Yeni Üyelik
16.
Bölüm

GÜNAH'A İLK ADIM

@kadrisyazar_

MASKENİN ARDINDAKİLER

 

15. BÖLÜM

 

GÜNAH'A İLK ADIM

 

Apparat , Goodbye

 

 

Keyifli okumalar :)

 

 

Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Günahkarların boynuna asılması gereken urganlar gökyüzüne asılmıştı. Fakat yeryüzüne sinen zifiri karanlık, gök yüzünden uzanan urganları gizlemiş, günahları ise bir sır gibi kendisine saklamıştı.

Genç kadın, yürüdüğü karanlık yollara alışıktı. Nereye hangi adımını atacağını biliyor, arkasından gelen adamada yön veriyordu böylelikle. Genç adam, ortalarında tuttuğu çarşafı daha sıkı kavradı.

“Daha ne kadar yürüyeceğiz?” diye sordu nefes nefese. Yüzüne taktığı siyah maskeden dolayı nefes almakta zorlanıyordu.

“Boş bir yer bulana kadar yürümeye devam edeceğiz!” dedi arkasına bakmadan genç kadın.

Kollarını arkaya atmış, cansız bedeni koydukları beyaz çarşafı genç adam gibi sıkı sıkıya kavramıştı. Çarşafı tutan parmak uçları yanıyordu fakat attığı sert adımlar bunun tam tersini gösteriyordu. Gözleri ise bastığı adımların etrafını ve bulundukları yerin etrafını kolaçan ediyordu.

Beyaz çarşaf, günahları kendisine ortak eden gecenin karanlığına rağmen belli oluyordu. İkisi de siyah çarşafı kullanmayı tercih etmişlerdi fakat küçük bir çocuğun cansız bedenini siyah bir çarşafta taşımak istememişlerdi. En azından böyle bir iyilik yapmaktan geri durmamışlardı. Saf bir renk ve saf bir çocuğun ruhuna iyi gelecekti.

Genç kadında arkasından yürümeye devam eden adam gibi nefes almakta zorlanmaya başlamıştı. “Bıraksaydın ben taşırdım!” genç adam onun yorulduğunu anlamıştı ve kabul etmeyeceğini bile bile bu teklifini durmadan dillendirmekten çekinmemişti. “Bir masumun günahı, omuzlarını bükerdi!” dedi genç kadın düz bir sesle. Aynı cevaplar veriyordu, aynı sorulara. Çünkü gün doğmadan, karanlık yollar bir masumun cansız bedeni ile günaha çalıyordu rengini.

“Hamilesin!” diyen genç adam, bunu söylemenin tedirginliği ile yutkundu. “Kendini yormanı istemiyorum!” dediğinde, genç kadın gözlerini yumdu fakat yürümeye devam etti. Derin bir nefes çekti içine fakat aldığı nefesler ciğerlerini dağlamıştı.

Adımları anlık sersemledi, arkasına attığı kolu ile tuttuğu çarşaf yere düşmesi raddesine gelmişti ki, gözlerini hemen açıp dağılan durumunu toparlamaya çalıştı. Genç adam bu halini gördüğünde, “iyi misin?” diye sordu endişe ile. Genç kadın bu sorusuna cevap vermeden, sadece başı ile onayladı. Fakat karanlıkta oldukları için görüp göremediğinden emin olamadı. Ama umurunda olmadı.

“Tek başıma taşıyabilirdim bu günahı!” dedi genç adam. Sesinde tek bir tereddüt yoktu.

“Günahlar boyunu aştığında ne yapacaksın o zaman?” diye soran genç kadın başını hafif omuzuna doğru çevirmişti fakat arkasını dönüp göz kontağı sağlamadı.

Genç adam sadece yutkunabildi. “Kabullenirim!” dedi fakat az önceki ses tonuna göre, başka çaresi olmayan bu yüzden kabullenmek zorunda bırakılmış birine dönüşüvermişti

“Kimse, boyunu aşan günahları kabullenmez. İşte o zaman suçlayacak birini arar.” Deyip omuzuna doğru çevirdiği başını tekrar önüne döndürdü. “Ben suçlanacak biri asla olmam!” deyip adımlarını durdurdu. Gözleri tekrardan boş araziyi taramaya devam etmişti ki, sonunda bakışları bir yerde saplanıp kaldı. “Burayı kazabiliriz!” dedi. Bir ağacın yanında adımlarını durdurmuşlardı.

Çarşaftan tuttuğu bir kolunu serbest bırakıp, arkasını dönerken hızlıca bıraktığı eli ile çarşafın ucunu tekrardan kavradı. Şimdi genç adamla karşı karşıya gelmişlerdi.

Uzaktan gelen bazı sokak lambalarının ışığı, gökyüzünde parlayan yıldızlar gibi ufacık gözüküyordu. Genç kadın, sakinliğini koruyarak etrafını kolaçan etti. Tek ses, uzaktan gelen, birbirlerine bağıran kedilerin sesiydi. Dünyada bir ses varsa, o da gece yarısı birbirleriyle kavga eden kedilerdi. Çok huzursuz hissederdi kendini o an, ya da deli gibi korkardı.

Genç kadın başı ile yapacakları şeyi komut verdi önce daha sonrada, “yavaş yavaş yere bırak!” deyip aynı anda ortalarında taşıdığı çarşafı yere bıraktılar. Genç kadın her dişlerini sıkıp canının yandığını belli eden inlemeler çıkardığında, genç adam karanlığa alışan göz bebekleri ile onu kontrol etmekten geri duymuyordu.

Genç kadın doğrulduğu yerden dikelerek ellerini bel kenarların yaslayıp kasıklarından yükselen acıdan dolayı dişlerini sıktı. “Doğumuna az kaldı. Canın yanıyor, her gece bunları taşımak sana ve bebeğine zarar veriyor!” diye sitemlendi genç adam. Acı çektiğini görmek, kendisinden de bir parça koptuğunu zannediyordu.

“Yeter!” dedi genç kadın bir elini havaya kaldırıp durdurmak istermiş gibi onu. “Bu olayı daha fazla dile getirme!” deyip ellerini alnına çıkarıp derisini söker gibi parmak uçlarıyla sıvazladı. Hamile olmasını ve zaten unutamayacağı bir şeyi durmadan söylemesi canını sıkmaya başlamıştı. Bir anda bağırdığı için de pişman olmuştu genç kadın. Derin bir nefes verdi burnundan sakinleşmek ve ağrısının bir nebze de dinmesi için.

Genç adam onu daha fazla öfkelendirmemek adına susmayı tercih etti. Fakat gözlerini kadından ayırmıyordu. Burnunun ucuna doğru kayan maskeyi iki parmağının yardımıyla gözlerinin altına biraz daha çekti. Arında da dikdörtgen çerçeveli gözlüklerini geriye itekledi. “Kimse görmüyor seni. Niye maske taktın?” diye sordu merakına yenik düşerek genç kadın. Alnını sıvazlamasını durdurmuş ellerini yanlarına salmıştı.

“Karanlığın her zaman yabancı bir çift gözü vardır.” Dedi boğuk çıkan sesi ile. Genç kadın daha fazla üstelemeden dediğini anlayarak başı ile onu onayladı. “Saçların gözüküyor.” Dediğinde, genç adam başının üzerine geçirdiği mavi bonenin içine , hızlıca dışarıya çıkan saç tutamlarını yerleştirdi. Dikkatsizliğine içten içe kendisine küfürler savurdu.

Genç kadın ayaklarının dibinde yatan çarşafın içindeki bedene indirdi bakışlarını. Gözlerinin dolmasına engel olamadan burnunu sertçe çekti. Genç adamda onunla birlikte gözlerini yere indirmişti.

“Bu kaçıncı?” diye sordu. Herhangi bir şeyden soru soruyormuş gibi sesi dümdüzdü.

“Bu hafta üçüncü çocuk. Bu sefer de ilaçlar işe yaramadı, fakat ilaçları kullanmakta ısrarcı.” Deyip dudaklarını dişlerinin arasına aldı genç kadın öfkesini batırmak adına.

“Vazgeç sende!” diyen adamın cümlesi ile başını hızlıca yerden kaldırdı genç kadın. Gözleri öfke ile parladı. “Vazgeç mi? Bu kadar insanın emeğini çöpe mi atayım bir anda?” deyip ani şekilde çıkıştı.

“Ölenlere üzülüyorsun! Başka çaren mi var?” genç adam da sesini yükseltmekten geri durmamıştı.

“Üzüldüğüm tek şey…” genç kadın acı ile yutkundu. Fakat yutkunduğu şey insanlığını kaybeden bir kadının yutkunuşu gibiydi. “Sadece emeklerimizin çöpe çıkması. İlaçların işe yaramaması.” Dediğinde, genç adamın gözleri duydukları cümleler ile kocaman açılmıştı.

Belki bir umut fikrini değişeceğini umut etmişti ama yanılmıştı.

Genç kadın adamın bir şey demesini beklemeden, ağacın gövdesine yaslı duran kazmayı almak için adımlarını yan tarafına doğru attı. Köpek sesleri, kedi sesleri tüm boş sokakların içinde yankılanmaya başlamıştı. Fakat vicdanlarının sesi, kaburgalarını kıracak kadar, kulaklarını sağır edip gelen sesleri bastırmıştı.

Genç kadın kazmayı alıp çarşafın yanındaki toprağa sert bir şekilde geçirdi. Yerden çıkan topraklar olduğu gibi ayaklarına ve birkaçı da yüzüne gelmişti. Gözlerini sımsıkı yumdu. Parmakları aşinaydı kazmanın sapına. Ayakları aşinaydı, her gece geldikleri toprağa. Hiç çekinmeden, bir anlık bile tereddüt etmeden, toprağa sert darbeler indiriyorlardı. Sayısız çocuk vardı kazdıkları yerde. Bazen korkuyorlardı, aynı yere başka çocuk gömecekler diye. Fakat gözleri ile ayakları tanıyordu o toprağı, biliyordu orada başka çocuğun uyduğunu, öldüğünü.

“Dur sen!” diyen genç adam bir daha vurmasına izin vermeden, kazmanın sapından tutup kadının yerine geçmesini istedi. Genç kadın daha fazla yapacak gücü kalmamıştı kendisinde. Karnı, burnuna kadar gelmişti artık. Doğum yaklaştıkça sancıları da git gide artıyordu.

Kalbindeki sancıda çabasıydı. Eşilen toprak değil, kalbiydi. Ölen her çocuk oraya gömülür, ölmesi yakın her çocuk içinde kalbinde yeni yeni çukurlar açılırdı.

Genç adam kazmayı vurdu, genç kadın sesle gözlerini yumdu. Genç adam kazmayı bir daha vurdu. Kulaklarını kapatmak istedi genç kadın. Ama kendisini engelledi. Olmak zorundaydı, bazı şeyler yaşanmak zorundaydı.

Genç adam dinlenmeden toprağı derince kazdı. Çukurun içinde kafasını yukarda bekleyen kadının gözlerine kaldırmadan önce, alnında biriken terleri elinin tersi ile silip kazmanın sapından tutarak bacaklarının yanında bekletti. “Bu kadar yeterli mi?” diye sorduğunda genç adam, kurumuş boğazını yutkunarak geçirmeye çalıştı. Burnunun üstüne kadar çektiği maskeden dolayı, verdiği sık ve sıcak nefesler yüzünü cayır cayır yakıyordu.

Genç kadın bu sorusuna sadece başı ile onaylayıp beyaz çarşafın içindeki bedenin yanına inleyerek çömeldi. Kasıklarındaki ağır dayanılmayacak kadar yüksekti. Ellerini cansız bedenin üzerine yaslayıp boş çukur içine itelemeye başladı. Genç adam da bir elini çarşafın altından diğerini de üstünden geçirerek, “ben hallederim!” deyip kadına baktı. Kadın yine sessizliğini koruyarak başı ile onayladı. Adam bedeni kucaklayıp ağır ağır çukurun içine yerleştirdi.

Daha sonrada kazılan kuyunun üstüne ellerini yaslayıp, aşağıdan zıplayarak yukarıya doğru tırmanmaya başladı. Fakat yukarı çıkmadı. Ayaklarını yukarıdan sallandırarak, kazılan çukurun kenarında oturdu. Kadın ayakta, adam ise oturuyordu. İkisinin de gözleri, kazılan mezarın içindeki cansız bedeninin üzerindeydi. Vicdanlarını ele geçiren ses, yavaş yavaş yok oluyordu. Yerini ise sadece kocaman bir boşluğa, boşluğu dolduracak olan tek şeyinde büyük bir harabenin dolacak olmasıydı.

“Yaşanmak zorundaydı!” dedi genç kadın tok bir sesle. “Yoksa, bazı şeyler gerçekleşemez.” Gözünü kırpmadan mezarın içine bakıyordu. Genç adam ise ellerini bastırdığı toprağın üstüne parmaklarını geçirdi. Bu sefer kendisi sessiz kalmıştı. Bir şey demeden boş boş mezara baktı. Kadın, gerçekleşen sessizlikten rahatsız olmuş bir şekilde tekrardan konuştu. “Benimle her gün gelmek zorunda değilsin.” Dediğinde, genç adam burnundan gülme sesine benzer bir ses çıkardı. Başını ise iki yöne doğru sallarken, genç kadın bu tepkiyi beklemiyor olacak ki şaşırmıştı.

“İnsan, korkularıyla ve günahlarıyla baş başa kalmamalı.” Bu sefer ciddileşti genç adam ve yanı başında ayakta dikilen kadına kaldırdı kafasını. “Çünkü o zaman, omuzları bükülür!”

Genç kadın sertçe yutkunup kendisine bakan adama gözlerini indirmişti. “Günahlar çoktan boyumuzu aştı.” Deyip beyaz gömleğinin içindeki küçük siyah not defterini çıkardı. Diğer cebinde de tükenmez kalemi alıp boş bir sayfa açmıştı.

26 Ağus. 1998, bir çocuk daha öldü.

Boş bir sayfaya hızlı hızlı bir şeyler yazdıktan sonra, uzun uzun bakıp üzerini hızlıca karaladı. Vazgeçmişti böyle bir cümle kurmaktan.

26 Ağus. 1998, bir çocuk daha öldü.

26 Ağus. 1998, ilaçlar işe yaramadı. Bu hafta üçüncü kayıp!

Not defterini tekrardan gömleğinin iç cebine atıp, elini yerde oturan adamın omuzuna koydu. Dokunuşuyla genç adamın ona bakmasını sağladıktan sonra, “Üstünü kapatalım.” Dedi. Genç adam onu onaylayıp oturduğu yerden ayaklandı.

Kazdıkları toprağı tekrardan avuç içlerine doldurup beyaz çarşafın üzerine attılar. Bir avuç toprak değildi belki de o. Vicdanları, insanlıkları ve duygularıydı. Sonsuza kadar toprağın altında kalması için ruhlarından sökülüp mezara karışmıştı.

Gece sustu. Günahlar aştı.

Gökyüzünde, boyuna asılan urganlar kısaldı.

İnsanlık yok oldu.

 

****

 

 

“Nida Akel”

İnsanları ayakta tutan tek şeyin iyi anılar olduğunu söylerler. Tüm hayatınız berbat bile olsa, dipte köşe de kalmış iyi anılara sığınarak, o anıların sayesinde hayata tutunup sabrederiz. Başka güzel anılar olacağına inanırız ve onları merak ederek yaşarız.

Benim iyi anılarım var mıydı peki? Bilmiyordum! Buraya düştüğümden beridir aklıma yaşadığım kötü anılar gelip duruyordu. Beni üzen, yıpratan ve dayanma gücümü elimden alan anılardı bunlar. Kabustu belki, fakat hiçbir kabus bu kadar insanın canını acıtamazdı.

İnsanlar iyi anıların kurbanı olmak ister. Ölünce bile o güzel anıları hatırlayıp gözlerinin kapanmasını ve sonsuzluğa o şekilde uğurlanarak yitip gitmek isterdi. Ama benim ölümümde iyi bir anı olamayacaktı. Gözlerimi kapattığım da karanlık dünyamda beni karşılayacak iyi anılar olmayacaktı. Bunu çok net anlayabilmiştim.

Küçüktüm. Fakat bu anıyı hatırlayacak kadar büyük bir kız çocuğuydum. O gün babam beni lunaparka götüreceğini söylediğinde havalara uçmuş, kendimi tutamadığım için de babamın boynuna sarılmıştım. Çünkü bir kız çocuğu lunaparkın ne anlama geldiğini bilse de, bildiği o anlamı yaşayamadığı için yabancıydı. Bu yüzden sevincimi bastıramamıştım.

Her türden insan vardı o lunaparkta. Babasıyla gelen, annesi ile. Veya ailecek gelenler de vardı. Birbirine deli gibi aşık çiftler bile vardı orada. Eğleniyorlardı. Mutluydular. Annem gelmemişti, niye gelmediğini anımsayamıyordum. Ama babam vardı yanımda. Ben de mutluydum, heyecanlıydım. O gün ilk defa baba kız bir şeyler yapıyorduk.

Ama sonu, sonu hiç iyi bitmemişti. Şimdi aklıma gelmesi iyi anıdan dolayı değil, kötü anı olarak zihnimde kalmasıydı.

Pembe pamuk şekerlerden alması için ona baskı yaptığımda, ilk defa beni kırmadan dediğimi yapmıştı. Hatta kendisine bile alıp beraber yemeğe başlamıştık babamla. Sonra…Sonra, dönme dolaba bindik. O kalabalık bir anda yok olmuş, lunapark ıssız bir yere dönmüştü. Gökyüzünü aydınlatan dönme dolabın rengarenk ışıkları sanki yasa boğan bir renge dönüşüvermişti.

Babam tam karşımda oturuyordu. Ben elimdeki pamuk şekeri bir taraftan yiyip bir taraftan da babama bakarak gülümsüyordum. Ama babam ciddiydi. Niye öyle durduğunu soramayacak kadar, kalbimin mutluluktan havaya uçması ile meşguldüm. İçimde binlerce uçuşan renkli kelebekler vardı ve hepsinin çırptıkları kanat seslerini duyabiliyordum. Şimdi bile o kalbimdeki heyecanı hissetmiştim. Çünkü ilk defa yaşanmıştı, ilkler asla unutulmazdı. Ama unutmuştum işte.

Fakat ne olduysa o an oldu her şey. Hayatımı etkileyecek o anı bir anda, kötü anıya dönüşmeye başladı. Babam kocaman açtığı gözleri ile, bana öfke ile bir şeyler mırıldanmaya başladı. Parmakları öfkesini kusar gibi koluma dolandı, elimdeki pamuk şeker dönme dolabın üstünden yere düştü. Ve o anda kalbimde kanat çırpan kelebekler gitmişti, yerini ise yüzlerce sivri sinek almıştı.

Sesi yoktu babamın çünkü kızarmış yüzüne bakarken, sadece kulaklarım uğulduyordu. Bir şeyler söylüyordu bana. Sadece bir cümle uğuldamaların arasından kulaklarıma ulaşıyordu. “Olmadın!” cümlenin sadece sonunu duyabiliyordum. Diğer söylediklerini anlayamıyor, duyamıyordum. Bir şeyden sinirini çıkarmak ister gibiydi. Başımı geriye doğru çekmiş, havada sallanan kolum yüzünden canım yanıyordu fakat yanaklarımdan süzülen yaşlar birer lav gibiydi. Ama bedenim buz kesmişti. Kıpırdayamıyordum, tepki verememiştim yaptıklarına. Ağlıyordum, babam umursamadan devam ediyordu tutmaya, canımı yakmaya.

Bağırıyor muydum ben de, bilmiyordum. Ama o anda kalan tek şey dönme dolabın en üstünde babamın, büyük bir hata yapmışım gibi öfke ile bağırıp bakmasıydı. Hesabını, neden yaptığını hiçbir zaman ona soramamıştım. Neden, baba kız olarak yaşadığımız bu güzel vaktin iyi bir anıya dönüşmesi yerine, kötü bir anı olarak kalmasına izin vermişti. Belki de kötü bir şey yapmışımdır orada. Hatırlamıyorum!

Zihnimin en ücra köşelerinden bir yer daha kaplayan akşam yemeğinden sonra bana, Nadia denilen kadın bir oda vermek için merdivenlerden yukarıya çıkarmıştı. Gözüme her yerde aynalar çarpmıştı. Büyük küçük fark etmez, evin her yerinde aynalar mevcuttu. Bakışlarıma çarpan yansımamadan kaçamamıştım bu yüzden. Daha da öfke, üzüntü ve korku ile dolup taşmıştım.

Birinci kata çıktığımızda, geldiğimiz o yerdeki gibi kapılar aynı şekilde sıralanmıştı. Her kapının yanındaki duvara da bir ayna asılmıştı. Sanırım ayna ile kafayı bozmuşlardı bu evdeki psikopatlar. Duvarları koyu kırmızı, koridorun ortasına attıkları halılarda siyahtı. Evin içinden ses çıkmıyordu.

Önümdeki kadın elleri önünde, görmemesine rağmen adımları gören bir adam için mükemmeldi. Şaşırmıştım doğrusu nasıl bu kadar iyi olduğuna. Ama bu evde çok uzun vakit geçirmişse eğer, ezberlemesi normaldi.

Birinci kattan sonra, yukarıya çıkan bir merdiven daha vardı. Orada da kapalı kapılar vardı. İlerisinde de var mıydı bilmiyordum çünkü karanlıkta olduğu için görememiştim. Bana verilen oda ise birinci kattaki diğer odaların bulunduğu yerdi. Fakat koridorun en uç kısmıydı. Karanlığa bürünmüştü eşik kısmı. İnsanı fazlası ile ürperten bu yer, derimi soyuluyormuş gibi hissettirmişti bana.

“Burada kalacaksın!” diyen Nadia kapıyı açmış geçmem için bana yer vermişti. Odanın önünde bekledim bir süre. İçerisi, pencereden vuran ışık sayesinde aydınlıktı. “Temiz kıyafetler yatağın üzerinde. Banyonu yap, kirli elbiselerini almak için geleceğim.” Dedi. Öfke ile soluyup yüzüne baktım. Onun mavi gözleri ise arkamdaki yere sabitlenmişti. Elleri ise kapıyı açtıktan sonra önünde bağlamıştı. Sorularım, hem dilimin ucuna, hem de kalbimin ortasına diken gibi battı, kanattı. Bir şey söyleyemiyordum, yaptıklarına anlam yükleyemeden sessizce sığ suda çırpınıyordum sadece.

Parmaklarım, tedirginliğim yüzünden bana verilen tişörtün ucundan kavramıştı. Ama öfke insana zarar veren bir duyguydu. Ona alt ettiremezdim kendimi. Bu kadını yanıma çekersem eğer belki kaçma işim gerçekleşebilirdi. Bir adım atarak yanına yaklaştım, arkamdaki yere sabitlenen gözleri ağır ağır yüzüme indi. Gözlerindeki ifadenin ne olduğunu anlayamadığım için, korkum ellerimi esir almaya çoktan başlamıştı. Bir şey diyemedim o an. Önce hepsini tanımam gerekiyordu, yoksa bana yardım edecek olan o kişiyi bulamazdım.

Şimdi ise bana verilen odanın üçüncü günündeydim. Pencerem, siteye bakıyordu. Evlerden çıkan insanları görebiliyordum fakat çoğu yaşlıydı. Sanırım emekli hayatlarını böyle yerde yaşayarak geçiriyorlardı. Diğer evlerden de hiç çıkan olmamıştı, sanırım yaşayan yoktu diğer evlerde. Bahçeleri ile ilgileniyorlar, balkonlarında çay içip akşam olduğunda evlerine geri çekiliyorlardı. Kimse bu evdekilerle temasa bile geçmemişti. Bir katil için en iyi yaşama yeri olabilirdi burası.

Karanlık çoktan çökmüştü şehre ve ben, saatin kaç olduğunu tahmin edemiyordum. O kadın yemeğimi getiriyor, her geldiğinde temiz kıyafetler ve iç çamaşırlar bırakıyordu. Diğerleri hiç uğramadı odaya. Ne gelen vardı, ne de giden. Cesur’da gelmemişti. Ona İlayda’yı soracaktım çünkü deli gibi merak ediyordum kuzenimi. Aklıma binlerce kötü senaryo geliyordu onunla ilgili. Eğer kaçabilseydi, beni bulmaları bu kadar uzun sürmezdi. Kaçamadı kuzenim! Ama bu ihtimalleri aklımdan silmek istiyordum.

Sadece dün gece uykunun yarım yamalak olduğu bir zaman diliminde odada biri olduğunu sezdim. Ayaklarım yorganın dışına çıkmıştı ve ayak tabanıma bir şeyler sürüldüğünü hissettim. Canım yanmıştı o an fakat gözlerim uykudan açılamamıştı. Bir rüya olduğunu sandım, bu yüzden tepki veremedim yatağın ucunda oturan karanlık siliüete. Fakat uyandığımda, kaçtığım vakit kar yüzünden oluşan yaraların az da olsa geçtiğini gördüm. Acımıyorlardı.

Kendime kızdım uyanır uyanmaz. Çünkü bilmediğim bu yere ve katillerin boy gösterdiği kişilerin arasında uyumak hiç doğru bir hareket değildi. Kapıyı kilitlemek istemiştim ama kapıyı kilitleyecek ne bir anahtar vardı, ne de kapının üzerinde bir anahtar girişi. Canım yandığından uykuyu es geçememiştim. Çünkü ilk gece ayakta dikilmiştim, uyumamıştım.

Birinci gece sadece yatağın ucunda oturan kişi gelmemişti odaya. Başka biri daha vardı. Nefesini yüzümde hissetmiştim o gelen kişinin. Sanki uykumda beni izliyordu. Uzun süre izledi o kişi daha sonrada odanın içinde bir takım sesler geldi ve bir daha gözlerimi açtığımda sabah olmuştu ve o kadın temiz kıyafetler ile bir tepsi dolusu kahvaltılık getirdiğini gördüğümde kimse yoktu.

Şimdi de uyumama kararı verdim. Çünkü uyursam odada yine hissedecektim onların varlıklarını. Boğazımı kesseler, uykumda ölecek kadar haberim olmazdı. Bir de salak gibi rahat rahat uyuyacak değildim. En iyisi tüm gece pencerenin yanındaki o yaşlı kadının evini izlemekti. Gözlerimi ayırmadan o kadın ve eşini izledim. Buraya geldiğimden beridir, elinde bir tabakla kapının önünde bitiyordu. Eve alındığına şahit oldum. Çıkana kadar bekledim ve tahminime göre bir saat veya bir saatten az oturmuştu.

Konuştuklarını hiçbir şekilde duyamamıştım. Birinci katta olmamıza rağmen, sesleri asla buraya ulaşmamıştı. Belki aşağıda başka odaları yine vardı, oraya götürüyor olabilirdi. Kadın dışarıya çıktığında, Nadia güler yüzle onu yolcu ediyordu. Gülümsemesi, gerçek bir dost gibi gözüküyordu. Fakat kadın arkasını döner dönmez kafasını önünde durduğum pencereye kaldırıp bakıyordu. Göremiyordu ama sanki en küçük sesi ve hareketi duyacak kadar dikkatliydi.

Pencerenin pervazına elimi yasladım ve diğer elimle de perdeyi biraz kenara itip bir gözümün sığacağı kadar alan yarattım. Odam karanlıktı. Oda bana verilir verilmez karış karış aramıştım dibi köşeyi. Herhangi bir kesici alet bulabilmek için fakat hiçbir şey yoktu. Belki kafalarını kırmama yardım edecek bir şeyler olabilirdi ama onları durduracağını zannetmiyorum.

Çatı katı gibi bir oda gibiydi. bir yatak, bir dolap, çalışma masası ve bir banyodan oluşan küçücük bir yerdi. Ama asla kötü değildi. Eşyaları temiz ve son derece kaliteli gözüküyordu.

Bu yerde daha ne kadar kalacağımı bilmiyordum. Ailem, arkadaşlarım ve beni tanıyan herkesin, sonunda cesetimi bulacaklarından deli gibi endişeleniyor olabilirdi. Ya babam. O beni merak ediyor muydu? Beni seviyordur eminim. Kim kızını sevmezki? Sadece sevgisini gösteremeyecek kadar soğuk bir adamdı babam. Ama bana olan sevgisi yok değildi. Böyle olmasını umut ediyordu çaresiz kalbim.

Şakaklarımdan yükselen ağrı ile perdeyi tutan parmaklarımı alnıma çıkarıp sıvazlamaya başladım. Şimdi ilaçlarım olsaydı iyi gelebilirdi bana. En azından gece boyunca düşünmeden kesintisiz uyuyabiliyordum. İlk gece uyuyamadığım için sabaha kadar ağlamıştım ve onun ceremesini baş ağrısı olarak çekiyordum. Ağlamak bir çözüm değildi ama yüreğimi dar bir oda da sıkıştıran o yerden çıkarıp rahatlatacağını, sadece göz yaşlarımın çözüm olacağını düşünüyordum.

Ağrı geçmese de, kapanan perdeyi tekrardan kenara itmek için parmaklarımı alnımdan çektim ve tekrardan, o kadın ve eşinin evini gözetlemeye devam ettim. Işıklarını söndürmemişlerdi, perdeye vuran yansımalarından da anlaşılacağına göre uyumamışlardı. En yakın ev onun eviydi buraya. Eğer bu evden kaçabilirsem oraya gidebilirdim ama önce tam karşımda duran sitenin iki kanatlı demir kapısına çevirdim bakışlarımı.

Nasıl açıldığını daha çözemedim çünkü çok fazla araba ve insanlar sitenin dışına çıkmıyordu, birkaç kişinin çıktığını gördüğümde de arabalar demir kapının önüne geliyor, daha sonra da kapının kanatları içeriye doğru açılarak çıkmalarına yardımcı oluyordu. Çıkanlar mı açıyordu, bilmiyorum.

Yaşlı kadının evinde bir hareketlilik görünce gözlerimi kısıp pencereye bir adım daha yaklaşmıştım ki, üst kattan gelen patırtı sesi ile, kalbimin hızlı hızlı atması ve kafamı hızlıca yukarıya kaldırmam bir olmuştu. Ayaklarım pencerenin önünden geriye doğru gitti fakat perdeyi tutan ellerimi oradan çekmemiştim. Burada bulunduğum üç günde asla yukarıdan sesler gelmemişti. Şimdi gelmesi ve gecenin bu saatinde olması, tenimi ürpertmişti.

Kafam hâlâ geriye doğru yatırmış bir şekilde, tavana saplanan gözlerim ile üst kattan gelecek ikinci bir sese odaklanmıştım. Kalbim gümbür gümbür atıyordu, dudaklarım ise alıp verdiğim nefeslerim için aralanmıştı. Titrek bir nefes kaçıncı dudaklarımın arasından, ikinci bir sesle sertçe yutkundum. Fakat patırtı sesi değildi bu, bir inleme sesiydi. Hafiften sızlanıyordu sesin sahibi. Fakat kime ait olduğunu çıkarmıyordum. Bedenimden büyük bir esintinin geçmesi ile olduğum yerde irkilmeme engel olamadım.

Bana verilen odanın üstünde bir oda daha olmalıydı ve ilk defa çıkardığı sesle, onun orada olduğunu anlamamı sağlamıştı. Bir kadından bahsetmişlerdi aşağıda. Sanırım adı Leylan’dı. O olabilir miydi? Ya da o katillerden biri. Ama sesi çok kalındı ve çıkardığı sesler acı çeker gibi çıkıyordu. Aramızdaki tavan yüzünde de sesi daha da boğuk çıkmasına neden oluyordu, bu yüzden anlaması zordu. Ağlıyor bile olabilirdi.

Gözlerim sanki tavanın diğer tarafını görebilecekmişim gibi, bakışlarımı oradan ayırmadan dikkatlice izliyordum. Başka yabancı göremediğim adamlar bile olabilirdi bu büyük evde. Ama sadece o kadının adı geçtiği için merak etmiştim. Niye aşağı inmemişti? Ya da kaç yaşındaydı? Ama tek bir sorunun cevabı vardı aklımda o da bu evin içindeki katillerle ortak olduğu ve onun da katil olmasıydı.

Birkaç dakikanın ardından üst kattan ayak sesleri geldi ve ağlama, inleme ya da hangi ses ise bir anda kesilmişti. Biraz daha kulak misafiri oldum üst kat ile aramızdaki tavana. Ama bir daha ses gelmedi, susmuştu. Ve sanırım üst katımda bir oda daha vardı.

Acaba benim gibi esir olmuş bazı kızlarda olabilir miydi? Aklıma hep katiller ya da onlarla ortak olan kişiler gelip duruyordu ama ben onlardan biri değildim veya ortakları da değildim ama buradaydım. Kapım kilitli değildi, istediğim gibi çıkabilirdim bu odadan fakat göreceğim şeyler, bu odadan dışarıya ilk adım atar atmaz yaşanacaktı. Üst katımdaki ağlayan kişiye ulaşabilirdim. Her yer yolu denemeliydim bu yerde. Zaten eninde sonunda iyi şeylerin beni beklemeyeceğini az buçuk anlamıştım fakat çabuk pes etmek istemiyordu hırçın tarafım.

Kaçmalıydım bu yerden. Her ne olursa olsun, denemeliydim.

Üç gündür buradaydım, ne onlar odama gelmişti ne de bu pencereden izlediğim sitenin dışına çıkan vardı. Beni neden burada tuttuklarına dair aklıma tek bir şey dahi gelmiyordu. İnsanı sığ suda bile boğan, karanlık derin kuyuda çıkmasına izin bile vermeyen tek şey; bilinmezlikti. İnsanlar her şey ile savaşırdı: Aşk, nefret, öfke, hüzün… Ama asla bilinmezlikle savaşamazdı. Çünkü savaşacağın şeyin ne olduğunu bilemiyordun. Bilemediğin bir savaşın ne kazananı olurdu ne de kaybedeni.

Fakat bu ikilemin ortasında kalmak, dünyanın en büyük savaşlarından bile büyük bir yıkım bırakırdı, kalbinde ve düşüncelerinde.

Şu anda ne yaşandığını, ne bittiğini, ya da neler olacağını bilemiyordum. Bekliyordum, beklediğim için yıpranıyordum. Sadece kendimi düşünmüyordum. Ölmeği bile bazen insan kabulleniyordu bir süre sonra. Fakat geri de kalanların, senin geri de bıraktıklarına nasıl alışacağını, nasıl dayanacağını düşünüyorsun. Bu ölmeyi kabullenmekten bile zordu, her insan için. Umarım geri de bıraktıklarımı düşünecek birileri olabilirdi!

Aralıklı duran perdenin kenarından düşecekmiş gibi duran iki parmağım ile kavrayıp, bakışlarımı tekrardan o yaşlı çiftin evine çevirdim. Şimdi ise onlar perdelerini açmışlardı ve beraber televizyon izleyerek bir şeyler içiyorlardı. Mutlu görünüyorlardı, beraber mutlu bir evlilik geçirmiş olmalıydılar. Bunu, buradan bile görmek mümkündü.

Onlar bana yardım edeceklerdi, buna inanıyordum. Çünkü bu katiller, yanı başlarında yaşadıkları sürece herkesin can güvenliği tehlikedeydi. Gözlerimi sımsıkı kapattım ve derin bir nefes aldım. İçime çektiğim hiçbir nefes bana iyi gelmiyordu, aldıklarım bile kesik kesikti. Midem ağrıyordu, ense köküme, şakaklarıma balyoz darbeleri indiriyorlarmış gibi can çekişmeme neden oluyordu. Yalnızdım burada, tutsaktım ve ben, ilk günahıma giden adım yolunu kafamda tercih etmiştim.

 

****

 

 

Rutubet kokusuna ve bedenini buza çeviren bu yerde durmadan tavandan zemine düşen damla sesine yavaş yavaş alışmaya başlamıştı güçsüz düşen bedeni. Ağlamaktan şişmiş olan gözlerini yavaşça araladığında, buraya getirildiği günden beridir ilk defa karanlık bu yerde adım seslerini işitebilmişti.

Islık sesi ve ona eşlik eden bir kadının şarkı mırıldanması ile açılan kapı ile birlikte, gözlerine vuran sarı parlak ışıktan dolayı hızlıca kolunun birini yüzüne çıkardı. “Naber sarı buzağı!” diyerek alaya alan bir erkeğin sesini duyması ile birlikte kafasını yere eğdi ve genzine dolmuş olan rutubet kokusu yüzünden öksürmeye başladı.

“Sarı buzağı mı?” diye soru soran kadın sesi kulaklarına boğuk bir şekilde ulaşmıştı. Fakat kendisi, öksürdüğü için dişlerinin arasından fırlayan kan, dudaklarının üzerine bulaştığı için kolunun tersi ile silmeye başladı “Bence yaratıcı.” Dedi aynı kadın sesi.

Yüzlerini seçemiyordu, buraya hapsedildiği günden beridir, korku damarlarında son sürat azalmadan devam ediyordu. Aklına kazıdığı o yüzlerde korkudan dolayı yavaş yavaş siliniyordu. Şimdi ise tam karşısında duran bu iki kişinin, kendisini alaya alan tonları yüzünden gözlerinin dolmasına engel olamadan burnunu sertçe çekmeye başladı.

“Lütfen-” dedi ağlamaktan kısılmış sesi ile. “Lütfen bırakın gideyim.” Avuçlarını yere dayamış, kafasını ise kollarının arasına gömmüştü. “Yemin ederim kimseye bir şey demeyeceğim!” dediğinde, karşısındaki adam bulundukları bu yerde yankı yapacak bir şekilde kahkaha atmaya başladı. “İnanır mısın, herkes bunu söylüyor.” Dizlerini kırarak oturduğunu hissetti ama başını kollarının arasından çıkarıp yüzüne bakmadı. “Ve hepsinin de son söylediği cümleler bunlardı.” Dediğinde kahkahası geri çekilmiş, sesi ciddileşmişti.

“Dediğinizi yaptım!” dedi bu sefer kısık bir sesle. Dolan gözleri bu sefer direnemediği için boşalmaya, omuzları da buna eşlik ederek sallanmaya başladı. ağlaması giderek şiddetlendiğinde, ayakta dikilen kadının sertçe burnundan soluduğunu duydu. “Bir kere de biriniz ağlamasın be abiciğim!” deyip üf çekti.

Kafasını iki yöne sallarken, kapalı olan gözlerini sımsıkı yumdu. “Böyle olacağını bilmiyordum, özür dilerim.” Derken, karşısındaki kişilere söylemiyordu bu cümlelerini. Sanki başka birine karşı duyduğu pişmanlıktan dolayı, sarf ediyordu bu kelimeleri.

“Onun istediğini yaptın sarı buzağı.” Dizlerini kırarak oturan kişi ayaklanıp, tekrardan sarı ışığın önünü kesti. Bu sefer büyük gölgesi, küçücük olmuş bedeninin üzerine bir kolon gibi devrildi. “Daha benim istediğimi yapmadın!” dediğinde, yanaklarından süzülmeye devam eden göz yaşları ile birlikte başını ayakta dikilen kişilere kaldırdı. İşaret parmağını havaya kaldırdığını gördü adamın. “Benim istediğimi içtenlikle yapacağına emin değilim ama.” Dediğinde, omuzunu kapının kenarına yaslamış olan kadın hoşuna gider gibi kıkırdadı.

Adam derin bir nefes alıp ellerini birbirine sıvazlayarak, “şimdi ise sana bir gösteri getirdik.” İşaret ve baş parmağını birbirine yaslayıp dudaklarına götürüp öperek, “O kadar hoşuna gidecek ki, delirmeden edemeyeceksin.” Sarı ışığın önünden çekilip arkasını dönerek bulundukları yerin ortasına doğru yürümeye başladı.

Kırık pencereleri, duvarlarından aşağıya dökülen kireçleri ile buranın ne olduğunu çıkaramıyordu. Kilitli kaldığı odanın yanında dikilmeye devam eden kadın, ayağı ile kapının ucuna sert bir tekme geçirip geriye doğru açılmasını sağladığında ayakta dikilen iki adamın yan yana olduğunu gördü.

Omuzları gördüğü kişilerle birlikte aşağıya doğru daha çok düşerken, buz kesen bedeninden dolayı nefes almayı bile unutmuştu. Bulundukları harabenin ortasına doğru yürüyen adam sonunda durup bedenini yan çevirdiğinde, ellerinde parmakları kesilmiş deri eldiven, üzerinde siyah tişört altında ise siyah kargo pantolon ve siyah botlar vardı. Fakat bacağının en üst kısmında yerleştirilmiş olarak gördüğü bıçak ve silah, gözlerinin kocaman açılarak, dudaklarının titremesine neden olmuştu.

“İyi izle sarı buzağı. Şimdi yarış yapacağız ve sen de ilk kimin kazandığına karar vereceksin.” Diyen kadının karanlıkta kalan yüzüne bakamadı, çünkü sadist bir şekilde gülen adamın yandan ifadesi zaten onun bedeninin çoktan titremesine neden olmuştu.

Kadında, o adama doğru arkasını dönerek yürümeye başladığında, onunda aynı şekilde bacağına yerleştirilmiş, bıçak ve silah olduğunu gördü. Pişmanlıkları, kalbini patlatacak kadar onu sıkıştırmaya başladığında, dudaklarını birbirinin üzerine sımsıkı kapadı, ıslak kalan yanağının üzerinden bir damla daha göz yaşı çenesinin altına kadar süzüldü.

“Bak şimdi sarı buzağı,” diyen adam ona bakmadan, sadece korkudan titreyen ve yüzlerinde temiz bir yer kalmayacak bir şekilde kan kaplayan adamlara bakarak konuşmaya devam etti. “Biz senin için eğlenceyi ayağına getirdik. Sende kimsenin hakkını yemeden doğru bir hakem olacaksın!” dediğinde bacağının üzerine yerleştirdiği bıçağın birini çekip çıkardı. Yanında siyahlar içinde olan kadında, bacağına yerleştirdiği bıçaklardan birini çekip çıkardığında, bir ayağını geriye diğer ayağını da ileriye doğru atarak, elindeki bıçağı çevirmeye başladı.

O adamlara bakarak konuşuyordu fakat sözleri ağlamak ve titremekten başka yapacak hiçbir şeyi olmayan kendisine olduğunu iyi biliyordu.

“Bence koşmaya başlasanız daha iyi olur.” Diyen kadın eğdiği bedenini tekrar yukarıya doğru kaldırıp, “çünkü eğlence onun orasında.” Deyip karşısında el pençe divan bir şekilde duran adamlara göz kırptı. Fakat adamlar hareket edemeyecek kadar korkudan donup kalmışlardı.

“Koşun!” diyen adam gözlerini kocaman açmış, dudakları ise sadist bir şekilde iki yöne doğru kıvrılmıştı. Sağ elinde tuttuğu bıçağın deri kısmını parmaklarının eklem kısımları bembeyaz olacak bir şekilde sıkı sıkıya kavramıştı. Yanındaki kadında aynı şekilde başını omuzuna doğru eğmiş, dilini dudaklarının üzerinde gezdiriyordu.

Deponun ortasında kaskatı kesilen iki adam dolan gözlerle birbirlerine baktıklarında, çeneleri korkudan titriyordu. Titreyen sadece çeneleri değil, tüm uzuvları da korkudan titriyordu. Fakat karşılarında ellerinde bıçaklarla duran kişilerin onları bırakacak kadar insaflı olmadıkları gözlerinde görebiliyorlardı.

“İyi izle sarı buzağı!” diyen bu sefer deponun ortasında elinde tuttuğu bıçakla o kadındı. Dağılmış sarı saçları, açamayacak kadar şişmiş olan gözlerinin önünü kapatırken, kolları, dizleri ve kemiklerine kadar sızım sızım sızlıyordu. Fakat bu iki psikopatın neyi amaçladığını hâlâ çözememişti.

Avuç içlerini yere bastırıp, dizlerinin üzerinde açık olan kapının önüne doğru sürünmeyi amaçladı fakat bacaklarından yükselen ağrı ile dişlerinin arasından bir inleme dışarıya firar etmesi ile dudaklarını birbirinin üzerine bastırıp, yükseldiği yere tekrardan çöküvermişti. Kaç gün olduğunu bilmeden depo bozuntusu bu yerdeki; kibrit kutusu kadar odanın içinde hareket edemeyecek kadar uzuvları uyuşmuştu.

Yemeklerini ve temiz kıyafetlerin kimin getirdiğini bilmeden, hapishanelerdeki kapıların üstünde yer alan bölmedeki gibi, kilitli kaldığı odanın kapısında da aynı şekilde küçük bir giriş vardı ve her kimse ses etmeden ihtiyacı olan şeyleri uzatmadan önce sadece bir kere tıklatıp alması için o giriş yerden uzatırdı. Sesi kısılana kadar kapının diğer tarafındaki gelen kişiye sesleniyordu ama onu karşılayan sadece terk edilmiş bu harabe yerde, geri dönen kendi sesiydi.

Niye burada olduğunu, neden tutulduğunu ve ne amaçladıklarını anlayamayacak kadar kafası karışmış durumdaydı. Ve ilk defa böyle şeyle karşılaşmıyordu çünkü bundan birkaç gün önce farklı iki kişi daha gelmişti. Kısa küt saçlı kız ve yanında da kumral uzun boylu bir erkek vardı. Bir adamı önce öldürene kadar dövmüş, sonrada bu harabenin dışına çıkıp bir çukur kazmışlardı ve o adamı diri diri toprağa gömmüşlerdi.

Her şeyi kırık camlar sayesinde görmüştü ve görmesi için elinden geleni yapmış gibiydiler!

Fakat en korkunç olanı, o adamı diri diri toprağa gömdükten sonra kilitli kaldığı bu odanın kapısını kilitleyip, tüm gece boyunca toprağın altında bağıran adam ile birlikte yalnız bırakılmasıydı. Ve bir süre sonra adamın sesi kesilmişti ama kendi kulaklarında ömür boyu o adamın acı çığlıklarını silemeyecekti. O adam bağırdı, kendisi kulaklarını kapadı duymamak için. Göz yaşları bir sel yarattı bu küçücük odada fakat bir kendisi boğuldu ve onu kimse kurtaramadı.

“Koşsanıza amına koduğumun salakları!” diyen adamın öfkesi sesine yansıdı. Deponun ortasında bekleyen adamlar gözlerini sımsıkı yumup, ağlamaya başladılar. Yalvaramayacak kadar dillerini yutmuş gibiydiler. Fakat başka çarelerinin olmadığını bildiklerinden arkalarını yavaşça döndüler.

Oturduğu yerde gözlerini o kişilerden ayırmadan sırayla onların üzerinde gezdiriyordu. Bıçak tutan ellerini havaya kaldırmadan önce ikisi de parmaklarının arasında, profesyonel bir şekilde bıçaklarını döndürmeye başladılar.

İlk konuşan siyahlar içindeki kadın olmuştu. “Bıçaklar benim için sadece bir oyuncak. Gerçekten atışlarda beni geçebileceğini mi sandın?” derken, alay ve kibir barındırıyordu cümlelerinin altında. Yanında duran adam bedenini hafif eğerek, “bu fikrin, gördüklerinden sonra tamamen değişecek.” Dediğinde birkaç saniye adamların üzerinde tuttuğu bakışlarını kadına çevirerek, “o zaman bıçaklarına elveda diyeceksin ayçiçeği.” Deyip göz kırptı.

Yanındaki kadın yalandan bir kahkaha atıp, “hevesini kursağında bırakacağım için kusura bakma.” Elinde tuttuğu bıçakla beraber yumruk yapıp, ağlıyormuş gibi gözlerini ovalayarak, “küçük bir kız çocuğu gibi ağlayarak buradan çıkacaksın.” Dedi ve sırıtmaya başladı. “Koşun!” dedi kadın bakışları yanındaki adamdayken. Ve o adamlar koşar adımlara çıkışa doğru yürümeye başladılar.

İkisi de bıçakların deri kısmından tutarak, metal kısmını parmaklarının arasında tutmak için hızlıca avuçlarının içinde döndürdü. Çok geçmeden omuz hizasına kadar getirip koşan adamların arkasından fırlatmak için hazır ola geçmişlerdi ki, gözleri göreceği şeyler yüzünden hızlıca kapandı ve bir çığlık kopardı. “Ne yapıyorsunuz!” diyen bir tanıdık ses, çığlıklarının arasına dolarken, gözlerinin açılma isteği karşısında duramadı. Ve yumduğu gözlerini açar açmaz, ağrıyan bedenine inat ellerini kapının iki yanından sımsıkı tuttu ve dizlerinin üzerinde havaya yükseldi. Kafasını, odanın kapısından o tanıdık sesi duyabilmek için uzattı.

Tanıdık ses Cesur’du! Bu zamana kadar ilk defa gördüğü o tanıdık yüz onundu! O pisliğin, diye geçirdi içinden.

“Ah!” dedi sitemlenerek o adam. “Hedefimizi şaşırttın.” Dediğinde, ellerinde hiçbir şey olmadığını gördü, fakat hızlıca bakışları giriş kapısının önünde duran Cesur’a takıldı korkulu gözleri. İki elinde de deri eldivenler vardı ve sadece bir elinde silah tutuyordu. Bu sefer gözleri sağında ve solunda kalan duvarların içine saplanmış olan bıçaklara kaydı. Adamlar ise kafalarını korumak için etrafına dolamışken, titreyen dizlerinin üzerine çökmüşlerdi.

“Yakala ve öldür demiştim değil mi size?” diyerek durduğu kapının önünden çekilip adımlarını içeriye doğru atmıştı. “Ne zamandan beridir avlarımızla oynuyoruz?” deyip elinde tuttuğu silahı havaya kaldırdığında, gözlerini yumamadan iki el ateş sesi patladı ve adamlar sırt üstü yere düştüler.

Ellerini ağzına kapattı. Oluk oluk akan kan olduğu gibi harabenin içine doğru süzülmeye başladığında, sessiz çığlıkları dudaklarından onun boğarcasına dışarıya dökülüyordu. Gözlerini alınlarından vurulan adamların üzerinden ayıramıyordu. Yanaklarından dökülen göz yaşları, önce aktığı yeri daha sonra da, dudaklarının üzerine kapattığı elini yakmaya başladı.

Kalbi sıkıştı, nefes alamadı. Gördükleri cehennemin en derin katından daha acı vermişti kendisinde. Buz kesen bedenini o cehennem ateşi bile söndürmezdi artık.

Sessiz ağlamalarının arasından o kadının burnunu çektiğini duydu ve daha sonra da sesini. “Sadece en iyi kim bıçak kullanıyor onu test edecektik. Canlı deneme tahtası iyi iş görür dedik.” Diye bir açıklama yaptı.

“Böyle bir şey yapabilirsiniz dediğimi hatırlamıyorum!” Diyen Cesur’un insanın kalbini durduracak ağır adımlarının çıkardığı sesleri işitebiliyordu. Ama gözleri ölen adamların üzerindeydi. Yükseldiği dizlerinin üzerinden tekrardan yere indirip, un çuvalından farksız bir şekilde yerine oturdu.

“Eğleniyorduk işte. Zaten öleceklerdi, bari bize hizmet ederek ölsünler diye düşündük.” Elinde bir bıçak daha vardı ve onun ucuyla da yüzünü kaşıyordu deponun ortasında dikilen adam.

Cesur kafasını iki yöne doğru sallarken, kaşları çatılmış bir şekilde yürümeye devam etti. bulunduğu odanın tam önünde, bedenini kendisini çevirmeden yan bir şekilde durdu ve bakışlarını kendisine çevirdi. Dudaklarının üzerine kapattığı elini yavaşça yere indirirken, çatılan kaşları alnını delip geçecek kadar ağırlık yaptığı hissetti. Gözleri ise öfkeden deliye dönecek kadar ateş püskürtüyordu.

Ağır ağır kafasını ayakta dikilen Cesur’un yüzüne kaldırdı. Ama onun ifadesinin çok geçmeden değiştiğini, yerini ise kendini beğenmiş ve öfkesi bine katlayacak olan bir gülüş takındığını gördü. “Kandırdın beni!” dedi dişlerinin arasından. Yüzünün, dudaklarının ve çenesinin seyirmesine engel olamıyordu. “Duygularımla oynadın.”

Cesur kafasını iki yöne doğru salladı ve bakışlarını ondan çekip karşıya odaklandıktan sonra, başını ensesine kadar yatırıp gülmeye başladı. Kollarını ise bacaklarının iki tarafından serbest bırakıp elinde tuttuğu silahın kabzasını ağır ağır bacağına vurmaya başladı. birkaç saniye bu duruşunda durduktan sonra, yüzü ciddileşti ve ensesine kadar yatırdığı başını geri kaldırdı.

“Sana Nida’nın selamını getirdim.” Bakışlarını çaresizce ve korkudan deliye dönecek olan kadına çevirdi. “İhanetin onda büyük bir hasar bıraktı İlayda!” dediğinde az önce sinirle bakan ifadesinin yerini, pişmanlık ve üzüntüye bırakmıştı.

 

 

 

Devam Edecek...

 

Loading...
0%