Yeni Üyelik
21.
Bölüm

KABUS

@kadrisyazar_

 

 

MASKENİN ARDINDAKİLER

 

 

 

20.BÖLÜM

 

KABUS

 

 

Cesur, bacaklarının yerine sanki rüzgarda esen bir dal taşıyormuş gibi zar zor yürüyerek odadan çıkmış, elini de hâlâ yılanın varlığını hissettiğini boynunun arkasına koyarak derisini söker gibi sıvazlıyordu. Gözlerinin bulanıklaştığını fark ettiğinde, elinin birini hemen tırabzanlara atarak aşağı inmesine üç merdiven kala durmuştu. Göğüs kafesini parçalayacak kadar hızlı hızlı nefes alıyordu.

Yılanın soğuk derisi, oradaydı. Boynun etrafına dolanıyordu. Küçüklüğünden miras kalan sadece kötü anılar yoktu, ismini duyduğunda bile ürpermesine neden olan yılan korkusu da vardı. Yılanı omuzlarının üstüne koyan adam, asla kötü anıları unutmasına izin vermiyordu. Çünkü insanı insan yapan, kötü anıları olduğunu söylerdi onlara.

Onları unutursan, kendini unutursun. Kendini unutan insan zaten ölmüş insandır, derdi. Kötüyü unutma çünkü varoluşun buna bağlı.

Şimdi o kötü anıların bir parçası ile burun buruna gelmek, nefesini bir yumruk gibi boğazına dizilmesine neden olmuştu. Parmak boğumları beyazlayana kadar, tırabzanları bırakmadan, daha sert kavramaya devam etti. Tüm uzuvları boşalmış, inmeye bile mecali kalmadığı merdiveninin basamakları, ayağının altından kayıyormuş gibi hissediyordu.

Derin bir nefes alıp, hâlâ boğazının etrafından çekmediği parmaklarıyla daha sert sıvazlamaya devam etti. Yılanın dokunuşunu silmeyi amaçlıyordu ama oradaydı, silemiyordu. Bir anda tüm kötü anıları, etten kemikten bir insana dönüşerek karşısındaydı.

Küçük bir dolabın içinde, nefes nefeseydi. Ama güçlü olmak zorundaydı. Çünkü, onu korkulu gözlerle izleyen başka biri daha vardı. Varlığı ile ona destek vermek, o küçük dolaptan kendisi ölse bile, onun yaşaması için her şeyi yapacak birisi olmalıydı.

O dolap dört bir yandan sıkıştırmaya başladığında, boğuluyormuş gibi olduğunu hissetti Cesur. Şimdi o dolabın içinde, küçücük aralıktan ona doğru gelen yılanı izliyordu. Bir yılandı onun için o siliüet. Kendini kurt sanan bir yılan! Ağır ağır sürünerek geliyordu ona doğru.

Bir adım daha indi basamaktan ama bedeni sendelediğinde, yere indirdiği tek ayağını tekrar yanına çıkardı. Minik aralıktan bakıyormuş gibi sandı yine. Tek nefes kaynağı orasıydı, tek ışık kaynağı orasıydı, ikisi için de. Korkuyorum. Dedi, korkulu gözlerle ona bakan kişi. Bedeni deli gibi esiyordu ikisinin de. Ama biri güçlü olmak zorundaydı. Seni kurtaracağım, sadece sessiz ol. Ben buradayım, sana kimsenin zarar vermesine izin vermem. Diyordu, bedeni küçük ama sesi, kendinden büyük olan çocuk. Durmadan yankı yapıyordu fısıldaşmalar beyninin içinde.

“Cesur!” arkasından gelen Kaya’nın sesi ile yerinde irkilmemek için kendi tuttu, Cesur. Omuzlarını içe doğru büküp, gerilen sırtını rahatlatarak kendine gelmeye çalıştı hızlıca. Kaya’nın onu böyle, korkmuş bir şekilde görmesini istemiyordu. Hemen boğazını sıvazladığı elini ve tırabzanı sıkıca tutmuş elini de bacaklarının iki tarafına salmıştı.

Omuzlarının üzerinden geriye doğru baktığında, burnunu çeke çeke Kaya’nın hızla adımlarla merdivenlerden indiğini gördü. Diğerlerinin yanından hemen çıkmış, arkasından ise Kaya gelmişti. Fazla duramamıştı, çünkü soru soracaklarını iyi biliyordu. Boğazını temizleyip, “ne oldu?” diye sordu Cesur.

Kaya, Cesur’un yanına gelmiş, ayağının birini basamağa diğerini de alt basamağa koyarak, aşağıdan yüzüne bakmaya başladı. Gözleri sağa sola doğru hızlı hızlı hareket ederek, Cesur’un gözlerinin içine bakmaya çalışıyordu fakat çok başarılı olduğu söylenemezdi. “Seni merak ettim!” dedi yumuşak bir sesle. Cesur burnunu çekip, gözleri birkaç saniye başka yerde gezindikten sonra, “iyiyim. Sorun yok!” dedi gözlerinin son durağı Kaya olurken.

Emin misin der gibi kaşlarını yukarı kaldırdı Kaya. İnanmamıştı çünkü diğerleri gibi o da orada ne olduğunu ve Cesur’un neler hissettiğini fark etmişti. Bu yüzden iyiyim dediğine inanmamıştı. Cesur’da Kaya’nın inanmadığını fark ettiğinde, dudağının kenarına yalancı bir tebessüm iliştirip, “iyiyim Kaya, sorun yok!” dedi ses tonunu inandırıcı tutmaya çalışarak.

Yılandan korktuğunu, hiç kimse bilmiyordu. Gizem ve Artemis hariç. Kimseye bu korkusu ile ilgili tek kelime edememişti. Çünkü korkular, insanın zayıf noktasıdır. Herhangi bir şekilde bunu belli edersen, seni bitirmek için kullanacakları tek şey korkuların olurdu. Bu yüzden kimseye söylemek istemiyordu. Şimdi ise diğerleri de öğrenmişti. Kafaya takmamaya çalışıyordu ama içten içe düşünmekten de kendini alıkoyamıyordu Cesur.

Bu sefer Cesur’un gözleri Kaya’nın birbirini ovuşturan ellerine kaydı. Gözlerinin ise arada yukardan biri gelecek mi diye durmadan kontrol ettiğini fark etti. Bir şeyleri saklamak ister gibi tedirgin bir hali vardı. Cesur kaşlarını çatarak, hal ve hareketlerinde değişiklik olduğunu sezdiği adamı baştan aşağı süzdü. Durumunu anlamıştı. Kızarmış ve uykusuz bakışlar, çöken göz altları durumunu sormasa bile kendini açık açık gösteriyordu. “Asıl sen iyi misin?” diye sordu Cesur.

Fazla uykusuz görünüyordu. Sebebini ikisi de çok iyi biliyordu!

Kendi sorununu artık göz ardı etmiş, karşısında titremesine ramak kalmış bu adama dikkatini vermişti. “Bu gece,” dedi Kaya yutkunup bakışlarını zemine indirirken. Cesur derin bir nefes aldı burnundan. Ne söyleyeceğini tahmin ediyordu ama yine de o soruyu beklemeye başladı. “Bu gece onu takmasan olur mu?” diye sordu, dalgalanan bakışlarını Cesur’un yüzüne ağır ağır kaldırarak.

Her zamanki duyduğu o soruyu yine dile getirmişti Kaya. Cesur burnundan gülmeye benzer bir ses çıkarıp, gözlerini kapadı. Başını hafif omuzuna yatırıp, kurumuş dudaklarını ıslattıktan sonra Kaya’nın cevabı bilmesine rağmen vazgeçmediği soruları karşısında sabrı tükenmenin eşiğine gelmişti. Ama yine de öfkesini arkasına aldı. Kaya’yı incitmek, kırmak istemiyordu.

“Gece boyu uykusuz kalıyorum Cesur!” dedi bir çocuk gibi mızmızlanarak.

Cesur olmaz der gibi başını iki yöne doğru sallayıp, “en son izin verdiğimde başımıza neler geldiğini biliyorsun Kaya.” Dedi Cesur sıkıntıyla. “Söz veriyorum kendimi engelleyeceğim!” dedi Kaya Cesur’un koluna parmaklarını dolayarak. Cesur önce koluna dolanan ele, daha sonra da ağlamak üzere olan adamın yüzüne indirdi bakışlarını. Kaya’da elini sıcak suya sokmuş gibi hızlıca elini, Cesur’un kolundan çekti.

“Engelleyemediğini ikimiz de iyi biliyoruz!” dedi katı bir dille. Kaya tekrar bakışlarını zemine indirdi, bir suçlu gibi. “Evde,” dedi Cesur son üç basamağı da inip, bu sefer yukarda kalan Kaya’ya kendisi aşağıdan baktı. “Evde farklı biri var, olmaz!” dediğinde, gözleri karşıdaki karanlık odanın kapısına kilitlendi. O oda da Nida vardı. Hâlâ uyanmamıştı. Bugün ikinci günüydü. Kaya’nın ona zarar vermesinden çekiniyordu.

Kaya bir şeyler söylemek için hazırlanmıştı ki, Cesur önüne dönüp, “kuralları biliyorsun Kaya.” Diyerek bir şeyler söylemesine izin vermedi. “Birkaç gün böyle yapmak zorundayım ve sen bunu benden istemiştin!” deyip sesini biraz alçaltmıştı. Kaya’nın alt dudağı omuzları ile birlikte aşağı düşmüştü. “Birazcık sabret!” deyip gülümsedi Cesur.

Kaya başka çaresi yokmuş gibi başını aşağı yukarı sallayarak Cesur’u onayladı. Üst kattan diğerlerinin sesini duyduğunda, Kaya’nın bir kolunu tutup aşağı hızlıca indirerek, “hadi odana geçelim, diğerleri görmesin!” deyip büyük adımlarla Kaya’nın odasına doğru ilerlediler. Bu olayı sadece kendisi ve Nadia biliyordu. Ne Peder’in haberi vardı, ne de diğerlerinin. Kaya kimseye söylememesini sadece ikisinin arasında bir sır olarak kalmasını istemişti. Nadia bile sonradan ve rastgele öğrenmişti. Çünkü Nadia’nın gözünden hiçbir şey kaçmazdı.

Cesur, kendisi ile birlikte Kaya’yı onun odasına çekmiş, diğerlerinin küçük küçük fısıldaşmalarını işitmişti kapının arkasından. Birkaç dakika sonra adım sesleri ve konuşmalar kesildiğinde, Cesur onların odalarına gittiğini anlamış, kendisi de bedeni ve kapı arasında birkaç santim bıraktığı yerden uzaklaşmıştı. Diğerlerine görünmesinde bir sakınca yoktu fakat Kaya’nın durumu olduğunu için fazlasıyla bu durumu önemsiyordu. Bu yüzden dikkatli davranıyordu.

Arkasını döndüğünde Kaya’nın yatağının ucunda her an düşecekmiş gibi oturarak onu izlediğini gördü. Gözleri, yapacağı şeyi onaylamaz gibi bakıyordu. Yine yalvaracak, yapmaması için kelimeler sıralayacakmış gibi bakıyordu. “Kaç gün daha böyle devam edecek bu?” diye sordu Kaya, giydiği siyah hırkayı kollarından çıkarmaya başlamadan önce.

Cesur küçük bir sesli nefes verip, ağır ağır yatağın kenarında oturan adama doğru ilerledi. Kaya’nın kendisinden böyle bir rica da bulunmasını beklemiyordu. Yanına gelip böyle bir şey istediğinde şaşırmıştı fakat onu geri çevirmeden hemen kabul etmişti. Şimdi de böyle bir şey istediği için pişman olmuş gibi bir hali vardı ama o istemese de Cesur bunu yapmak zorundaydı. Çünkü sabahları tehlike saçan bu adam, geceleri de tehlike saçmaya devam ediyordu.

Şimdi ise söyleyeceği şey, boğazını yakmaya başlamıştı. Adımlarını durdurup yutkundu. “Ne zamanki birilerini öldürüp bu eve geliyorsak!” dedi Cesur. Şimdi ise dilini kavurmuştu sarf ettiği cümleler. Kaya histerik bir gülüş attı. “Bitmeyecek o zaman desene.” Deyip çıkardığı hırkayı odanın bir köşesine fırlattı.

Cesur’un uykusu çok derin sayılmazdı ama şimdi... Şimdi ise evde Nida vardı. O geldiğinden beridir, daldan düşen yaprak sesine bile uyanır hale gelmişti. Aslında hiç uyumuyordu. Uyku artık zehir gibiydi bedeninde. Gözlerini dinlendirmek için bile kapamıyordu geceleri. Çünkü evde Nida vardı.

“Birkaç gün daha dayan, sonra takmayacağım onları sana.” Diyen Cesur, gözleri odanın bir köşesine öfke ile fırlatılmış hırkaya bakıyordu. “O olduğu sürece uyuyamıyorum Cesur.” Dedi Kaya burnunu çekip, elinin arkası ile burnunu sildi sertçe. “Bana,” deyip yutkundu. Gözlerini kapatıp, aklına ne geldiyse, yüzü acı çekiyormuş gibi gerindi. “Bana eskileri hatırlatıyor.” Deyip başını hafif omuzuna yatırdı.

Cesur sadece baktı, acı çektiğini anladığı adama. Neyi hatırladığını anlamıştı. Çünkü aynı anılara sahiptiler. Aynı acılara. Kalbinden başlayan bir sızı, tüm uzuvlarına kadar ulaşmıştı Cesur’un. Kaya’nın dudaklarının titrediğini gördü yarım yamalak. Ama ağlamamak için kasıyordu kendini. Belki de göstermek istemiyordu göz yaşlarını. Kendisi gibi!

“Tamam.” Diyen Cesur başını hafif hafif onaylar gibi salladı. Cesur’un sesini duyar duymaz, Kaya kapalı olan gözlerini açmış, ayakta duran kişiye bakmıştı dolu gözlerle. Orada daha fazla duramayacağını anladı Cesur. “Yarın takmana gerek yok.” Der demez, Kaya’nın dudaklarının iki kenarı da tebessümle genişledi. “Gerçekten mi?” diye sordu bir çocuk gibi. Cesur bir kere başını salladı onaylayarak. “Teşekkür ederim.” Deyip yatağın üzerine sırt üstü uzandı sevinçli bir şekilde.

İzin vermek istemedi. Kötü anıların onu boğmasına, gücünü tüketmesine izin vermek istemedi.

Kaya’nın diğer tarafına doğru geçmek için, adımlarını yatağın ucuna doğru atmaya başladı Cesur. Kaya gözlerinin içi gülerek, yürüyen adama bakıyordu. Bedenine hakim olamıyormuş gibi yatağın içinde kıpır kıpırdı. “Söz veriyorum kendimi engelleyeceğim.” Deyip kocaman sırıttı Kaya.

Cesur sonunda yatağın diğer tarafına geçtikten sonra, Kaya’da onu daha net görebilmek için bedenini yan tarafına doğru döndürüp, başının altındaki yastığın altına elini soktu. Yastığın altındaki kelepçeyi çıkarıp, gülüşünü dudaklarından silmeden onu izleyen adama doğru uzattı. “Sırrımı sakladığın için teşekkür ederim Cesur.” Deyip yutkundu Kaya. Şimdi ise minnet duyar gibi bakıp gülümsüyordu.

Cesur’un da dudağının bir kenarına minik bir tebessüm iliştirdi. “Sırrını ömür boyu saklayacağım kardeşim.” Dedikten sonra, Kaya’nın uzattığı kelepçeyi aldı. Kaya’nın gözlerinden bir ışıltı geçtiğini fark etti Cesur ama uzun sürmedi gözlerindeki ışıltı, yanlış bile gördüğünü düşündü Cesur. Ona kardeşim demesi, Kaya’yı şaşırttığını düşündürmesine neden olmuştu. Tekrar başını hafif kaldırdığı yastığın üzerine geri koydu Kaya, pür dikkatle izlemeye devam etti.

Kaya kolunun birini yatak başlığına yasladıktan sonra Cesur, kelepçenin birini Kaya’nın bileklerine diğerini de yatak başlığındaki demir halkadan geçirdi. “Fırsat bulursam kontrol etmeye geleceğim.” Dedi Cesur, aşağıdan onu izleyen adama bakarak. Tekrar elini uzatıp anahtarı vermesini istedi.

Kaya’da bu dediğini anlayarak, tekrar elini yastığın altına sokup kelepçenin anahtarını çıkarıp Cesur’un avuç içine bıraktı. “Söz ver.” Dedi Kaya. “Söz ver gelecek misin kontrole? Beni yalnız bırakma!”

Cesur burnundan sesli bir nefes verip güldü. “Söz veriyorum geleceğim kardeşim.” Dedi Cesur bir iki adım geriye doğru çekilirken. Yatağın ucunda katlanmış olan pikeyi çekip Kaya’nın omuzlarına kadar örttü. Kaya’da pikenin ucundan tutup, çenesinin altına kadar yerleştirdi. “Geleceğini biliyorum!” dedi Kaya içtenlikle.

Cesur elindeki anahtar ile birlikte yataktan epey uzakta olan masaya doğru adımlarını atmaya başladı. Odanın her yerinde ayna vardı. Hiçbirinde yansımasıyla göz göze gelmemek için ayak ucuna bakıyordu. Odanın diğer ucundaki masanın üzerine anahtarı bırakıp arkasını yatağın içindeki adama doğru döndürdü. “Anahtar burada kalsın, kontrole geldiğimde bir ihtiyacın olursa açarım kelepçeyi!” Dedi. Gözleri yine birkaç adım mesafelikle masanın yanına atılan hırkaya ilişti. Onu oradan alıp almamakta kararsız kalmıştı.

Hangi dürtüydü bilmiyordu ama ona engel olamıyordu. Derin bir nefes verip, belli belirsiz kafasını iki yöne doğru sallayarak hırkayı yerden kaldırmasını isteyen o dürtüye engel oldu. Ama Kaya’yı da uyarmaktan kendini alıkoyamadı. “Odanı temiz tut kardeşim, sonra Nadia söylenmesin.” Dediğinde Kaya küçük bir baş hareketiyle, karşısındaki adamı onayladı.

“İyi geceler!” deyip, dış kapıya doğru ilerlemeye başlamıştı ki, Kaya’nın sesiyle adımları durdu. “Nida nasıl?” diye sorup güldü Kaya. “Fazla korkmuştun. Ona karşı bile böyle görememiştim hiç seni!”

Cesur’un iki kürek kemiğinin arasından ince bir sızı baş gösterdi. Kaya’nın sesindeki iğneyeler sanki oraya saplanmış gibi bir hissiyata kapıldı. Omuzlarını içe doğru büküp rahatlatmak istedi ama söyledikleri beyninin içinde dört dönmeye başlamıştı bile, rahatlamasına izin vermiyordu. “Sakin bir adamdan, çok telaşlı bir adama dönüşmüştün, ben de şaşırdım doğrusu!” dedi Kaya, bir şeyleri ima eder gibi.

Cesur, Kaya’nın sesini duyar duymaz, başını hafif sol omuzuna doğru yatırıp, dudaklarını birkaç saniye ezdikten sonra serbest bıraktı. Sinirlendirmeye çalıştığını anlamıştı fakat başka şeyler ima etmesi canını daha çok sıkmıştı.

Daha fazla sessiz kalarak onu söylediklerini doğru çıkarmak istemiyordu. Dudaklarına, sinirini saklamaya çalışan kamuflajdan farksız bir şekilde yarım bir tebessüm iliştirip, omuzunun üzerinden, yatağın içinde yatan adama baktı. Kaya’da onu görebilmek için, hafif bedenini geriye doğru yaslamış, kafasını da yukarıya kaldırmıştı.

Yüzündeki, söylediklerinin altında yatan imadan daha beter çarpık bir gülüş yatıyordu. Cesur bu tebessümü gördüğünde, parmaklarını avuç içine gömdü. Burnundan derin bir soluk alıp dizginlemeye çalıştı, kaynayan öfkesini. “Nida iyi Kaya, sen kendine dikkat et!” histerik bir gülüş atıp, “sana da telaş yapıyorum ama görmüyorsun kardeşim!” deyip Kaya’nın bir şeyler söylemesine izin vermeden, odanın kapısını açıp çıkmıştı.

 

****

 

Cesur kapıyı kapatır kapatmaz bakışlarını karşıya çevirdiğinde, aşağı kata inen merdivenlerin başında Dua’yı beklemediğin için kendini son anda irkilmemek için tutmuştu. Bir basamak aşağıda durarak, gözlerini kırpmadan onu izliyordu Dua.

Şaşkınlığını hâlâ üzerinden atamadan, “Ne oldu Dua, ne işin var burada?” diye sordu Cesur. Parmaklarını doladığı kapının kolundan çekip, ellerini arkasında bağlayarak ifadesiz bir biçimde onu izleyen kadına doğru bir iki adım ilerledi. Dua böyleydi. İfadesiz, duygularını açık açık belli etmeyen, bir şeyler öğrenmek istiyorsan zorla ağzından laf alacağın biriydi. Alışıktı bu hallerine. Ne kadar da alışması zor olan bir durum olsa da.

Düzensiz kesilmiş kahkülleri dağılmış, üzerinde siyah bol paça eşofman ve aynı bollukta bir de siyah tişört giymişti. az önceki kıyafetleriyle duruyordu. Cesur hemen sağını solunu ve üst kata çıkan diğer merdiveni kısa bir şekilde göz gezdirdikten sonra az bir süre Nida’nın odasında oyalandı. Daha sonra Dua’ya baktı. Nida’nın odası kapalıydı, bu biraz da olsa içini rahatlatmış sayılmazdı çünkü Dua’nın Nida’ya zarar vermesinden çekinmişti. Fakat Dua, habersiz bir şey yapmaz, diğerleriyle birlikte hareket ederdi. Bunun bilincinde olması az da olsa yüreğine su serpilmesine neden oldu.

Bu saatlerde herkesin yatakta olması lazımdı. Zaten Peder, onları sabaha karşı odalarından çıkarmış, konuşmak istemişti. Şimdi ise ikisini burada görürlerse, kendisinin değil Dua’nın ceza almasından korkuyordu.

Dua, Cesur’un arkasında kalan odaya kısa bir bakış atıp, “Kaya’nın odasında ne işin vardı?” diye sordu tekrar bakışlarını karşısındaki adama dikerken. Cesur bu soruyu soracağını tahmin etmişti ama kendisini bir anda karşısında beklemiyordu. Dua kurallara uyardı, şimdi ise ayakta olması bir tık şaşkınlığa sebep olmuştu.

Kısa bir sessizlik aralarında akarken, Cesur, Kaya’nın odasında neden olduğu ile ilgili bir şey söylemek için aklına bir fikir gelmişti. Ağzını açıp bunu söylemek istemişti ki, Dua boş bakışlarla, “neyse, orada olman beni ilgilendirmiyor!” Diyerek bir basamak aşağıda durduğu merdiveni de çıkıp iki ayağını da aynı hizaya getirerek dikilmeye devam etti. “Bir şeyler söylemeni istemiyorum!”

Cesur başı ile belli belirsiz sallayarak onu onayladı. Böyle olduğunu biliyordu. Canı isterse öğrenir, istemezse öğrenmezdi. Her şeyden çabuk sıkılırdı. Bir şey fazlasıyla bağlandığını görmemişti bu zamana kadar. Fakat Nida’nın bayıldığı zaman, Dua’nın endişelendiğine şahit olmuştu. Onu ilk defa böyle görmüştü.

“Niye odan da değilsin?” diye sordu Cesur. Dua bir adım daha yaklaştı Cesur’a doğru. Fakat bu adımı sorgulamadı Cesur. O da karşısındaki kadının, gözlerinin içine bakıyordu. “Sen niye odan da değilsin?” diye sordu Dua’da çenesini dikleştirirken.

Cesur tek kaşını havalandırıp, “şimdi gidiyorum, sen de oyalanma, git odana.” Dediğinde kaşlarıyla üst katı işaret etti. Dua’da kısa bir bakış attı tavana, fakat orada çok oyalanmadan dudaklarına yarım gülüş iliştiren Cesur’un yüzüne indirdi gözlerini. “Peder görmesin seni ayakta.” Yutkundu . “İncinme!” derken Cesur, yarım gülüşünü buruk bir gülüş kapladı. Ama o da çok uzun sürmedi dudaklarında, hemen silindi.

Dua’nın arkasına bağladığı elleri iki yanına düştü. Gözlerinde, yüzünde bir şeylerin değiştiğini fark etti Cesur. Bomboş bakan kadının gözlerinden anlamadığı duyguların geçtiğini sandı. Yanılıyor olabilirdi ama bu gözle görülebilecek kadar fazlaydı.

Cesur’a doğru bir anda büyük adımlar atarak karşısına geçip kollarını Cesur’un belinin etrafına sararak, başını göğsüne yasladı. Cesur’un adımları bir anda olduğu gibi yere saplandı. Bu hareketi, hele ki Dua’dan hiç beklemiyordu. Nefes almayı bile unutmuş, kolları havada asılı kalmıştı. Bakışları ise, göğsüne yaslanan kadının saçlarının üzerindeydi.

Dua kollarını daha sıkı sardı. Bırakmak istemiyormuş gibi. Burnunu çektiğini duydu. Ağlıyor muydu? Ama bu evde kimse ağlamazdı! Kimse kimsenin yanında da ağlamazdı. Ne diyeceğini bilemeden, bedeni kaskatı kesilmiş bir şekilde Dua’nın sarılmasını bitirmesini bekledi. “Bilmiyordum,” dedi Dua. “Korktuğunu bilmiyordum!” dediğinde, Dua gözlerini kapadı.

Cesur boğazını delip geçen bir yutkunma ile gözlerini sıkıca yumdu. Geriye düşmemek için adımlarını yere daha sağlam bastı. Bir şeyler söyleyemiyordu. Dilinin ucuna düğümler atılmış gibi hissediyordu.

“Sen hiçbir şeyden korkmadığın için bende korkmuyordum!” diye mırıldandı Dua. Elinden kaçıp gidecekmiş gibi, Cesur’un bedenini kollarının arasına daha çok sıkıştırdı. Cesur kapadığı gözlerini yavaşça araladı. Hava da asılı kalan ellerini yavaşça Dua’nın omuzlarına yasladı. “Orada,” yutkundu Dua. “Orada bir şey yapamadığım için üzgünüm!” dediğinde, başını yasladığı yerden kaldırıp ona yukardan bakan adama, dolmuş gözlerle baktı. İkisinin kalbi de bir kuş gibi kanat çırpıyordu. İkisi de bunu beklemiyordu.

Cesur neyi kastettiğini anladığında, bir sert yutkunuş boğazını tekrardan deldi geçti. “Senin suçun değildi!” dedi Cesur sesinin titrememesi için özen göstererek. “Alıştım ben!” Cesur’da Dua’ya sıkıca sarılmak istedi ama bu zamana kadar böyle bir şey yaşanmamıştı. Bu yüzdendi soğukluğu. Çünkü Peder istemiyordu. Dua’yı ve diğerlerini bir kardeşi gibi görüyordu. Ama Peder hiçbirinin böyle görmesini istemiyordu.

Çünkü insanoğlu kayıplar yaşayan biriydi. Varlığına alıştığınız birinin yokluğu, diri diri toprağa gömülmekten bir farkı yoktu!

Peder bunun için mi istemiyordu ya da farklı başka bir nedeni mi vardı bilmiyordu. Ama bunun olmasını diliyordu Cesur. Başka bir sebepten dolayı yakınlaşmalarını başka nedene bağlamak istemiyordu.

Dua, Cesur’un belinin etrafına sardığı kollarını yavaşça çekip iki yanına saldı. Ama gözlerini ayırmadı, ondan uzun olan adamdan. Göz pınarlarında, emanetmiş gibi duran göz yaşları birazdan akacakmış gibi duruyordu.

Cesur’da Dua’nın sırtına koyduğu ellerini oradan çekmişti. Fakat hala anlayamamıştı Dua’nın böyle bir şey yaptığını. Üzüldüğü çok belliydi, yine de içinde kopmasını engelleyemediği şeye dur diyemedi Cesur. Bu sefer ellerini Dua’nın iki omuzuna yerleştirdi. Niye böyle yaptığını sorgulamayacaktı. Dudaklarına samimi bir gülüş yerleştirip, “ben zaten hiçbir şeyden korkmuyorum Dua.” Dedi.

Aklında az önce mırıldandığı cümle geçiyordu.

Sen hiçbir şeyden korkmadığın için bende hiçbir şeyden korkmuyordum!

Onun böyle hissetmesine neden olduğu için mutlu da olmuştu. Parmaklarını biraz daha bastırıp, “önemli olan göremediğimiz şeylerden korkmamak. Gördüğün dokunduğun her şeyi yok edebilirsin fakat göremediğin şeyler…” burnundan kesik bir nefes aldı. Dua’nın göz pınarlarında biriken göz yaşları bir yıldız gibi parlıyordu.

“Onlar seni yok eder. Ben onlardan korkmuyorum!” öyle olup olmadığına kararsızdı. Ama ağlamak üzere olan ve hiçbir şeyden korkmadığı için kendisinin de korkmadığını söyleyen bir kadına, öyle olduğuna inandırması gerekiyordu. Dua başı ile onayladı ağır ağır. Sertçe burnunu çekip bir adım geriye doğru çekildi. Cesur’unda Dua’nın omuzuna koyduğu elleri iki yanına düştü.

Dua korkusuzdu, diğerleri gibi. Hiçbir şeyden çekinmez, herkesin korktuğu şeylerde dimdik karşılarına geçecek kadar cesurdular. Ama şimdi… Karşısında ufak kız çocuğundan farksız bir şekilde gözleri titreyerek ona bakıyordu. Kimse kimseye kolay kolay duygularını belli ettirmezdi. Onu böyle görmeye alışık değildi. Şaşkınlığı geçmemişti ama belli ettirmiyordu Dua’ya.

Dua ellerini arkasına götürüp tekrardan onları orada kenetledi. Çenesini dikleştirirken, az önce yaşadığı duyguları silmek ister gibi çenesini dikleştirip, “geçen,” dudaklarını yalayıp yutkundu. “Geçen benden bir şey istemiştin.” Dediğinde Dua bu sefer bir elinin iki parmağını alnına çıkarıp çekingen bir şekilde sıvazladı.

Cesur ne dediğini hatırlamaya çalıştı ama hatırlayamadı. Bu yüzden karşısında söyleyeceği şeyden çekinen kadının söyleyeceklerini beklemeye devam etti bir şey söylemeden. “Aslında benden istemedin, sadece ortaya demiştin.” Dediğinde, alnını sıvazladığı parmaklarını çekip, tekrardan arkasında bağladı. Cesur tek kaşını kaldırdı havaya anlamayarak.

“Kurabiye istemiştin!” dedi Dua gözlerini, Cesur’un gözlerinden ayırmadan. “Sana kurabiye yaptım.”

Cesur’un dudaklarının kenarında derin bir tebessüm belirdi. Şimdi söyledikleri aklına gelmişti. Ama bu bir ay önceki isteğiydi. Kimse yapacağım dememişti, Dua’dan bile ses çıkmamıştı o gün. Zaten ona söylenmiş bir şeydi, çünkü istediği kurabiyeyi sadece Dua yapabiliyordu. O da canı isterse yapardı çünkü her zaman zorla yaptırırdı Cesur. Şimdi bir ay önceki istediği şeyi bir daha dile getirmeden Dua’nın yapması dumura uğratmıştı onu.

Dua bir omuzunu silkeleyip, “istediğin kurabiyelerden yaptım. Damla çikolatalı.” Dedi. Bakışları, yüz ifadesi hiçbir şeyi yansıtmıyordu şimdi. Gözlerinde biriken yaşlar geri çekilmiş, daha önceki duygusuzluğunu üzerine geri giyinmiş gibiydi.

Cesur şaşkınlığını belirten sesli fakat kısa süren bir gülüş çıkarttı genzinden. Bakışları zemine eğilmişti iki yana sallarken başını. Uzun süredir o kurabiyelerden yiyememişti. Şimdi Dua’nın aynısından yaptığından emin olduğu kurabiyelerden yiyebileceği için sevinmişti. Dua’da kısa bir göz gezdirdi Cesur’un gülüşüne. Onu böyle gülümsettiği için memnun kalmıştı. Fakat hemen gözlerini oradan çekmişti.

“Teşekkür ederim!” dedi Cesur tebessümü dudaklarında silinmeden bakışlarını tekrar karşısındaki kadına kaldırırken. Dua kaşları ve başı ile mutfağa inen merdivenleri işaret ederken, bir adım kenara çekildi Cesur’un geçmesi için. “Şimdi mi yaptın?” diye sordu Cesur, merdivenlere doğru ilerlerken.

“Ne fark eder?” diye sordu iki kaşını havaya kaldırarak Dua. Cesur sesli bir şekilde burnundan gülüp, iki omzunun da önemli değil gibi silkeledi. “Fark etmez.” Dediğinde, Dua ile beraber yan yana yürüyerek merdivenlerden inmeye başladılar.

 

****

 

Yavaş yavaş ağaran gök yüzünü izliyordum. Dün geceden beridir uyumamış, yatağın kenarına oturarak gözlerimi pencereye dikmiştim. Dizlerimi biraz daha karnıma doğru çekip, Cesur’un odadan çıkmadan önce bıraktığı kuşu parmaklarımın arasında durmadan çeviriyordum.

Başımda ağrı, kalbimde geçmeyen bir sancı, aklımda ise alınlarının ortası delinmiş iki kişi geçiyordu. Ne zaman gözlerimi kapatsam o görüntüler aklıma geliyordu. İçerde aldığım o kurabiye kokusunun etrafını büyük bir kan kokusunu almıştı. Şimdi ise gözlerim açık olsa bile istemeden o görüntüler geliyordu.

Yatağın içi beni kemiren hayvanlarla dolu olduğunu düşünmeme neden olduğu için kendimi direkt zemine atmıştım ama öyle ki kendi kusmuğum bile midemi bulandırıyordu. Yatağın kenarına oturmadan, üzerimdeki siyah tişörtü çıkarıp banyoda ıslatarak yerleri silmiştim. Daha sonrada sandalyenin üzerine bırakılan temiz tişörtü üzerime geçirerek yere oturmuştum. Şimdi ise sızlayan gözlerim penceredeydi.

Arkamdaki kapıyı kontrol etmek için omuzumun üzerinden geriye kısa bir göz gezdirip önüme tekrardan döndüm. Dün gece elinde bıçakla o maskeli kişiyi yeniden görmüştüm. Hiç vakit kaybetmeden, üzerimdeki korkuyu atamadan kapıyı kilitlemiş, arkasına ise oda da bulunan masa ve sandalyeleri koymuştum. Koridorda kime ait olduğunu çıkaramadım o fısıldaşmalar duymuştum ama bir daha kapının deliğinden bakma cesareti bulamadım kendimde.

Şimdiye kadar da kimse gelmemişti odaya. Başka ses falanda duymamıştım. Ama düşüncelerimden geçen sesler beni odanın içinde küçücük kılıyordu. Ne zaman gözlerimi kırpsam o kısacık süren saniyede görüntüler bir sis gibi bakışlarımın önüne dağılıyordu.

Nida, ailen seni her yerde arıyor! Bulacaklar kızım seni. Merak etme… Şakaklarımdan ince bir sızı baş gösterdi. Kuşu diğer elime alıp, diğerinin de iç kısmını şakağıma bastırdım. Gözlerim ağrıyla kapandı. Oradan vuran ağrı resmen kafa tasımı yerinden fırlatacak gibi baskı yapıyordu.

Çocuklar… El ele tutuşmuş, ne olduğunu anlamadan bana bakıyorlardı. Belki de uyumaya annesi ve babası götürmüş, yanaklarından öperek uykuya dalmalarını sağlamışlardı. Ama sonra evin her yerini saran kurabiye kokusunun yerine kan ve böyle olmalarına neden olan katiller yer almıştı her köşeyi.

Sonra... Sonra, iki el silah sesi... Silah sesleri sanki iki kulağımın dibinde patlamış gibi kuş ayağımın dibine düşüverdi gözlerim saniyesinde sıkıca yumdum. Başımı iki elimin ortasına alarak sertçe iki yandan da baskı uyguladım. Patlayacak bir balon gibi sanki durmadan şişiyor gibiydi. durduramıyorum, sesleri görüntüleri. Gittikçe artıyordu beynimin içinde.

Kesik bir nefes aldım dudaklarımın arasından ama yetmiyordu bana. Göğüs kafesimi sıkıştırsan bir şey vardı ve dışarıya çıkmak için durmadan baskı yapıyordu. Onlar tuttuğum göz yaşlarımdı , biliyordum. Dün geceden bu yana durmadan ağlamıştım, aile dostlarımız için. Şimdi ise gözlerim yanıyordu, ne zaman kırpsam kirpik diplerim acıyordu.

Kollarımı daha fazla havada tutamadığım için, şakaklarıma baskı uyguladığım avuç içlerimi çekip, iki elim de sertçe yanıma, zemine düştü. Başımı geriye doğru yatırıp, yatağa dayadım ensemi. Hareket etmemi sağlayacak hiçbir uzvumun burada olduğunu sanmıyordum. Yok gibiydiler. Güçsüz düşmüşlerdi.

Birkaç saniye gözlerimi yumdum. Fazlasıyla acı veriyordu. Kurumuş dudaklarımı ıslatıp, sessizce inlemelerim dudaklarımın arasından boşluğa doğru savruldu. Boğazım düğüm düğüm olmuş, yukarıya çıkmak isteyen nefesim taş oturmuş gibi göğsümü eziyordu.

Fakat bu odadaki yalnızlığım uzun sürmeden, kapının tıklatılmasıyla, yerimden sıçrayıp dizlerimi karnıma daha çok çekerek, hızlıca yatağın üzerinden geriye doğru baktım. Titrek bir nefes kaçınca, artık tüm dikkatim kapıda, bir ses duyana kadar nefesimi tutmaya başladım. Ses vermek istemiyordum. Uzak dursunlar istiyordum benden ama mümkün olmayacağını iyi biliyordum.

Kapı bir kere daha tıklatıldı… Bacaklarımı yere yaslayıp kalçamın altına yerleştirdim.

Kısa süren sessizlik ve ardından tekrar kapı tıklatıldı… Önümü kapıya doğru çevirdim bacaklarımı yerde sürüyerek. Artık önümde siper olan tek şey tüm bedenimi yasladığım yataktı. Bakışlarım anlık dizlerimin dibinde duran kuşa çarptı. Yan dönmüştü ve altındaki yazı direkt gözüküyordu.

“Farecik!”

Kapının arkasından gelen boğuk fakat ürkütücü ses, tenimdeki tüm tüylerin havaya dikelmesine neden oldu. Bakışlarım olduğu gibi, arkasında masa ve sandalye olan kapıya saplandı.

“Farecik uyandın mı?” baştaki kelimenin harflerini uzatarak söylerken, sesinde alay vardı. Ve o kelimeyi söyleyen Arın katilinden başkası değildi. Bacaklarımı birbirine kıstırıp, kalçamın altına daha çok yerleştirirken, ellerimi yatağın dağılmış çarşafına geçirdim. Ellerim şimdiden titremeye başlamıştı sesini duymamla birlikte.

Kapı bu sefer daha sert vuruldu, oturduğum yerden yukarıya biraz daha zıpladım, fakat ses çıkarmamak için kendimi tuttum. Burada olduğumu biliyordu ama uyuyor numarası yaparak gitmesini sağlayabilirdim.

“Hadi ama farecik, gönlünü almaya geldim!” dedi sesinin ayarını biraz daha düşürüp ağlıyormuş gibi yaparak. Ama bu daha çok tiksinmeme neden oldu. çünkü sesindeki o tını bariz ortadaydı. Beni alaya alıyordu. “Seni eğleneceğin bir yere götüreceğim!”

Eğlenmek mi?

Bir yere gitmek mi?

Hayır, hayır, hayır! Bir başkasının, bir tanıdığımın ölümüne daha şahit olamam hayır!

Göz pınarlarım acı verecek bir şekilde yeniden dolmaya başladığında, bir elimi ağzıma kapadım ses çıkmaması için. Her şey daha yeni yaşanmışken, bir daha böyle bir şey yaşamak istemiyordum. Göğsümden yükselen ince bir sızı gözlerimi sıkıca yumdurdu bana. Yeniden hıçkırıklara boğulabilirdim ama kapının arkasındaki o katile sesimi duyurmak istemiyordum.

Kapı sertçe arka arkaya vuruldu ama bu sefer açmak istediği için güç uyguluyordu. Siktir! Sıkıca kavradığım çarşafı aynı hızla bırakmış, bedenimi geriye doğru sürüklemeden edememiştim. “Yemek falan yok ona!” diye bağırdı. Yanında biri vardı sanırım ama benim kulaklarımda gözlerimde, açılmaya zorlanan kapının üzerindeydi.

Arkasına yasladığım masa ve sandalye toz çıkaracak bir şekilde odanın içine doğru geliyordu fakat şu anda tek güvencem kapıyı kilitlemiş olmamdı. Ama fazlasıyla güç uyguluyordu açılması için ve kapı bu güce dayanacağını sanmıyorum.

Ellerimi geriye doğru yaslamış hızlı inip kalkan göğüs kafesim resmen bakışlarımın hizasına kadar çıkıyordu. Korkuyordum ve bir daha bir yere götürülüp birilerinin ölmesine şahitlik etmek istemiyordum. Öldürecekse şimdide öldürsünler beni çünkü fazlasına dayanamıyordum.

“Napıyorsun!?”

Bir kadın sesi duyuldu kapının arkasından kapıya uygulanan güç durdu.

“Fazla uyku çektiği yeter! Uyansın!”

Arın’ın sesi çok net kulağıma geliyordu, sesi gelen her kimse onunda ayak sesleri ağır ağır duyulmaya başlandı. Sanırım o da kapının arkasına doğru geliyordu. Hızlı hızlı nefes aldığım için kendi sesim odanın içinde daha fazla hakimdi. Fakat tüm bedenimi dört bir yandan saran endişeden kendimi kurtaramıyordum.

“Anahtarı getirdim!” Dedi bir kadın sesi gülerek. “Kendini yormana gerek yok!” Artık kapının arkasındaydı ve o kişi Artemis’ti. “Sikerim anahtarını!” Arın’ın öfkeli sesi, duvara doğru çarpan kapının sesine karıştı. Gözlerim kapanmadan birkaç saniye önce yüksek bir çığlık atmış, ellerimi iki yandan kulaklarıma bastırmıştım. Başımı dizlerimin arasına gömdüm. Arkasına koyduğum masa ve sandalyede aynı hızla yere düşüp yüksek bir sesin çıkmasına neden olmuştu.

Titreyen bacaklarımı dirseklerimin arasına alıp, sanki onlara karşı bir siper oluşturacakmış gibi kollarımın arasına gömmüştüm başımı. Kulaklarıma bastırdığım parmaklarım titriyor, göğsümden yükselen kesik kesik nefesler boğazımı deliyordu.

Arın’ın mide bulandırıcı kahkahası geldi kulaklarıma sonra ise sesi. “Benim güzel farem kapana kısılmış sanki!” dedi bir kahkaha daha atarken. Sıkıca yumduğum gözlerimi yavaş yavaş aralayıp, titremesini durdurmadığım başımı ağır ağır yüzüne kaldırdım. Dudaklarında şeytani bir tebessüm vardı ve dilini ağır ağır dudaklarının üzerinde gezdiriyordu. Yanında ise bir ayağını öne doğru uzatmış, yarım bir tebessümle Artemis duruyordu.

Gözlerim kısa bir an boğazının üzerinde yer alan yara bandına kaydı Arın’ın ama orada fazla oyalanmadan tehlikeli gözlerine kaldırdım. “Sana müjdeli haber getiriyorum ama sen kapıyı açmıyorsun farecik!” deyip bir adım odaya doğru gelince, Artemis’in bakışları yanındaki adama kaydı bende elimde olmadan kalçamın üzerinden geriye süründüm. Ortamızda sadece büyük bir yatak vardı o ikisiyle aramda.

“Niye onu kandırıyorsun Arın?” diyen Artemis bir dizini kırıp yatağın üzerine çıktı ardından yüz üstü uzanarak yumruk yaptığı ellerini çenesinin altına yerleştirdi. Arın’ın gözleri birkaç saniye yüz üstü uzanan kadının sırtına kaydı kısa bir an bakışlarındaki öfke gitmiş yerine ise şaşkınlık almıştı ama uzun sürmedi. Tekrar sinirli haline dönerek bana baktı. “Eğleneceğimiz bir yere gitmeyeceğiz!” deyip yalandan tebessümünü genişletip gözlerini kısacık yumup açtı Artemis.

Kalbim hem boğazımda, hem de kulaklarımın zarını patlatacak kadar yüksek şekilde atıyordu. Dudaklarımı ısırıp ağlamamı geri göndermeye çalıştım ama zorlanıyorum çünkü her şey yeniden başlayacakmış gibi geliyordu. Yatağa uzanan kadın ve onun arkasında ayakta duran adamın yüzünde gidip geliyordu dalgalanan bakışlarım.

“Hoppala ne oluyor burada?” Arın’ın bakışları da arkasında gelen sese döndüğünde, benimde bakışlarım Artemis’in üzerinden ileriye doğru baktım. Artemis geriye doğru bakmayıp, yüz üstü uzandığı yatakta ayaklarını havaya kaldırarak ileri geri sallamaya başlamıştı. Kedisiyle birlikte buraya doğru gelen Kaya’ydı.

Kaya’nın bakışları yere dağılan masa ve sandalyeye kaydı ardından odanın girişine gelip, bir elini kapının üst tarafına doğru koyarak Arın’a doğru ne oluyor der gibi göz kırptı. Bu sefer yukarıya çıkan merdivenlerin ucunda odanın içine bakan Dua’ya kaydı gözlerim ama buraya gelmemiş oradan izlemeyi tercih etmişti. Kaya’nın iri bedeni yüzünden pek anlaşılmıyordu yüz ifadesi bir de koridorun ucunda olduğu için hiç göremiyordum.

“Eğlenceye götürmeye geldim onu!” dedi Arın çarpık bir gülüşle beni işaret ederek. Kaya burnunu kırıştırıp, sanki ayağını bir yere vurmuş gibi küçük bir inilti döktü dudaklarının arasından. “Tabi eğlence dersek oraya!” dediğinde, derince yutkundum. Olduğum yerde çivilenmiş, buz kesmiştim. İki yanıma bastırıp destek aldığım avuç içlerim karıncalanmıştı.

Odanın içindeydi hepsi. Korkunç bir görüntü sunuyorlardı bana. Artemis tebessümle gözlerini ayırmadan beni izliyordu. Kaya’nın söyledikleri ve ifadesinden anlaşılacağı üzere kötü bir şey daha beni bekliyordu. Arın ise insanı ürpertecek gözleri ve gülüşüyle yerimde buz kesmene neden olurken, Dua ise koridorun ucunda beni izliyordu.

Cesur… Cesur neredeydi?

Onun burada olmasını neden istiyordum ki şimdi? Gözlerim onu aradı onların içinde. Burada, burada olmasını istiyordum. Onu istediğim içinde kendime lanetler yağdırmaya başlamıştım. Ama en azından onların bana zarar vermesini engellerdi. O da belki!

“Aa bu ne?” diyen Artemis sorgulayan gözlerle, yatağın üzerinde biraz ileriye doğru sürünüp zemine doğru bakmaya başladı. Benim de bakışlarım olduğu gibi ona inerken, gözlerini takip ettim.

“Ne, ne?” diyen Kaya’da dizinin birini kırıp yatağın üzerine bastıktan sonra, Artemis’in yanına yüz üstü uzanarak, Artemis’in baktığı yöne doğru indirdi gözlerini.

Arın burnunu çekip gözlerini devirdi ama onların baktığı şeye bakmak için yeltenmedi bile. Üçümüz de yerde yan dönmüş kuşa bakıyorduk. Artemis elini uzattı almak için nedense durdurmak istedi bir tarafım, hemen kendime engel olup bir elimin parmaklarını avuç içime gömdüm.

Artemis bedenini biraz yataktan kayırıp yerde duran kuşu alıp tekrar yatakta geriye doğru giderek az önceki pozisyonunu aldı. Kuşu iki elinin parmaklarının arasında tutup incelemek için çevirmeye başladı. Yüzünde ise anlamlandıramadığı bir ifade vardı. Yukarıya kalkan kaşlarından anlaşılıyordu. “Nereden buldun bunu?” diye sorduğunda Artemis, sorusunu bana bakmadan dile getirmişti. Kuşu çevirmeyi durdurmuştu artık, bu sefer yazının yer aldığı yere odaklanmış, orayı okuyordu. “İlk defa görüyorum!” dediğinde, Kaya’da meraklı gözlerle kuşa bakıyordu.

Cesur’un verdiğini söylemek istemiyordum fakat nereden bulduğumu da söylemem gerekiyordu. Yine de sessiz kalmayı tercih edip öylece onları izlemeye devam ettim. Odanın girişine doğru ağır ağır gelen Dua’ya gözlerim çarptı fakat onun gözleri Artemis’in incelediği şeyle ilgileniyordu. Arın’a baktım. Zaten o da beni izliyordu hafif öne doğru eğdiği bakışlarının altından. Uzun süre şeytanı andıran bakışlarına maruz kalamıyordum, hemen ondan çekip Kaya ve Artemis’e baktım.

Kaya kuştan gözlerini çekip bana bakarak, “İğrençmiş!” diyerek beğenmediğini yüz ifadesine yansıttı. Artemis’de alttan attığı bakışlarını bana kaldırdı. “Bence de!” dedi dilini dudaklarının üzerinde gezdirirken. Ama sesi ve gözleri farklı bir şeyi ima eder havası vardı. “Nereden buldun?” diye sorduğunda, dili üst dudağının üzerinde durdu.

Kuruyan genzimi ıslatmak için yutkundum gözlerinin içine bakarken. “Odadaydı!” dedim hiç beklemeden. Başını ağır ağır salladığında, kuşu arkama doğru fırlatınca, kuş pencerenin altında durdu. Kısa bir bakış attım arkama fakat çok oyalanmadan Artemis’e baktım. İnanıp inanmadığını anlayamıyordum ama Cesur’un verdiğini de söylemek gelmiyordu içimden. Kuşu da geri bırakmasına sevinmiştim içten içe, eline alınca bile garip olmuştum. Alacak diye korkmuştum!

“Bence de iğrençmiş!” dediğinde Artemis, “Sıkıldım bu muhabbetten, bir an önce eğlenceye gidelim!” diyen Arın’ın öfkeli sesi araya girince, önce Artemis uzandığı yerden doğruldu, ardında Kaya doğrularak yatağın üstünden kalkıp ayakta dikilmeye başladılar.

“Daha yeni uyandı!” dedi Dua boş sesle. Diğerlerine bakmamıştı, gözleri bendeydi.

“Bir aydır uyuyor!” dedi Arın, omuzunun üzerinden Dua’ya bakıp.

“Anlamadım!” dedim bir anda kaşlarım çatılırken.

“Güzel şeyler görmedin farecik bu yüzden bayıldın, tam bir aydır da uyuyordun! Daha yeni uyandın!” dediğinde dudaklarını ısırıp geri bıraktığında, şeytani gülüşü yüzünde kocaman yer kapladı. Benim ise şaşkınlıktan dudaklarım aralanmış, kocaman açtığım gözlere yüzüne bakmaya devam ettim.

Bayıldığım günün üzerinden bir ay mı geçti? Ben bir aydır uyuyor muydum?

Söylediklerini kabul etmeyerek başımı iki yöne doğru sallamaya başladığımda, Arın büyük bir kahkaha attı. Artemis’te kıkırdağında, yanında durduğu adama kısa bir bakış atıp yukarı kalkan dudağın kenarıyla bana bakmaya başladı. Kaya’da sırıtıyordu, Dua ise ifadesizdi.

“Bir ay uyuduğun yeter farecik, biraz senin de eğlenmeye ihtiyacın var, sonuçta gördüklerin güzel şeyler değildi!” dedi Arın odadan çıkıp gitmeden önce. Diğerleri de onu takip etmeye başladığında, göğüs kafesim çatlayacakmış gibi üstten baskı yapıyorlarmış gibi hissetmeye başladım.

Elimi göğsüme yaslayıp derin bir soluk çektim burnumdan fakat geri verdiğimde bıçak gibi kesti göğsümü. Ben bir aydır uyumuyordum, yalan söylüyordu bana. Beni kandırmak için söylediği yalanlarından biriydi. Gözlerim dolmaya başladığında, kaynamış sudan farksız göz yaşımın bir yanağımın üzerinde hissetmem uzun sürmedi.

Bedenim iki büklüm olurken, uyuşan saç diplerimin içine daldırdım parmaklarımı. İleri geri sallanmama engel olamıyordum. Yaşadıklarım bir mıh gibi beynimi kazıyordu. Düşüncelerim suyun içinde, boğulmama neden oluyordu. Burnumu çekip kafamı iki yöne doğru salladım, gözlerim geriye doğru kayarken sıkıca yumdum. Buradan gitmem gerekiyordu! Bir yol bulmam gerekiyordu! Bana yaşattıklarını silmem gerekiyordu!

 

****

 

İki elim bel boşluğuma yaslamış bir şekilde odanın ortasında hızlı hızlı voltalar atıyordum. Odanın içinde duyulmayan fısıldaşmalar, kanlı pençelerini düşüncelerime saplamış çığlıklarını haykırıyordu. Oturdukça midem kasılıyor, yaşananlar delirmeme sebep oluyordu. Beynimin içindeki sesleri susturamıyordum, oradaydılar.

Bir elimi saçlarıma daldırıp sertçe çekiştirdim. Bir aydır bu evde bir kere bile gözlerimi açmadan uyuduğumu ve uyanır uyanmaz beni bir yere götürüp eğlendireceklerini söylüyorlardı.

Hayır… Hayır… Hayır…

Hepsi yalandı. Ben bir daha bir ölüme şahit olmak istemiyordum, hayır!

Nadia’nın hazırlayıp getirdikleri yemeklere gözlerim ilişti. Bu sabah onlar çıktığında, kahvaltı getirmişti, bu konuyla ilgili ne kadar soru sorsam da dudaklarını bıçak açmamıştı. Getirdikleri kahvaltıdan bir lokma yemeden geri götürmüştü ve şimdi ise yine bir lokma bile yemeyeceğim yemeklerden getirmişti. Yine tek kelime etmeden çıkmıştı odadan.

Gözlerimi soğumuş yemeklerden çekip pencereye kaldırdım. Açlıktan ölsem de ağzıma vurmayacaktım o yemeklere. Şimdi ise hava yavaş yavaş kararıyordu. Birazdan yine gelip beni bir yere götüreceklerdi. Göğüs kafesim bu düşünce ile sıkışmaya başladı.

Ve kapı iki kere tıklatıldı. Hızlıca arkamı döndüğümde, içeriye doğru açılan kapıdan Nadia’yı gördüm. Ellerini arkasında bağlamış, açık olan kapının önünde dikiliyordu. “Hazırlan, seni götürecekler!” dediğinde zemine bakıyordu. “Hayır!” dedim başımı iki yöne hızlıca sallarken. “Bir daha tanıdığım insanların ölümüne şahit olamam! O canilerin yaptıkları şeylere göz yumamam!” dediğimde, tıkanan burnumu sertçe çektim. Nefesim bir yumruk gibi boğazıma dizildi.

Nadia başını ağır ağır yukarı kaldırdığında, görmediğine emin olduğum gözleri tam yüzümde durdu. Bu beni gerginliğe boğsa da duruşumu daha da dikleştirdim. “Ya güzellikle ya zorla!” dedi tek tek kelimeleri, düz bir sesle. Titrek bir nefes kaçtı burnumdan.

Yüzüm tiksinircesine bir ifade asılırken, ellerim giydiğim eşofmanın kenarlarına saplandı. Başımı ise bu dediklerini kabul etmiyorum dercesine iki yöne doğru sallanıyordu. “Gitmeyeceğim!” dedim bastıra bastıra. Bu dediğim hepsine kafa tutuşumdu. Katillere, gözlerini kırpmadan bir aileyi birbirinden ayıran insanlara kafa tutuşumdu.

“Farecik!” Arın, Nadia’nın yanında belirdiğinde, bir elini kapının kenarına yasladı. Nadia ise bir adım odanın içine doğru atarak duruşunu bozmadan bekledi. Arın’ı görür görmez küçük bir korku inlemesi ile bir adım geriye çekildim. Şimdi ise kocaman açılmış gözlerim onun üzerindeydi. “Ben seni eğlenceye götüreceğimi söylüyorum, sen gelmeyeceğim diyorsun!” dilini damağına vurup numaradan ayıpladı. “Bana inanmayışın biraz incitti!” dediğinde, burnunu kırıştırdı.

Genzimi delen acı bir yutkunuşun ardından, “gelmeyeceğim!” dedim. Kekelemediğim ya da söylemekten korktuğum şeyi çekinmeden, mırıltı şeklinde çıksa da söylediğim için kendimi tebrik ettim içten içe. Çünkü yavaş yavaş koyu kahverengi gözlerinde yükselen öfkeyi görmek insanın başını bacaklarının arasına gömmesine neden oluyordu karşımdaki adamın.

Elini kapının kenarından yavaşça sürüyüp yere indirdi. Bir adım bana gelmek için atmıştı ki Nadia kolunu ileriye doğru uzatıp aramızda bir bariyer oluşturdu. Arın seğiren çenesi ve kızgın bakışlarını önce kendisini durduran kola, ardından bana baktı. “Ben buradayım!” dedi tek düze sesle. Ama bu ses tonu bir daha Arın’ın adım atmayacağını gösteriyordu. “O zaman onu aşağı getirsen iyi olur, yoksa tek bacakla inmek zorunda kalır!” deyip Nadia’nın koluna hafif elinin tersi ile çarpıp odanın girişinden uzaklaştı.

“Duydun!” dedi Nadia ima ile tek kaşını havaya kaldırarak. “Ya da tanıdığın birilerinin bacağını sana getirir!” dediğinde, gözlerim kapandı istemsizce. Biriken göz yaşlarımı geri göndermeye çalışıyordum ama bir kurşun saplanmış gibi kaburgalarım parçalanmıştı. “Başka şansın yok!” dediğinde, gözlerimi geri açtım.

Başka şansım yoktu!

Babamın yalancı katil ortağı tarafından el konulmuştum ve başka şansım yoktu!

Zorlansam da, içime çektiğim derin nefesleri kesik kesik geri bıraktım. Çıkmak için bir adım attığımda, “üzerini değiş!” dedi Nadia. Gözleri ise banyonun yanına bıraktığı sandalyenin üzerindeki kıyafetleri işaret etmişti. “Hayır, bu şekilde gideceğim!” dedim burnumu çekerek. Üzerimde sadece ince siyah bir tişört ve siyah eşofman vardı. Yanından geçerken, kolumu tuttu. Kolumu bırakmadan sandalyenin üzerinde duran siyah hırkayı alıp, “O zaman bunu giyin!” dediğinde, birkaç saniye yüzüne baktım ama o bakmıyordu.

Omuzlarımı içe doğru gerdim. Sert bir şekilde kolumu elinden kurtarıp, elindeki hırkayı alarak bir çırpıda üzerime geçirdim. Ardından hiç beklemeden odadan çıktığımda, o da peşimden gelmeye başladı.

Başka şansım yoktu, onlarla gitmekten başka. Belki başka bir tanıdığımın ölümüne ya da hiç tanımadığım insanların ölümüne şahit olacaktım. Ve bu yaşattıkları ömür boyu benle yaşayacaktı. Genzini temizleyince Nadia, düşüncelerimden çıkardı. Bu sefer gözlerimi yukarı kaldırdım belki üst katımdaki kişinin sesini duyarım diye fakat uyandığım zaman diliminde sesini duyamamıştım.

Gözlerimi tavandan çekip ağır ağır aşağıya kadar indirip üst kata çıkan merdivenlerin üzerinde durdum. Hiçbir ses yoktu aşağıdaki fısıldaşmalardan başka. Aşağı kata inen son merdivenleri inmek için dönmeden önce, son kez Nadia’yı kontrol ettim. İki adımlık mesafe ile arkamdan gelmeye devam ediyordu. Fakat adım sesleri yok gibiydi. Nefes bile almıyordu sanki.

Bakışlarımı önüme çevirdiğimde, katran karası bir çift gözle karşılaşınca merdiveni inen ayağım havada asılı kaldı. Son basamağın önünde durmuş, gözlerinden ne geçiyor okunmadan bana bakıyordu. Diğerleri ise arkada muhabbet ediyordu kendi aralarında ama o, onlara arkasını dönmüş bana bakıyordu.

İster istemez göz ucuyla hızlıca baştan aşağı süzüp tekrar yüzüne çıkardım. Siyah deri ceketinin içinde siyah tişört giyinmişti. Bacaklarını saran siyah kot pantolon bileklerinin üzerinde biten postallar vardı. Buradaydı! En azından buradaydı!

Gözlerimi yüzünden ayırmadan, tırabzanı kavrayan parmaklarımın tutuşu daha da sertleşti. Hava da asılı kalan ayağımı merdivene basıp diğerini de aynı hizaya getirip yanına bıraktım. Arkasında konuşan kişilerden ilk fark eden Kaya oldu. Üzerinde beyaz bir gömlek, bacaklarını ön plana çıkaran bir takım elbisenin parçası olan pantolon vardı.

Farklı şekillerden oluşan sayısız yüzük takmıştı tüm parmaklarına. İşaret parmağını bana doğru uzatıp, tüm herkesin dikkatini bana vermesini sağladı. “Büyük kabusa hazır mısın Nida?” dediğinde güldü. Fakat Cesur’un omuzun üzerinden attığı bakış ile gülüşü yarı da kesildi.

Titreyen bacaklarımı birbirine daha çok bastırdım. Birini daha öldüreceklerdi! Biliyorum!

Yan tarafımda burnunu çeken Dua’yı gördüğümde, ayağının birini sırtını yasladığı duvara dayamıştı. Başını da duvara yaslayıp, ellerini cebine sıkıştırdıktan sonra, “çok fazla uykum var, çabuk gidip gelelim!” dedi. O da Kaya gibi giyinmişti tek fark onun üzerinde siyah ceket olmasıydı.

Arın çenesinin altına kadar fermuarını çektiği deri bir ceket ve siyah kot pantolon giyinmişti. Artemis’te diz kapaklı yırtık dar paça pantolon ve üzerinde rengi solmuş geniş bir tişört vardı. Burnundaki halkaları ve septumu takmıştı. Siyah saçlarını da sımsıkı ensesinden at kuyruğu yapmıştı. Onlar bir şey demiyordu. Bıyık altından sinsice gülen tek kişi Arın’dı.

Gözlerim bu sefer burada olmayan kızıl cadıyı aradı. O yoktu burada. Kesin ailemin yanındaydı. Onların başı da dertteydi en az benim kadar. “Gidelim o zaman!” diyen Arın, Cesur’a göz ucuyla bakıp çıkışa doğru yöneldi, ardından diğerleri de takip etmeye başladığında, sadece peşlerinden gitmeyen Dua oldu.

Cesur’da başı ile gitmem için işaret verdiğinde, tırabzanı kavrayan parmaklarım kaskatı kesilmişti. Biliyorum yine kötü şeyler yaşatacaklardı bana, biliyordum! Derin bir nefes çektim burnumdan kasılan vücudumu gevşetmek için ama işe yaramamıştı. Fakat bu şekilde de duramazdım. Zorluk çıkaran bacaklarıma rağmen ağır ağır indim merdivenleri. Cesur’un yüzüne bakmadan kolunun yanından geçip çıkışa doğru gittim. Ama burada olması, bilmiyorum ister istemez rahatlatıyordu beni. Dua’da hemen onun yanındaydı.

Nadia herkesin ayakkabılarını verdi. Zorda olsa giyindim. Yüreğim kedinin ağzında korku ile yenilmeyi bekleyen farenin küçücük kalbi gibi atıyordu. Göz yaşlarım doluyor, sertçe yutkunuşlarım onları geri göndermeye çalışıyordu. Tuttuğum nefesi geri bıraksam, bir hıçkırık yükseleceğini biliyordum.

Kapıyı açtıklarında serin rüzgar saçlarımı geriye doğru savurdu. Acıyan göz bebeklerimin yandığını hissettim. Elimin tersi ile gözlerimi oradan da burnumu sildim sert bir şekilde.

Büyük bir kabusa hazır mısın Nida?

Kaya’nın kurduğu cümle üzerime yıldırım düşmüş gibi paramparça etmişti tüm bedenimi. Kabus üstüne kabus yaşattırıyorlardı. Ama ben uyanamıyordum, bitmeyecek bir kabusun ortasında ellerimi kollarımı bağlamışlardı, uyanamıyordum!

Ama başka şansım yoktu! Onların dediklerini yapmaktan başka!

****

 

Parmaklarımı, üzerimdeki eşofmana yırtacakmış gibi sımsıkı tutarken, beni eğlence diye götürdükleri, fakat başka ölümlere şahit olacağımı bildiğim arabanın içinde köşeye sinmiş çaresizce bekliyordum. Akıma maruz kalmış gibi titreyen bacaklarımı birbirine yapıştırmış, gözlerimi yumarak başımı hafif eğmiştim.

Yanımda oturan Cesur’un nefesini duyuyordum. Arada buraya baktığını sezsem de ona bir kere bile dönüp bakmamıştım. Gözlerimi bağlamamışlardı ve bulunduğumuz araba ilk bindiğim araba değildi. Arabayı süren ise Artemis’ti. Dua, Kaya ve Arın motorlarına binerek gelmek istemişlerdi. Evden çıkarken de, gözlerim bir saniye bile o yaşlı kadının evinden ayırmamıştım ama ışıkları yanmıyordu. Göz göze gelmek, durumumu fark etmesini istemiştim ama evinde yoktu.

Yarım saatten fazladır yoldaydık. Motorla gelen kişileri de görmemiştim. Burnumu tekrar çekerken gözlerimi açtım, ardından giydiğim hırkanın kollarını biraz daha çekiştirip parmaklarımın bile görünmemesini sağladım. Kalbim hızla boğazımda atıyordu. Aldığım nefes dahi, yakıcı bir buhar gibi burnumu, genzimi yakıyordu.

Yanımda bir hareketlilik sezince, göz ucuyla yanımda oturan kişiye baktım. Ama ona baktığımı anlamasın diye hareket bile etmiyordum. Cesur bacaklarını iki yöne doğru hafif açarak, sırtını rahat bir şekilde geriye yaslamıştı. Fakat elinde tutup çevirdiği şeyi görür görmez ani bir tepki vermemek için sağ yanağımın içini dişlerimin arasına sıkıştırdım.

Elindeki bana verdiği kuşun aynısıydı. Fakat bunun kanatları boyanmamıştı. Bakışlarımı ağır ağır yüzüne kaldırdığımda, beyaz çehresi bakışlarımın önüne serildi. Onun bakışları tam karşıda akıp giden yoldaydı. Yüzünde hareketlilik yoktu ya da ona bakıp bakmadığımı anlamış mıydı bilmiyorum, sadece parmaklarının arasında kuşu çeviriyor, yolu izlemekle yetiniyordu.

Yan profilini izledim. Babamın ortağıydı. Kısa süre de iş insanları ve magazin tarafından tanınan başarılı genç bir adamdı. Hiç kimse tarafından katil sıfatının yakıştırılmayacağı birisiydi. Benim bile! Ama katil, yalancı, düzenbaz, çocukları ailesinden ayıran, eşleri birbirinden ayıran iğrenç bir insandı!

Ama içimdeki his… Bir yumruk vurmak istedim kalbimin ortasına. O his ne ise cayır cayır yakıyordu. Bilmediğim bir yerden, anlamlandıramadığım bir yerden çıkan o hissi, söndürmek istiyordum.

“Yiyecekmişsin gibi bakıyorsun!” düşüncelerimden irkilerek ayıran Artemis’in sesi ile önüme döndüm. Dikiz aynasından yansıyan bir çift gözle, göz göze geldim önüme döner dönmez. Çok kısa Cesur’a baktım ama o bana bakmamıştı. Korku ile yutkunup Artemis’e baktığımda, arabayı biraz daha hızlandırıp tekrar konuştu. “Ya da öldürecekmişsin gibi!” dediğinde, Cesur’un bana baktığını hissettim bu sefer.

Elimde olsaydı, evet! Ama buna imkanım el vermiyordu!

Belli belirsiz kafamı sağa sola salladım öyle olmadığını inkar eder gibi. Ama içten içe bunun cevabı evetti. Artemis’te başını aşağı yukarı sallayıp, “yanlış gördüm demek ki!” dediğinde, bakışları dikiz aynasından yanımda oturan kişiye döndü.

“Nereye gidiyoruz?” diye sordum hırkanın uçlarını biraz daha çekiştirirken. Artemis arabayı durdurup dikiz aynasından bana bakarak, “kabusta eğlenmeye!” deyip dudağının bir kenarını yukarı kaldırdı.

Kaşlarım çatılırken, başımı arabanın camına biraz yaslayıp arabanın durduğu yerin ilerisine gözlerimi diktim. Beyaz parlak bir ışıkla aydınlatılan, büyük harflerle yazılmış bir yerin önünde durmuştuk; KABUS. Büyük binanın üzerinde sadece bu yazıyordu. Dışarda ellerinde tutukları şişelerle konuşan birkaç çiften başka kimse yoktu.

Ne olduğunu kavramayarak bedenimi Cesur’a çevirdiğimde, katran karası gözlerinin zaten beni izlediğini gördüm. Bir şeyler sormak için araladığım dudaklarım, onun itaatkar sesi ile geri kapandı. “İn!” dedi sadece. Arabanın içine yayılan tık sesi ile Artemis’in kapıların kilidini açtığını anladım. Önce o indiğinde, Cesur’da ben de kapıyı aynı anda açıp çıkmıştık.

Aynı saniyelerde, kulaklarımı dolduran motor sesi ile arkamı dönemeden, iki arabanın iki yanında motorlar sıralandı. Artemis ile Cesur bana doğru gelirken, gözlerim kasklarını çıkaran kişilerin üzerindeydi. Dua ve Arın arabanın diğer tarafında, Kaya’da tam yanımda motorunu durdurmuştu.

İlk kaskını çıkaran Arın, elinin birini dağılmış olan saçlarının arasına daldırıp geriye doğru yatırdıktan sonra, “Kabus barı beğendin mi farecik?” deyip itici kahkasını attı. İrice açılmış gözlerim KABUS yazan yerin üzerine yavaşça çevrildi.

Beni bir bara mı getirmişlerdi?

Kaçırdıkları kişiyi, insanların, kalabalığın içine mi sokmuşlardı?

Hayır, hayır, bunlar benim aklımla oynuyordu. Yine birilerini öldüreceklerdi. Bana oyun yapıyorlardı, hayır! Alıp verdiğim nefesim sıklaşmaya başladığında, tırnaklarımı avuç içime gömüp sakinleşmeye çalıştım. Ama burada insanlar vardı, dışarda. Yapamazlardı, öldüremezlerdi.

Etrafa göz ucuyla hemen göz gezdirdim. Mekanın dış cephesi soyulmuş, rengi soluk, karanlıkta çokta belli olmayan bir boya sürmüşlerdi. Çevresinde çok büyük ve sayısı fazla bina yoktu. Birkaç ev dışında tabi ki. Herkes tarafından bilinen ve çok fazla ziyaretçi alacağını düşünmediğim bir yere benziyordu.

Birilerini öldürmek için iyi bir yerdi!

Düşüncelerimden çıkaran Dua’nın bize doğru bakmadan mekana doğru yürümeye başlaması olmuştu, ardından diğerleri de onu izlediğinde, Cesur’un elini sırtımda hissettim. Oraya baskı yaptığında, yürümem gerektiğini anladım. Biz yürümeye başlar başlamaz, arkamızdan Arın’da mekana doğru yürümeye başladı.

Ayaklarımı yere sağlam basmaya çalışıyordum ama bileklerimden üstünü hissedemiyordum. Kanım çekilmiş, ellerimi üzeri buzla kaplanmış olan soğuk suyun içine daldırmışım gibi uyuşmuştu. Ama içim, hissettiklerim ve yaşadıklarım yüzünden yangın yeriydi.

Tırnaklarımı daha çok avuç içime bastırırken, bir nebze de olsa odağımı ellerime kaymasına neden olmuştum. Önümde yürüyen katil sürüsü kapıyı açıp içeriye girdiğinde, iki tarafa doğru çekilerek, görüş alanıma mekan açılmıştı.

Derin bir nefes aldım ama geri bırakmadım. Şok içinde açılmış olan gözlerim önce elini hâlâ sırtımdan çekmemiş olan Cesur’a ardından mekanın içine çevrildi.

Beni bara, insanların olduğu yere gerçekten getirmişlerdi. Sikeyim ne yapmaya çalışıyorlardı! Önce tanıdığım insanların evine götürüp, gözlerimin önünde onları öldürmüşlerdi, şimdi de bir ay boyunca uyuduğumu söyleyip, uyandığım da ise hemen buraya getirmişlerdi!

Ne yapmaya çalışıyorlardı? Ne?

Bir grup kız bize doğru gelmeye başladığında, yerimde hareketlendim. Cesur’un elinin baskısını da aynı saniyelerde sırtımda hissettim. Cesur’a elini oradan çekmesi için kükreyecektim ki, yanıma gelen Arın ile dudaklarım açık kaldı. “Eğlenmene bak farecik, hiçbir katil bunları yapmaz!” deyip göz kırptığında, arkamda duran Cesurla da göz göze gelip mekanın içine doğru yürümeye başladı.

Bize doğru gelen kızlardan minyon tipli biri Arın’a hayran dolu bakışlar atıp bir şeyler söylemek için yanına doğru gelmeye başladı fakat Arın, elinin birini kızın omuzuna yaslayıp geriye doğru itekledi. Tek bir saniye bile kızla göz göze gelmeyip yürümeye devam etmişti. Gözleri dolmaya başlayan kız, omuzundan geriye doğru iteklendiği için ayakları sendelemişti hemen grubun içindeki başka kız koluna girip dengesini sağlamaya yardım edip uzaklaştırdı. Ama kız hâlâ Arın’ın arkasından bakıyordu. Bakışlarında öfke değil, üzüntü vardı.

Yanımızda kıkırdama sesi gelince yan tarafıma döndüm. Artemis kollarını göğsünde birleştirmiş, az önce Arın tarafından iteklenen kıza sırıtarak bakıyordu. Ardından kollarını göğsünden çözerek, o kızın yanından geçip mekanın içine doğru yürüdü.

Giden Artemis’in arkasından bakışlarımı alıp mekanın içine göz gezdirdim. Dışı ne kadar kötü ise içi o kadar güzeldi. Sağ üst köşede birçok bira türünün sergilendiği ve iki baristanın çalıştığı kısım vardı. Tam karşı da zeminden birkaç metre yükseklikte sahne alanı üzerinde ise müzik aletleri vardı.

Dingin, insanı sakinleştirecek türden de müzik çalıyordu. Mekanın içi ise tamamen taş duvar ile kaplanmıştı. Üzerinde ise göz yormayacak sarı ışıklar ile aydınlatılmıştı. Sol tarafta da duvarın yarısını kaplayan L koltuk önünde ise yuvarlak masalar vardı.

İçeriye ilk giren Dua bir bardak alıp L koltuğa oturmuş, ayak bileğini diğer ayağının dizine koyarak geriye yaslanıp rahat bir oturuş sergilemişti. Uzun saçlı, mini elbiseli bir kadın elinde tuttuğu iki viski bardağı ile Dua’ya sırıtarak yürüyordu. Ama Dua kıza değil, kendi elinde tuttuğu bardağın içine bakarak, arada bardaktan içiyordu.

Ama mekanın içinde insanlar vardı!

Hafif çalan müzikte dans eden insanlar!

Uzun süredir görmediğim, kaçırılarak tutsak edildiğim ve bir daha da göremediğim insanlar vardı!

Aklım karışırken, bir taraftan da içimde artmaya başlayan umuda engel olamadım. Bunlar göz göre göre, kalabalığa sokmak istemişlerdi. Ailem çoktan basına resimlerimi vermiştir. Beni illa buradan tanıyan çıkacaktır. Bu sefer hevesle çarpan kalbim yüzünden dudaklarım bu umuda tutunarak tebessüm etmeme neden oldu. Buradakiler bana yardım ederdi, bu insanlardan yardım isteyebilirdim!

“Naber Kaya.” Diyen iki kız tam önümüzde durduğunda, “yürü!” dedi Cesur kulağımın arkasına vuran sıcak nefesi ile. Kaya iki kızında beline kollarını sarıp, ağzına ne zaman attığını bilmediğim sakızı çiğnemeye başladı sırıtarak. Bu sefer diğer kız konuştu. “Uzun süredir yoktunuz neredeydiniz?” diye sorduğunda, “bu gece mekanda çalacak mısınız bir şeyler?” diye sordu bu sefer

“Önce sizinle hasret gidereyim!” diyen Kaya iki kızı da kendine daha çok çekti. “Daha çok zamanımız var!”

Cesur, sırtımdaki baskıyı daha çok arttırıp kalabalığın içinden bar kısmına doğru resmen itekleye itekleye götürmüştü. Ama her kimin yanından geçsem, beni tanıyıp polise ihbar etmeleri için gözlerinin içine bakıyordum ama onlar tuhaf yaratık görmüşler gibi birbirlerine imalı bakışlar atıyorlardı beni göstererek.

Gözlerim daha çok doldu. Ama yardım isteyen bakışlarımın ifadesi değişmedi. Ama görmezden geliyorlardı. Kimisi ise hiç bakmıyordu bile bana.

Son kez arkama baktığımda Kaya’nın kızlardan birinin beline bir kolunu sarmış diğer eliyle de yanağına koyarak öpüşüyorlardı. Yüzümü iğrenerek buruşturup önüme döndüğümde, “Cesur abi!” diyen tezgahın arkasındaki on yedi veya on sekizlerinde olduğunu tahmin ettiğim bir çocuk elini Cesur’a uzattığını gördüm. Çelimsiz, uzun boylu güleç bir çocuktu.

“Naber İbo.” Dedi Cesur’da elini uzatıp onla tokalaşırken. Kendisi sandalyeye oturduğunda, hâlâ çocuğa bakarken yanındaki sandalyeyi biraz daha kendine doğru çekip oturmam için vurdu. “İyidir Cesur abi, uzun süredir yoktunuz. Bir sıkıntı yoktur umarım.” Diyen çocuk resmen Cesur’a hayranlıkla bakıyordu. O bir katil. Konuştuğun, merak ettiğin bir katil!

“Yok İbo, sıkıntı yok!” dediğinde Cesur burnunu çekip yandan bana bir bakış attı. “Seni bir kızla görmemiştim Cesur abi, yengemi yoksa?” dediğinde çocuk kaşları ile beni işaret etti. o saniye de gözlerim kocaman açıldı ve aynı saniyesinde kaşlarım çatılarak ellerimi yumruk şeklinde yaptım. Değil onunla sevgili olmak adlarımız bile yan yana duramazdı!

Cesur başını eğip hafifçe başını sağa sola sallayarak yarım bir gülüş atarak, “hayır İbo, kuzenim!” dedi çok fazla beklemeden. “Senin de ne çok kuzenin varmış be Cesur abi.” Dedi İbo denilen çocuk küçük bir serzenişte bulunarak. “O kızıl abla nerede? Onu göremedim.” Dedi İbo, Cesur’a biraz daha eğilerek. Kimsenin duymasını istemiyor gibiydi. “İyi bari abi Allahtan kuzeninmiş, şu kızıl vahşi abla sinirlenmesin!” dedi İbo. Cümlesinin ardından da eğleniyormuş gibi sesli güldü. Fakat konuşurken kelimeleri zorlanarak söylüyordu. Sanırım kekemeydi.

Hâlâ oturmamıştım ve bakışlarım hafif omuzumun üzerinden arkama doğru bakarak etrafı kolaçan ediyordum. Şimdi burada bağırsam onlar katil beni de kaçırdılar yardım edin diye, buradaki insanlar bana inanır mıydı? Ya da kurtulabilir miydim?

Arın ile göz göze geldim o anda. Dudaklarını ağır ağır hareket ettirince, gözlerimi kısıp okumaya çalıştım. Eğlensene farecik. Söylediği şeyi anladığımda, öfke ile yüzüm gerindi. Aynı hızla önüme dönüp bağırmak için kendimi hazırlamıştım ki, kolumun tutulmasıyla yan tarafımda beliren kızıl cadıyı görmem bir olmuştu.

“Sakın Nidacığım, annenin babanın sana çok selamı var!” deyip kaşlarını havaya kaldırdı tehdit eder gibi. Bir balyoz yemişim gibi yüreğim içe çöktü. Kesik bir nefes kaçtı dudaklarımdan. Hangi ara buraya gelmişti, bağıracağımı nasıl anlamıştı bilmiyorum. Ve yine ailem ile tehdit etmişti beni. Elim kolum onları duyduğumda bağlanmıyordu, kesiliyordu.

Arkasında ise bir adam duruyordu. Gizem adamın iki elini de tutup ön tarafa doğru getirerek beline sardırdı kollarını. Ama gözleri Cesur’un üzerindeydi. “Bu gece çok güzeldi teşekkür ederim, yine tekrarlansın.” Dediğinde, adam büyük bir kahkaha attı. Giydiği siyah ceket omuzlarından kaymış, içinde görünen gömleğin ise birkaç düğmesi yerinde değildi. Adamın haline bakılırsa epey sarhoştu.

“Asıl ben teşekkür ederim, benimle olduğun için!” dedi adamda. Ayakta duracak hali yoktu. Gizem ise onun tam tersi dinç ve tertipliydi. Vücudunu saran dar siyah elbisesi her zamanki gibi üzerine ikinci bir deri gibi oturmuştu.

Gizem beline sarılan kolları çözdüğünde, adam Gizem’in arkasından çekilmiş ayakları dolana dolana çıkışa yöneldi. Bir süre o adamı izlediğimde, Kaya’nın da o adama baktığını ardından çıkışa doğru bir adım atarak, kapı ve adamın arasında durup çıkmasını engellediğini gördüm.

Adama bir şeyler söyledikten sonra cebinden bir şey çıkardı ama ne çıkardığını göremedim. Ardından sarhoş adamın iki kolundan aşağı düşmüş olan ceketi kenarlarından tutup omuzlarına yerleştirerek, elleriyle yakalarında bir şeyler varmış gibi silkeledi. Bu eylemi, dudaklarından gülümsemesi silinmeden yapmıştı.

Adam önünden sersem bir şekilde ayrılırken, Kaya ile göz göze geldim. Bana bakıp göz kırptıktan sonra, midemi bulandıracak bir şekilde de öpücük atmıştı. Gözlerimi devirip hemen önüme döndüm. “Hoş geldin kızıl abla.” Dedi İbo, gözlerinde büyük bir beğeniyle Gizem’e bakarak. Ama Gizem Cesur’dan bakışlarını çekmeden, “hoş buldum İbo!” deyip önümden geçerek Cesur’un yanında durdu. Elinin birini Cesur’un ensesine attığında, Cesur başını biraz daha aşağı eğdi. Bu dokunuştan kurtulmak istiyor gibiydi.

İbo bana baktı bakışları değişirken. Aralarındaki ilişkiyi o da anlamıyor gibiydi. Ben de İbo’ya baktım. Şu anda onların arasındaki ilişkiyle değil, bu manyakların beni neden buraya getirdiklerini ve buradan kurtulmanın bir yolunu bulmam ve anlamam gerekiyordu.

Cesur başını sağa sola doğru yatırarak rahatlatmaya çalıştı. Gizem ise ağır ağır Cesur’un ensesini sıvazlamaya başlamıştı. “Gidip bir şeyler iç Gizem!” dedi Cesur kolunu arkaya atıp, Gizem’in bileğinden tuttu. Ardından usulca Gizem’in kolunu yan tarafına salıp bileğini bıraktı. “Ama zaten yeterince sarhoşsun!” dedi yanında duran kadına.

Gizem güldü. “Sarhoş falan değilim!” kızıl saçlarını geriye doğru savurup belinden aşağı süzülmesine sebep oldu. “Yoksa o adamı mı kıskandın!” dediğinde, biraz daha Cesur’a doğru eğildi. Cesur, burnundan gülmeye benzer bir ses çıkarıp, başını iki yöne doğru belli belirsiz salladı. Gizem’in söylediği şeye kızmak yerine alaya alır gibi bir ifade takınmıştı. “Bence bu gece sen bir daha içme!” dediğinde, İbo’nun önüne koyduğu içkiden bir yudum aldı. Yüzü gerindi, yavaş yavaşta bakışlarının sertleştiğini gördüm.

İbo ise bir tepsi dolusu bardak tezgahın üzerine koydu. Bir adım tezgaha attığımda, Gizem bana kısa bir bakış attı. Ama benim gözlerim, İbo’nun sildiği bardakların üzerindeydi.

“Bu gece eğlenme vakti değil mi? Fazlası ile eğleneceğim!” dediğinde, Gizem’in bakışları İbo’da dudakları ise Cesur’un kulağının arkasındaydı. Cesur’da ise tepki yoktu. Öylece önünde duran bardağın kenarlarına işaret parmağı ile daireler çiziyordu. Gizem eğdiği bedenini geri kaldırıp, Cesur’un önündeki bardağı alarak bir şeyler söylemeden ortada duran insanların arasına karıştı.

Cesur kaşlarını havaya kaldırdı, ardından başını sağa sola doğru sallayıp, giydiği deri ceketin kolunu yukarıya doğru çekerek, “saat sekiz buçuk!” deyip İbo’ya baktığında, İbo başını onaylar gibi salladı. Ardından İbo dış kapıya doğru başını çevirdiğinde, bende oraya döndüm. İçeriye birkaç polis girdi o anda. “Kimlik kontrolü!” diye bağırdıklarında kısık çalınan müzik ve ortada dans eden kişiler konuşmayı kesip yerlerinde durmuştu.

“Tam vaktinde!” deyip güldü Cesur. Ve hızlıca bileğimden tuttu. İrkilerek ona baktığımda, yanındaki sandalyeyi yan tarafa doğru ayağı ile itip beni kendine doğru çekerek, tezgaha çarpmama neden oldu. Artık diğer tarafım ona yapışık vaziyetteydi. Bileğimi de hâlâ bırakmamıştı. Gözleri yüzümdeydi. Tek bir saniye bile ayırmıyordu. Leğen kemiğim sızlamaya başladığında, tezgaha çok sert çarptığımı anladım.

Yüzümü buruşturarak boşta kalan elimi, acıyan leğen kemiğimin üzerine koydum. “İyi misin?” diye sordu Cesur bakışları aşağı inerken. Sorduğu soruyu umursamadan polislere döndüm. Kaya ve Arın polislerin tam karşısında durmuş bir şeyler konuşuyordu. “İbo sen git artık!” dedi Cesur bileğimi biraz daha sert sıkarken. “Tamam abi!” diyen İbo’ya göz ucuyla baktım. Başından giydiği önlüğü çıkarıp askılığa astı, ardından barın arka kısmındaki kapıdan çıkıp gözden kayboldu.

Cesur bileğimi biraz daha sıktığında inleyerek bedenimi ona doğru eğdim. Cesur’a göz ucuyla bile bakmayıp polislere baktığımda, Arın arka cebinden cüzdanını çıkarttığını ve içinden bir miktar para çıkarıp polislerin avuç içine sıkıştırdığını gördüm. Hayır hayır, onlara rüşvet mi veriyorlardı.

Eğer öyle ise… Buradan, onlardan kurtulamazdım!

“Yardım ed-” diye bağırmaya kalmadan, Cesur hızlıca ayağı kalkıp ben ve polisler arasında kendi bedeniyle bir duvar örerken, bir eli dudaklarımın üzerine kapandı. Sadece Arın’ın buraya baktığına şahit olmuştum. Her şey saliseler içinde gerçekleşmişti.

Ben de bir elimi Cesur’un elinin üzerine kapayıp, tırnaklarımı etine geçirdim. Genzinden hırlamaya benzer bir ses çıkarıp beni kendi ve tezgahın arasında daha çok sıkıştırdı. Dudaklarımın üzerine kapanan el yüzünden bağırmaya çalışsam da, sesim boğuk ve anlamsız çıkmaya başladı.

Bir ayağı kaldırıp kasıklarına vurmaya hazırlandığım sırada, biraz daha üzerime eğildi, iki bacağının arasında, çelimsiz güçsüz kalan bacaklarımı bir mengenenin arasında sıkıştırıyormuş gibi iki taraftan baskı uygulayarak hareket etmemi biraz daha zorlaştırdı. “Seni ellerinden alamam, sus!” dediğini duydum ama kulaklarım uğulduyor, dedikleri bir cızırtıdan ibaret geliyordu.

Göz yaşlarım yavaş yavaş yanaklarımın üzerinden oradan da onun elinin üzerine akarken, geriye doğru yaslanıp, polisleri görmeye çalıştım. İki poliste Arın ve Kaya ile el sıkıştılar ardından gülümseyerek arkalarını dönüyorlardı ki, daha çok çırpındım. “Lütfen Nida, sessiz ol!” dedi Cesur. Ama çırpındım. Nefesim kesilme raddesine geldi.

Gözümde kulağımda polislerdeydi. Hayır gidemezlerdi! Beni kurtarmadan gidemezlerdi!

Gözlerim irice açılırken, onların dikkatini çekmek için gözlerim etrafı taradı en son bakışlarım, tezgahın üzerindeki bardaklara ilişti. Bir umut, onları yere düşürüp ses çıkarırsam dikkatlerini çekerdim.

Bir kolumu Cesur ve kendi bedenimin arasından zar zor kurtarıp, bardaklara uzattım. “Yapma!” dedi Cesur fakat bir elim tepsinin üzerinde duran bardaklara vururken, bir anda mekanın içini kulakların zarını patlatacak müzik sesi doldurdu. Yere düşüp kırılan bardakların sesi, müziğin sesine karıştı.

Siktir!

Gözlerim polislere çevrildi ama onlar arkasını dönüp kapıdan çıkıyorlardı. Bir daha mekanın içine bakmadılar, duymaları için yere attığım bardakların sesine dönüp bakmadılar!

Cesur bedenini geriye doğru çektiğinde, yavaş yavaş tezgahtan yere sürünerek kırılan bardakların arasına çöktüm. “Onlara bağırdığında eline ne geçecekti!” dedi Cesur hafif yüksek çıkan sesiyle. Üzerime eğildiğini, tamamen bedenimi kaplayan gölgesinden anlamıştım. Kafamı kaldırıp yüzüne bakmadım bile. Göz yaşlarım yanaklarımı yakıyor, oradan çenemin altına süzülüyordu. Bir şansım vardı ama onu kullanamadım! Ama bağırarak ağlayamıyordum! Sessiz çığlıklarım bir tufan yaratmıştı içimde.

Müzik daha çok şiddetlendi. Ellerimi kulaklarıma bastırmak, hıçkırarak ağlamak istedim. İnsanlar deli gibi müziğe ayak uydurup dans etmeye başladılar. Birbirlerinin eline bir şeyler döküp kafalarını geriye atarak içlerine çekiyorlardı. Az önceki mekanın yerine şu an başka bir ortam almış gibiydi.

“Gittiler!” dedi bir ses müzikten sesini duyurabilmek için bağırarak. Ayakkabılarına baktığımda, kızlardan olmadığını anladım. İki kişi buraya gelmişti. Arın ve Kaya. Ağır ağır yüzlerine kaldırdım yaşlarla çevrili olan bakışlarımı. Arın şeytani bir gülüşle bana bakıyordu. Kaya ise Cesur’a.

“Hadi ama farecik ağlama, kalk eğlen!” dedi bu durumumdan zevk alarak. Dudaklarım düz bir çizgi halini alırken, öfkeden gerilen suratım ve onu bir kaşık suda boğacak olan bakışlarım yüzündeydi. Bu sefer hemen çekmedim bakışlarımı. Meydan okudum.

Bir şansım vardı ama yapamadım! Kurtulamadım!

“Benim bir işim var, size sonra yetişirim!” diyen Kaya, Cesur’dan onayını aldıktan sonra, hızlı adımlarla mekandan çıktı.

Müzik sesi daha çok arttı. Ortada sakin sakin dans eden insanlar bir anda, değişik kıyafetli kişilere bırakmış, masaların üzerlerine çıkarak kıyafetlerini havada sallamaya başlamışlardı. Birbirlerinin sigaralarını değişiyorlar, içkileri yerlere döküp kırıyorlardı.

Artemis ve Gizem’de ortaya geçip dans etmeye başladılar. Ellerinde tuttukları bardakları ağızlarına döküyor, çenelerinden akan sıvıyı, diğeri diliyle temizliyordu. Bu görüntü midemin alt üst olmasına neden olmuştu.

Tekrar bakışlarımı yere çevirdiğimde, kırılan bardaklardan dağılan cam parçalarına gözlerim ilişti. “Bu kadar içmeye ne gerek vardı!” iki kadın gülüşerek bara doğru gelip Arın ve Cesur’u arkada bırakacak bir şekilde tezgahın önüne geçtiler. Ellerinde beyaz tozdan oluşan bir paket vardı.

Hızlıca onlardan bakışlarımı çekip yerde duran cam kırıklarından birini yerden alıp, hırkanın içine soktum. Cam parçası kolumu kesmesini umursamadan, hırkanın içinden tenimin üzerinden yukarıya doğru çıkardım. Bu gece ben o evden kaçacaktım. Bu gece bitmeden o evden kurtulup bu leş gibi insanların hapse girmesini sağlayacaktım.

Bu gece tutsaklığım ve bana takılan farecik lakabı son bulacaktı!

 

 

****

 

Genç adam kimsenin olmadığı tenha yolda giderken, önünü aydınlatan sadece gökyüzünde yer alan parlak ay ışığı ve her sokağın başına dizilen sokak lambalarıydı. O kadar çok içmişti ki, ayakları sağa sola doğru yalpalıyordu ama umurunda değildi. Boş caddede sadece mırıldandığı şarkısı yankılanıyordu. O da şarkının devamı getiremiyordu sarhoş olduğu için, dili dolanıp duruyordu. Çoğunu da yanlış söylüyordu. Arada bir durup kendi kendine gülerek, yoluna kaldığı yerden devam ediyordu.

Bir iki adım daha ilerlediğinde, midesinden yükselen sıvı ile adımlarını durdurup birkaç saniye bekledi. Elini karnının üzerine yasladı. Birkaç defa istifra etmek için yeltense de nafileydi. Biraz da öyle bekledikten sonra şarkı söylemeye kaldığı yerden devam etmek için dudaklarını aralamıştı ki, yakasına takılan kırmızı çiçek dikkatini çekti.

Dudaklarını hemen kapatıp kırmızı çiçeğe yüzünü buruşturarak gözlerini yakasına indirdi. Hiç beklemeden, çiçeği alıp yer attı. Ayakkabısının ucuyla ezdikten sonra, kulağına derinden gelen sesle omuzlarını dikleştirdi. Arkasına bakmak için başını çevirecekti ki, az ötesinde duran çöp konteynırından bağırarak çıkan kedi ile yerinde sıçardı genç adam. Korktuğu için de ark arkaya küfürler sıraladı kediye.

“Sikeyim kediymiş!” duyduğu sesi kedinin çıkardığını bilerek derin bir nefes verdi rahatlamış bir şekilde.

Gözleri uykusuzluktan kapanmak üzereyken, birkaç defa ağzını şapırtatıp yola devam etmek için yürümeye başladığında, boş caddede yalnız olmadığını, yankılanan başka adım seslerinden anladı. Omuzunun üzerinden geriye doğru baktı, hâlâ yürümeye devam ederken.

Biri sokak lambasının altında öylece duruyordu. Genç adam yürümeyi bırakıp bulanıklaşan gözleri yüzünden iyi seçilmeyen siliüeti net görebilmek için elinin birini alnına çıkarıp bakışlarını kıstı. Başında kapüşon, elleri ise ceplerinde öylece ayakta dikildiğini gördü. Bu tarafa doğru bakıp bakmadığını anlayamıyordu. Sadece duruyordu.

Genç adam umursamadan önüne tekrar dönüp yürümeye devam etmeye başladı fakat arkasına bakmayı ihmal etmemişti. Tekrar baktığında ise öylece dikilmeye devam eden siliüet sokak lambasından vuran ışığın altından çıkmış ileriye gelmişti.

Genç adam tedirgin olmaya başlamıştı fakat sarhoş olduğu için beyninin ona oynadığı oyunlardan biri olduğunu da düşünmeye başlamıştı. Böyle olduğunu kanıtlamak için, “hey!” diye bağırdı. Fakat öylece dikilen silüet tepki vermedi. “Bu sefer çok içmeyeceğim!” dedi kendi kendine konuşarak. Yüzünü sıvazlayıp önüne tekrar döndüğünde, yürümeye başladı.

Kendisi yürüdükçe adım seslerine başka adım sesleri de karışmaya başlamıştı. Alnına boncuk boncuk terler yığılmaya başlarken, tedirginliği boğazının düğüm düğüm olmasına neden olmuştu. Gözlerini arkaya çevirmese de öylece dikilen siliüetin de arkasından geldiğini biliyordu. Sonunda adımları bıçak gibi kesilip, hızlıca arkasını döndüğünde, siliüetin az önce ezdiği çiçeğin yanında durduğunu gördü.

“Kimsin sen?” diye bağırdı korkuyla genç adam. Siliüet sonunda tepki vererek başını iki yöne doğru salladı. siliüet eğilip ezilen çiçeği yerden kaldırdı. “Sana verdiğim hediyeye böyle mi sahip çıkıyorsun?” diye sordu. Genç adam gözlerini daha kısıp başını öne doğru uzattı konuşan kişiyi anlayabilmek için. “Cık, cık!” dilini damağına vurarak ayıplar gibi ses çıkardı silüet. “Beni hayal kırıklığına uğrattın!” dedi.

Genç adam sesin sahibini sonunda tanıdığında, dudakları şok içinde aralanmış nefesini tutmuştu. “Sen,” diye bildi. “Sen beni mi takip ediyorsun?” deyip parmağını silüete doğru uzattı. Siliüet elindeki kırmızı çiçeği sağ tarafındaki karanlığa boğulmuş olan kısma fırlattı. “Yürü git başıma bela açma, gece gece!” dedi genç adam kızgın bir sesle. Silüet sinir bozucu bir tonlama ile kıkırdadı. “Çoktan başına belayı aldın zaten!” dedi.

Genç adam ağzına topladığı tükürüğü ikisinin ortasına doğru tükürdü. “Siktiğimin herifi!” dedi arkasını dönerken. Birkaç adım gitmişti ki, arkasından gelen yüksek sesle, geriye dönemeden boğazına sarılan bir kolla, sırtı bir gövdeye yaslandı.

“Onunla bir şey yaşadın mı?” diye sordu boğazına sarılan kolun sahibi. “Onun elini tuttun!” genç adam boğazına bir lastik gibi dolanan koldan kurtulmak için iki eliyle de tutmuş ayırmaya çalışıyordu. “Ne saçmalıyorsun?” diye sordu nefes nefese genç adam. “Ona dokunamazsın!” dediğinde kolu boğazına daha sert asıldı.

Genç adam arkasındaki kişinin söylediklerinden bir şey anlayamıyordu. Onu ilk defa çiçek verirken görmüştü ve o zaman bile sarhoş olduğu için yüzünü tam hatırlayamıyordu. “Benim olana dokunamazsın!” diyen siliüet geriye doğru çekiştirmeye başladı. Korkuyla gözleri kocaman açılan genç adam bağırmak için gücünü toplamıştı ki, ağzına kapatılan el buna engel oldu. Çırpınıyordu fakat o kadar güçlüydü ki, bir milim bile oynamıyordu boğazına dolanan kol. “Ona zarar veremeyeceksin, buna izin vermem!” dedi sıktırdığı dişlerinin arasından siliüet.

Sağ tarafa doğru çekiştirip, sokak lambasının bile vurmadığı iki binanın arasına doğru fırlattı genç adamı. Sırt üstü düşen adam, boğulmaktan son anda kurtulup acıyan kemiklerine rağmen iki eli de boğazına götürüp nefes almaya çalıştı. Biraz da öyle kalsalardı boğulmak üzereydi.

“Yemin ederim,” dedi genç adam nefesi hızlanmış bir biçimde. “Yemin ederim ben bir şey yapmadım, dediklerinden hiçbir şey anlamıyorum!” deyip bir elini ileriye doğru uzatarak ayakta dikilen siliüetin gelmesini engelliyordu. Bir eli ise hâlâ düzensiz akan nefesini sakinleştirmek için boğazına sarılıydı.

“O bana ait!”

Her şey saniyeler içinde gerçekleşmişti. Ayakta dikilen siliüet genç adamın üzerine atlayıp cebinden çıkardığı jiletle şah damarını kesti. Genç adam karanlıkta ne olduğunu bile anlamadan iki elini de şah damarının üzerine bastırdı. Parmaklarının arasına dolmaya başlayan kan ile, ağzından sıçrayan kan siliüetin yüzüne sıçradı.

Durmadı jileti genç adamın yüzünde tek sağlam yer bırakmayacak, tanınmayacak hale gelene kadar parçaladı. “O bana ait, bende başka kimse Kızıl Gezegenime dokunamaz!” jileti tutan elleri, yüzünün her yeri, parçaladığı adamın kanı ile lekelendi. “O bana ait!”

“Ona kimse zarar veremez!” diyordu dişlerinin arasından.

Hipnoz olmuş bir şekilde, yerde cansız bir şekilde yatan adamın yüzünü parçalarken birbirine kenetlenmiş olan dişlerinin arasından bu sözcükler dökülüveriyordu.

Sonunda öldüğünü anladığında, dizlerinin üzerinden kalkmadan önce ellerini ve jileti yerde yatan adamın üzerine sildi. Ardından ayağı kalkıp ellerine geçirdiği beyaz eldivenleri çıkarmadan önce jileti arka cebine attı. Beyaz eldivenleri ellerinden söker gibi çıkarıp zemine fırlattı. Arından yeni eldivenler çıkarıp taktıktan sonra, giydiği siyah kapüşonu da omuzlarının üzerinden çıkararak yerde duran eldivenlerin üzerine bıraktı. Tekrar elini arka cebine atarak siyah bir zippo çıkarıp, kanlar içinde kalan kapüşon ve eldivenlerin üzerine attı, atar atmaz alev aldı.

Yanan ateşin ışığı yüzünü aydınlatırken, göz bebekleri donakalmıştı .“Kimse onu benden alamaz!” dediğinde, yanan ateşi ve yerde, yüzü ve şah damarı parçalanmış bir şekilde yatan adamı geride bırakarak uzaklaştı.

 

 

 

Devam edecek...

 

 

 

Loading...
0%