@kadrisyazar_
|
MASKENİN ARDINDAKİLER
13.BÖLÜM
İKİ ÇİFT GÖZ
ⴊ
“Nida AKEL” Gergin bir şekilde başımı omuzumun üzerinden geriye doğru çevirdiğimde, dizlerimin üzerine yasladığım ellerim titremeye başlamıştı çoktan. Arkamda gülümseyerek gözlerimin içine bakıyordu, sesin sahibi. Siyah ceketinin içine bordo boğazlı kazak giymişti. Elinde siyah eldivenler vardı ve sağ avucunun içinde, yuvarlak başlı, ince siyah bir bastonu sımsıkı tutuyordu. “Özür dilerim hanım efendi.” Dedi kibar bir şekilde. Siyah saçları, koyu gözlerinin üzerini gölgeliyordu. Yeni tıraş olduğunu belirten yüzünde, kırmızılıklar vardı. Yüz hatları öyle keskindi ki, yüzünü bakınca o tedirginliği iliklerine kadar hissedebilirdin. Şu anda onu yaşıyordum. Hem de yerimde. Arkamdan masanın diğer ucuna yavaş adımlarla ilerlemeye başladı. Gözlerim eş zamanlı olarak, ayak ucuna indi. Sağ elinde tuttuğu bastonu zemine daha sert bastırıyordu çünkü sağ ayağında bir problem vardı. Tüm ağırlığını sol ayağına verdiği ağırlıkla aksıyordu. Ağır ağır masanın diğer ucuna doğru ilerlemeye başladı. Adımlarını takip eden bastonun çıkardığı sesler, her vuruşunda kalbimin ritmini biraz daha arttırıyordu. Benimde arkaya çevirdiğim yönümü, tekrar önüme döndürürken, dudaklarıma tiksinme ifadesini çoktan iliştirmiştim. Bu sefer sağ tarafıma çevirdim başımı ve öfkeli bakışlarım o adamın üzerinden çekmeden, bedenimi karıncalandıran tüm duygularla cebelleşmeye çalıştım. Gergindim, korkuyordum ve öfkeliydim! Bütün kötü duyguları bir arada yaşıyordum! Tüm baskıyı diğer ayağına vererek ilerlerken, konuşmaya devam etti. Fakat bu sefer cümleleri masanın etrafına dizilen kişilereydi. “Umarım misafirimize iyi davranmışsınızdır.” Harflerin başına dizilmiş olan iğneleri hissetmek mümkündü. Bakışları ilk Artemis’in üzerinde durdu. “Benim güzel lotus çiçeğim yaralanmış.” Dediğinde, ellerini iki yöne doğru kaldırdı. Elindeki bastonda havaya kalkmış oldu böylelikle. “Gel buraya kızım.” Artemis, sandalyesini geriye doğru sakince iteleyip ayağa kalktığında, alttan bakışlarını önce Arın’a, ardından da Cesur’a çevirdi. Daha sonra da Arın’ın sandalyesinin arkasından adama doğru yürümeye başladı. Cesur’un gözlerinin onlarda olduğunu, yan tarafıma dönmesem de hissedebiliyordum. Fakat Arın tam karşımda olduğu için onun ifadesini daha net görüyordum. Kafasını kaldırmadan, dudaklarını kıpırdatarak bir şeyler söylüyor gibiydi. Artemis’in yanağında hâlâ yarasını kapatması için sargı bezi vardı. Benimde vardı fakat duş aldığım için söküp atmıştım. Aynadaki yansımamdan anlaşıldığı üzere de hâlâ izi duruyordu. Artemis, adamın tam karşısında durup beklediğinde, usulca parmaklarını yaranın üzerine kapatılmış olan sargı bezine dokundurdu, ardından da avuçlarını Artemis’in yanaklarına bastırıp, “canın çok yandı mı lotus çiçeğim?” diye sordu. Artemis başını olumsuz anlamda iki yöne doğru salladı. Kaşlarının çatıldığını buradan bile görebiliyordum. Nadia denilen kadında o adamın arkasında, elleri önünde bağlı bir şekilde bekliyordu. Boşluğa bakıyordu ama tüm dikkati yanında duran kişideydi. Adamın takındığı tavır rahat olsa da, masanın etrafına dizilen kişilerin enerjisi hiç öyle göstermiyordu. Aksine rahatsız bir şekilde yerlerinden kıpırdamadan neler olabileceklerini görmeye çalışıyor gibiydiler. “Canının yanmadığına eminim. Fakat bunu yapan için aynı şeyleri söylemek mümkün değil benim için. Doğru muyum?” derken, sorudan ziyade, buna adı kadar emin olduğunu gösteriyordu. Tebessümü git gide derinleşirken bakışları karşısındaki kadının üzerindeydi. Bu sefer Artemis’in bakışları bir yırtıcının gözleri gibi keskinleşti. Dudakları da yarım bir gülüşle yukarı kıvrılıp, hâlâ yanakları o adamın avuç içindeyken başını bu sefer olumlu anlamda aşağı yukarı doğru salladı. “Aferin sana!” dedi gururlanmış bir şekilde. Ellerini yanına indirirken, bu sefer bakışları, masanın üzerinden bir saniye bile kaldırmayan Arın’ın üzerine yoğunlaştı. Artemis yerine geçerken, bastonunun ucunu kavrayan adam gözlerini şüphe ile kısıp, “saçlarını mı kestin sen?” diye bir soru sordu Arın’ı kastederek. Çok kısa yerine geçen Artemis’e baktı, daha sonrada soruyu sorduğu kişiye indirdi. Kaya’nın yanımda hareketlendiğini hissettim ama ona bakmadım. Arın burnunu sertçe çekerken, yüzü sanki bunu yapmakta kararsızmış gibi aşağı yukarı doğru salladı isteksiz bir şekilde. İlk uyandığım zaman benimde dikkatimi çekmişti fakat karanlıkta tam seçemediğim için önceden de böyle olduğunu düşünmüştüm. Kıstığı gözlerini tek tek masanın etrafında dolaştırırken, uzun süre teması Cesur’un üzerinde tuttuğunu fark ettim. Göz ucuyla yanında oturduğum Cesur’a dönüp baktığımda, diğerlerine nazaran daha rahat ve sakindi. Duruşunda hiçbir bozulma yoktu, kendinden emindi. Yüzünde ise karşısındaki adama karşı silik bir tebessüm vardı. “Nida!” diye adımı zikredince, hemen masanın diğer ucunda ayakta dikilen adama baktım. Sandalyesini geriye doğru çekip oturmak istediğinde, bastonunu yere daha sert bastırıp diğer elini de sağ bacağına yaslamıştı. Ağır ağır geriye doğru çektiği sandalyesine oturunca zorlanıyormuş gibi bir hali vardı yüzünde. “Yaşlanıyorum artık!” dedi üzülüyormuş gibi. Geber it herif! Öfkemi içimde bastırmak için kendime durmadan telkinler veriyordum. Şimdi bilinmezlik yalın bir şekilde karşımda duruyordu. Attığım her adım beni daha fazla bilinmezliğe sürüklerken, elimden hiçbir şey gelmiyordu. Kıpırdamadan bekledikçe de karanlık beni içine daha çok çekiyordu. “Kafan çok karışmıştır. Anlıyorum seni! Fakat merak etme her şey yoluna girecek.” Dediğinde, yan tarafında oturan Arın burnundan gülme sesini çıkarıp eğdiği kafasını sağa sola doğru sallamaya başladı. Arın’ın bu hareketi, konuşan adamın cümlelerini saniyesinde çürütmüştü. Böyle bir ihtimalin olmayacağını biliyordu ve benimde bunu bilmem için hareketleriyle gösteriyordu. Arın’a ters bir bakış attı yandan. Artemis masanın üzerinden yumruk yaptığı elini biraz Arın’a doğru kaydırdığını gördüm. Arın’ın tebessümü eskisi kadar fazla olmasa da yine de dudaklarında bunu görebiliyordum. Benim gözlerim ise, resmen alevlenmek üzere yavaş yavaş kıvılcımlar çıkarıyordu. “Kimsiniz siz?” dedim onları küçümseyerek. Bastırdığım tüm öfke ağzımdan çıkan kelimelerin etrafına dolanmış gibiydi. “Hangi amaçla bir aradasınız?” alayla güldüm ama daha çok ağlamamı bastırmak istiyormuşum gibiydi. “Bana niye el koydunuz? Ne için?” karşımda katil sürüsü vardı ve benim diklenen başımı saniyesinde bedenimden koparıp önüme atabilirlerdi fakat içimde kaynayan öfkemin dumanını yok edemiyordum. Ellerimi masanın üzerine koydum ve tüm öfkemi kendimden çıkarmak ister gibi tırnaklarımı avuç içime batırdım. Kaya’da kollarını masanın üzerinde birbirine dolayıp bedenini biraz daha yaklaştırdı. Kaşları ise bu hareketimi beklemiyormuş gibi havalandı. Göz ucuyla herkesi tek tek kontrol ediyordum. Tüm hareketlerini kaçırmamak, nasıl bir ruh halinde ve ne hissettiklerini çözmeye çalışıyordum ama öyle kapana kıstırmışlardı ki beni, değil yüzlerinde ifadeyi çözmek, daha da dolambaçlı bir yola dönüşüyordu. “Zamanı geldiğinde öğreneceksin farecik!” diye araya atlayan Arın, geldiğinden beridir ilk defa başını kaldırmış yüzüme bakmıştı. Peder dedikleri adamın çenesinin kasıldığını, aldığı derin nefesle kendini tutuyormuş gibi bir hale büründü. “Sen çorbaları dağıt Nadia!” dedi, tüm bedenini kasıyor gibiydi. Arın’a bir daha bakmadı ama sesi tüm sinirini dışa vurmanın ötesindeydi. Nadia, masaya doğru yaklaşıp Peder’in yanındaki siyah tencerenin kapağını açarak kepçeyi bir tur içinde karıştırdı. Ardından ilk çorbayı yanındaki adamın tabağına bıraktı. “Nadia, eskiden beridir benimle çalışıyor. Kendisinin gözleri görmese de kalp gözü açık biridir.” Gözlerinin görmediğini görür görmez anlamıştım. Şimdi de kendisi de dile getirince yanılmadığımı gördüm. İşaret parmağını kalbine yaslayıp, “önemli olan da zaten orası değil midir? Bakan çok göz var ama asla gerçeği görüp hissedemez.” Dedi yumuşak bir sesle. Kalp? Hangi kalpten bahsediyordu ki bu adam? Katil olan bir kalp asla gerçeği göremezdi. Çünkü onun kalp gözü kan ile bürünmüş olurdu. Kandan başka hiçbir şey görmezdi, görse bile daha çok kana bulamak için ortalığı yerle bir ederdi. Nadia’ya baktım. Görmeyen bir insanın bu kadar iyi iş çıkarabilmesine şaşırmıştım. Çünkü ben düz yolda bile yürüyemeyecek kadar sakar biriydim ama o görmeyen bir gözle yürüyüp yemek dağıtıyordu. “Ama Nadia, gözlerinin hasar kaydını, kulaklarının vergisi ile ödüyor!” Mırıldanarak kurduğu cümlesi ile kaşları alayla yukarıya havalanmıştı Arın’ın. Nadia’da bunu duymuş olacak ki, elinde tuttuğu tabak ve kepçe havada kaldı. Boşluğa bakan gözleri bu sefer tam Arın’ın üzerinde durdu. Bence bu kadın görüyordu, bu kadar net bir şekilde hedefinin üzerinde durması olası bir durum değildi. “Yemek yerken konuşulmaz Arın, bunu biliyorsun!” tebessümü hiçbir şekilde yüzünden gitmiyordu. Ama o gülüş samimiyetten çok uzaktı. Öfkeyi gülüşle bastırmak için bir kamufleydi sadece o. “Daha yemeğe başlamadım!” dedi büyük bir özgüvenle Arın. Havada asılı kalan tabağı hızlıca, her şeyi dalgaya vuracak olan kişiye doğru uzattı. Arın, halinden memnunmuş gibi uzatılan tabağı alıp, itici yarım bir gülüş takındı yemek dağıtan kadına bakarak. Arın’ın yanında yani tam baş köşede oturan adama baktım tepkisini görmek için. Dudakları düz bir çizgi halinde, her an kenetlenmiş olan o çizgiden binlerce öfkeyle kurulmuş olan cümleler çıkabilecekmiş gibi duruyordu. Ama kendini tutuyordu ve aşırı sakindi. Yaşlı bir adam değildi ama gençte değildi. Annem ve babamın yaşında olabilirdi. Bizimkiler tekrar aklıma gelince, yüreğimden hiç gitmeyen o küçük yaranın başı tekrardan sızlamaya başladı. Aralanan dudaklarımdan kesik bir nefes dışarıya doğru firar ederken, gözlerimi kapatmamaya direndim. Fakat göz pınarlarım öyle çok acıyordu ki, düştüğüm durumu göstermenin en acılı yoluydu. Sorduğum sorulara cevap verilmiyordu. Görmezden geliniyordum, öyle ki bakışlarında bunları görmek bile mümkündü. Sertçe yutkunurken, tekrardan cevabı verilmeyecek bir sorunun hazırlığını yapıyordum kendi içimde. Nadia, dumanı üzerinde tüten sıcak çorbayı önüme bırakırken, dumanıyla birlikte kokusu burnuma geliyordu ve benim ağzım sulanıyordu. Gerçekten acıktığımı fark ettim. Kokusu mükemmeldi, eminim ki tadı da öyledir. Açlıktan dolayı dudaklarımı yalayıp karşıda oturan adama baktım dik dik. Ama yüzümde açlığım okunmaması için gayret ettim. “Çorbanı içebilirsin Nida.” Dediğinde, çorbasından bir kaşık alıp dudaklarına götürdü. İçtiği çorbanın tadı hoşuna gittiğini belirtmek amacıyla, kafasını beğenmiş gibi aşağı yukarı sallayıp yanında ayakta bekleyen Nadia’ya kaldırdı gözlerini. “Ellerine sağlık Nadia, yine en güzelini yapmışsın.” Nadia, mütevazi bir şekilde baş selamı verip tebessüm etti. “Leylan’ın yemeğini götürdün mü?” diye sordu bu sefer. Gizem’in omuzlarını daha çok dikleştirdiğini gördüm. Nadia’da Gizem’e kısa bir bakış atıp, “Leylan Hanım, yemeğini Gizem’in getirmesini söyledi.” diye cevapladığında, bakışları tekrar yanında oturan adama çevrildi. “Evet Peder ben götüreceğim yemeğini. Benden istedi Leylan annem.” Gizem’i başıyla onaylayıp, “herkes yemeğine başlayabilir, afiyet olsun.” Dediğinde tabakların içine daldırılan kaşık sesleri duyulmaya başladı. Çorbaya baktım. Bir anda gözüme içinde binlerce taş ve dikenlerin olduğu bir tabak gibi görünmüştü. İştahım anında çekilmişti. Midem ağrımaya, ense kökümde zonklamaya başlamıştı. Ne yaşadığımı, ne gördüğümü anlayamıyordum! Hangi günahı işledim ki, böyle bir bok çukuruna düşmüştüm! Midem iyice bulanmaya başlamıştı. Öğünlerimin arasını hep bu şekilde açtığımda ve uzun süre yemek yemediğimde, midem yemeği kaldıramıyordu. Çorbayı görmeden öncede acıkmıştım ama şimdi önüme gelince, midem resmen içe doğru büzülmeye başlamıştı. Dikkatimi, önümden alıp, altın rengindeki tabakların yanına koyulan, altın rengindeki çatal bıçak takımına baktım. Siyah masa örtüsünün üzerinde çok zıt duruyordu. Her şey altın rengindeydi. Aynaların kenarları da altın rengindeydi. Siyah duvarlara yakışmıştı fakat uyumsuzluğun içinde bu kadar uyumlu gözükmesi rahatsız ediciydi. Masanın üzerinde korkudan titreyen kız çocuğunu anımsatan mum ışığına baktım. Titrek bir şekilde yanmaya devam etse de, yine de ışık saçmaktan vazgeçmiyor gibiydi. Tıpkı benim gibi. Kalbimin başında yanan bir mum ışığı vardı ama öyle zayıftı ki, karanlık odalarına yetmiyordu. Umuttu o ışık, ailemdi, hayatımdı. Bunlar, sabretmem için dayanak gücümdü. Gözlerim hâlâ mum ışığındayken, masanın altından ayağıma gelen hafif darbe ile oturduğum yerde sıçrayarak bakışlarım yan tarafımda yemeğini sakince yiyen Cesur’a çevirmiştim. Bir kaşık dolusu çorbayı dudaklarının arasına götürürken, alttan bakışları önce karşısındaki adama, daha sonrada bana çevirdi. Kaşları ile önümdeki çorbaya işaret etti yemem için. “Lotus çiçeklerim ile tanıştın mı Nida?” imalı bir şekilde gülerek sorusunu soran adama çevirmeden önce Cesur’un bu harekinden ötürü burnumdan bir derin nefes alıp sabır dilendim. “Öyle umuyorum ki, onlar kendilerine özgü olan tanışma stillerini sana göstermişlerdir!” Kaya histerik bir gülüş atıp, “Peder görmen lazımdı yüzünün hali-” heyecanlı anlatışını, Peder işaret parmağını dudaklarına götürüp sus işareti yapınca yarıda kesilmişti. Gözlerini kapatarak, her şeyi susturmak istermiş gibi bir hali vardı. Kaya bozulduğunu yansıtmamak adına, başını önüne eğip genzinden kesik bir şekilde öksürdü. “O ev size yaramıyor lotus çiçeğim, asla yaramıyor!” başını iki yöne doğru sallarken, dudaklarının üzerine tam kapatmadığı işaret parmağını tekrardan masanın üzerine yumruk yaparak bıraktı sakin bir tavırla. “Laflarımı bölüyorsunuz, size sorulmayan soruları cevaplamaya çalışıyorsunuz.” Dedi. Kafasını hafif omuzuna yatırıp , “Belki de, kendinizi hatırlatmam gerekiyordur!” Kaya hızlıca kafasını, masanın başında oturan Cesur’a çevirmişti. Gözlerinde böyle bir şeyin olmaması için yardım istermiş gibi sağa sola doğru dalgalanıyordu. Cesur’a baktım bende. Ama o asla Kaya’nın yüzüne bakmıyordu, sessiz bir şekilde bakışları önüne koyulan tabağın üzerindeydi. “Özür dilerim Peder, affet!” ortamda akan sessizlikten sonra Kaya konuşmuştu. Bakışlarındaki ürkek ve korkunun aksine, sesi gürdü. İlk defa bakışlarında bunları görmüştüm. Korku nedir bilmiyorlar sanmıştım ama Peder’in etkisi büyük olmalıydı. Adamın etrafına yaydığı karanlık enerjiyi öyle hissediyordum ki, sanki o enerjiyi az sonra görecekmişim gibi, tüm bedenimi uyuşturuyordu. Diğerlerinin de bedenlerinden yayılan enerji akışı, benimde bedenime siniyordu. Fakat iyi bir enerji değildi hissettiğimin aksine, kötüydü. İyi bir aile yemeği gibi gözükmüyordu, her an birbirine bıçaklar ve çatallar fırlatacaklarmış gibi bir halleri vardı. “Ben affedici değilim lotus çiçeğim, ben sadece kendini unutan birini hatırlatacak basit bir adamım!” Adamın cümlesi ile birlikte kendimi, derin bir nefes çekerek yutkunurken buldum. Kasılan bacaklarımın gevşemesi için, masanın altında elektrik akımına maruz kalmış gibi sallamaya başladım. Onlara neden lotus çiçeği diye hitap ettiğini daha anlam verememiştim ama öyle içten söylüyordu ki, binlerce anlam yüklediğine emindim bu cümlenin altına. “İşler istediğiniz gibi ilerledi mi?” tabağının yanında duran altın rengindeki peçeteyi alıp dudaklarının üzerine fazla bastırmadan, nazik bir şekilde sildikten sonra, ellerine taktığı siyah deri eldivenlerinin içinde buruşturdu, daha sonrada aldığı yere tekrarda bıraktı. “Bir süre iyi ilerledi fakat…” Dua, Peder’den bakışlarını çekip tam karşısında oturan Arın’a çevirmişti. “Bazıları yüzünden iyiye gitmiyordu.” Dişlerini sıkar gibi konuşuyordu Dua. “Ama hallettik her zamanki gibi.” Dediğinde gülümsediğini anladım. Hangi konu hakkında muhabbet ettiklerini anlayamadım. Arın hızlıca bakışlarını kaldırıp Dua’yı öldürecekmiş gibi baktı. “Benim olduğum yerde işler asla kötü gitmez. O küçük beynine bunu sokamadın mı hâlâ?” Burnundan gülme sesine benzer bir ses çıkardı Dua. “İyi olduğun bir iş var mıydı ki senin? Her şeyi berbat edecek birisin!” alayla kurduğu cümlesi Arın’a bir balyoz darbesi indirmiş gibi bir etki bıraktı. Gözleri, bıçağın keskin yerine dönerken, saniyelikte olsa bakışlarını ayırmıyordu. “Ben mi berbat ediyorum? İşleri zorlaştıran sendin. Ben olmasam hiçbirini öldüremezdiniz?” bedenini biraz daha ileriye doğru getirdi Arın konuşurken. Öldürmek mi? Duyduğum kelime ile ellerim buz kesti. Bacaklarımı daha fazla sallamaya başladım korkuyla. Dua kollarını masanın üzerine koyup birbirinin üstüne yaslarken, o da bedenini biraz daha ileriye getirdi. Peder denilen adam çenesinin buradan seyirdiğini görebiliyordum. Fakat bölmek gibi bir hali yoktu, hatta diğerleri de müdahale etmiyordu. “Arın!” dedi dişlerinin arasından Dua. “Ama doğru, kadın olman bile yeterli işlerini berbat etmen için. Beyninin küçük olmasını bile kadın olmana bağlıyorum!” Arın’ı susturan ve masanın üzerine bir yıldırım düşmüş gibi büyük bir ses getirmesine neden olan, o adam elinin tersi ile Arın’ın yanağına tokat indirmesiydi. Dudaklarımın arasından kaçan küçük çaplı korku inlemesi ile sırtım olduğu gibi sandalyeye yapıştı. Avuç içimi şaşkınlıktan aralanan ağzımın üzerine kapatırken, gözlerim, tokatın etkisi ile başı yan tarafına düşen Arın’ın üzerindeydi. Peder diğer elini de, Dua’ya tokat atmak için havaya kaldırmıştı ki, Dua korkuyla başını olduğumuz yere doğru döndürüp sımsıkı yummuştu gözlerini. Göz kapakları titriyordu. Peder gözlerini öfke ile kocaman açmış, dudakları ise içe doğru çekildiği için yok olmuştu. “Peder!” Cesur’un onu uyarmak için ismiyle seslendi. Yerinden de hafif kıpırdanarak ayaklandığını, yanımdaki hareketliliğinden anladım. “Otur yerine!” dedi dişlerinin arasından Peder. Gözleri ise hâlâ tokat atacağı kişinin üzerindeydi. Diğerlerine baktım. Gizem, Peder’den gözlerini kaçırmış sakinliğini ve korkusunu korumaya çalışıyor gibiydi. Artemis ise ilk tokatın etkisi ile gözlerini kısa süreliğine kapatmış, derin bir nefes almıştı belli belirsiz. Kaya ise masanın üzerinde bağladığı ceketinin kollarına parmaklarını geçirmişti. Öyle sıkı tutuyordu ki, parmak uçları kıpkırmızı kesilmişti. Nadia ise hiç tepki vermeden masaya bakıyordu. En tepkisiz o kalmıştı, içimizde. Arın hâlâ yan tarafına düşen başını yerden kaldırmamıştı. Bakışlarım en son tokat atan adamın üzerinde durdu. Elimi ağzımdan çekip, giydiğim bol tişörtün kenarlarından sımsıkı tuttum. Dudaklarım, böyle bir şeyi beklemediği için hâlâ şaşkınlığını koruyarak titremeye başladığında çenemde bu titremeye eşlik etti. Birbirinin üzerine bastırıp engel olmaya çalıştım bu titremeye. Peder, havada asılı kalan elinin parmaklarını içe doğru büküp ağır ağır masaya indirirken, bir milim bile oynamayan gözleri, Dua’nın üzerindeyken titremeye başladı uzun süren bakışının ardından. Ne yapacağının bilincine yeni varmış gibi, çene kemiği seyirdi, dudaklarını birbirinin üzerine bastırdı. “Özür dile!” dedi ses tonundaki ağırlık hâlâ oradaydı. Kimden bahsettiğini anlamadım. Gözleri, korkuyla başını gelecek tokattan kaçıran Dua’nın üstündeydi. Elini masaya koyduktan sonra, ortamıza büyük bir patlama gibi düşmesine neden olan tokatın sahibine hafif kafasını yan çevirdi. Ama bakışlarını ona döndürmedi. Masanın üzerindeydi. Dua yavaşça önüne dönerken, yutkunduğunu gördüm. Büyük bir korkuyla dolup taştığını gördüm ama bu korkuda olabilirdi, öfkede. Arın ise elinin teris ile burnunu sildi. Daha sonrada bakışlarının önüne getirdiğinde, kan bulaştığını gördüm. Kanı görür görmez yüzümü buruşturdum. Çok fazla kan görmüştüm onlar yüzünden, şimdi ise canım yanmıyordu. Birbirlerine zarar vermeleri hoşuma gitmiyor desem yalan olurdu fakat, birbirlerine zarar veren insanların yabancıya neler yapmaz düşüncesi kambur gibi göğsümün üzerine çöküvermişti. Arın, histerik bir gülüş atınca, omuzları da gülüşüne eşlik ederek sallandı. Peder denilen adam bu gülüşü duyduğunda, masada olan bakışlarını saniyesinde yüzüne kaldırıp sinirle soludu. “Benim evimde, benim masamda ve benim misafirimin yanında kaç kere kavga edilmeyeceğini söyleyeceğim!?” dedi bastırdığı dudaklarının arasından. Arın’ın önü Peder’e doğru dönüktü fakat bakışları zeminin üzerindeydi. Buradan nasıl yüz ifadesi olduğunu fark edemesem de, çenesini sıktırdığını görebiliyordum. “Özür dile!” dedi tekrardan. Arın başını, hayal gücümü zorlayacak bir şekilde sağa sola salladığını gördüm. Özür dilememekte kararlı gibi gözüküyordu. Kimseden ses çıkmıyordu. Yaşadığım durum, içimde katbekat endişesini arttırırken, bakışlarımın odağı, yavaşça yumruk yaptığı elini, masanın üzerinden Arın’a doğru sürükleyen Artemis olmuştu. Arın’da öfkesine hakim olmak ister gibi sağ elini yumruk yapmış masanın üzerinde tutarken, Artemis elinin tersini, diğer elin eklem kısımlarına dokundurdu. Dokunuşu hisseden Arın, kafasını yukarıya doğru kaldırıp ensesine kadar yatırdı. Sağa sola doğru hareket ettirince, boynundan çıkan sesler, aramızda, karadelik gibi büyüyen sessizliği kısa süreliğine bölen tek ses olmuştu. Burnunu sertçe çekti, önünü masaya doğru çevirip dudaklarını ıslattı. Burun delikleri ve dudaklarının birkaç santim yukarısı, elinin tersi ile sildiği kan lekeleri bulaşmıştı. Artemis’in eli ile kendi eli hâlâ birbirine dokunuyordu. Artemis’in yanında oturan Gizem’e baktım. Omuzları hâlâ dikti fakat yüzü omuzlarının tam tersiydi. Bakışlarını ağır ağır yüzüme kaldırıp baktığında, bunları gördüğüm için memnuniyetsiz bir ifade vardı. Ve deliye dönecek bir sinir harbi. İçimde engel olamadığım o dürtüye engel olamadan yan tarafımda bir daha sesini duymadığım o kişiye başımı usulca çevirdim. Cesur! Katran karası irislerin sahibi! O gözlerde cehennemin tüm katlarını görebilmek mümkündü ve o katları herkese yaşatabilecek güce sahipti. Fakat sessizdi! Diğerleri gibi! Benim çöken yeşil gözlerim beyaz çehresine dokunduğunda, o sadece masanın diğer ucunda oturmuş, sinirden deliye dönen yaşlı adama bakıyordu. Ama beyaz çehresi yangın yerine dönmek üzereydi. Çenesini öyle sıktırıyordu ki, ip gibi sıraya dizilmiş olan beyaz dişlerini, insanı yaralayan dilinin üzerine dökebilirdi. Oturduğu sandalyesine yayılmamıştı aksine her an gerçekleşecek olan bir olaya karşı, yerinden fırlayıp duruma el atacak gibi bir hali vardı. “Sesini duymuyorum!” diye alaylı imasını işittiğimde o adamın, Cesur kısa sürecek bir şekilde gözlerini kapatıp boynunu sağa sola doğru yatırdı. Sakin olmaya çalışıyor gibiydi! Eziyet, masanın üzerine çığ gibi büyümeye devam ederken, bu sefer bakışlarımı yanımda oturan o kişiye çevirdim; Kaya ve Dua’ya. Kaya kollarını masanın üzerinde bağlamış, gözlerini ise bağladığı kollarının üzerine indirmişti. Ceketin kollarına öyle sıkı sarılmış ki, parmak boğumları beyazdan kırmızıya dönmüştü. Dua ise parmaklarıyla masanın ucundan tutmuş, ileri geri sallanıyordu ağır ağır. Fakat çok değildi bu sallanma. Gözünün yanıldığını bile söyleyecek kadar bir durumdu. “DUYMUYORUM SENİ!” diye bağırdı Peder denilen adam aniden ve sadece yerinden sıçrayan ben olmuştum. Artemis, bu çilenin bitmesini ister gibi gözlerini kapattı. Burnundan verdiği derin nefeslerini, göğüs kafesinin ona zorluk çıkarıyormuş gibi inip kalktığını görebilmek mümkündü. Gözlerini aralayıp yanındaki adama baktı. Arın, söyleneni yapmamakta ısrarcı duruyordu, hatta öyle ki yapmayacaktı. Dudaklarını koparmak ister gibi dişlerinin arasına alıp parçalar gibi ezmeye başladı. “Artemis, güzel lotus çiçeğim! Gel yanıma” Peder, yarım bir gülüşle sesini yumuşatıp elini Artemis’e doğru uzattı yanına gelmesi için. Artemis yüzünde, bu çağrıya hiçbir tepkide bulunmadı, fakat yumruk yaptığı elini biraz daha masanın üzerinden Arın eline doğru yaklaştırarak, dokunuşunu arttırdı. “Peder!” Cesur’un cılız çıkan sesine döndüğümde, ellerini dizlerinin üzerine yasladığını gördüm. Masanın altından gördüğümde de, bacaklarını öyle hızlı sallıyordu ki, onu ilk defa bu kadar endişeli görmüştüm. Gözlerini asla olduğum yere çevirmiyordu, ama ben onun katran karası irislerindeki cam gibi keskin olan ifadesini az önce görmüştüm fakat şimdi o cam yerle bir olmuş, yerini ise çaresiz bir bakışa bırakmıştı. O çaresiz bakışlar Arın’ın üzerindeydi. “Özür dilerim Peder!” diye çok geçmeden araya Arın girdi. “Özür dilerim!” Arın’ın gözlerinde de o çaresizliği gördüm. Az önce söylememekte diretecek olan adam hiçbir şey olmamış gibi özür dilemişti. “Duyamadım!” dedi zevk alır gibi. Arın’ın bu hali onu heveslendiriyormuş gibi gözlerini kapadı ve başını biraz yaklaştırarak duymaya çalıştı. “Sesini iyi duyamadım! Sen duyabildin mi Nadia?” diye yalandan sorusunu sordu yanında ayakta dikilen kadına. “Hayır Peder. Halbuki kulaklarım iyi duyar. Ama bu sefer hiçbir şey duyamadım.” Kadının sesinden de anlaşıldığı üzere eğleniyor gibiydi bu durumdan. “Bende duyamadım Nadia, merak etme!” dediğinde gözlerini tekrardan açtı ve bakışlarında bir silahın namlusunu doğrultmuş olan gözlere, rahat bir şekilde göz göze geldi. Şimdi öfkesi yok olmuştu Peder denilen adamın. Şimdi ise eğleniyordu. Derin bir nefes aldı Arın ve eğik olan başını kendinden emin bir şekilde dikeltip, namluyu gözlerinin önünden ayırmadan, karşısında tebessüm eden adama baktı. “Özür dilerim Peder, bir daha olmayacak söz veriyorum!” dedi fakat sesi, bakışları gibi sertti. “Aynı sözler, fakat ortada vadedilmeyen davranışlar var Arın! Yine inanayım mı bu sözlerine?” derken sesindeki ima bariz ortadaydı. Arın zorla başını sallarken, dudakları içe doğru gömülüp yok olmuştu sinirinden. “Verdiğim sözleri hep tutarım.” Bakışları karşısında oturan Dua’yı buldu. “Tabi sınırlarım zorlanmazsa!” Dua’da sözlerinin ona olduğunu bildiğinden, bakışlarını o da karşısında oturan adama kaldırmıştı. “Özür dilerim Arın!” Arın’ın yüzü aniden beklenmedik bu davranıştan dolayı bocalamıştı ama hemen ifadesini toparladı. Gizem’in bakışlarının Cesur’a döndüğünü hissettim. Kaya’da hissetmiş olacak ki onunda bakışları benim gibi karşımızda oturan Gizem’e çevrilmişti. Gizem’de şaşırmıştı. Beklemiyor olmalıydı, Dua’dan gelen bu kelimelere. Cesur’da şaşırdı mı diye merak etmiştim ama bakmadım ona. Yeteri kadar yüzüne bakıp incelemiştim zaten. Bir daha dönüp bakmayacaktım o katile! “Gizem?” Peder’in sesi ile o adama doğru döndü. Benim bakışlarımda hâlâ kızıl cadının üzerindeydi. “Leylan’ın yemeğini götür! Biraz da sohbet et, seni baya özledi.” Leylan dedikleri kimdi bilmiyordum, o neden buraya gelmemişti onu da çözemedim. Kadının adı durmadan geçiyordu fakat kendisi yoktu. Neyse, zaten bu kadar katil gördüğüm yetmişti bana, birde başka biri daha olsaydı kaldıramazdım. Gizem yüzünde itici gülümseyişi ile ayaklanırken, siyah eteği oturduğu için biraz daha yukarıya çıkıp beyaz kalın bacaklarını ön plana çıkarmıştı. Bedenini saran siyah elbise, vücudunda göz alacak kadar güzel duran hatlarını ön plana çıkarmıştı. Kaya’nın yanında iç çekerek, genzinden öksürdüğünü duyduğumda, yan tarafıma döndüm. “Umarım yemeğini bitirmişsindir, çünkü yemek fazla yiyemediğiniz.” Dedi Peder. Gizem masanın diğer ucuna doğru ilerlerken, güldüğünü işittim ama benim bakışlarım bu sefer Kaya’daydı. Onunkilerde kırıtarak yürüyen Gizem’in üzerindeydi. Dilini dudaklarının üzerinde yalayıp alttan alttan o kadına bakıyordu. Daha sonra da, sırtımı sandalyeden bir an olsun ayırmadığım benim üzerimden Cesur’a baktı. Refleks ile benim de bakışlarım yan tarafıma çevrildi. Cesur’un bakışları diğerlerinin aksine masanın üzerindeydi, o kadına bakmıyordu. “Doydum ben Peder, merak etme!” deyip Peder’in arkasında yer alan siyah piyanonun üzerinde, birden fazla çerçeveli resimlerden birini eline alarak, “size afiyet olsun!” dedi. Herkese gülümseyip arka tarafımdan geçmeden önce, keskin gözleri ile son kez göz göze geldik. Omuzumun üzerinden baktığım o gözlerde fazla oyalanmadım ve iki elinin parmakları ile tuttuğu çerçeveye indirdim. Bir kız çocuğu ve ona sıkıca sarılan genç bir kadın duruyordu. Son kez arkasından bakarken, duvarın arkasına girip siyah merdivenlerden çıkan adım seslerini işittim. Bir süre sonrada o adım sesleri kesildi. Resimde yer alan kişilerin yüzünü net göremesem de kime ait olduğu belli oluyordu. Bir kız çocuğu vardı ve o kız çocuğunun aksine dudakları kulaklarında olan o kadının parlayan dişlerini görebilmiştim. O kız çocuğuna canla başla sıkı sıkı sarılmıştı. “Bu güzel sohbetlerimizin arasında bir daha kavga ettiğinizi görmeyeceğim!” dudakları düz çizgi halinde iki yöne doğru kıvrılıp, masanın üzerine koyduğu ellerinin parmaklarını birbirine kenetledikten sonra, gözlerindeki öfke yok olmuştu yaşlı adamın. “Çünkü sizi böyle gördükçe, daha çok üzülüyorum!” yalandan dudak büzdü. Bakışlarındaki yumuşaklıkla masanın etrafına dizilen kişilerin üzerinde gezdirdi. Ama onların başları önündeydi. Hata işlemiş bir çocuktan farkları yoktu. Önceki hallerinin yerine uslu, seslerini çıkarsalar başlarına bir şey gelecekmiş gibi sessiz sessiz oturuyorlardı. Fakat gözlerinin üzerine çöken kaşları, asla onların masum olmadığını gösteriyordu. Hata yaparlardı ama ondan büyükte zevk alırlardı. Bunu gayet bana iyi göstermişlerdi. Peder denilen adam, başını ağır ağır sallayıp gözlerini kıstı. Dudaklarını diliyle ıslatıp çenesini biraz daha havaya dikti. “Odalarınıza çıkın!” önlerinde bitmemiş duran tabaktaki çorbalarına baktı. “Sizin için güzel yemekler hazırlatmıştım. Ama siz-” Arın homurdanarak, “mercimek çorbası mı?” diyerek lafını kesti. Az önce yanağını kızartan sert bir tokat yemişti bu çocuk ama hâlâ laf söylemekten geri duymuyordu. Demek ki onu tokat değil, iyice patakladıktan sonra anca kendine gelip çeki düzen vermesi gerekiyordu. Onu bu paklardı. Nadia, Arın’ın homurdanmasını duyup sabır eder gibi burnundan derin bir nefes aldı. Lafını yarıda kesen adam ise sakinliğini korumaya devam ederken, “mercimek çorbasının neyi var?” diye sordu ciddi bir şekilde. Şu anda katillerin arasında mercimek davası çözülmeye çalışılıyordu. Kaşlarım bunun gerçekten yaşandığı gerçeği ile inanmayarak alnımın üzerine çökmesi uzun sürmedi. “Uzun süre orada et yiyince, mercimek çorbası biraz basit kaçtı herhalde!” diye cevap veren Artemis olmuştu. Göz ucuyla yanındaki sandalyede oturan adama birkaç saniye bakıp Peder’e çevirmişti bakışlarını. “Öyle olmuştur lotus çiçeğim.” Dedi tebessüm ederek. “Odalarınıza çıkabilirsiniz!” cümlesi ile herkes ayaklanmaya başladı. Kaya ve Arın kalkar kalkmaz siyah ceketlerinin yakalarını düzelttiler. Artemis’te ensesinde topladığı at kuyruğunu kavrayıp ucuna kadar sürükledi elini. Dua’da giydiği takım elbisesinin yakalarını düzelterek ayağı kalkmıştı. Gömleğinin ucu ise hâlâ dışardaydı. Bedenimi masaya biraz daha yaslayıp hepsini tek tek inceledim. Yüzlerinde tek bir mimik yoktu. En son üzerime gölge gibi düşen adama çevirdim bakışlarımı. Gözlerini, hâlâ oturan bana indirmişti. Ne yapıyorsun der gibi baktıktan sonra kaşlarıyla kalkmam için işaret etti. Vakit gece yarısı gibi hissettiriyordu, evin içindeki o karamsar hava beni içine girdap gibi çekip bırakmıyordu. Yüreğimde bir kasırga gibi büyümeye başlayan huzursuzluk, saç diplerimi bile havaya kaldırmıştı. Buradaydım ama gerçeklik algımı yitirmiş gibi, kendimi dışardan izliyordum. Çaresizlik ve ne yapacağını bilememek insanı boş bir mezarda kurtulmayı bekleyen bir insandan fark edilmeyecek kadar aynı yapıyordu. Hepsi ayaktaydı. Gölgeleri, yemek masasının üzerinde birleşmişti. Aslında, kalbimde onların gölgelerini taşıyarak dibe doğru çöküyordu. Cesur, kafasını omuzuna doğru hafif eğip kaşlarını çattı. Hâlâ yerimden kalkmamam onu da huzursuz etmiş gibi gözüküyordu. “Misafirimiz kalsın Cesur.” Diyen Peder’in sesi ile bakışlarımı ona çevirdim bu sefer. “Onunla iyi sohbet edemedik.” Adını daha bilmediğim bir adamla burada yalnız kalmak, korkumu zirveye çıkarmıştı. Bana bir oda vereceklerini umut ederek ayaklanmıştım ki, tekrardan sesini duydum. “Bence sende konuşmak istiyorsun Nida! Haksız mıyım?” son cümlesinde tek kaşı havalanmış, oturmamam için ikinci bir seçenek sunulmamış gibiydi. Başka çarem olmadığından, sıkıntılı bir nefesle yerime oturmak mecburiyetinde kaldım. Önce Kaya masanın yanından ayrılıp arkasını Peder’e dönerken, “bir saat Kaya. Uyumadan bir saat kendine gelmen için izin veriyorum sana!” diyen Peder’e, önünü çevirmeden başıyla onayladı. Fakat gözlerini bu dediğine devirirken, memnun değil gibi bir hali vardı. Hiçbir şey söylemeden çıkmıştı. “Senin de sabaha kadar Arın. Sabaha kadar oturup kendini hatırla!” Arın yüzünde hiçbir tepkisini yansıtmadan başıyla onu onayladı. Kaya’nın arkasından o da hemen çıktı. “Ve sende lotus çiçeğim.” Bu sefer cümlesi Dua’yaydı. “Sende iki saat boyunca oturup düşüneceksin kendini!” Dua’da itiraz etmeden başıyla onaylayıp ayrılmak için arkasını Peder’e doğru dönmüştü ki, Peder’in tekrardan konuşması ile adımları durdu. “Bir daha yemeğe gelirken kendine çeki düzen vermezsen…” Dua’nın dışarda olan gömleğine bakıp konuştuğunda, kaşları bu dediğini kesinlikle yapılmasını ister gibi havaya kalkmıştı. Cümlenin devamı gelmedi ama duymuş kadar olmuştum. “Tamam Peder.” Dedi Dua düz bir sesle. Ve o da çıkmıştı. Yemek masasında; oturan ben ve Peder kalmışken, ayakta Nadia, Cesur ve Artemis vardı. “Sizde gidebilirsiniz. Gidin rahat rahat dinlenin.” Dedi Peder, Cesur’a bakıp konuşarak. “Nida peki?” diye sordu Cesur. Bu sorusunu beklemediğimden sertçe yutkundum ve bakışlarımı ayakta duran kişiye kaldırdım. Yüzüne bakarken gözlerimi saniyelikte olsa kırpmamaya çalışıyordum, çünkü yüzünde geçen hiçbir ifadeyi, mimiği kaçırmak istemiyordum. Ama Cesur öyle boş ve ifadesiz bakıyordu ki ne düşündüğünü, ne yapacağını insan kestirip anlayamıyordu. Yaşlı adamın güldüğünü işittim. “Nida benim yanımda, onunla konuştuktan sonra odasına göndereceğim merak etme!” dedi. “Merak etmiyorum, sadece…” Cesur son cümlesinde yutkunduğunu, hareket eden adem elmasından görmüştüm. “Gidebilirsiniz!” dedi Peder tekrardan. Cesur son kez yüzüme baktığında, yüzünün seyirdiğini gördüm. Ama bu gerçek olmayacak kadar ilizyondan ibaret gelmişti. Kısa bakışmamızın ardından Artemis ve Cesur’da yanımızdan ayrılmıştı. “Sende Nadia!” arkasında bekleyen kadına bakmadan konuştu. “İyi geceler.” Deyip son ayrılan Nadia oldu. Yakıcı bir sessizlik etrafımızı sararken, midemden başlayan karıncalanma seslice yutkunmama neden oldu. Yalnız kaldığım bu adamla göz göze gelmemeye çalışırken, onun bakışları asla benden ayrılmıyordu. Gözlerindeki ruhsuz ifade, benim ruhumun en derinliklerini görüyor gibiydi. Bu durum beni daha çok rahatsız etmeye başlamıştı. Derin bir nefes aldığını duyduğumda, konuşmaya başlayacağını anlamıştım. “Onlardan korkuyor musun?” diye saçma bir soru sordu çok geçmeden. Onlardan iğreniyordum. Yaptıklarından, yapacaklarından, her şeylerinden iğreniyordum. Cevap vermedim bu sorusuna ama yüzüm iğrendiğimi açık açık gösteriyordur. “Ailen için endişeleniyorsun! Kendin için korkmasan da, onlar için çok korkuyorsun!” Ailen dediğinde, bakışlarım saniyesinde yüzüne tırmandı. Şimdi öfkem, üzüntüm ile birbirine karışmış durumdaydı. Öfkemi görenler, arkasında yatan üzüntümü de görebilirdi. “Ama onlardan korkma! Sana asla zarar veremezler.” Dediğinde, sesli bir şekilde güldüm. “Onlardan iğreniyorum!” dedim kendimi tutamayarak. “Sadece bir araya gelmiş, bir avuç iğrenç insanlar! Onlara da söylemiştim bunları, sana da söyleyeyim. Yakalanacaksınız!” dedim dişlerimin arasından. Bu dediğim onda bir etki bırakmadı, hatta gülüşü daha da derinleşti. “Sence neden onlara lotus çiçeği diyorum?” diye bir soru sordu alakasız bir şekilde. Dediklerimi umursamamıştı. Yanındaki bastonunu tekrardan yere bastırıp destek alarak yavaşça ayaklanmaya başladı. Gözlerimi kaçırdığım bu adama şimdi, öldürecekmişim gibi bakıyordum. Onlara neden öyle dediğini tabi ki merak ediyordum. Söyledikleri her kelimeyi merak ediyordum hatta. Ağızlarından çıkacak her şey benim için önem arz ediyordu. Çünkü katillerdi ve bu katillerin yaptıkları her hareket benim aleyhime sonuçlana bilirdi. Sol ayağına verdiği ağırlığıyla yanıma doğru aksayarak yürümeye başladı. Gözleri yüzümdeydi. “Ailem ile neden ortak adamın?” Cesur ve Gizem’in hangi amaçla aileme yaklaştığını bilmiyordum, tek aklıma gelen paraydı. Ama bu ev, arabaları, motorları paraya ihtiyaç duymadıklarını gösteriyordu. Ya da insanları bu şekilde dolandırıp soyarak elde etmişte olabilirlerdi. Dudaklarını aşağıya doğru bilmiyormuş gibi sarkıtarak, “her şey olabilir bunu nedeni!” diye açık uçlu bir fikir attı ortaya. Adımları tam sandalyemin yanında durup boşta kalan eliyle masanın ucundan tuttu. “Onlar gerçek maskeli kişiler. İnsanların sokak sokak isimlerini bağırdıkları, hatta kahraman ilan ettikleri ve savundukları kişiler onlar!” dedi tek bir nefeste. Kesik bir nefes bıraktım dudaklarımın arasından. Az da olsa şüphem vardı maskeli kişiler olmadıkların dair. Çünkü yalan haberler uzadıkça uzuyordu. Ama şimdi bu adamdan öyle olduklarını duymam, kalbime sert bir balyoz darbesi yemişim gibi acıtmıştı canımı. “Onları bulup öldürmek isteyen insanlarda çok tabi.” dedi bu seferde. “Ama yanında bulunduğun insanlar kötü değil.” Başını biraz eğip yüzüme daha çok baktı. İstemsizce başımı bende geriye doğru çektim. Bakışlarımı çekmesem de, gözlerinde geçen ifade, ruhumun titremesine neden oluyordu. Bu da beni en zorlayan kısımdı. Tebessümü, dudaklarında yayılırken, suskunluğu uzun sürmeden tekrar konuştu. “Çünkü bataklıkta yetişen bütün çiçekler çirkin değildir!” dedi. Cümlesini kendi içimde durmadan tekrar ettim. Onların katil olsa da, kötü insanlar olmadığını söylüyordu. Peki kötü adamlar neydi onun sözlüğünde? İçimde dalgaya vuran gülme isteğini bastırdım. Katil en kötü adam bile değilse, kimdi o zaman en kötü adam? Tek bir açıklaması vardı bunun; hepsi delirmiş olmasıydı. Eğdiği kafasını tekrar yukarıya doğru kaldırırken, “Nadia?” diye bağırdı. Çok geçmeden, elleri önünde bağlı bir şekilde kadın içeriye girdi. “Misafirimize en güzel odamızı ve temiz kıyafetler ver. İyice dinlensin, sonrada her istediğini yerine getir.” Dedi emreder gibi. Nadia onu başıyla onayladıktan sonra, kenarı doğru çekilip Peder’in geçmesine izin verdi. Bir daha bakışlarını bana doğru çevirmeden bulunduğumuz yerden, aksayarak çıktı. Hiçbir şey söyleyemedim, donup kalmıştım oturduğum yerde. Ama aklımda sadece bana söylediği o cümle geçiyordu; Bataklıkta yetişen bütün çiçekler çirkin değildir! Ya onlar bataklığın ta kendisiyse!
****
Nida’nın kaçma girişinden sonra, ceplerinde bulduğu şeyler Cesur’u şaşırtmıştı. Karşısındaki bu kadına belli etmese de, şaşkınlığının yerini çok büyük bir öfkeye bırakmıştı. Aslında öfkesi Nida’nın kaçması değildi, öfkesi; birinin bunları hangi amaçla Nida’ya ne için vermesiydi? Korkudan titreyen kadına, daha çok korkmaması için dile getirip sormamıştı. Bunu diğerleriyle halledecekti. Bugün Peder’e gitmek için yola koyulacaktılar. Fakat Peder’in bu kaçma girişinden haberi olmamasının daha iyi olacağını düşündü, çünkü Peder, diğerleri gibi değildi, böyle bir hata yaptıklarını duyarsa, vereceği ceza ağır olabilirdi. Kendisinin dayanacağını biliyordu, razıda gelirdi her cezaya ama diğerleri karşı çıkıyordu ve karşı çıkılan her durumda, daha ağır ceza gelmesi uzun sürmüyordu. Nida’nın kaçması için birilerinin ihaneti ile karşı karşıya olduğunu, kendisine sesli bir şekilde dile getirmek istemiyordu Cesur ama bunun tam tersi olmaması canını daha çok yakıyordu. Ve bir ihanet söz konusuydu. Odasını temizlemek için çıktığı yerde, cebine attığı notu çıkarıp gözlerinin önüne getirerek okumaya başladı. El yazısı değişikti, hangisine ait olduğunu çıkaramıyordu. Bunu yapan kişinin bile kim olduğunu tahmin edemiyordu, çünkü hiçbiri Nida’nın kaçmasını isteyerek planın hiç olmasına göz yummazdı. Ama bir not vardı ortada ve birde kaçması için tornavida! Aklı karışmıştı. Burnundan sertçe nefes verirken, notu tekrardan cebine sokuşturdu. Hiç vakit kaybetmeden odasından tek bir delil kalmasına izin vermeden temizlemeye başladı. Aşağıya indiğinde holün ortasında korkudan titreyen kadınla göz göze geldi. Verdiği kıyafetlerin içinde kaybolacak kadar bitkin düşmüş durumdaydı. Önce yanağında belli olan yara izine çok fazla üstünde durmadan baktı. fakat Nida, ayağının birini inleyerek arkasına gizlediğinde, gözleri bu sefer ayak ucuna indi. Yere kadar sürünen eşofmanı altında görünen ayakları hep yara içinde kalmıştı. O karda, kurtulmak için deli gibi koşması deli cesareti olmalıydı. Etrafını saran insanlardan kaçmak gibi saçma bir fikre kapılması, onun aptal olduğunu değiştirmiyordu, diye düşündü. Ama yine de takdire şayandı. Fakat eve geçince yaralarını saracaktı. Acıyan her yarası için elinden geleni yapacaktı. Ama Nida’nın buna izin vermeyeceğini de iyi biliyordu. Çünkü onun gözüne katil olduğunu, vahşice insanların canına kıyan kötü birileri olduğunu biliyordu. Tek haksız düşüncesi yoktu, katildi ve caniydi. Bunu kimsenin de değiştiremeyeceğini biliyordu. Diğerleri de odasını ve evin diğer yerlerini temizledikten sonra kullandıkları temizlik ürünlerinin boşalan bidonlarını Dua’ya vermişlerdi. Dua evin arkasında, açtıkları kuyunun içine atıp, üzerini kapatmıştı. Bir dahaki gelişlerinde, bunların hepsini yakacaklardı. Nida’ya kendine ait deri ceketi verip, kızların hangisine ait olduğunu bilmediği botlardan birini de giymesi için vermişti. Aklında hâlâ o not vardı. Kimdi? Niye böyle bir şey yaptı? Ya da bir kişi miydi? Diye biriken sorulara engel olamıyordu. Karşısında, ürkek bir kuştan farkı olmayan kadının, solan yeşil gözlerinin içine bakmak istemiyordu. Çünkü bu hali kendisine açıklayamadığı bir şekilde acı veriyordu. Hak ettiğini biliyordu ama yine de engel olamıyordu vicdanına, ya da kalbine. Konuşan hangisiydi bilemiyordu. Kendisine ait olan deri ceketinin içinde, sonbaharda dökülmeye yüz tutan ince bir yapraktan farksız bir şekilde titreyen kadını arabaya bindirdikten sonra, aklını kurcalayan bir diğer soru işaretini de Nida çizmişti. Gözlerinin bağlanmasını neden istemiyordu? Bunun sorusunu daha sonra kendisinden öğrenecekti ama şimdi bu notu ve tornavidayı öğrenmesi lazımdı. Daha sonrada, sakladığı çatalı özel olarak soracaktı. Kullanamayacaksa, niye sakladı? Son kez korkan o kadına baktıktan sonra, diğerleriyle konuşmak için eve tekrardan girmişlerdi. İtiraz eden homurdanmalarını duysa da umursamadı. Kapıyı kendisine doğru açıp, önce onların girmesini bekledi. “Evi daha yeni temizledik?” diye ilk itirazını sesli dile getiren Dua oldu. “Yine ne oldu? Niye yola çıkmıyoruz?” diye sordu Arın. Cesur, tek kaşını havaya kaldırıp, “öğreneceksiniz!” dedi imayla. Ve hepsini girdikten sonra, kapıyı arkasından kapattı. Çabuk işini halletmesi lazımdı, çünkü Nida’nın gözlerinin bağlanmasından hoşlanmadığını öğrenmişti. Tek başına, arabada başına bir şey gelmesini istemiyordu. Hepsi hölün ortasında yarım çember şeklini alıp kapının önünde bekleyen Cesur’un gözünün içine bakıyordu. Hiçbirinde merak yoktu, bir an önce ne söyleyecekse söylesin gidelim bir havaları vardı. Cesur’da onları çok bekletmeden, yumruk yaptığı elini ileriye doğru uzattı. Hepsinin bakışları eline indi bu sefer. “Ne bu?” diye sordu Kaya. Cesur, konuşan kişiye bakıp yumruk yaptığı elinin parmaklarını açarak, buruşmuş notun avuç içinde görünmesini sağladı. “Sizin daha iyi bileceğinizi düşünüyorum!” dedi tok bir sesle. “Evet bir kağıt parçası. Biliyoruz!” diye alaya alan Arın oldu. Artemis ve Gizem kollarını göğsünün altında birleştirirken, Dua ellerini arkasında bağladı. Kaya’da, Arın’ın bu söylemine tebessüm ederek dalgaya aldı. Fakat Cesur sakin kalmaya çalışıyordu. Öfkesinin onu yenmesine izin vermek istemiyordu. “Hayır, Nida’nın kaçmasına yardım eden bir kağıt parçası Arın!” dediğinde, bu sefer gözlerindeki boş ifadenin yerini merak ve tedirginlik almıştı. “Bu notu gönderen kişi, bize ihanet eden kişi de aynı zamanda!” dediğinde, kaşları havalandı. Hepsi yerinde hareketlenerek, huzursuzca kıpırdandı. Sorgulayıcı bakışlarını birbirlerinin üzerinde dolandırdılar. Cesur, uzatmadan elini arka cebine atıp sarı tornavidayı getirdi bakışlarının önüne bu sefer. “Ve tabi ki düşünceli arkadaşımız, pencereyi açması için de bir alet göndermiş!” dedi imasına sinir bulaştırarak. Arın bir adım atarak Cesur’un avucunun içinde buruşmuş olan notu alıp kendi içinde mırıldanarak okumaya başladı. Kaşları, öfke ile çatıldı çok geçmeden. “Sikeyim!” dedi sert bir tonla. Bakışlarını önce Cesur’a çıkardı, ardından da diğerlerinin üzerinde gezdirirken notu havada sallamaya başladı. “Siktiğimin bu notunu hanginiz gönderdiniz o kıza?” derken, gözleri seyirmeye başlamıştı bile. “Plan böyle miydi ha?” diye bağırdı. Cesur, Arın’ın böyle bir şey yapmayacağını anladığında, ilk elediği ilk kişi o olmuştu. “Sakin ol Arın!” diye sakinleşmesi için araya Cesur girdi. “Kız kaçamadı, planda bozulmadı.” “Ya bozulsaydı? Ve biri ihanet etti bize!” bakışları yine yanında bulunan kişilerin üzerinde gezdirdi. “Peder duyunca ne olacak?” tedirgin bir şekilde soru soran bu sefer Gizem’di. “Öğrenmesi lazım!” diye araya Artemis girdi. “Tornavidayı götünde bil o zaman!” gözlerini devirdi Dua cümlesinin sonunda. Artemis öfke ile Dua’ya baktı. “Kız haklı.” Diyen Kaya konuşmaya devam etti. “Kimse ortaya çıksın, yoksa Peder acımayacak!” “Peder duymayacak! Bu yüzden sizinle konuşmak istedim.” Dedi Cesur. Arın’ın elindeki notu alıp, kağıdı n ortasından tutarak iki yöne doğru yırttı. “Hanginiz ihanet etti bilmiyorum ya da amacı ihanet etmek miydi bilmiyorum ama ortada yanlış bir durum var. Umarım pişman olmuştur o kişi!” dediğinde, kağıdı küçük parçalara ayırıp arka cebine tıktı hepsini. Cesur bakışlarını, notu ve tornavidayı bile görünce farklı tepkilerde bulunmayan kişilerin üzerinde gezdirerek incelemeye başladı. Heyecanlanan ya da, gerilen kimse olmamıştı. Her zamanki tepkilerini göstermişlerdi. İçlerinden biriydi o notu gönderen, ama bulunması imkansızdı. Çünkü karşısında olan kişiler oyunculukta birer mastır yapmış kişilerdi. Onun kendisi çıkması lazımdı ortaya. Yoksa asla bulunmazdı. “Ve bundan Peder’in haberi olmayacak!” diye katı bir dille herkesi uyarırken, gözleri hepsinin üzerinde gidip geliyordu.
Devem edecek...
Yorum atmayı ve yıldızlamayı unutmayın :)
instagram hesabım: __kadris__ parodi hesabım: maskeninardindakiler7 tiktok hesabım: __theotherwoman__ :)
|
0% |