Yeni Üyelik
8.
Bölüm

KAN GÖLÜ

@kadrisyazar_

MASKENİN ARDINDAKİLER

 

7.BÖLÜM

 

KAN GÖLÜ

 

"Cehennem boş; tüm şeytanlar burada!"

-William Shakespeare-




"14 Mayıs 2006"

Kara bulutların getirdiği, bardaktan boşalırcasına yağan yağmurdan ıslanmamak için siyah bir şemsiyenin altında korunurken, bakışlarımı, elimden tutan anneme kaldırdım. Yan profilinden anladığım kadarıyla ağlamamak için dudaklarının titrediğini, gözlerini kırpamadan karşısındaki duran iki küçük tabuta bakışlarını ayırmadan baktığını gördüm annemin.

Tabut kelimesinin bile ne anlama geldiğini anlamadığım bir yaştaydım, sadece etraftakilerin söyledikleriyle beynime kazınmıştı. O an anlamıştım, o iki küçük şeyin, tabut olduğunu.

Anneyi tabuta çok yaklaştırmayın,

Babaları tabutu taşımak istiyor,

Bırakın tabutlarına son kez sarılsınlar!

Herkes başka bir şey söylüyor, söyledikleri cümleler birer hıçkırık olarak geri dönüp kulağıma nakşediyordu. Etrafımı saran kalabalık o kadar fazlaydı ki, ayaklarının altında kalmamak için bazen adımlarımı geriye atmak zorunda kalıyordum. Annem de elimden tuttuğu için arada bu hareketimden dolayı bakışları bana iniyor, daha sonra elimi daha sıkı kavrıyordu.

Şemsiyeye çarpan yağmur damlaları, etrafındaki küçük siyah demirlerden süzülerek giydiğim kırmızı küçük pabuçlara, oradan da beyaz kilotlu çorabıma sıçrıyordu. Herkes siyah giyinmişken, hatta annemin bile siyah giydiği bu yerde, kırmızı pabuçlarım çok fazla dikkat çekiyordu.

Ben niye siyah giyinmedim ki? Hem bu insanlar neden içleri çıkacak kadar ağlıyordu? Yaşım küçük olduğu için mi anlamıyordum yoksa küçük olduğum için mi benden saklıyorlardı? Hangisinin doğru olduğunu idrak edemedim, belki de her şey yalandı. Olabilirdi değil mi?

Annem beni, gerçek insanların oynadığı tiyatro alanına da getirmiş olabilirdi, çünkü bundan birkaç gün önce sınıfça tiyatro izlemeye gideceğimizi söylemişti öğretmenimiz. Annem beni daha mı erken getirdi tiyatro alanına? Fakat tiyatrolar insanları güldürür, eğlendirirdi ama burası beni çok üzüyordu. Çok üzülüyordum burada ağlayan insanlara.

Gözlerim sınıf arkadaşlarımı aradı. Şemsiyenin altından, bakışlarımı çevreme gezdirdim. O an ellerinde pembe ve mor renklerden oluşan birkaç demetle duran arkadaşlarım gözüme çarptı. Hepsinin kafaları önünde, yüzleri düşmüş bir şekilde sadece zemini izliyorlardı. Onlar da tamamen siyah giyinmişlerdi. Ayakkabıları da siyahtı. Benimkiler kırmızıydı, bir daha kendime sinirlendim, niye onlar gibi giyinmediğim için.

Sıraya dizilen sınıf arkadaşlarımdayken bakışlarım, aralarında olmayan iki kişi dikkatimi çekti; Gonca ve Yusuf! O iki kardeş nereye kaybolmuştu, kesin yine muziplik peşindeydiler. Öğretmenimiz, onları burada görmezse eğer kesin yine azarlardı.

"GONCAAM, YUSUFUMM!"

Bir kadın çığlığı yükseldi kalabalığın arasından. Yerimden sıçrayınca, bakışlarım hızlıca sesin geldiği yöne, yani iki küçük tabutun yan yana koyulduğu alana çevrildi. Saçlarının üzerine örttüğü siyah şal ensesine doğru kayarken, kollarını iki tabutu da sarmak için kocaman açmıştı.

Küçücük tabutlar, kollarının arasında kocaman kalmıştı!

Bakışlarım hemen, yeşil örtünün sarıldığı, küçük tabutların önüne yaslı duran, yağmur damlaların ince bir tabaka hâlinde üzerinden süzüldüğü, iki tane büyük çerçeveli resim dikkatimi çekti. Daha dikkatli bakınca gülümseyerek poz veren büyük çerçevenin içinde olan resimlerin sahibi; Gonca ve Yusuf'a ait olduğunu gördüm.

Bir adam önce, tabutlara sarılarak ağlayan kadının sırtını sıvazladı, daha sonra sınıf arkadaşlarımdan biri olan Gonca'nın resmini öpüp yerine koyduktan sonra, diğer tabutun önüne yaslanmış olan Yusuf'un resminde öptükten sonra yerine bıraktı.

Onların resminin orada ne işi vardı?

Telaşla, elimden tutarak yanımda bekleyen annemin elini çekiştirerek bana bakmasını sağladım. İkimizin de yağmurdan ıslanmaması için şemsiyeyi tutuyordu. Hemen onun yanında, tuttuğu şemsiyesinin altında bekleyen babam vardı.

Annem, parmaklarını elime daha çok sararken, bakışları bana indi. İşaret parmağım ile tabutların önündeki resimleri göstermek için uzatmıştım ki, annem gözlerini belerterek, dişlerinin arasından, "Nida, elini uzatma!" korkuyla elimi aşağıya indirip sorumu sordum. "Arkadaşlarım, arkadaşlarımın resimleri o tabutların önünde ne işi var?"

Kafamın üzerine örttüğüm beyaz şapkanın altından annemi daha iyi görebilmek için alnımın üzerinden biraz yukarıya doğru kaldırdım. Annemin titreyen göz bebekleri yüzümde dolaşırken, ağlamamak için daha çok kastı kendini. Yutkunduktan sonra, bakışları yine aynı yere çevrildi. "Bilmiyorum!" diye cevapladı beni annem.

Annem nasıl bilmezdi, o anneydi. Benden büyüktü her şeyi bilirdi. Öyle sanıyordu her çocuk, büyüklerin her şeyi çok bildiğini. Bende öyle sanardım. Ta ki büyüyüp hiçbir şey bilmediğimi anlayana kadar!

Kolumun dürtülmesi ile, başımı yan tarafıma çevirdim. Kuzenim İlayda'ydı beni dürten. Ne oldu, der gibi yüzüne bakarken, "onlar öldü!" dedi düz bir sesle. Ölüm, kelime manası neydi ki? Ölünce ne olurdu ki sana? Anlam veremedim. Bu yüzden nasıl tepki vereceğimi bilemedim.

"Şeytan! Seni şeytan!" çığlık atan o kadının sesini duymam ile birlikte, elimi kavrayan annem, canımı daha çok yakacak bir şekilde elimi daha çok sıkınca ayaklarım geriye doğru sendeledi. Hemen annemin uzun bacaklarının arkasında buldum kendimi.

Üzerime doğru gelmeye çalışan, ağlamaktan kızaran ve şişen gözlerin sahibine korkuyla baktım. Elimi annemin bacağına yaslayıp, başımı çok çıkarmadan, bana öfkeyle hiddetlenen kadını izledim. Ne yapmıştım ki ona, o kadın bu kadar sinirlenmişti bana?

"Niye getirdiniz o şeytanı buraya? NİYE!" çığlık attı. İrkildim. Daha çok sindim annemin bacaklarına. Gözlerimin içine bakarak kurduğu o kelime, daha ne anlamına geldiğini bile bilmeden canımı acıtmıştı. Şeytan. Ben şeytan değildim ki. Eve gidince araştıracaktım bu kelimenin anlamını. Bana hoşlanmadığım bu kelimeyi söyleyecek kadar ne yapmış olabilirdim? Düşünmeden edemedim.

"Gelmek istedi buraya. Arkadaşlarını uğurlamak istedi. Daha çocuk o!" annemin titreyen sesi, bu zamana kadar tuttuğu göz yaşlarının son raddesi olduğunu anladım. Ve hıçkırıklarını duydum. "O daha küçük, lütfen ona öyle davranmayın!"

"Ben onları tabuta koydum, onlar küçük değil miydi?" son kelimesini bağırarak söylemişti, üzerime doğru gelmeye çalışan kadın. Herkes kollarından tutmuş gelmesini durdururken, artık dayanacak gücü kalmayınca yere yığılarak bayılmıştı.

Kuzenime baktım. Yüzünü koluna gömmüş iç çekerek ağlıyordu. Başını kolundan kaldırırken, "keşke böyle bir şey yapmasaydın Nida." Dedi tekrar yüzünü koluna gömerken.

Ben ne yaptım ki? Ben ne yapabilirdim?

Daha ne yaptığımın farkında bile değilken annem, kolumu sıkıca kavrayıp ayaklarımı yerden kesecek kadar hızlı adımlarla, kalabalığın arasından yürütmeye başladı beni. Sınıf arkadaşlarımın, öğretmenimizin hatta tüm kalabalığın bakışları üzerimdeydi. el salladım onlara ama hiçbiri karşılık vermedi, öylece havada kaldıktan sonra geri indirdim yanıma.

Son kez Gonca ve Yusuf'un güldükleri resimlere bakmak için arkamı döndüğümde, kuzenim ve dayımın arkasından bizimle beraber polis abilerinden ilerlediğini gördüm. Onların da burada ne işi olduğunu anlamamıştım.

Tekrar bakışlarımı önüme çevirirken, kapısı açık olan siyah bir arabanın içine binip, arkamızdan gelen diğer polis abilerinde, arkamızda duran araca bindiğini gördüm. Eve mi gidiyorduk? Umarım eve gidiyorumdur.

Arabanın deri koltuklarının kokusu burnuma gelirken, karşıma oturan babama, ardından da anneme çevirdim bakışlarımı. Kuzenim ise önümüzdeki araca binmişti. "Ölüm ne anne? Öldü ne demek?" diye sorunca, annem duraksadı. Babam da olan bakışları bana çevrilirken, gülümsedi. Kesik bir nefes çekti önce içine, daha sonra yaşaran gözlerini eli ile hızlıca sildi. "Ölüm yeniden yeşermek demek." Doğru mu anladım diye başımı omuzuma hafifçe eğip, "yani, çiçek açmak gibi mi?" başıyla onayladı beni. "Renkli olanlardan mı?" tekrar sorduğumda bu sefer acı çektiğini belli eden bir inlemeyle gülüşü genişleyip, omuzlarımdan tutarak beni kucağına çekip başımı göğsüne yasladı.

Eğer ölüm; yeniden çiçek açmak gibi güzel ve iyi bir şey ise o kadın neden ağlıyordu? Neden göz yaşları durmadan akıyordu? Anneme inanmadım, çünkü güzel olan hiçbir şey insanın canını acıtacak kadar, hatta onları tanımayan insanların bile canını acıtacak kadar ağlatıp üzemezdi. Silebilseydim bugün yaşananları aklımdan, hiç düşünmeden kabul ederdim.

"Peki bende ölecek miyim?" sorduğum soru ile saçlarımı okşayan eli durdu annemin. Yüzümün önünde duran annemin kolunun üstünden babama baktığımda, gerilmiş bir şekilde annemi izlemekle yetinmişti.

Tekrardan başımın üzerinde duran eli hareketlenip, yavaş hareketlerle okşamaya devam etti. "Asla buna izin vermem!" dediğini de gözlerimi usulca kapattım. Evet yeşermek, çiçeklenmek yoktu. Sadece yok olmak vardı.


 

 

GÜNÜMÜZ;

 

Ölüm, evet o gün ilk defa tanışmıştım kendisinin soğuk yüzüyle. İnsan; ölümün gerçekliğini bilir, ama asla ölmeyecek gibi yaşar ve inanmazdı ölüme. Bir gün ölümü kendi bedenin de değil de, canını yakacak kadar sevdiğin ya da çok yakından tanıdığın birini senden alıp gittiğini gördüğünde, işte o zaman ölüme daha çok inanır ve hissedersin. Arkadaşlarım ölmüştü, o gün küçük kız çocuğu Nida anlamadı fakat büyüdüğünde tokat gibi yüzüne çarptı.

İliklerime kadar işledi ölümün düşüncesi. Kaçabilseydim eğer hiç düşünmeden kaçardım buradan. Çünkü gerçek olan her şey insanoğlunu korkuturdu, tıpkı ölümün gerçekliği gibi. Yalan olsaydı belki, mutlu ve salak bir şekilde yaşardık fakat o zamanda yalan olan hayatın tadını çıkaramazdık. Birbiriyle çelişen ve birbiri olmadan tanımlanmayan düşünceler silsilesi.

Omuzuna attığı bedenimi hızlıca yere bıraktığında, kalçamın birkaç kemiğinin kırıldığına emin olduğum küçük çaplı bir inleme kaçtı boğazımdan. "İt herif!" dedim tıslar gibi.

Göğsü hızlı bir şekilde inip kalkarken, eline taktığı beyaz eldivenleri alnına düşen saçlarına daldırarak arkaya doğru atıp, diliyle dudaklarını ıslattı Cesur. Bakışları hâlâ yerde oturan bendeydi.

Güneş, yavaş yavaş geceyi yararak yüzünü göstermeye başlıyordu. Gün ağarmak üzereydi. Soğuk hava daha çok tenimi ısırırken yanağım acıyla sızladı. O kadın bıçak fırlatırken yanağımı sıyırmıştı. Öyle ki tam isabet edememişti kafama. Acıyı yeni hissedebilmiştim.

"Kaya," diye bağırdı bakışları üzerimdeyken. Tekrar dudaklarını konuşmak için aralarken, gözleri arkama kaydı, "tableti getir bana." diye seslendi. Ben ise hemen az önce kaçtığım evin önündeydim. Tam tahmin ettiğim gibi ev tahtalardan yapılmıştı. İçinin nasıl olduğunu bilmiyordum ama dışarısına bakılırsa yaşanılacak gibi durmuyordu. Çok yıkık dökük değildi fakat düzenlide sayılmazdı. Önü tamamen ormana bakıyordu. Yaprakları dökülmüş, kış ayının eseri olan kuru ağaç dallarının hepsi yan yana dizilmişti.

Bu adamlar, ev ve orman, her şeyiyle korkunç bir görüntü oluşturuyordu!

Kaya dediği adam elinde tuttuğu tabletle yanına gelirken, eline alıp incelemeye başladı Cesur. Şu an onlar için görünmezdim, tek kişi hariç o da beyaz elbiseli kadındı. Boş durgun bakışları bendeyken, istemsizce elimi ayak bileğime sardım.

Hava yavaş yavaş aydınlanıyordu. Bu yüzden artık tamamen seçebiliyordum. Düzensiz kesilmiş, kısa kahkülleri kaşlarının birkaç parmak üzerindeydi. Kulaklarının altında biten saçları da aynı şekilde özensiz ve eğri büğrü kesilmişti.

Tedirgin bakışlarımı yanımda dikilen Cesur ve Kaya dediği kişiye çevirdim. Yüzü tamamen Cesur'un elindeki tabletteyken, sadece yarısını görebiliyordum. Kumral saçlara ve onlara eşlik eden buğday bir tene, uzun bir boya ve diğerlerine göre çok geniş olmayan omuzlara sahipti. Cesur'a göre cılız kalsa da, o da iri ve yapılıydı. Arın denen kişi de Cesur gibi iri ve kaslıydı. Kızları da uzundu.

Moda defilesine çıksalar, kimse onlara katil demezdi. Ama onlar maskenin ardına saklanmış birer korkaktılar.

Gözlerim o iki manyağı aradı. Onlar ortalıkta yoktular. İsimleri öğrendiğim kadarıyla Arın ve Artemis'ti. Bakışlarım her yerdeyken, Cesur'un sesini duyup onlara bakışlarımı çevirmeden, bakışları bende olan, daha ismini öğrenemediğim kadına çarptıktan sonra yanımda dikilen o kişilere çevirdim. Bakışları boş olsa da beni tedirgin ediyordu.

"Hepsi bu kadar mı?" kaşlarını çatarak, yanında duran kişiye baktı Cesur.

"Hepsi bu kadar, yani bize gelen bilgiye göre bu kadar kişi binecekti." Kaya onu cevapladığında, memnun olmuş bir ifadeyle kafasını salladı Cesur. Elini birini havaya kaldırıp, parmaklarıyla gel işareti yaparak, "Getirin!" diye bağırdı.

Kime gel dediğine bakmak için, kalçamın üzerinden sadece üst bedenimi geriye doğru çevirerek, arka arkaya dizilmiş altı erkeğin elleri bağlı bir şekilde bize doğru getirildiğini gördüm. Üstleri savaştan çıkmış gibi dökünükken, yüzlerinde ise sağlam bir yer kalmamıştı. Her yerleri kan içindeydi.

Parmaklarım uyuştu, saç diplerim acıdı gördüğüm görüntüden dolayı. Altı kişi evin arkasından sendeleyerek gelirken, önlerinde ilerlemeyi sürdüren yüzündeki kan dondurucu gülümsemesiyle Arın denen kişi, hemen yanlarında da parmaklarının arasında tuttuğu bıçağı çevirip yürüyen Artemis vardı.

Bu altı kişide benim gibi esir düşüp, bu seri katillerin ellerine mahkum olmuşlardı!

Başımı hızlıca çevirip Cesur'a baktım. "Ne yapacaksınız o adamlara?" titreyen sesim ve yüreğime rağmen ses tonumu sert tutmaya çalıştım. Çünkü bu adamlar ne yalvarmaktan anlıyordu ne de kötü konuşmaktan. Akıllarına estiği davranışları sadece sergiliyorlardı. Yani birinci seçeneği uygulayıp kendimi yormama gerek yoktu.

"İzle ve gör!" Cesur'un yerine, yanında duran Kaya konuşmuştu. Öyle ki hoşuna giden bir tavır takınmıştı. "Ben baltamı alıp geliyorum." Gülerek, hızlı adımlarla eve doğru gitti.

Ben ise sadece onu arkasından izleyerek dediği son cümlesine takılmıştım. Bir elim yere yaslıyken diğer elimde ağrıyan bileğime sarmıştım. Bakışlarım evin içinden çıkan Kaya'daydı. Avucunun içinde sıkı sıkıya tuttuğu baltayı ileri geri salladıktan sonra omuzuna koyup büyük adımlarla tekrar aynı yerine geldi.

"Bugün baya biledim ucunu." Omuzuna yasladığı baltayı, yüzünün önüne getirerek keskin yerini işaret parmağıyla sıvazladı. "Baya parlıyor. Tekrar kana bulanacak olması iyi olmadı."

Her cümlesini kurarken rol mü yapıyor diye yüzüne bakarken, gerçek ve büyük bir ciddiyetle kurduğunu anlamam uzun sürmedi. Bir daha gerçekler, diken gibi kalbime battı. Ben ateşin ortasında yanmayı bekleyen ve ateşi de onların yaktığına emin olduğum bu katillerin arasında kalmıştım. Çıkış yoktu, kurtuluş yoktu. Tek yol ölümdü.

Arkamdan gelen küçük çaplı inlemeyle, bakışlarımı hemen arkama çevirdim. Adamın biri yere yığılıp can çekişirken, Arın, adamın giydiği kazağın ensesinden tutarak, "kalk lan göt herif! Daha ölmek için zamanın var." Diyerek tek eliyle yüz üstü uzanan adamı tek hamleyle, diz kapağının üzerine kaldırdı.

Bakışlarını Arın'a kaldırıp bir şeyler söylemek için dudaklarını araladığında, ağzının içindeki kanlar dışarıya doğru sıçradı. "Sikeyim ya!" yüzüne doğru gelen kan ile birlikte gözlerini kapatıp eldivenin arkasıyla temizlemeye başladı Arın. Eli hâlâ adamın ensesinin üzerindeki kazağındaydı. "Lan göt herif, o siktiğim ağzının içindeki kanı yut! Yoksa yutacak ağzın kalmayacak." Kazağı tuttuğu eliyle adamı silkeledi.

Gözlerini sıkıca yuman adam, "Abi yalvarırım zarar vermeyin. Yeminle ülkenizden gideceğim." Ağlamaya başladı. Adamın konuşma tarzından Türk olmadığını anlamıştım. Çünkü Türkçe kelimeleri yanlış telaffuz ediyordu. Ama hangi milletten olduğunu çıkaramadım.

Dizlerinin üzerinde ağlayarak yalvaran adamı ensesinden tuttuğu gibi kaldırarak, "öyle olmaz, sikmeden bırakmayız!" dediği kelimeye Arın gülünce yan tarafımda ayakta dikilen Kaya'da gülmüştü. İteleyerek adamı biraz ilerimde tekrar dizlerinin üzerine oturtmuştu. "İlerleyin sizde!" Artemis'te diğerlerine bağırınca hepsi tekrar yürüyüp adamın yanına çökerek yan yana dizildiler.

Dizlerinin üzerinde oturan adamlarla aramız da bir iki metre vardı. Tek tek hepsine bakışlarımı gezdirip inceledim. Esmer ve yüzlerini kaplayan siyah sakallara sahiptiler. Dudakları titriyor, dövülmekten ağızlarının kenarlarından salya ve kan akıyordu. Sıkı sıkıya kapattıkları gözleri bile titriyordu hepsinin.

Yanıma hissettiğim hareketlenmeyle başımı hafif yan tarafıma çevirdim. Cesur, dizinin birini kırıp diliyle dudaklarını ıslatırken bakışları tamamen yüzümde dolanıyordu. Dudaklarını hafif kıvırıp yüzünde serseri bir tavır takınmıştı. "Burası birazdan kan gölüne dönecek, hazır mısın?" gülme sesine benzeyen bir ses çıkarınca, dediği şeye sadece yutkunmuştum. Dizlerini kırıp oturduğu için bakışlarımız aynı hizadaydı. Gözleri bu sefer daha yakındı bana. Bir insanın gözleri içini gösterir miydi? Evet gösterirdi. Kutlamada çok yakından görüp inceleyememiştim ama şimdi, beni tamamıyla yakan o katran karası gözlerinin içine bakıyordum.

Etrafını saran beyazlıkların ortasına mürekkep dökülmüş gibiydi, siyah gözleri.

Gözleri yakıyordu, her bakışı gözlerime değince, kalbime bir odun daha atarak ateşini harlıyordu. Ruhu da tamamen siyah mıydı, gözleri gibi? Öyle olmasını istemedi yanan kalbim. Beni şu an da kaçırarak el koymuştu. Üstüne üstlük bu adam katil çıkmıştı ve her yerin kan gölüne döneceğini söylüyordu.

Kemikli, beyaz yüzüne baktım. Siyah saçları alnının üzerinde rüzgardan dolayı uçuşurken, nefesi ve teninden çıkan o erkeksi koku, tüm hücrelerimi ele geçirirken aklımda sadece onun katil olduğu geçiyordu. Ve insanın aklı galip gelecek en büyük kurşundu. İnsanı insan yapan her duygu oradaydı ve ben aklımı kullanırdım.

"Umarım bir gün o kan gölünde boğulursun!" dedim iğrenerek karşımdaki kişiye. Yüzümü incelemek için sağa sola doğru hareketlenen göz bebekleri kıpırdamadı. Tamamen gözlerimin içine bakarak, söylediğim cümle onu birkaç saniye duraksattı. Kafasını aşağıya doğru eğdiğinde, yere bakarak güldü. Ama hoşuna giden bir gülüş gibi değil de, sinirle çıkan zoraki bir gülme sesiydi.

Kaderin cilvesine bak ki, bundan birkaç gün önce bu adam karşımda bu şekilde gülse, takıntı hâline getirip aşık olabilirdim. İlk defa görmeme rağmen hakkında bir şeyler öğrenebilmek için araştırma yapmıştım. Bende aptalmışım herkesi iyi sanmakla.

Bedenini hafif bana doğru uzattığında, yere eğdiği kafasını hafif kaldırıp gözlerini yüzüme çıkardı. Oradan da bakışları dudaklarıma inerken, "o kan gölü, ben hariç, herkesi boğar!" mırıldanarak, sadece benim duyacağım bir şekilde dile getirmişti. Dudaklarını tekrar yalarken, kısa olan bakışları son kez gözlerime çıkıp oturduğu yerden ayaklandı.

"Abi lütfen bizi bırakın ne olursunuz."

"Gerçekten bir daha uğramayız."

O altı kişinin inleme ve hıçkırıklarının arasından kurdukları cümleler onları insafa getirmek yerine, daha da öfkelendiriyordu. Ama benim hâlâ düşüncelerimi avuç içine alıp sıkan, Cesur'daydı. Yaptıklarındaydı ve yapacaklarındaydı.

O adamlara acıdım, kendime acıdım. Benim de günahım yoktu ve o adamların da günahı olmadığına emindim. Çünkü bilmeden bu yola gelmiştim ve bir anda önüme çıkmışlardı. Şimdi ise ellerine düşerek, maskenin ardındaki o kişilerin yüzlerini görmüştüm.

Beyaz elbiseli kadın yan yana dizilen adamların arkasından geçerek, evin önüne doğru ilerlemeye başladı. Herkesin bakışları da benim gibi o kadının üzerindeydi. Üst bedenini eğerek yerden bir şey aldığını gördüğümde, ormanın içinde koşmadan önce evin içinde tuttuğu oyuncak ayı olduğunu gördüm. Bize doğru adımlarını atarken, oyuncak ayının tam göğsünde bir bıçak saplandığını fark etmem kısa sürdü. Nasıl bir hastalık ki bu, oyuncak bir bebeğin göğsüne bıçak saplamıştı?

Bıçağın başından tutarak hızlıca saplandığı yerden tutup çıkardığında, içinde bulunan pamuklardan birazı zemine düştü. Gözlerini açmadan başlarını yere eğen adamların arkasına geçtiğinde, Cesur'un sesini duydum. "Emin misin Dua?" diye sorduğunda o beyaz elbiseli kadının isminin Dua olduğunu öğrendim. İsmi garibime gitmişti, ama en son düşüneceğim şey ismiydi.

Elindeki oyuncak ayıyı yan tarafına fırlatıp, "bunu yapmak için buradayız. Düşünmeye gerek yok!" donuk bir sesle cümlesini kurmuştu. Adam öldürmek için buradaydılar. Bunun için ellerinde tutuyorlardı bizleri.

İlk önce o adamları öldüreceklerdi, öldürdüklerine emin olduklarında sıra bana gelecekti. Daha sonra aileme. Ve yakalanana kadar tüm insanları öldüreceklerdi. Tek kurtuluş onların ölmesiydi.

Arın belinden çıkardığı silahı elinde tutarken o da yan yana dizilmiş olan adamların birinin arkasına geçti. Daha sonra yanımdan ayrılıp ıslık çalarak baltasını sallayan Kaya geçmişti arkalarına. Artemis, elinde çevirdiği bıçağı durdurdu ve sıkıca kavrayıp gözlerini arkasına geçtiği adama dikti.

Ben ise başım dönmeye, oturduğum zemin zelzele yaratacak kadar sallandığını hissetmeye başladım. Kasılan midemden yükselen sıvı, boğazıma kadar tırmanmaya başladı. Deli gibi ağlamak, saçlarımı yolmak istiyordum. Acıyan boğazımın tahriş olduğunu, yırtarak geçen yutkunmamdan anlamıştım.

Bir kedinin ağzında yem olduğunu ve öleceğini anlayan bir kuşun kalbi kadar atmaya başladı. Hızlı ve ses getirecek kadar kulaklarımda yankısının izi vardı kalbimin. Gözlerimi yerine gömmek ister gibi sıkıca yumduğumda, hiçbir şeyi ne görmek istedim ne de duymak. Omuzuma değen dokunuşla katran karası gözlerin sahibinin sesini duydum, "aç gözlerini, eğlenceyi kaçırmak istemezsin!" sesindeki iğneleyici ifadeyle titreyen dudaklarımı birbirinin üstüne bastırdım.

"Aç lan gözlerini!" irkilerek gözlerimi açmıştım Arın denen psikopatın sesini duymam ile birlikte. Arın'ın bakışları hemen yanımda ayakta dikilen Cesur'a doğru kayınca, Artemis'in bakışları da Arın'a çevrilmişti.

Burnumu sertçe çekerken, buranın bir kan gölüne dönüşeceğine artık emindim. Elim kolum bağlandı. Oturduğum yerde, yan tarafıma doğru katladığım ayaklarımı biraz daha kalçamın altına çektim. Küçücük olmak, hatta kaybolmak istedi bedenim.

Diz çöken adamlar başlarına gelecek olaydan dolayı göz yaşına boğulurken, arkalarına geçen adamların vicdana geldiklerine dair bir iz yoktu yüzlerinde. Hatta git gide sert ifadeleri daha çok artıyordu. Bakışları koyulaşıp ellerinde tuttukları tehlikeli aletleri daha sıkı kavrıyorlardı.

Ağlama ve inlemelerin arasında, derinden gelen bir motor sesiyle herkesin, bakışları ve kafaların yönü yan tarafımızda kalan sık ağaçların dizilmiş olduğu ormanlık alana doğru çevrildi. Bu ses, kurtuluşumuzun umudu olmasını diledim.

Belki de bizi kurtarmaya gelen yardımlardan biridir. Belki de bulmuşlardır beni. Ya da benim gibi kaybolanlardan biridir. Hayır umudum sönemezdi, yaşamam için gerekli olan tek şey oydu. Umut!

Motor sesi daha çok artarken, bir anda gelen acıyla inleme ve yere düşen bir beden sesiyle birlikte yan tarafıma çevirdiğim bakışlarımı karşıma aldığımda, diz çöken adamın biri arkasında elinde bıçakla bekleyen Artemis'in karnına geçirdiği dirseğiyle ayaklanıp ormanlık alana doğru kaçmaya başladı. Herkesin bakışları sesteyken bu fırsattan yararlanmak istemişti.

Arın'ın kocaman açılmış bakışları yerde uzanan kişideyken, dudakları öfkeyle dümdüz oldu. bakışları hemen koştuğu kişideyken, gür bir sesle bağırdı Arın. "Seni domaltıp sikmezsem..." elini Artemis'e uzattı fakat o kendisi ayaklanıp elini tutmamıştı. Kalçasını temizlerken aldığı darbeden dolayı yüzünü buruşturmuştu.

"İyi misin Artemis?" diye sordu Cesur. Sesinde ki tını neydi bilmiyorum ama hoşuna gitmemişti. Artemis sadece başıyla onaylayıp önüne döndü.

Kaçan kişinin arkasından baktım, kalçamın üzerinden hafif doğrulurken diğerleri kaçmak için bir tepkide bulunmuyorlardı. Sakin ve bir anda parlayan tiplerdi. Adam ellerinden kaçmış, kılını kıpırdatmıyorlardı.

O motor sesin geldiği yöne doğru koşup yardım etmesini diledim. Ben koşup kurtulamadım, en azından o kaçarak umudumuz olurdu. Kurtuluşumuz olurdu. Adam kuru ağaç dalların arasına girdiğinde artık göremedim.

Bakışlarımı karşımda dikilen kişilere çevirdim. Tek tek inceledim, kazımak istedim mimiklerini hafızama. Dua'nın bakışları hâlâ yüzümde, düz olan bakışlarında bir anlam çıkaramıyordum. Arın'ın arada gözleri Artemis'e kaysa da, Artemis'in bakışları bir adım arkamda durarak yanımda dikilen Cesur'daydı.

Ne için bir aradalardı, ne amaçları vardı, bir maskenin arkasına gizlenerek, neyin peşindelerdi? Beni kanlı düşüncelerimden çekip çıkaran ormanın içinde gelen yüksek sesteki o patlamaydı. Dalların üzerinde konan fakat göremediğim kuşlar sesten dolayı gökyüzüne çığlık atarak yükselirken, benim ellerim kulaklarıma kapanmıştı.

"Ne zaman başlıyoruz?" Kalın tok sesin sahibi Dua denen kadından geldiğini duyduğumda, ne zaman öldürelim sorusunun yumuşatılmış haliydi. "O adamı ben öldürecektim!" Arın'ın hiddetlenen sesiyle çıkan cümlesi, kimden bahsettiğini anlamlandıramadım. Kulaklarımdan çektim ellerimi, bakışlarımın ilk odağı Arın'ken, onunkiler Cesur'daydı. Kafamı geriye doğru yani Cesur'a çevirmek istedim ama ağaçların arasında, siyah kask takarak, bir adamın ensesinden tuttuğu kazağını çekip sürükleyen kişiye saplandı.

Dolan gözlerimle siyahlar içinde ormanın içinden cansız bir bedenle gelen kişiye baktım. Sürükledi, sürükledi. Tam karşımıza gelip sürüklediği cansız bedeni gözlerimizin önüne bıraktı. "Oo kızıl gezegen, hoş geldin." Dedi Kaya'nın yüzünde kaskı olan kişiye. Yüz üstü uzanan kişiye baktığımda, alt tarafından süzülen kanı görmemle birlikte boğazımdan gelen öğürtüyü durdurmak için hızlıca elimi ağzıma kapattım. Alnından vurmuştu adamı.

O motor sesi karşımda dikilen kişiye ait olmamasını ve bu ölen kişinin de az önce kaçan kişi olmamasını diledim. Sadece diledim, dilemekle kaldım. Karşımda öylece dikilen kişinin kim olduğunu ya da yüzünü bilmiyordum ama, onlardan biri ve katil olduğuna emindim.

"Başlayın!" dedi Cesur'un tene soğuk su etkisi yaratacak sesi. O an silah patladı. Arın'ın önündeki adamın kafasını patlayıp yere düşerken, onun yüzünde zevk aldığını belirten korkunç bir gülümseme vardı. Dua, elindeki bıçağı, yaşamak için bir şeyler söylemek için dudaklarını aralayan adama fırsat vermeden boğazına dayadığı bıçağı hiç düşünmeden etinden kaydırdı. Kan olduğu gibi etrafa sıçardı ve o da yere yığıldı.

Her şey saniye içinde olduğunda, gözlerimi kapatacak zamanım kalmadı. Boğazıma gelen öğürtüyü durdurmadığımın son vakası, Kaya'nın elindeki baltayı havaya kaldırarak adamın kafatasının ortasına saplamış olmasıydı. Ellerim yere bastı ve midemi alt üst eden o kusma isteği olduğu gibi yere döküldü. Kaya vurdu, ben kustum. Kan yere sıçardı, ben kustum, kafası parçalandı gözlerimin önünde ben kustum.

"Durun..!" dedim öğürtülerim arasından çıkan güçsüz sesimle, "yapmayın!" bakışlarım yerde olsa da, göz ucuyla gördüğüm her balta darbesi, benim etime saplanıyor gibi acı veriyordu.

"Yeter!" diye bağırdığını işittim Cesur'un ama midem dışarı çıkacak kadar ağzımdan geliyordu. Su kusuyordum, midemi kusuyordum. Öğürtüler, baltanın saplandığı kemiklerden çıkan sese karışıyordu.

Cesur'un sesiyle, kırılan kemikler durdu. Bir cehennem, tamamıyla yaktı beni. Ve kan gölüne bulandı her yer.

"Kızıl gezegenin gelişinin şerefine." Kaya'nın hırıltılı çıkan sesinin arasından mutlu olduğunu anlamak mümkündü. Birini öldürmenin mutluluğu nasıl sesine yansırdı bir insanın anlam veremedi vicdanım.

Göz yaşlarının arasında kalan bakışlarımı, yan tarafımdaki kasklı kişiye ağır ağır döndürdüğümde, kafamın durdurmadığım bir şekilde estiğini fark ettim. Her hücrem, yaşanan felaketten dolayı ölüyordu. O kaskın altındaki bir çift göz benim üzerimdeydi. Anlıyordum.

Elini kaskına attığında, bir şeytanın daha çift gözüne şahit oldum. Kızıl saçları ve keskin bakışlarıyla, siyahlar içindeki o kadındaydı.

Cesur'un asistanı Gizem!

Bakışlarım geriye doğru kaydı ve beni kendi kusmuğumda boğmaya kadar getiren insanlar yüzünden dayanamadım. Yere dayalı olan ellerim güçsüzleşti ve beni daha fazla taşıyamadılar. Karşımdaki katiller, puslanan araba camından görünen silüetlerden bir farkları kalmadı.

 

 

Devam Edecek...

 

 

Yorum atmayı ve oylamayı unutmayın:)

 

 

 

 

Loading...
0%