek gözlerle yüzüne bakarken, göz pınarlarının göz yaşlarıyla dolduğunu gördüm. Bir anda böyle bir tepki vereceğini beklemediğim için, şaşırmıştım ve yüzüne bakarken, korkuma engel olamıyordum. “Anne sakin ol!” tuttuğu kollarıma parmaklarını sert bir şekilde geçirdiği için canım yanmaya başlamıştı bu yüzden, kolumdaki hareketlerini durdurmak adına bende kendi ellerimi onun kollarının üzerine yasladım. “Bir şey yapmadın.” Diye tekrardan konuştum. “Bir şey yapmadın anne!” diyerek cümlemi bastırarak yeniledim.

“Ben bir şey yapmadım.” Bir şeyleri fark etmenin etkisi ile sesi alçalmıştı. Dolan gözlerini yüzüme kaldırdı ve dudaklarına kocaman bir tebessüm iliştirdi. “Sen sütünü iç soğumadan, kurabiyelerin hepsini de ye. Tamam mı?” diye sorduğunda, kafasını hafif aşağı eğmiş, bir cevap bekliyordu benden.

Neden böyle şeyler yaptığına anlam veremedim. Büyük bir suç işlemiş gibi hatasını telafi etmek adına içten özür dilemişti benden. Ama bir şey yapmamıştı, sadece dalıp gitmişti.

Sertçe yutkundum ve korkudan gürültülü bir şekilde atan kalbime rağmen, başımı onu onaylamak niyetiyle aşağı yukarı ağır ağır salladım. Alnıma sert bir öpücük bıraktıktan sonra, kollarıma sardığı ellerini yanına indirmiş, avuç içlerini bacaklarının üstüne sürtmeye başlamıştı. Tam arkasını gitmek için kapıya doğru çevirmişti ki, “anne?” diye seslendiğimde yan döndürdüğü bedenini tekrardan eski haline çevirip göz göze geldik.

Onu niye durduğumu anlamadığı için kaşlarını çatarak, bir şeyler söylememi beklemeye başladı. Kadının çığlıkları, aklımda durmadan yankılanıp duruyordu. Arkadaşlarımın ismi, çığlıklarında birer zehir gibi kalbimin açılan oyuklarına dolmuştu. Ama o kelime, o zehirden bile kuvvetli o kelime, parmak uçlarımdan saç diplerime kadar canımı yakıyordu.

Şeytan…” dedim dudaklarımın ve yüzümün düşmesine engel olamadan. Annem bu altı harfli kelimeyi duyar duymaz, dudakları içe doğru çöktü, omuzları ise bir başkaldırı ilan ediyormuş gibi havaya dikeldi. Başını hafif omuzuna doğru yatırıp, kaşları sorgular gibi gözlerinin üzerine devrildi. “Şeytan ne demek anne? O kadın bana neden şeytan dedi?” diye sordum acı ile yutkunmadan önce.

Annemin başkaldırı ilan eden omuzları çöktü, çatılan kaşları gözlerinin üzerinden kalkmıştı. Şimdi ise üzülüyordu ve acı çekiyormuş gibi bir hale bürünmüştü. Beden dili saniyesinde değişmişti.

“Sana dediğini de nerden çıkardın?” diye sordu baskın bir dille. Başımı iki yöne doğru olumsuz anlamda sallayarak, “gözlerimin içine bakıyordu anne. Bir insan gözlerinin içine bakarak bir şeyler söylüyorsa, asla yalan söylemezdi. O kadın gözlerimin içine bakıyordu.” Annemin yüzü bin parçaya ayrılmış bir ayna gibi anında dağılmış, ağlayacak bir duruma gelmişti söylediklerimden sonra.

Derin bir nefes içine çekerken, dudakları bu söylediklerimi inkar edecekmiş gibi aralandığını sezdim. Anlamıştım bunu gözlerinden. Kızlarına yalanda söylerdi anneler, çünkü kırılan kalp sadece bir kişinin olmazdı.

“Lütfen anne, lütfen bana şeytan ne demek onun anlamanı söyle.” Diye söyledikten sonra bir adım annem doğru yaklaştım. Avuç içlerini bacaklarına daha çok bastırdığında, kollarını bedenine daha çok yasladı. Sanki kendini kollarının arasına hapseder gibi.

Bu sefer ben ellerimi kollarının iki yanına koyup parmaklarımı doladım tenine. Ama onun aksine benim dokunuşlarım tüy gibiydi. Canını acıtmayacak kadar dikkatli davranıyordum. Bedenini bana eğmesi için parmaklarımla komut verdim ve o da hiçbir şekilde terslemeden dediğimi uyguladı. Parmak uçlarımda yükseldim ve eğdiği bedeni sayesinde, dudaklarımı alnına bastırdım. Bu sefer sertti dokunuşum, çünkü hissetmesini istedim sevgimi, ona olan bağlılığımı. Ama onun öpücüğü tüy gibiydi. Hissedememiştim!

Öpücüğüm onu tepe takla etmiş olacak ki, bedenini hafifçe yukarı kaldırırken bunu görmek mümkündü yüzünde ve gözlerinde. “Söyle anne!” dedim tekrardan. “Ben araştıracaktım ama vazgeçtim.” Diye söyledim bu sefer. Gözleri, yan tarafında duran masanın üzerindeki bilgisayara kaydı. “Şeytan,” dedi yutkunarak. “Şeytan bir melekti.” Bakışlarını yüzüme çevirdi tekrardan fakat fazlasıyla boş bakıyordu. Dediği şeyi anlamayarak, başımı omuzuma yatırdım ve anlatmasını bekledim. Melek ve Şeytan. Arasındaki fark bile anlaşılıyordu söylerken. İyi ve kötü. Ama iyi bir şey bu kadar nefret ve öfke ile söylenmezdi.

Gözlerimin içine uzun uzun baktı. “Fakat kovuldu. Cennetten kovuldu ve bir daha melek olarak anılmadı.” Dedi hiçbir duygunun kırıntısı olmadan sesinde. “Niye kovuldu?” diye sordum hiç beklemeden. “İtaat etmediği için. Kötülük yapan her insanoğlunun günahının sonucu da, onun boynuna asıldı.” Diye yanıtladığında, dediklerini idrak edememenin eşiğine gelmiştim.

İyi ve kötü vardı! Ama kimin iyi, kimin kötü olduğunu anlayamayacak kadar zordu.

Elinin tersi ile gözlerini sildikten sonra bir hışımla odadan dışarıya çıkmıştı. Arkasından öylece bakakalmıştım. Dedikleri birer düğüm gibi, beynimin odalarında birikmeye başladığında, o düğümleri çözememiştim.

Omuzlarımı silkeledim sanki biriken ağırlığı çırpar gibi. Annem bir şeyler söyledi şeytan ile ilgili fakat kafam daha çok bulanmış gibiydi. Masanın üzerinde duran kurabiyelere gözüm iliştiğinde nefis kokusu canımı çektirmişti. O an söyledikleri bir kuş gibi uçup yok oldu.

Tabaktan bir tane alıp ucundan ısırık alarak geri yerine bıraktım ve bilgisayarı alıp yatağın yanına doğru ilerlemeye başladım. İnternetten daha detaylı öğrenebilirdim bu kelimeyi. Bilgisayarın kapağını açıp araştırmadan önce dizimin birini yatağa çıkarıp kalçamın altına yerleştirdikten sonra diğerini de yatağın ucundan aşağı sarkıtmıştım.

Bilgisayarı yatağa koydum ve kapağını açtım. Araştırmak için internete girdiğimde karşıma çıkan bir haber ile, başımı bilgisayarın ekranına daha çok yaklaştırdım. Gözlerimi kıstım ve büyük harflerle başlık atılan haberi sessiz bir şekilde fısıldayarak okudum.

İSTANBUL DEVLET İLKOKULUNDA KORKUNÇ OLAY

Altında ise haberin açıklaması vardı ve devamı gözükmüyordu. Ve ilkokul diye bahsettikleri yer benim şu anda eğitim gördüğüm yerdi. Hızlıca yazılanları okumaya başladım, merak ete kemiğe bürünüp karşımda oturmaya başlar başlamaz.

İlkokulda yaşanan cinayet tüm Türkiye’nin gündemine oturdu. G.S ve Y.S kardeşler korkunç cinayetin kurbanı olurken, cinayeti işleyen kişinin aynı okuldan olduğunu hatta sınıf arkad…

Haberin devamı okumak için tıkladım fakat karşılaştığım tek şey ağ bağlantınız olmadığı yazısıydı. Bilgisayarın yanındaki internet kısmına baktığımda ise küçük kırmızı renkte bir çarpı işareti vardı. Biri interneti kapatmış olmalıydı.

 

 

GÜNÜMÜZ;

 

 

“Nida Akel.”

Bana verilen yatağın içinde sonuna kadar açtığım perdelerden, ışıklanan gökyüzünü izliyordum. Geceden beridir uyumamıştım ve her göz kırptığımda kuruyan gözlerimin içi yanıyordu. Odamda ayna olmadığı için gözlerimin halini göremesem de, kızardıklarına emindim.

Beşinci günündeydim. Bu evde bulunmanın üstünden tam beş gün geçmişti fakat o canilerden kimse odaya uğramamıştı. Ya da daha uzun bir zaman dilimi bile geçmiş olabilirdi çünkü bazen burada olmuyordu zihnim. Şakaklarımdan yükselen ağrının sebebi olan anıların içine giriyordum. Ve orada uzun bir süre kaldıktan sonra irkilerek yaşanan şimdiki anılara geri döndüğümdeyse, başımda felaket bir ağrı ile çoktan batmış olan güneşin yerini alan kapkaranlık gece ile karşılaşıyordum.

Kafamı çevirdiğimde arkamda bulunan küçük masanın üzerine yemem için bir şeyler, giymem içinde kıyafetler bırakıldığını görüyordum. O kadın sessizce içeriye giriyor, aynı şekilde ses etmeden dışarıya çıkıyordu. Anıların içine girip dalmamayı kendime tembihlemiştim ama elimde değildi ve oradan çıkarken buluyordum kendimi.

Hiç bu kadar anıların kuyusuna düştüğümü hatırlamıyordum. Çünkü uzun süredir kendim ile baş başa bırakılmamıştım. Aklım hep başka şeylerle meşgul olurdu bu yüzden ilgi alanım eski şeyler olmazdı. Şimdi ise yalnız ve korkutulmuş bir şekilde bırakılmanın etkisi ile en berbat anılarım bir bir gün yüzüne çıkıyordu.

Hem kaçırılmıştım hem de anılarım resmen bana ızdırap veriyordu. Her insanın istediği şey olmalıydı!

Rüyalarım ise cabasıydı bunların üstüne. Cenazesine katıldığım arkadaşlarım; Yusuf ve Gonca geliyordu durmadan uykularıma. Kısacık bir zaman diliminde ne zaman gözlerim direnemez olup kapansa, bağırarak rüyaların pençesinden kendimi kurtarmanın savaşını veriyordum. Bedenimden resmen soğuk terler dökerken, nefes almayı bile unutuyordum o korkuyla. Saniyelik sürüyordu ama yüzyıl kadar geliyordu bana.

Üstünden çok zaman akmıştı ama ben hâlâ onların yüzünü dün gibi hatırlıyordum. Gonca ile çok iyi anlaşırdık fakat Yusuf için aynı şeyleri söyleyemezdim çünkü fazlasıyla utangaçtı. Ne zaman ona sevecen bir şekilde yaklaşsam yanakları kızararak uzaklaşırdı benden. Kız kardeşini de sorsam kaçamak cevaplar vererek gülüyordu. Halbuki diğerleriyle iyi anlaşırdı Yusuf.

Bir keresinde elinde bir kağıtla sıramın önüne geldiğini anımsıyorum. Gözlerim o anıya şahit olmuştu ama sanki uzaktan izliyormuşum gibi bir his vardı içimde. Kağıt renkli kalemlerle boyanmıştı. Kalp, çiçek, böcek. Ne ararsan vardı o kağıtta. Uzattı elinde sıkıca tuttuğu kağıt parçasını. Gonca kıkırdıyordu. Sonrası yoktu. Anılarım orada bulanıklaşıyordu.

İstemiyordum hiçbir anıyı şimdi. Zaten yeteri kadar canım burnumdaydı. Birde onların canımı yakmasını istemiyordum.

Kafamın altına yasladığım kolumu çekip, sırtımı yatakla buluşturduktan sonra gözlerimi tavana diktim. O geceden sonra üst kattan ses falan gelmemişti. Yatağın üzerine çıkıp kulağımı bile dayamak istemiştim başka şeyler duymak adına fakat, ne ses vardı ne de başka bir şey. Sanki o gün, ses çıkaran kişiyi oradan uzaklaştırmışlardı.

Üst katımdaki odayı ziyaret etmeyi birkaç kere denedim ama ne zamanki kapıyı açsam, karşı karşıya dizilmiş olan odalardan birileri çıkıp beni öldüreceklermiş hissine kapılıp, kalbimin sesi kulaklarımda atmaya başlaması uzun sürümüyordu. Alt kattan uğultular geliyordu. Anlayamadığım bir çok dil konuşuluyormuş gibi boğuk boğuk sesler kulağıma nufus ediyordu. Korkarak kapımı örtüp odaya geri dönüyordum.

Daha ne kadar bekleyeceğimi bilmiyordum bu odada, daha ne zaman sonra öğreneceğim beni neden kaçırdıklarını, bilmiyordum. Bekliyordum ama sanki beklerken de, boğazıma birden çok elin parmaklarının dolandığını hissediyordum.

Kapı yavaşça tıklatılmasıyla, düşüncelerimin ortasına keskin bıçak darbesi ile onlardan koparılıp, başımı hızlıca yan tarafıma döndürdüm. Yatağın içinden sürünerek sırtımı anında yatak başlığına dayadım. Birkaç gündür buradaydım fakat o Nadia denilen kadının kapıyı çalarak girdiğini hatırlamıyordum. Dizlerimi yorganın içinde kırdım ve örtüyü çenemin altına kadar çekip kapının arkasından gelecek olan kişiyi bekledim.

“Müsaade var mı?” diye soran erkek sesiyle sertçe yutkunup kafamı bir kuş gibi yorganın altına gömme isteği ile yanıp tutuştum. “Bak giriyorum içeriye. Sonra hazırlıksız bir şekilde yakalarsam kızma bana!” dedi. Kapının arkasında olduğu için sesi olduğundan biraz farklı çıkıyordu. Hangi katildi bu?

Kapı yavaşça aralanıp başını yavaşça küçük aralıktan içeriye sokan kişi, gülümseyerek Kaya olduğunu gördüm. “Hazırlıksız bir şekilde değilmişsin. Büyük hayal kırıklığı.” Deyip elinde tuttuğu orta boylardaki bir tepsi ile kapıyı sonuna kadar açıp dudaklarını memnun olmamış gibi aşağı sarkıttı.

Korku elini kolunu çekmişken yine baş göstermeye başlamıştı bedenimde. Buraya geldiğimden beridir ilk defa şu an biri odaya gelip benimle konuşuyordu. Ve keşke hiçbiri gelmeseydi bu odaya.

Kaşlarımı çatarak dediklerini sorgulamaya başladım. Dalgaya alarak konuşuyordu benimle, bunu görmek mümkündü. Elindeki tepsinin içindekilerini incelemeden önce karşımda tebessüm ederek duran adamı incelemeye başladım. Siyah pantolon, bileklerinin üstünde biten postallar ve siyah bir tişört giyinmişken, ellerinde ise parmakları kesik deri eldivenler vardı.

“Sana kahvaltı getirdim.” Harfleri uzatarak kurduğu cümlesi ile birlikte, tek elinde tuttuğu tepsinin altına diğer elini de yerleştirip görmemi ister gibi öne doğru uzattı. Sırtım yatak başlığından biraz aşağı doğru kayarken, çenemin altına kadar çektiğim yorganı daha sıkı kavradım. Bakışlarımı yüzünden çektim ve tepsinin içindekilerine göz attım. Küçük küçük kaselere koyulmuş kahvaltılıklar vardı. Yanında ise büyük bardağın içine çay doldurup getirmişti.

“Aslında meyve suyu sıkacaktım da, dizi mi çekiyoruz deyip vazgeçtim.” Dedi çaya baktığımı anlayarak. Söylediği şeyle bakışlarımı yüzüne tırmandırdım. Dediklerine boş boş baktığımı gördü ve, “hani dizilerde ve filmlerde insanlar meyve suyu içer ya, ondan dedim.” Dedi toparlamaya çalışarak. “Sanki çay içseler ölecekler!” dediğinde arkasını dönmeden, boşta kalan elini kapının kenarına attı örtmek için fakat kedi sesiyle birlikte, kediyi ezmemek adına bakışlarıyla sağını solunu kontrol etmeye başladı. Benimde gözlerim hemen ayaklarının dibine gelen kediye ilişmişti.

Miyavlayarak içeriye giren kedi, ilk zamanda uyandığım evdeki siyah kedinin kendisiydi. Başını, yanında duran adamın bacaklarına sürtmeye başladı mırlayarak. “Kızım Cilveli’de seni ziyaret etmeye gelmiş.” Botlarının ucuyla kedinin kalçasına vura vura içeriye geçmesini sağlarken, kapıyı arkasından örttü ve beraber odanın ortasına doğru ilerleyip yatağın ucuna doğru geçmeye başladılar.

Şimdi bu adamın bu beşinci günün sonunda odama geldiğini anlayamamıştım. Fakat tekrardan yüz yüze gelmek endişelerimi arttırmaya başlamıştı. Yorganla dört bir yanımı öyle sarıp sarmalamıştım ki, titreyen bacaklarımı görecek diye ödüm kopuyordu.

Ayak parmaklarımı içeri doğru büktüm ve gözlerimi kırpmadan karşımda dikilmeye başlayan adamı inceledim. Bedenini yan döndürmüştü, gözleri ile de odanın dört bir yanını, yüzünü ekşiterek incelemeye başladı. “Uzun süredir bu odaya kimse girmiyor,” deyip tek elinde tutmaya devam ettiği tepsi ile birlikte, bakışlarını bana çevirdi. “Rutubet kokusu falanda yok. Bence iyi bir yer senin için.” Deyip adımlarını karşısındaki pencereye doğru attı.

Gözlerim üzerindeydi ve odanın diğer ucuna doğru ilerlerken, bende yatağın üzerinden ondan uzaklaşmak adına yan tarafa doğru kayıyordum. Kalbim yine engebeli yoldan kendini serbest bırakmış, hızlı hızlı çarpmaya başlamıştı.

Perdeyi diğer eliyle tutup camdan dışarıyı izledi. “Manzaran, kırışmış insanlarla dolu. Bir de çok sıkıcı oluyor yaşlı insanlar biliyor musun?” diye bir soru sordu kendi kendine konuşuyormuş gibi. “Bir de durmadan öğütler vermeleri, geçmişten konuşmaları falan. Çok sıkıcı insanlar.” Dedi ve hâlâ pencerenin önünde dikilmeye devam ederken, omuzun arkasından bana bakmaya başladı. “Onları bu yüzden öldüresim var!” dediğinde boğazımı delip geçen yutkunmayla gözlerim irice açıldı.

Aldığım nefesler, boğazıma tek tek dizilip geri çıkamazken, normal bakan bakışlarının yavaş yavaş sertleştiğini seziyordum. Sanırım bu dediklerinde ciddiydi ve gözlerinden bunu görmek mümkündü. Yaşlı insanları, en basit sebepten bile öldürmeyi düşünmesi, onun gerçekten sağlıklı olmadığını gösteriyordu.

Korkudan kırpamadığım bakışlarımı, yüzünden ayırmazken, yatağın içinde küçücük olmuştum. Karşımdaki adam bir anda dişleri görünecek bir şekilde sırttı ve saniyeler içinde gülüşü kulaklarımın içinde yankılanmaya başladı. “Şaka yapıyorum canım. Şu yüzünün haline bak, yatağa falan ıslatmadın demi?” dedi ve hâlâ gülmeye devam ederken, bir elini karnının üzerine yaslayıp pencerenin önünden uzaklaşmaya başladı. “Gerçekten yüzünün halini, aynada görmen lazımdı.” İşaret parmağını bana doğru uzatarak konuşmuştu. “Doğru bu odada niye ayna yok?” diye bir soru sorduğunda, ben korkudan gerim gerim gerilen yüzümü düzeltmek için arka arkaya yutkunuyordum.

Yatağın tam karşısında iki kişinin sığabileceği bir büyüklükte koltuk vardı, hemen yanında ise alçak boylarda masa mevcuttu. Kaya, içinde kahvaltılıklar olan tepsiyi bir yere bırakmadan önce, masanın ucundan tutup, çok fazla ses çıkarmamaya dikkat ederek yerde sürümeye başladı ve koltuğun önüne getirip elindeki tepsiyi üzerine bıraktı. Bu seferde elleri ile masanın iki yanından tutup, havaya kaldırdı. Önünü bana doğru döndürdü ve hava ile doldurduğu yanaklarını tekrar eski haline getirip masayı yatağın önüne bıraktı.

Masa biraz ağır olmuş olacak ki, bunu yüzünün aldığı memnuniyetsiz ifadeden görmek mümkündü. “Sonunda fıtık olacağım.” Deyip derin bir nefes vererek koltuğun üzerine kendisini serbest bırakarak bacaklarını iki yöne doğru açıp, rahat bir pozisyon aldı.

Yorganın içindeki bacaklarımı biraz daha kendime yapıştırdım. Kaya ise avuç içlerini diz kapağının biraz üstüne sürterek, odayı tekrardan incelemeye koyuldu. Geldiğinden beridir tek kelime etmedim çünkü konuşacak kadar kendime güvenim yoktu. Her an kekeleyebilir, ya da ters bir cümlem ile bu adam baltası ile beni öldürebilirdi. Bayılmadan önce ete saplanan batla seslerini unutmak imkansızdı. Vicdanları yoktu ve vicdanı olmayan hiç kimse, başkasına acımazdı. Ben gördüm onları, gerçekten acımazlardı. Baltası yanında olmayabilirdi şu anlık fakat elleri bile yeterliydi beni öldürmek için. Bu yüzden ses çıkarmamalıydım.

“Çayın soğuyacak, kahvaltı etsen iyi olur.” Kaşlarıyla yatağın önündekilerini işaret ederek. Nadia’nın neden getirmediğini anlam verememiştim. Yüzüne baktım ifadesizce. “Nadia çok sinirleniyor sana, hazırladığı kahvaltılıkların hiçbirini bitirmiyormuşsun.” Dedi bundan yakınarak. Beni mi düşünüyordu, yoksa ben mi yanlış anlıyordum.

Hiçbirine ağzımı sürmediğim doğruydu getirdiklerinin. Midem bu yüzden iki yandan büzüştürülmüş torba gibiydi ve baya ağrıyordu. Bu yataktan her başımı kaldırdığımda, göz yaşlarım tenime batan birer diken gibi yanaklarımı kavlıyordu.

Burnumdan derin bir nefes aldım kendimi toparlamak için. Duygularıma hakim olmam gerekiyordu, bu yüzden içimde dört mevsim gibi yaşanan her duygu geçişini kontrol altına almam lazımdı. “Niye buradasın?” diye sordum. Tek merak ettiğim bu değildi tabi ki, çok fazla sorulacak soru vardı fakat kekelemeden bile ilk soruyu sormak mucizeydi benim için.

Yine dişleri görünecek bir şekilde sırıtırken, başını hafif omuzuna doğru eğip, gözlerini kısarak, gözlerimin içine bakmaya başladı. Rahatsız olmaya başlamıştım şimdi bu halinden dolayı. “Farklı insanlarla muhabbet etmeyi seviyorum.” Dedi normal bir şekilde. Kapının biraz önünde, ön patisini yalamayı bırakan kedi, koltukta oturan kişinin yanına zıplayarak, kuyruğunu etrafına dolayıp yattı. Kaya’da kesik eldivenleri yüzünden dışarda kalan parmaklarıyla kedinin kafasını ağır ağır okşamaya başladı.

“Ben kimse ile muhabbet etmeyi sevmiyorum!” dedim ses tonumu normal tutarken ama bakışlarım için aynı şeyleri söylemek mümkün değildi. Göğüs kafesim patlayabilirdi, hızlı çırpan kalbim yüzünden. Karşımdaki adamın rahatlığı çok fazla rahatsız ediciydi bu yüzden nasıl tepki vereceğini kestiremedim. Onun gibi rahat mı olmalıydım yoksa, diken üstünde mi oturmalı mıydım?

“Muhabbet etmeyi mi sevmiyorsun, yoksa katillerle muhabbet etmek lügatında mı yok?” deyip yarım bir gülüşle yüzüme baktı sorusuyla. Sanki yine kahkaha atarak, çatlayana kadar gülecek bir hali vardı. Çenemi hafif dikleştirdim, alaylı sorusuna karşılık. Sadece çenemden yukarısı görünecek bir şekilde üzerime attığım yorganı da, alttan çekerek aşağı indirdim. “Lugatımda, katillerle bile karşılaşacağım yoktu!” dedim buz gibi bir sesle. Kafasını hafif aşağı yukarı sallamaya başladı, “yeni deneyimler önemli tabi,” deyip dudaklarını üst üste bastırdı.

Pislik!

Benimle dalga geçiyordu!

Midemi bulandıran konuşması canımı sıkmaya başlamıştı. “Kahvaltını et hadi!” dedi tekrardan. Canım istemiyordu hele bu katil yanımdaysa, dünyanın en büyük ziyafetleri bile olsa yiyemezdim.

Dudaklarını yalamaya başladı, masanın üzerinde duran kahvaltılıklara bakarak. Gözleri iştahla kocaman açılmıştı. “Çikolata seviyor musun?” diye bir soru sordu anlamadığım bir şekilde. Benimde bakışlarım onunla birlikte, kahvaltı tepsisine indi. Nutella yazan küçük bir kavanozun içinde çikolata vardı. “Onu ben yiyebilir miyim? Nadia bir şey almamı söyledi tepsinin içinden ama…” gözleri açmış gibi çikolatanın üzerindeydi.

Hiçbir şeyi yemek istemiyordum bu yüzden neyi istiyorsa alabilirdi içinden. “Yemiyeceğim!” dediğim anda, uzanıp tepsinin içindeki nutellayı ve bir tane de tatlı kaşığı alıp yerine oturdu. Kapağını açtı kavanozun, tatlı kaşığını içi çikolata dolu bir şekilde çıkarıp ağzına götürdü. Çikolata onu sanki seviyormuş gibi sesler çıkarmaya başladı gözlerini kapatıp bunu hissetmeye başlarken.

“Niye sen getirdin bunları?” farklı bir soru sorarken, mırıldanması kesilmiş, gözlerimin içine bakmaya başladı diliyle dudaklarını yalarken. Dudakları şimdiden çikolata ile dolmuştu. “Arın’ın getirmesini mi isterdin?” diye sordu gülerek. Tenimin üzerindeki tüm tüylerin dikeldiğini hissettim o manyağın ismini duymam ile birlikte. Hepsi aynı boktu ama o, en kötüsü gibiydi. “Emin ol, Arın bir çikolata isteme ile kalmazdı.” Dedi sırıtmaya devam ederken. “Buradaki her şeyi yerdi.” Beni de yanında tatlı niyetini götüreceğinden eminim.

“O kadın niye getirmedi peki?” titrek bir nefes aldım ve, yine aynı sorularımı bıkmadan tekrar etmeye başlayacaktım. “Niye bunları yapıyorsunuz? Neden bana el koydunuz, ben size hiçbir şey yapmadım!” dediğimde gözlerimin yine dolmasını engelleyememiştim. Kaya ile ilk defa bunları konuşuyordum, bu sorularımı ya toplu olarak dile getirmiştim herkese ya da Cesur’a direkt sormuştum. Şu an bile Cesur olmasını tercih ederdim. Keşke o olsaydı!

Anlamadığım bir şekilde, onunda gözlerinin bana üzülerek baktığını gördüm. Yanlış görmüş bile olabilirim diye dikkatlice baktım ama hayır, gerçekten bakışları üzülüyormuş gibi bakmaya başlamıştı bana. Burnundan sıkıntılı bir nefes verip, “ben de istemezdim böyle olmasını.” Dediğinde şaşkınlıktan dolayı irkilmeme ramak kalmıştı. “Ama benim elimde olan bir şey değil.”

Şu anda pişman olmuş gibi bir hali vardı. Buna inanmalı mıydım? Gerilen sırtımı içe doğru büküp başka şeyler söylemesini bekledim. Ama o daha fazla şaşıracağım bir şey yaptı. Tekrardan oturduğu yerden ayaklanıp, tepsinin içinde bulunan sepetten bir dilim ekmek aldı. Daha sonrada bıçağı reçele batırıp, ekmeğin üzerine sürmeye başladı. İşi bittikten sonra, reçel sürülmüş olan ekmeği bana uzattı.

Önce ekmeğe, daha sonra da gülümseyerek yüzüme bakan adama çevirdim anlamayan bakışlarımı. “Ye hadi. Tatlı iyi gelir.” Dedi ve almam için tekrardan öne doğru biraz daha uzattı. Alıp almamak konusunda kararsızdım. Derince yutkundum ve hızlıca yatağın başlığından sırtımı ayırarak, dizlerimin üzerinde uzatılan ekmeği alıp yerime geçmiştim. Yorganı tekrardan çenemin altına kadar çektim. Bu halim ona komik gelmiş olacakki kıkırdayarak gülmeye başladı.

Bir ısırık aldım ve çiğnerken yüzüne baktım. Söyledikleri aklımdan tek tek geçiyordu. “Neden senin elinde değil? İstersen yapmazsın bunları!” derken, çoktan lokmamı yutmuştum. Sorumla birlikte düşünceli bakışlarını zemine indirdi. Dalıp gitmişti adeta. Ama dediklerim saçma gelmişti bana, çünkü karşımdaki katildi ve elleri çoktan kana bulanmıştı. Hiçbir şey onu temizleyemezdi. Ki bende kurtuluşum için açık bir kapı arıyordum. Belki de bu adamdı!

Dudaklarını aşağı sarkıttı, daha sonra da zeminde olan bakışlarını yüzüme kaldırıp ruhumu en ince ayrıntısına kadar görecekmiş gibi dikkatlice bakmaya başladı. Ama sanki gözlerinin içi gülüyormuş gibi bir hali vardı. “Hiç düşünmediğimi mi sanıyorsun?” derken, sesi düşünceli gelmişti kulağıma. Elimde tuttuğum reçelli ekmekle gözlerinin içine baktım. Diğerlerinden farklı olabilirdi. Yaptıklarından pişman olmuş gibiydi. Sesi, gözleri bunu yansıtıyordu.

“Ne zaman-” sorumun ağzımda tıkanmasına sebep olan şey, Kaya’nın gözlerinin devirmesiyle sonuçlanmıştı. Kaya bıkmış gibi kafasını iki yöne doğru sallayıp, “bak kardo, bu soruları sorup ağlayacaksan, odadan giderim. Yeteri kadar göz yaşı gördüm zaten.” Deyip burun kıvırdı. Yanında uzanan kediyi işaret edip, “istersen benim Cilveli ile takıl, iyi gelir. Değerimi bil, bunu kimseye yapmam.” dedi göz kırparak.

Yine dalga geçer modunu almıştı sanki.

Şu anda elimi alnıma vurup, yine bir rüyanın ortasında olmanın yüzünden kendime gelmek istiyordum. Gerçekten dalga geçiyordu. Kedisini de, kendilerini de istemiyordum. Avaz avaz bağırıp kendimi parçalamak istiyordum şu anda. Bir kaşık çikolatayı yine ağzına götürüp, iştahla yemeğe başladı.

Ağlamayacaktım, sabredecektim! Gözlerimi kırpıştırdım, ağlamam dağılması için. Burnumu sertçe çektim ve bakışlarımı yine kırpmadan, her hazırdan olan tetikçi gibi beklemeye başladım. “O zaman niye daha önce gelmedin de şimdi geldin?” diye sordum. Gerçekten merak etmiştim, hiçbirinin odayı yoklamayışına. Sadece bir kere, karanlık bir silüet görmüştüm odada ve ayaklarıma krem sürüşünü anımsıyordum. Korkunçtu!

Kaya’da burnunu sertçe çekti ve sırtını koltuktan çekip bedenini birazcık öne doğru getirerek, dirseklerini diz kapaklarına yasladı. “Seninle bugün davet edilmediğimiz bir misafirliğe gideceğiz!” deyip bakışlarını elindekine indirdi ve kaşığı tekrardan çikolatanın içine daldırdı.

Sırtımdan büyük bir sızı, tüm bedenimi uyuşturacak kadar büyük dalgalar meydana getirdi. Dediklerini anlamadığımda, yaslandığım yatağın başlığından ayrıldım ve hafif öne doğru geldim. Yüzüme bakmıyordu, baksaydı ne kadar endişeli ve ne kadar korkmuş olduğumu görmüş olacaktı. “Ne saçmalıyorsun?” diye sordum iğrenerek. Kıkırdamaya başladı. Alttan bakışlarını yüzüme kaldırıp, “huyumuz kurusun, çok fazla davet edilmediğimiz evlere gitme gibi alışkanlıklarımız var.” Deyip burnunu kırıştırdı.

Neyi kastettiğini ve kime gideceğimizi anlayamamıştım. Acaba serbest mi bırakacaklardı beni? Fidye için kaçırmışlardır beni olamaz mıydı? Belki de babamdan istediklerini parayı almış olmalıydılar. Bu adamları sosyal medyadan yaptıklarını duymuştum. Öldürmeden ellerinden kurtulan yoktu. Para için kaçırmışlardı beni. Sadece bu ihtimal geliyordu aklıma.

Çok fazla heves yapmamaya dikkat ettim. Sertçe yutkundum ve titrek nefeslerim göğüs kafesimi zorlarken, tek elimi yatağın üstüne bastırıp biraz daha dikeldim oturduğum yerden. Yorgan bu sefer dizlerimin üstünden, ayaklarımın üzerine düşmüştü. “Kime gideceğiz?” diye sordum, içime kaçan bir sesle.

Kaya, az önce kendime kalkan yaptığım yorganın şimdi üst bedenim görünecek bir şekilde üstümden düşmesine, yarım bir gülüşle bakmıştı. Kaşlarını havaya kaldırıp, “inan bana görünce çok şaşıracaksın!” deyip ayaklandı. Elindeki bitmiş nutella kavanozunu kaşıkla beraber tepsinin üzerine koydu. “Nadia sana sorarsa sen yedin tamam mı?” dedi beni tembihler gibi. Ama bir tepkide bulunmadım. O kalkar kalkmaz, kedide uzandığı yerden dikeldi ve koltuğun üstünden aşağı zıpladı.

İster istemez yine kendimi geri çektim. Yüzüne baktım bir yere çevirmeden. O evdeyken, bir not gönderilmişti kapının altından. Bana yardım notuydu o. Ama hangisinin olduğunu bilmeden, dediğini yapıp kaçmaya çalışmıştım. Başarılıda olacaktım fakat Arın olmasaydı o gün mutfakta, belki de kurtulmuştum. Zaten onu ilk kafamdan elemiştim bana not göndermeyeceği konusunda. Diğerleri de öyle durmuyordu ama göndermişti işte.

Yine aynısını yapar mıydı?

Karşımda duran adama içten içe şüphelenmeye başladım. Bakışlarıma yansıtmamaya özen gösterdim. Acaba o gönderebilir miydi? Kahretsin yine aklım allak bullak olmaya başlamıştı. Zaten o gün o evde garip olan sadece gönderilen not değildi, o gece koridorun ortasında elinde bıçakla biri dikiliyordu. Hiç biri iyi değildi, hiçbiri!

Kaya oturduğu için yukarıya doğru katlanan pantolonunu eliyle düzelttikten sonra, yatağın üstünde kuş kadar kalan, bana çevirmişti. “Akşam hazır ol. Dışarıya çıkma vakti!” son kelimesinin harfini sevindiği için uzatarak dile getirmişti.

Karşı çıkmalı mıydım? Ya da dediklerine tek tek razı mı olmalıydım? Kapana kısılan zavallı bir hayvandan farkım kalmamıştı.

Kaşlarımı çattım yüzüne bakarken. Ama kalbim yerle bir olmuştu içimde. İçimde delice esen fırtınalar yüzünden girdaplar oluşmaya başlamıştı. Engel olsam da, boğazımı yakıp geçiyordu. “Lütfen,” dedim kısık bir sesle. Elimden bir şey gelmiyordu yalvarmaktan başka. “Lütfen, bırakın beni yalvarırım. Ailemi çok özledim!” dediğimde, titreyen dudaklarım değildi sadece, tüm uzuvlarımdı.

Tek kaşı havalandı öylece bakarken. Burnundan derin bir nefes verdi sonra ve omuzları aşağı düştü. Ama ne hissettiğini çözemedim. Bende ayaklarımı kalçamın altına yerleştirip, yatağın ucunda ayakta bekleyen adama baktım. Gözlerim yanmaya başlamıştı, biriken göz yaşlarım yüzünden.

Burnunu çekti. Daha sonrada hiç beklemediğim bir şekilde, uzun kollarının avantajıyla, ellerini masanın iki kenarına yaslayıp üst bedenini hafifçe aşağı eğdi. Şimdi gözlerim hemen hemen aynı hizadaydı. Tedirginlik beni avuçladığında, kalçamın altına yerleştirdiğim ayaklarımı, daha fazla gidecek yerim olmamasına rağmen biraz daha geriye doğru sürüdüm.

“Yalvarma!” dedi düz bir sesle ve kafasını hafif sağ omuzuna yatırdı. Tebessüm ediyordu ama insanlıktan uzaktı. “İnsanlar yalvarırken kendi hallerini görselerdi, bir daha başını yerden kaldıramazdı!” dedi altta attığı bakışlarıyla. Eğdiği bedenini tekrardan yukarı kaldırdı. “Hem kızım ben katilim, sence bırakır mıyım seni?” deyip kıkırdamaya başladı. Bu sefer gülüşü samimiydi.

Az önce pişman gibi bakan adam şimdi de katil olduğunu kabul ediyordu, Söyledikleri bir dediğini tutmuyordu. Beni de çelişki de bırakıyordu böyle yaparak.

Son söylediği cümleyi içimden tekrar ettim. Benim başım zaten eğikti. Bana başka seçenek sunmuyorlardı. “Kahvaltını et Nida, sonrada hazırlan.” Dediğinde yatağın önünden ayrılıp kapıya doğru ilerlemeye başladı. “Cesur!” dedim bir anda. Ağzımdan kaçmıştı istemeden. Çünkü neden bu odaya gelmediğini merak ediyordum.

Kaya topuklarının üzerinden anlamayarak yüzünü bana tekrardan çevirdiğinde, “ne olmuş Cesur’a?” diye sordu. Dudaklarımı ıslatıp, derin bir nefes aldım. Ona her şeyi sorabilirdim ama onunda katil oluşunu unutmadan.

“O neden gelmedi odaya?” diye sordum tek nefeste. Dudaklarını büzdü Kaya, daha sonrada omuz silkip, “seni ağlarken görüp sinirleri bozulacağından gelmemiş olabilir. Çünkü hiçbirinin ağlayan insanlara karşı tahammülü yok.” Baş parmağını boğazına dayayıp kesiyormuş gibi yaparak, “sonu ölümle bitiyor sonra!” deyip göz kırptı.

“Ama merak etme, ben muhabbet etmeyi seven biriyim. Arada ağlamalar da olacak tabi, sonuçta kaçırılmışsın. Ama bunu anlamıyorlar sığırlar!” dediğinde göz devirmemek için kendimi zor tuttum. Hıçkırıklarım boğazıma dayandı dayanacaktı.

Kedisi onunla birlikte çıkmak için arkasından gelmeye başladı. Kaya arkasını dönüp, kediye bakarak. “Cilveli kızım, sen ablanla kalacaksın.” Dedi ve tebessüm eşliğinde yüzüme bakıp, “kediler depresyon için birebir yöntem.” Kedi ise iki kere sahibine bakarak miyavlamıştı. “İstemiyorum!” dedim boş bir sesle. “Neden?” diye sordu yüzü düşerken. “Ben depresyonda değilim. Söylediğin gibi kaçırıldım!” dedim ve dilimin ucunu ısırmaya başladım.

Kaya’nın omuzları aşağı düştü. “Onu gül diye söylemiştim ben.” Çok komik bir şakaymış bir daha olmasın derdim ama dilimin ucunu daha sert ısırıp susmayı tercih ettim. Fakat bakışlarım ciddi misin sen der gibi bakıyordu. Omuzlarını silkeledi ve, “Cilveli kızım, ilk defa biri tarafından istenmiyorsun. Hadi gel çıkalım.” Dedi yalandan üzülüyormuş gibi. Kapıyı sonuna kadar açıp, omuzunun arkasından başını bana çevirdi. Kedi çoktan açtığı kapıdan çıkmıştı.

Boş koridoru inceledim birkaç saniye. Kimsecikleri yoktu, hatta ses falan da gelmiyordu.

“Akşam görüşürüz Nida!” kapıyı arkasından yavaşça kapattı.

Odadan kedisiyle beraber çıktığında, arkasından bakakalmıştım. Şimdi de akşam neler olacaktı onu merak edip duracaktım saatlerce. Ne yaptıklarını çözemiyordum.

Derin bir nefes aldım içime. Elimde tuttuğum ekmekle yatağın önüne bıraktığı masaya doğru ilerledim. Gerçekten açtım. Ağlamak ve açlık beni onlardan önce öldürecek sanırım. Midem ağrımaya başlamıştı, boş olduğu için. Biraz daha böyle giderse kusacaktım her gün.

Tepsinin içindeki yiyeceklere baktım. Bu sefer daha küçük tabaklara koymuştu kahvaltılıkları ve daha azdı. Sanırım hiçbirini yemediğim için böyle bir çözüm üretmişti. Kaya zaten çikolatanın hepsini bitirmişti. Ayaklarımı kalçamın altına yerleştirdim ve uyuşan ağzıma rağmen, bir şeyler yemeğe başladım.

Kaya’nın bana sürdüğü reçelli ekmekten bir ısırık aldım ve soğumaya yüz tutan çaydan yudumlar almaya başladım. Gerçekten yuttukça midem bayram ediyormuş gibi hali vardı. Birkaç dakikadan sonra, her gün aynı renklerde ve değişmeyen, siyah tişört ve siyah eşofmanı, katlanmış bir şekilde banyonun yanında duran sandalyenin üzerinden alıp banyoya girdim.

 

****

 

Islak saçlarımı mermer lavabonun karşısında tararken, gözlerim boş duvarın üzerindeydi. Düşüncelerim bomboş bir araziymiş gibi, hiçbir şey düşünmeden sadece duvarı izliyordum. Ayna yoktu üzerinde. Ama bir ayna önceden varmış gibi izleri duruyordu. Sıvası dökülmüştü.

Sağımda ve solumda ise dolaplar vardı. İçinde ise havlu, tarak ve şampuanlar duruyordu. Zaten iç çamaşırlarıma kadar o kadın getiriyordu, temiz ve ütülenmiş bir şekilde. Kirlileri ise kirli sepetine atıyor, kısacık uyuduğum o zaman diliminde, alındığını görüyordum oradan.

Bir otel gibiydi sanki ama her türlü cinayet ve olay bir anda yaşanabilirdi. Diken üstündeydim. Fakat o kadar çok ağlıyordum ki, gözlerim ve bedenim buna direnemeyecek kadar güçsüz kalıyor ve kendini kapatıyordu. Zaten ilaçlarımı özlüyordum. Önceden içmekten nefret ediyordum, çünkü durmadan uyutuyordu beni. Şimdi ise yana yakıla onları arıyordum, rahat ve sakin bir uyku çekmek için.

Birbirine girmiş olan ıslak saçlarımı uzun süredir aynı yerini taradığımı fark edince, gözlerimi irice açıp kırpıştırdım. Dalıp gitmelerimi artmaya başlamıştı. Burada olmadan önce, bu durumlardan kaçmak için başka şeylerle uğraşırdım. Kendimi dinlememek için. Uzun süre insan kendisiyle yalnız kalınca, ona acı veren tüm anılara yüzleşmek zorunda kalıyordu. İşkencenin bir diğer adı olmalıydı, kendinle yalnız kalmak. Şimdi ise yapacak hiçbir şeyim yoktu ve acı çekiyordum.

Birkaç dakika daha saç tarama işim sürdüğünde, stresten dolayı avuç avuç dökülmeye başlayan saçlarımı, tarağın iğnelerinden temizleyip çöp kutusuna attım. Daha sonra, lavabonun içinde tarağı iyice yıkadım. Sağ tarafımdaki kapaklı dolabın içine nasıl aldıysam aynı şekilde de bıraktım. Düzeni bıraksam, o beni bırakmıyordu. Evimde de böyleydim. Hiçbir şeyi yıkamadan, yerine bırakamazdım.

Evim! Gerçekten evimi özlemiştim. Sıcak ya da huzurlu sayılmazdı. Ama annem ve babamın gözlerinin içine bakmayı özlemiştim. Ellerimi lavabonun soğuk mermer taşlarına yaslayıp, kafamı aşağı eğdim. Nefesim daralmaya başlamıştı. Küçük bir kutunun içine hapsedilmiş, ellerimden de gökyüzünü almış gibiydiler. Ve durum oydu.

Omuzlarımın iki tarafına saldığım saçlarım, giydiğim tişörtü ıslatmıştı. Lazım olacak tüm eşyalar varken, saç kurutma makinesi bırakmadıklarına şaşırmıştım. Neyse, en son ihtiyacım o olsun, bu evde!

Saçlarımı topladım ve bu sefer sadece bir omzumdan dökülecek bir şekilde, bir tarafıma serbest bıraktım. Üzerimden çıkardığım kirlileri de aynı şekilde kirli sepetine atıp, çıkmak için banyonun kapısını açtığımda, karşımda o kadını, yüzüme bakarken bulacağımı tahmin etmemiştim. İrkilerek bir adım geriye doğru kendimi atmıştım. Baş parmağı, korkumu geçirmek için damağıma yaslamamak için kendimi zor tuttum.

“Kahvaltını etmişsin!” deyip tebessümünü yüzünde derinleştirdi,. “Biri ile sohbet etmek sana iyi gelmiş olmalı?” diye sordu. Önüme bir anda çıkmasının şokunu daha üzerimden atamadığım için önce yutkundum. Çok fazla etmiş sayılmazdım kahvaltı ama önceki getirdiklerine göre iyi sayılırdı. Başımı olumlu anlamda sallasam göremeyecekti bu yüzden. “Evet, ettim!” dedim.

Gözleri arkama sabitlenmişti. Yüzümde değildi. Açık mavi gözleri, insanı gerçekten ürpertecek bir soğukluğa sahipti. Rengini kaybetmeye başlayan soluk renkli kızıl saçlarını, ensesinin hemen üzerinde çok sıkı olmayan bir topuz yapmıştı. Kendi saçının rengi gibi duruyordu. Ya da boyamıştı, bilmiyorum. Renkleri bu sefer farklı olan, fakat modeli ve tarzı değişmeyen kıyafetleri üzerindeydi.

İsminden anlaşılacağına göre yabancı uyruklu bir kadındı. Göz rengi, kızıl saçları bunun aynı doğrultuda olduğunu gösteriyordu. İlk eve bile geldiğimde onun Rus olabileceğini düşündüm. Çünkü çok fazla açık tenliydi. Ama bir Türk kadar Türkçeyi güzel konuşuyordu. Bu evde hizmetçilikten çok fazla görev bile yapıyor olabilirdi.

“Bugün bir yere gideceğimizi söyledi. Nereye gideceğim?” Gerçekten merak ediyordum. Hâlâ banyonun içindeydim ve bir elimde kapının kolunda asılı kalmıştı. “Sana bu yüzden kıyafetler getirdim. Çocuklar seni o yere götürmek için ısrarcı davrandılar.” Bedenini çevirmeden, omuzunun üzerinden başını odanın içine çevirdi. “Çatal ve bıçaklar yerinde. Çikolatayı sen mi yedin peki?” diye sordu gözlerini kısarak, Kaya’nın görmemiş gibi kavanoza saldırdığını hayal ettim.

Çatal ve bıçakları alacağımı düşünmüş olmalıydı. Zaten alsam da kullanamıyorum ki! Şimdi bile o ihtimali kafamdan resetlemem lazımdı. Çünkü bu kadın manyak gibi kontrol ediyordu.

Onu ihbar edebilirdim ama bana yardım etme olasılığı yüksek olan birini elimden kaçıramazdım da. “Ben yedim.” Diye cevapladım çok düşünmeden. “Bir daha ekmeksiz yeme o zaman. Çünkü kabızlık yapar.” Dediğinde yüzümü ekşittim. “Kaya’nın böyle bir anısı var. Arın’da çoğu kez bu anıya şahitlik etmek zorunda kaldı.” Ciddi bir şekilde bunu anlatması, ve gerçekten başlarından geçen bir olayı anlatması şaşırtmıştı beni.

Bir adım banyo kapısının yanına çekildiğinde, geçmeme için alan yarattı. Ellerini arkadan bağlamış, hafif gülüşü, ciddiyetliğinden bir şey kaybettirmiyordu. Gözlerimi üzerinden çekip odanın içine yönelttim. Bu sefer yatağın üzerinde siyahlar içinde katlanmış kıyafetlere ilişti. Gerçekten bir yere götüreceklerdi beni. Yine kalbim yüksek frekansta çırpmaya başladı.

Banyonun içinden çıktım ve yatağa doğru adımlarımı ilerletip katlanan kıyafetlerin üzerinde parmaklarımı gezdirdim. Arkamı o kadına döndürmeden, sadece omuzumun gerisinden yüzüne baktım. “Senin çocuğun var mı Nadia?” ismi ile ilk kez ithaf ettim. Kafasını hafif sağ omuzuna yatırdı ve sorduğum soru ile birlikte anlık bocaladı. Yüz ifadesi şaşkınlığı açık açık belli etti. Düz çizgi halinde olan dudakları aralanmış, nefesi sıklaşmış gibiydi. “Var mı Nadia?” diye yine sordum. Onu bu şekilde vicdana getirmem gerekiyordu. Acı çekiyorsa da çekmeliydi. “Annemin vardı! Ama yok olması ile karşı karşıya!” dediğimde burnumu sertçe çektim.

Çenesini hafif havaya kaldırdı. Dümdüz olan bakışlarını ağır ağır arkamdan çekip yüzüme sapladı. Arkasına bağladığı ellerini de çözüp iki yanına saldı. “Böyle soruları sormak biraz cesaret ister!” dediğinde kaşları havalandı. “Hayır, deli gibi korkuyorum aksine. Ama merak ettim, çocuğun olup olmadığını.” Dedim ve acı ile yutkundum. “Sanırım çocuğun yok Nadia! Olsaydı, bir annenin ve babanın çocuğunu el koymalarına izin vermezdin. Bırakırdın onu!”

“Tüm anne ve babalar, onlar insafa geldi mi?” diye sordu. “Bu evdekiler de önceden çocuktu. Şimdi oldukları halleri, sadece çocuklukların bir yansıması!” kurduğu cümlesi ile dudakları öfke ile yok oldu. Dediklerinden hiçbir şey anlamamıştım, bu yüzden kaşlarımı çattım. Onlar katildi ve bu kadında onlara yataklık yapıyordu. Tek açıklaması bu olmalıydı.

“Merak etme Nida, sen de bir çocuksun ve sana asla zarar vermeyecekler!” deyip bir adım bana doğru yaklaştı. “Onlar acıyan ruhu tanırlar.” Yüzü yumuşamıştı, o sert ifadesi kaybolmuştu. Görmeyen gözleri, sanki gözlerimi görüyormuş gibi içlerine bakıyordu. Yutkundum, korku ile atan kalbimi bir nebzede bastırmak adına. “Benim hiçbir zaman çocuğum olmadı Nida!” dedi ve başını omuzuna yatırdı. Gözleri içli içli bakıyordu. “Olmasını da istemedim zaten!” dediğinde tekrar eski halini alması uzun sürmedi. Ellerini yine arkasına bağladı ve buz tutturan gözleri yine soğuk bakmaya başladı.

Onlar acıyan ruhu tanırlar, ama onlar ruhumu bedenimden sökecek kadar canımı yakıyorlardı. Benim ruhum annemdi, benim ruhum babamdı. Onların acı çekmesi demek, benim ruhumun acı çekmesi demekti.

Onların hiçbir şeyden anladığı yoktu. Sadece yıkmak ve öldürmek vardı.

“Zaten çocuğun olsaydı, annemin neler yaşayabileceğini anlardın!” dedim ve onu arkamda bırakarak önüme döndüm.

 

 

Devam Edecek...

 

 

Yorum yapmayı ve yıldıza basmayı unutmayın :)

 

Hesaplarım:

_.kadris

maskeninardindakiler7

 

Loading...
0%