Yeni Üyelik
22.
Bölüm

KENDİ ELLERİNLE

@kadrisyazar_

 

Kemerlerinizi bağlayıp derin bir nefes alarak arkanıza yaslanın çünkü bu bölümü yazarken, parmaklarım ve klavyem resmen alev aldı. :) Bölümde hatalarım varsa kusura bakmayın.

 

Keyifli okumalar :)

 

 

 

 

 

 

MASKENİN ARDINDAKİLER

 

 

 

 

 

21.BÖLÜM

 

 

 

 

 

KENDİ ELLERİNLE

 

 

 

 

 

Anya Marina – How Far Does The Dark Go? ♪

 

 

Koşuyordum.

Ama bu birinden kaçtığım için değil; oyun oynadığım içindi. Ama yine de heyecandan nefes nefese kalmış bir biçimde, durmadan arkama bakıyor, hafif esen rüzgardan dolayı yüzümün önünü kapatan saçlarımı ellerimle geriye doğru yatırmaya çalışıyordum. Birkaç tutamım ağzımın içine girse de umursamadan küçük küçük kahkahalar atıyordum.

Dışardaydım.

Güneş batmaya yakındı, gökyüzü hafif sarı ve kızıla boyanmıştı. Güneşe dönüyordu bakışlarım ama öğlenki kadar yakmıyordu gözlerimi. Kalbim boğazımda atıyor, nefesim ise, kısa bacaklarım yüzünden koşmaya daha fazla güç uyguladığım için sıklaşmaya ve bir yumru gibi boğazıma dizilmeye başlamıştı.

Ama korkmuyordum.

Mutluydum. Bir anı zihnimin köşelerinde fırlamıştı. Kalbim bu yüzden hızlı hızlı atıyordu. Belki de ilk defa gerçekleştiği içindi, son olmaması için de dualar ettiğim bir anıydı. Üzerimde ince tişört ve pantolon vardı. Saçlarım ne zaman taranmış bilmiyordum ama umurumda değildi. Karnım toktu. Birkaç saat önce yemek yemiştim ve bu yüzden de koşamıyordum, ağırlık yapıyordu bana.

Biraz daha hızlandığımda; arkamdan gelen adım sesleri kulaklarımı doldurdu. Hem bir yere saklanmam gerektiğini biliyordum bu yüzden aklımdan o geçiyordu, hem de arkamdan geliyor mu diye dikkatim oradaydı. Minik bir kıkırdama daha dudaklarımdan döküldüğünde, duymaması için elimi hızlıca üzerine kapadım. Beni şimdiden bulmaması gerekiyordu!

Arkama baktım çok kısa bir an ama kimse gelmiyordu peşimden. Bu demek oluyordu ki, hâlâ binanın içinde beni arıyor olmalıydı fakat orası da uzun sürmezdi çünkü orada çok fazla saklanacak bir yer yoktu. Hemen dışarıya çıkacaktı.

Son sürat binanın köşesinden döndüğümde, adımları durdurup eğildim. Avuçlarımı diz kapağım üzerine yasladım. Dudaklarım, dilim, koşmaktan kupkuru olmuştu ve genzim feci halde acıyordu. Yanımda bir su olmalıydı diye düşündüm. Ama bu teklifimi kabul edeceğini düşünmediğim için, ne yapmam gerektiğini bilemeden birkaç dakika içinde kendimi dışarı atmıştım. Ve buna değerdi.

Biraz daha soluklandıktan sonra, ağzım kulaklarımda bir şekilde büyük adımlarla yürüdüm döndüğüm köşeyi. Birazdan yine sol tarafa döndüğümde tamamen binanın arkasında olacaktım. Burası yasaklı bölge miydi, hatırlamıyordum ama uyarırdı beni muhtemelen. Yani rahat olmam gerekiyordu.

Nida neredesin, nereye kayboldun? Diyen sesini duyar duymaz, ayaklarım yere mıhlandı ve omuzumun üzerinde geriye doğru baktım. Dudaklarım birkaç santim aralanmış, sık nefeslerim firar ediyordu dışarıya. Yoksa yine benimle saklambaç mı oynuyorsun? diyen sesini duydum tekrardan. Ama bu sefer gülmüştü annem. Sesi biraz uzaktan geliyordu, sanırım hâlâ binanın önündeydi. Binanın içinde bulamayınca dışarı çıkmıştı.

Bende güldüm ve yürümeye devam edip bir daha dönmem gereken sol köşeyi de döndüğümde, durdum. Uzun kocaman bir ağaç vardı binanın arkasında. Çok eski bir söğüttü bu. Kökleri her yere dağılmış, kocaman bir gövdeye sahipti. Etrafında ise yeni çiçekler açmış, toprak birikintileri vardı. Bazen annem ve babamın bu bahçeden bahsettiğini anımsıyordum, seviyorlardı bu bahçeyi.

Kafamı yukarıya doğru kaldırıp tüm perdeleri kapalı olan pencerelere baktım. Sayısı oldukça fazlaydı. Işıkları da kapalıydı, yansımıyordu içerde her ne varsa. Buraya daha önce geldim mi bilmiyordum ama burası çok güzeldi. Tekrar kafamı önüme çevirip çiçekli toprak birikintilerine baktım.

Önümdeki çiçekli toprak birikintisinin üzerinden atlayıp ağaca doğru varmayı amaçladım. Fakat toprak birikintileri, yüksek ve birazda uzun olduğu için kısa bacaklarım üzerinden atlamaya elverişli değildi. Bu yüzden düşmemek için kollarımı iki yana açıp kendimi dengelemeye çalıştım.

Binanın arkası onlarla doluydu. Toprağa kocaman kök salmış büyük ağacın etrafını sarıp sarmalamıştılar. Önümdeki son toprak birikintisinde atlayıp hemen büyük ağacın arkasına saklandım. Dizlerimin üzerine çöküp, sırtımı da ağaca yasladım. Annem beni burada hayatta bulamazdı!

Çocuk aklı işte, çok iyi bir yere saklandığımı düşünüyordum!

Gökyüzündeki sarı ve kızıllıklar kaybolmuş, güneş ışınları artık yer yüzüne vurmuyordu. Batmıştı güneş. Artık karanlıktaydım ve annem kesin beni bulamazdı. Belki de sonsuza kadar sürer onunla oyun oynamam. Ama uzaktan vuran sokak lambalarının ışığı, etrafı görmeme olanak sağlıyordu.

Annem, ben ve sonsuza kadar süren oyunlar! Babam da katılır belki, belli mi olur? Annem derse kesin katılır oyunumuza. Artık; ben, annem, babam ve sonsuza kadar süren oyunlar olurdu. Ama olmadı öyle bir şey! Sadece ben ve oyunlarım kalmıştık. Ve oyunlarımda zamanla yok oldu!

Birinin ayak seslerini, topraktan çıkan seslerden anlamıştım. Gülmemek için dudaklarımı ısırıp, görünmemek içinde kocaman söğüde sırtımı biraz daha yasladım. Birazdan bulacağım seni kızım dedi annem duymamı ister gibi. Sesi şu anda yakından geliyordu. Hayır hayır şimdi beni bulamazdı.

“Hayır anne, biraz daha ara. Şimdi bulunmak istemiyorum!” dedim bağırarak. Ama öyle bir şey yapmamam gerektiğini anladığımda, iki elimi de dudaklarımın üzerine bastırdım kocaman açılmış gözlerle. Ah aptal Nida! Kendi kendime içimden söylendim. Saklambaçta böyle bir şey olabilir miydi?

Uzun süre oynamamıştım, unutmam normaldi.

Ama yine de kendime çok kızdım. Annem şimdi beni bulacaktı ve ben çabuk bulunmak istemiyordum, biraz daha sürsün istiyordum saklanmam. Oyunumuz!

Geliyor mu diye başımı biraz söğüdün arkasından azıcık çıkardığımda, bir çift toprağa bulanmış ayakkabıyla karşılaştım. Ayakkabısının yanında ise toprağa batırılmış, bir kazma duruyordu. Ne irkilebildim, ne de ses edebildim o an! Donup kalmıştım.

Gözlerimi ağır ağır yüzüne doğru kaldırdığımda, diz kapağın biraz üstünde biten beyaz gömleği ilk karşıladı, ardından yakasına iliştirdiği bir çiçek ama onun hangi çiçek olduğunu bilmiyordum. Ve en son yüzü. Gözlerim ilk kare kalın çerçeveli gözlüklerinin üzerinde sabitlendi. “Seni buldum,” dediğinde, camın arkasındaki gözleri kısıldı. Gözlüklerinin altına kadar beyaz bir maske takıyordu. “Ebe olma sırası sen de!” dedi boğuk bir sesle. Maskenin altında sesli bir şekilde güldü.

Yutkundum.

Kalbim bu sefer tanımadığım bu adam ile korkuyla atmaya başladı. Böyle birini ilk defa görüyordum. Ben annemi bekliyordum ama başka biri beni ebelemişti. O kadar uzundu ki, şu anda karşımda bir dev varmış gibi hissediyordum. Gözlerini benden ayırmadan, boşta kalan elini bana doğru uzattı.

Ben de önce ona, sonra da bana doğru uzatılan ele baktım. Ama elinde beyaz bir eldiven vardı, hatta iki eline de takmıştı. Gözlerimi birkaç defa kırpıştırdım. Tutup tutmamak konusunda kararsızdım. Büyük bacaklarının arasından annem geliyor mu diye kontrol ettim. Ama kimse yoktu.

“Annene gitmek ister misin?” diye sordu kaşları havalanırken. Neye benzediğini tahmin edemiyordum. “Sen de kimsin?” diye sordum önce. Oturmaktan ayaklarım uyuşmuştu ve annemin gelip beni bulacağı yoktu. Bu yüzden buna da moralim bozulduğu için dudağımı sarkıtmıştım üzüntüyle.

“Arkadaşın olmak isteyen biri.” Dediğinde uzattığı elinin parmaklarını tutmam için kıpırdattı. Bir omuzumu silkeleyip, “ama büyük insanlar, küçük çocukların arkadaşı olamaz ki.” Dedim anlamadığımı yüzüme yansıtırken. Bu yüzden de dudağımın bir kenarı yukarı kalkmıştı. Omuzlarını silkeledi karşımdaki adam. “Ben o büyük insanlardan değilim, hem benim arkadaşım hiç yok. Senin olmanı çok istiyorum.” deyip güldü. Maske olduğu için biraz tuhaf çıkıyordu sesi.

“Zaten benim de arkadaşım yok!” dedim dudaklarımı sarkıtırken. Sonra bende gülümsedim. Adamın uzattığı avuç içine kendi elimi bıraktım. Parmaklarını elime sarınca, resmen kaybolmuştu. “Senin arkadaşın olabilirim.” Deyip oturduğum yerden ayaklandım. Adam elindeki kazığı ağaca yaslayıp bıraktı. Bu sefer diğer elimi de tutup yukarı kaldırdığında, avuç içlerimi yukarıya çevirdi. Ellerim hep kir içindeydi ve adamın bakışlarından da anlaşılacağı üzere onlar dikkatini çekmişti.

“Annen ellerini böyle görmesin.” Deyip kısılan gözleriyle, beyaz önlüğünün cebinden peçete çıkarıp tek tek ve yavaş yavaş kirlenen avuç içlerimi temizlemeye başladı. Burnumdan sesli bir nefes verdim. “Evet, haklısın. Annem görürse kızar!” dedim yaptığı işi izlerken.

Avuç içlerimi temizledikten sonra peçeteyi yere atmak yerine tekrar cebine koydu. Elimi tutarak ağacın yanından ayrılıp minik minik adımlarla, yürümeye başladık yan yana. Adımlarını bana göre atıyordu. Arada bakışlarımı kaldırıp yüzüne bakıyordum ama onun gözleri ileriye odaklanmıştı. “O kazma ile ne yapıyordun?” diye sordum gözlerimi yan profiline sabitlerken. Benden uzun olduğun için epey çaba sarf etmem gerekiyordu bu yüzden boynum aşırı ağrımıştı.

Maskenin altından gülüşünü duydum. Çok duyulmamıştı ama geriye doğru kısılan gözleri bunu ispatlıyordu. “Çiçek ekiyordum.” Dedi. “Ama her yer dolu, çiçek ekilecek yer bile kalmamış!” deyip elimle yarım daire çiziyormuş gibi etrafı işaret ettim. “Hâlâ çiçek ekilecek çok yer var, çoktan toprağın altına tohumları ektim!” deyip kalın çerçeveli gözlükleriyle kısa bir bakış attı bana tekrar önüne döndü.

Bu sefer yakasına taktığı çiçeğe odaklandım. “O ne?” diye sordum kaşlarım alnımın üzerine çökerken. Öyle bir çiçek ilk defa görüyordum, zaten pek çiçek gördüğüm olmuyordu. Çoğu çiçeği bile bilmezdim ben.

Bana baktı adam. Ardından uzattığım işaret parmağımı takip edince, çiçeği gösterdiğimi anladı. “Bu mu?” diye sordu çiçeğe dokunarak. Başım ile onayladım. “Lotus çiçeği!” diyerek cevapladı. Lotus çiçeği mi? İlk defa duyduğum için biraz garipsedim. Bakışlarımda bunu yansıtmış olacak ki, adam açıklamaya geçti. “Bataklıkta yetişen en güzel çiçek.” Dedi. Güldüm istemeden. “Ama bataklıklar çiçek yetiştirmek için uygun değil ki!” dedim hafiften yabancı adamı tiye alırken.

“Belki de kimsenin onlara dokunmasını istemediği için orada yetişmek istemişlerdir. Bataklıktan herkes korkar, kimse gitmek istemez oraya.” Dedi hafif başını bana eğmişken. Çiçeğe uzun uzun baktım. Ama yabancı adam, onu yakasına takmıştı ve bataklıkta yetişmelerine rağmen çiçeğe ulaşmıştı. Yani bataklıkta yetişmesi onu engelleyecek kadar büyük bir etken değildi. Lotus çiçeğine ulaşmış ve onu yakasına iliştirmişti!

Bir süre sessiz kaldıktan sonra, ikimizde yürümeyi durdurmuştuk. Binanın arkasında değil, yan tarafındaydık. İyiden iyiye hava kararmıştı. “Buraya gelemezsin Nida, yalnız başına hiç gelemezsin!” dedi küçük harflerle adam. Adımı ona söylemediğim için anlık olarak şaşırmış, kaşlarımı daha çok çatarak aşağıdan gözlerinin içine baktım bedenimi ona döndürürken.

Beni tanıyor muydu? Ama ben böyle birini ilk defa görüyordum!

Adımı nereden biliyorsun diye soru sormak istemiştim ki, gözlerimin önüne dökülen bir tutam saçı kulağımın arkasına sıkıştırdı. Beyaz eldivenlerden çıkan plastik koku yüzümü ekşitmeme neden oldu ama hemen yüz ifademi değiştirdim beni yanlış anlamasın diye. Böyle bir şeyi de neden yaptığına anlam veremedim.

Ama benim aklımda olan tek şey şu anda annem ile oyun oynamak geçiyordu ve annem yerine bu adam gelip beni bulmuştu. Az önceki konuşmasına karşılık vermem için kaşlarını havalandırıp bir şey söylememi bekledi ardından.

“Ama saklambaç oynuyordum!” dedim hafif sitemle. Başımı öne eğdim, azarlanmak istemiyordum. “Biliyorum.” Dedi adam ve burnundan sesli bir şekilde gülmüştü.

“Ama bulunmak istemiyordum, daha değil!” deyip adama baktığımda, elimi tutmayı bırakmıştı. “Ben bulunmak istemiyordum!” dedim bir daha giden adamın arkasından bakarken. Geldiğimiz yöne doğru gidiyordu. Saklambaç oynuyordum, dedim bu sefer mırıltıyla ve öylece yerimde bekledim. Duymamıştı, arkasını dönüp bakmamıştı bile yüzüme.

Ama şimdi bulunmak istiyordum!

Annem tarafından, babam tarafından!

Gözlerimi sıkıca yumup kafamı yorganın altına biraz daha soktum. Anı mı, rüya mı bilmiyorum ama gözlerim açıkken böyle şeyler görmek istemiyordum. Adamın yüzü yoktu, gözleri bile bulanıktı zihnimde. Şimdi neden zihnimde belirdiğine bile anlam veremiyordum!

Soğuk terler, alnımdan burnumun ucuna dökülürken, öyle sık nefes alıyordum ki, kafama kadar çektiğimin yorganın içi ateş yakmışlar gibi yanıyordu. Başımı biraz daha yorganın içine doğru eğip bacaklarımın arasına sıkıştırdığım elimin birini dışarı çıkarıp uzun uzun baktım. Oradaydı, kırık cam parçası!

Öyle sıkı tutuyordum ki, avuç içimi acıtıyordu. Elimi bile kesmiş olabilirdim ama hissedemeyecek kadar bedenim uyuşturulmuş gibiydi. Kalbimin fazladan kan pompaladığını, damarlarımın içinde son sürat akan kan akışından anlıyordum. Kurtuluşum olan kırık cam parçası, şu anda avuçlarımın içindeydi.

Kabus denilen o barda çok fazla durmadan eve gelmiştik ve hızlıca kimseyi beklemeden odaya girmiş, bir daha da çıkmamıştım. Kapıyı kilitlemedim çünkü birini bekliyordum. Nadia’yı!

Ceketimin kollarını kontrol etmedikleri için durmadan şükür etmiştim içimden. Bir şeyler yememi söylemişlerdi ama durmadım yanlarında. Geceye kadar yatağın içinde beklemeye başlamıştım. Çünkü biliyordum ki, birileri her gece odaya geliyor, nefesimi kontrol ediyor ve birkaç dakika odanın içinde bekliyordu. Bu gece de öyle bir şey olması için dua ediyordum çünkü bu kırık cam parçası benim çıkış yolumdu.

Ve o kişinin de Nadia olmasını diliyordum!

Cam parçasını avuç içime biraz daha yerleştirip, ellerimi üst üste koyarak dizlerimin arasına yerleştirdim. Cenin pozisyonda yatağın içinde küçücük kalmıştım. Hızlı hızlı kırpıştırdığım gözlerim penceredeydi. Dudaklarımı biraz daha araladım. Nefes almam zorlaşıyordu. İnip kalkan yorgan fazlasıyla dikkat çekiyordu. Düzene sokmam lazımdı, gelen kişinin uyuduğumu düşünmesi için.

Ama zordu şu an nefesimi düzene sokmak. Çünkü birazdan yapacağım şeyler bacaklarımdaki kanın çekilmesine neden oluyordu düşündükçe. Gözlerimi kapadım. Burnumdan derin bir nefes aldım.

Kapının menteşelerden çıkan gıcırtı sesi, gözlerimi hızlıca açmama, nefesimi tutmama neden oldu. İçeriye biri girmişti. Kapının bu sefer yavaşça kapandığını işittim. Küçük bir tık sesi gelmişti. İçeriye girenin Nadia olmasını diledim, çünkü ondan başka kimseye gücüm yetmezdi.

Gözlerim sanki arkamdan yatağa doğru gelen kişiyi görecekmiş gibi yana doğru kaydı. Zemine vuran adım sesleri, kulaklarımda patlayan kalbimin sesine karışıyordu. Onu duyacak diye ödüm kopuyordu. Adım sesleri durdu. Nefesi tam arkamdan geliyordu o kişinin. Kulak kabarttım ama hangisi olduğunu çıkaramadım.

Gözlerim pencereye sabitlendi. Bir karartı düşmüştü cama. Biraz gözlerimi kıstım ama kirpiklerimden çıkacak olan her bir sesi duyacakmış gibi dinliyor gibime geldi. Cama yansıyan karartının kime ait olduğunu çıkaramadım. Ve gölgesi bir kolon gibi üzerime devrildiği sırada gözlerimde eş zamanlı olarak kapandı.

Dudaklarımı sıkıca birbirinin üzerine yapıştırmıştım. Nefesimi ise burnumdan alıp veriyordum. Bir düzene soktuğum söylenemezdi ama şu anda her kimse nefesimi kontrol ediyordu. Yorganın altından çırpınan kalbim ele verirse verecekti.

Sakin ol Nida!

Yavaşla kalbim!

Ardı ardında içimden kendime telkinler veriyordum ama yanağıma değene sıcak nefes bunu zorlaştırıyordu. Birkaç saniye sonra, tenimin üzerinden geçen ılık rüzgarla bedenini yukarıya kaldırdığını anladım. Sıcak nefesi yanağıma değmiyordu artık.

Gözlerimi hızlıca açtım. Yan döndüğüm bedenimi geriye doğru hafiften çevirdiğimde, her zamanki giydiği kıyafetleri ve ensesinin biraz üstünde yaptığı küçük kızıl topuzuyla Nadia olduğunu anladım. Üst bedenimi yorganın altından kaldırıp giden kadının kolundan sertçe tuttum.

Bacaklarımı altıma toplayıp diz kapağımın üstünde yataktan doğruldum. Yorgan katlanıp ayağımın ucuna düştü. Nadia yönünü bana çeviriyordu ki, kırık cam parçasını tam şah damarının üstüne dayadım. Elimin birini de ağzının üzerine kapadım.

Nadia küçük bir çırpındı kollarımın arasında. Dudaklarımı kulağının arakasına dayayıp, “sakın yanlış bir şey yapma, yemin ederim bunu şah damarına saplarım!” dedim buz gibi bir sesle. Cam parçasını biraz daha dayadım boğazına. Parmaklarının ikisini de kollarıma geçirdi. Acıtmıyordu ya da bağırmamıştı.

Yatakta, dizlerimin üzerindeydim. Kollarımın arasında Nadia ve boğazına dayadığım bir cam parçası vardı. Ayağımın birini yataktan uzatıp zemine bastım. Diğerinde indirdiğimde artık ayaktaydım. Göğsümle Nadia’yı biraz itip yatak ve kendi arasında alan yarattım kendime.

“Dış kapı açık mı?” diye sordum, başımı öne doğru uzatıp yüzünü görmek için. Gözlerini kocaman açmıştı, yuvalarından çıkacakmış gibi duruyordu buz gibi mavileri. Elimin altında dudakları oynamaya başladığında, minik bir mırıltı çıktı. Ne dediğini anlamamıştım.

Elimi biraz daha bastırdım ağzına. “Sana dedim ki, dış kapı açık mı?” diye sorumu bastırarak yenilediğimde, Nadia’nın sesli yutkunuşunu duydum. Boğazına dayadığım kırık cam parçası da hareket etmişti böylelikle. Başı ile olumsuz anlamda sağa sola salladı, koluma batırdığı parmaklarını çekip iki yanına saldı ellerini.

Bunu beklemiyordum. En azından tepki vermesini ve bana karşı koymasını beklerdim ama yapmamıştı.

Burnumu çekip kuruyan genzimi ıslattıktan sonra başımı Nadia’nın omuzuna birazcık gömüp gözlerimi ve dışardan gelecek herhangi bir ses için kulaklarımı kapıya dikmiştim. Ama ses yoktu. Benim sık nefeslerim dışında. Gözlerim bu sefer banyonun yanındaki sandalyenin üzerine konulmuş yeni kıyafetlere kaydı. İşime yarayacak olan kıyafetlere! Yenilerini getirmesi iyi olmuştu.

Nadia’ya çevirdim bakışlarımı bu sefer. Gözlerindeki şaşkınlık yerini koruyordu. “Şimdi,” dedim dudaklarımı ıslatırken. “Ben buradan kaçacağım ve sen de asla ses etmeyeceksin!” cam parçasının baskısını arttırdığım sırada, Nadia baskıdan kurtulmak için başını biraz yan tarafına eğdi. Bende bu sefer başımı diğer omuzuna götürüp elimin altındaki kırık cam parçasına baktım. Ucu kana bulanmıştı. Ve o yerden cılız bir kan süzülüyordu. Ama ellerim titremiyordu. Ve o akan kan beni rahatsız etmiyordu.

“Elimi ağzından çekeceğim Nadia, sakın bağırayım deme!” derken yanağımın içini ısırdım. Ona zarar vermek istemiyordum. Ve beni buna mecbur etsin de istemiyordum! “Eğer bağırırsan, bana ne olacağını umursamam, bu cam parçasını boğazına saplarım! Gerisini de düşünmem!” dedim tek nefeste.

Nadia elimin altında hafifçe kıpırdadı. Gözlerimi karşıya diktim ama dudaklarımın temasını kulağının arkasından çekmeden, “anlaştık mı?” diye sorduğumda, üst dudağımın üzerinde dilimi gezdirdim. Başı ile onayladı beni. Yavaşça elimi dudağının üzerinden sürüdüm ama boğazında asılı kalan cam parçasını çekmedim. “Nereden buldun bunu?” diye sordu.

“Sus!” dedim hemen. “Geç otur şu yatağa!” deyip kolundan tutarak yönünü bana çevirmesini sağladım. Bu sefer de gırtlağına dayadım cam parçasını. Mavi gözlerini kırpmadan tam yüzüme bakıyordu. Göğüs kafesi ise şişip iniyordu fakat yüzünde endişeye ve korkuya mahal yoktu.

“Buradan kaçacağını mı sanıyorsun?!” deyip dudağının kenarını alaya alırcasına yukarı kaldırdı. Saç diplerime kadar terlediğimi ve sırtımın da terden sırılsıklam olduğunu hissedebiliyordum. Bir adım yaklaştım ve aramızdaki mesafeyi komple kapadım. Cam parçası çenesinin tam altındaydı. Bu yüzden kafasını biraz geriye doğru attı inleyerek.

“Ben buradan kaçacağım ve siz de hapsi boylayacaksınız!” dedim yüzüne karşı fısıldayarak. Dişlerimi öyle sıktırıyordum ki, biraz daha beni sinirlendirirse, cam parçası boğazına saplı kalacaktı. Ama kendimi sakinleştirmem ve onun konuşmalarını dikkate almamam gerekiyordu.

Nadia burnundan bir nefes vererek güldü. “Buradan çıktığın an, elleri ensende olur!” dediğinde, dudakları aralandı ve dişleri göründü. Sırıtıyordu. “İyiliğin için diyorum, yakalandığın an daha kötüsü başına gelir!” dedi.

Kolundan tutup hızlıca salladım. “Sen iyilik nedir biliyor musun ki konuşuyorsun, ha?!” deyip sesimin ayarını çok kaçırmadan bağırdım. “Onlar beni kaçırdı, aile dostumu öldürdüler,” genzim acıdı, yutkundum. Her şey bir bir yine gözleriminin önüne gelmişti. “Ve tüm ülkeyi suçları yüzünden karışıklığa sürüklediler, hâlâ da devam ediyor!” dediğimde, gözlerimin yuvalarından çıkacak kadar öfke ile parladığına emindim.

Ama Nadia bunu göremezdi fakat sesimden anlayabilirdi. “Sen iyilik yapan biri olsaydın bunlara göz yummazdın!” deyip hiç beklemeden tuttuğum kolunu geriye gitmesi için ittim. O da ikiletmeden geri gidip yatağa oturdu. Bakışları donuklaştı ve zemine sabitlendi. Bir şey demedi bu söylediklerime. Zaten tam tersini söyleseydi yüzüne kocaman bir yumruk yerdi ve gerçekten bunu yapardım.

“Dış kapının anahtarları nerede?” diye sorduğumda, omuzumun üzerinden geriye baktım. Kapı zorlanıyor mu ya da ses geliyor mu diye kontrol etmekten kendimi alıkoyamıyordum. Gerçekten yakalanırsam kötü olurdu!

Kalbim boğazımda, kulaklarımda ve yerinden çıkacakmış gibi göğüs kafesimi zorlar bir şekilde hızlı hızlı atıyordu. Burnumu çekip, terden dolayı yüzüme yapışan saçlarımı elim ile geri itekledim. Yukardan, Nadia’ya baktığımda, o da dik bakışlarını yüzüme çıkardı. Kırık cam parçası ise sıkıca avuç içimdeydi ve yan tarafıma salmıştım. Boğazından çekmiştim.

“Seni uyarıyorum Nida, bunu yapmaktan vazgeç!” dediğinde bedenimi biraz eğip yüzlerimizi aynı hizaya getirdim. Kaşlarım havalanırken, göz bebeklerim sağa sola doğru dalgalanarak Nadia’nın maviliklerine saplamıştım.

“Sana dedim ki, dış kapının anahtarı nerede?” tüm kelimeleri bastırarak ve tek tek dile getirmiştim. Nadia derin bir nefes aldı. Bedenini geri çekmedi bu yakınlaşmadan ötürü. Fazla uzatmaması gerekiyordu elimi çabuk tutmam lazımdı.

Burnundan sesli bir nefes verdikten sonra, “anahtarların hepsi mutfakta!” dediğinde, dudaklarımı ısırıp, fazla uzatmadan dile getirmesini onaylar bir şekilde başımı sallayıp eğdiğim bedenimi tekrar yukarı kaldırdım. Yüzümde ise tebessüm vardı.

İnce siyah tişörtü hiç vakit kaybetmeden uçlarından tutup başımdan çıkardığımda, sadece siyah sütyen ile kalmıştım. Kırık cam parçasını siyah tişörtün ortasından geçirip parmaklarımın geçeceği kadar küçük bir alan yarattım.

Nadia’ya baktım. Ne yaptığımı göremediği için hafif başını yan çevirmiş, kulağını sese vermişti. Dudakları ise bir karış aralanmıştı. Kırık cam parçasını dilimi kesmemesi için çoktan dualar ederken, dudaklarımın arasına yerleştirdim. Fazla baskı uygulamamaya da özen gösterdim. Bir de dudak kesiği ile uğraşamazdım.

İki işaret parmağımı tişörtün ortasından açtığım deliğe yerleştirdikten sonra, iki büklüm olup tişörtü karın bölgeme yasladım. Sesin çok fazla çıkmasını istemiyordum bu yüzden az da olsa küçük bir önlem olması şarttı. “Eğer bunu şimdi yapmaktan vazgeçersen kimseye söylemem!” dedi Nadia ikna edercesine.

Gözlerimi devirdim. Tişörtü yırtmaya başladım. Her ses çıktıkça gözlerimi daha sıkı yumup, yüzüm büyük bir darbe yemişim gibi buruşturmuştum. Tişört sonunda iki parçaya bölündü. Diğer parçaydı da aynı şekilde iki parçaya böldüğümde, ne zaman tuttuğumu bilmediğim nefesimi serbest bırakmıştım.

Dudaklarımın arasındaki cam parçasını çıkarıp, “buna hiç şüphem yok!” dedim az önce Nadia’nın söylediği cümleye karşılık. “Evin içinde dolu katil var ve sende kimseye söylemiyorsun!” dediğimde burnumu çektim. “Sende bir katilsin!”

Saçlarım yeni banyodan çıkmış gibi ıslak ve omuzlarıma yapışmıştı. Nefesim kontrol dışında, hızlı hızlı alıp veriyordum. Yırttığım tişörtün bir parçasını alıp, “uzat ellerini!” dedim emir verircesine. Avuç içleri yukarıya gelecek bir şekilde bileklerini birleştirerek uzattı. Tekrar cam parçasını ağzıma alıp hiç vakit kaybetmeden bileklerinden sıkıca bağlayıp birkaç defa sıkı düğümler attım.

İtiraz etmeden, ses etmeden sadece beni izledi Nadia. Görmese de, sanki gözlerimin içindeki korkuyu ve endişeyi görüyormuş gibi uzun uzun bakmaya devam etti. Ama ellerim titrese de tek bir tereddüt yoktu içimde. Kaçacaktım!

“Onlardan kurtulacağını düşünmen acınası!” dedi burnundan sesli bir şekilde gülerken. Bağlamayı durduğumda, ağzımdaki cam parçasını çıkarıp Nadia’ya yukardan bir bakış attım. Kaşlarımın, alnımın üzerine verdiği ağırlığı hesap edemiyordum.

Umudumu, heyecanımı kırmaya çalışıyordu. Ve bunu da başarıyordu. Onun söylediklerini silmek ister gibi başımı sertçe iki yöne doğru salladığımda, diğer bez parçasını bacaklarımın arasından çıkarmadan önce cam parçasını yatağın üzerine fırlatıp, Nadia’nın canını acıtacak bir biçimde ağzına kapadım bez parçasını. Nadia inleyerek, gözlerini yumdu. Acısı, yüzümdeki tebessümü arttırmıştı. “Susman için iyi bir yol!” deyip kollarımı başının arkasından atarak, bez parçasını bağladım.

Tekrar kırık cam parçasını alıp yere diz çökerek, diğer son bez parçasını da Nadia’nın ayak bileklerinden bağladım. Yerimden doğrulduğumda, arkamı dönüp sandalyenin üzerindeki temiz siyah tişörtü alarak başımdan geçirip giyindim.

Dişlerimin arasından küçük bir inilti dökülünce, avuç içime baktım. Kahretsin! Kırık cam parçası avuç içimi kesmişti! Elimi bakışlarımın önüne kaldırdığımda, ince sıcak kan, ağır ağır parmaklarımın arasından aşağı süzülmeye başladı. Titrek derin bir nefes alıp sakinleşmek için gözlerimi kapadım.

Sakin ol Nida!

Kaçacaksın buradan Nida!

Mırıldanarak söylediğim birkaç cümle kendime gelmem için yeterli değildi ama işe yaramıyor da sayılmazdı. Gözlerimi usulca aralayıp Nadia’ya baktım. Yerinde kıpırdamadan yaptıklarıma razı gelerek oturuyordu. Başımı belli belirsiz salladıktan sonra, kırık cam parçasını kan akan avuç içime tekrar bastırdım.

Şimdi kaçma vaktiydi!

Nadia’ya bir şey söylemeden kapının üzerinde asılı duran anahtarı ses çıkarmadan alıp, kapıyı sadece gözlerimin sığacağı bir şekilde araladım. Karanlık koridor bomboştu. Yan yana ve karşı karşıya dizilmiş hiçbir odanın içinden ses çıkmıyordu. Gözlerim bu sefer tam karşıdaki kapısı kapalı olan odaya ilişti. Birkaç saniye oraya baktıktan sonra, bir daha arkama bakmadan kapıyı çıkabileceğim kadar aralayıp adımımı koridora attım.

Kapının menteşelerinden kulağı tırmalayacak ses çıksa da, sadece benim duyacağım bir desibelde yükselmişti. Tamamen odadan çıktığımda, kapıyı yavaşça arkamdan kapadım. Dudaklarım ise tamamen dişlerimin arasında parçalanmış bir vaziyetteydi. Şakaklarımdan boncuk boncuk terler, yanaklarıma doğru süzülüyordu.

Nefesimi tutup kapıya doğru yönümü çevirerek, anahtarı kapının deliğine yerleştirip iki kere çevirdim. Artık Nadia odanın içinde kilitli kalmıştı. Ben ise özgürlüğüme bir adım yaklaşmıştım. İlk kaçma girişimimdeki gibi birine yakalanırsam, daha kötüsünün yaşanacağını görmeden biliyordum.

Kesik kesik nefesler boğazımı yırtsa da umursamayıp acıyan genzimi yutkunuşla yatıştırmaya çalıştım. Karanlık, boş koridora tekrar yönümü çevirip, bir yaprak kadar titreyen parmaklarımı tişörtün kenarlarından sımsıkı tuttum.

Bacaklarım titrese de durmadım ve bir ruh gibi adımlarımı atmaya başladım. Her bir odanın yanına asılmış aynalara çarptı yansımam. Bakmadım! Küçük ama hızlı adımlarla ilerledikçe, nefesimi tutmuş, kaburgalarımı un ufak eden kalbimin sesini duyacaklar diye gerilmiştim.

Avuç içimdeki kırık cam parçası tek umudumdu. Karşıma hangi katil çıkarsa çıksın, boğazına saplayacaktım. Karıncalanan ayağımın altından akan koridor, bitmeye yakın yukarı çıkan merdivenlere kısa bir göz atıp, tekrar önüme çevirdiğimde, aşağı kata inen merdivenleri tek tek inmeye başladım.

Son merdiveni indiğimde, boğazımda asılı kalan çığlığı engellemek için kırık cam parçası olmayan elimi dudaklarımın üzerine bastırıp adımlarım geriye doğru sendeleyerek sırtımı duvara sertçe yapıştırmıştım. Duvardan çıkan ses ile olduğum yerde kilitlenip kaldım. Ama gözlerim, yerde gördüğüm şey ile sesi bile umursamayıp irice açılmıştı.

Aşağı inen merdivenden yukarıya doğru bir yılan çıkıyordu!

Siktir!

Bir yılan!

Yukarı kata sürünerek çıkan bir yılan vardı!

Bunlar nasıl bir manyaktı?!

Siyah yılan merdivenden yukarıya çıktıkça, bedenin basamaklara göre şekilleniyordu. Sırtımı biraz daha duvara yasladım, yılan bana zarar vermemesi için, ama başını tek bir kere bile olduğum yere çevirmemişti. Yolu biliyormuşçasına, yarık sivri dilini birkaç kez dışarıya çıkarıp yönünü diğer merdivene çevirerek basamakları sürünerek tırmanmaya başladı.

Yılanlardan korkuyordum ama eskisi gibi değil! Bir şey oldu ve ben o gün yılanlardan korkamamaya başladım. Fakat ne olduğunu hatırlamıyordum! Ama hâlâ tüylerimi ürpertiyordu. Dokunmak bu yana dursun, adını bile duysam vücudum elektrik akımına uğramış gibi titriyrodu. Ve aynı şekilde bedenim soğuk suya maruz kalmış gibi titredi.

Birkaç saniye yukarı çıkan siyah yılanı izledikten sonra, en üst kata çıkan merdivenlere tırmanmaya başladığını gördüm ve gözden kaybolduğunda, hızla basamakları inip, yan tarafta mutfak olduğunu bildiğim yere yönümü çevirdim.

Bu evde aklımı kaçırmama çok az kalmıştı!

Anahtarlar!

Dış kapıyı açmam için gerekli olan anahtarlar!

Mutfağa nefes nefese girdiğimde, yüzüme düşen birkaç tutamı kulağımın arkasına sıkıştırdım. Her yer siyahtı. Dolaplar, tezgah, duvarları… Renkli olan hiçbir şey yoktu. Etrafa kısa bir göz attıktan sonra, kapının yanında birden fazla anahtarın asıldığını gördüm. Büyük bir düzenle asılmış olan anahtarların üzerinde Nadia’nın okuyacağı bir tarzda kabartılarak yazılmıştı.

Birinci oda.

İkinci oda.

Üçüncü oda.

Yazılar hep bu şekilde devam ediyordu. En sonunda Dış kapı yazan anahtarı asıldığı yerden alıp mutfaktan çıktım. Ama merdivenin altındaki duvar dikkatimi çekince duraksadım. Bu duvardan daha önce beni dışarı çıkarmışlardı fakat dikkatli bakınca bile burada kapı falan olmadığını düşünebilirdim. Hatta kapı bile diyeceğim iz bile yoktu. Boyası bozulmamış ve sapasağlamdı.

Oraya dokunmak istedim ama herhangi bir dokunuşumla bir şey yaparım diye kendimi engelleyip, bir avucumda tuttuğum anahtarı, diğeriyle de cam parçasını sıkıca kavradım. Hızla adımlarımı dış kapıya doğru atıp, ses çıkmaması için büyük bir özen göstererek anahtarı kapının deliğine yerleştirdim.

Bedenimi de iyice kapıya yaslayıp, cam parçasını fakat bu sefer kana bulanmış bir şekilde olan cam parçasını dudaklarımın arasına yerleştirdim. Kapının koluna parmaklarımı, diğeriyle de anahtarı yavaşça çevirdim. Açıldı mı diye kapının kolunu aşağı indirip kendime doğru çektim ama hayır, açılmamıştı!

Tekrar anahtarı çevirdim. Yine aynı şekilde kapıyı kendime doğru çektiğimde, oluşan küçücük aradan ılık bir rüzgar içeriyi doldurdu. Rahatlamış bir şekilde nefes verip, bedenimin gevşemesini sağladım. Minik bir gülüşünde dudaklarımı esir aldığını biliyordum mutluluktan.

Kapıyı iyice açtığımda son kez omuzumun üzerinden geriye doğru baktım ve bu sefer tüm bedenimi sarıp sarmalayan ılık rüzgarla saçlarım geriye doğru savruldu. Boncuk boncuk yığılmış olan terimin, buza döndüğünü hissettim.

Şimdi ise dışardaydım! Onlar olmadan, tek başıma!

Kapıyı arkamdan örterken, gözlerimi sıkıca kapatıp ses çıkmaması içinde yüzümü buruşturmuştum. Esir olmam ve farecik lakabım son bulacaktı bugün! Bugün ben özgür olacaktım!

Kapıyı kapadıktan sonra elimdeki anahtlarla geri kilitleyip evin önündeki basamaklardan kendimi resmen dışarıya fırlattım. Koşar adımlarla, sitenin kapısına doğru yürümeye başladım.

Arkama bakmıyordum. Gözlerim durmadan sağımda ve solumda yan yana dizilmiş, ışığı yanmayan evleri kontrol ediyordu. Dışarda kimse yoktu. Tek bir araba ses bile gelmiyordu sitenin dışından.

Çıplak ayaklarım her zemine bastığında, zeminden çıkan adım sesleri kalbimin ritmine karışıyor, daha fazla arttırıyordu. Uyuşma tüm uzuvlarımdaydı. Eğer kaçmamı engelleyecek bir şey varsa o da şu an bacaklarım olabilirdi. Deli gibi esiyordu!

Sitenin giriş kısmındaki yüksek kapısına ulaştığımda, nasıl açacağımı bilemeden üzerini taramaya başladım. Bir küfür savurdum. Sadece yan kısmında telefondan biraz büyük bir ekran ve kırmızı bir düğme vardı. Hızla oraya gidip kırmızı düğmeye bastığımda, lütfen şifreyi girin, diye mekanik bir kadın sesi duyuldu.

“Sikeyim şifreni!” diye bir küfür savurarak kırmızı düğmeye bir kez daha basıp geriye doğru çekilerek, yüksek kapının en tepesine gözlerimi diktim. Aynı mekanik ses cümleyi tekrarladı. Boğazıma yumru gibi dizilemeye başlandı yutkunuşlarım. Geriye doğru baktım. Kaçtığım eve! Hiçbir odanın ışıkları yanmıyordu, yani hâlâ kaçtığımdan kimsenin haberi yoktu! Bu iyi bir şeydi. Ama bu kapı açılmazsa umudum birer küle dönüşüp yok olacaktı.

Fakat Nuray dedikleri o yaşlı kadının evinin ışıkları yandı. Yeniden umudum alev aldı. Hızla geldiğim yöne doğru koştum gözlerim ise katillerin evinin üstündeydi. Herhangi bir ışık yanmasıyla, bayılabilirdim.

Kadının evinin önüne vardığımda üç basamağı da bir büyük adımla tırmanıp kapının önünde durdum. Kuruyan ağzımı bile ıslatıp vakit kaybetmemek adına, yumruk yaptığım elimle kapıya darbeler indirmeye başladım. “Kim o?” diyen sesini duydum yaşlı kadının. “Kim bu saatte geldi?” dedi biri daha. Ama bu erkekti.

Kapı açılır açılmaz, kadının endişe ile açılmış bir gözlerine saplandı gözlerim. Fakat beni tanımış olacak ki, endişesi silinip yerine sıcak bir gülümseme gelmişti. “Aa diğer çocukların kuzeni!” dedi içerdeki kişinin duyabileceği bir sesle.

Hayır anlamında başımı sallarken gözlerim çoktan dolmuştu. “Beni kaçırdılar, çabuk yardım çağırın!” dediğimde, kadının kollarının iki tarafından tutup içeriye sürükledim ve kapıyı arkamdan kapattım.

Kadının gülümsemesi yavaş yavaş kaybolmaya ve yeniden endişeye bırakmaya başladı. “Lütfen,” yutkundum. “Lütfen polisleri arayın!” dedim. Yukardaki merdivenlerden birinin indiğini gördüğümde, saçları beyazlamış, üzerinde beyaz pijamasıyla yaşlı bir adamla göz göze geldim. Ardından beni izleyen kadına gözlerini çevirip, “kim bu Nuray, ne istiyor?” diye sordu.

Odanın içine doğru adımlayıp, bir merdivenlerde bekleyen adama bir de kadına durmadan gözlerimi çevirip, “o kişiler birer katil, uzun süredir de onların elindeydim. Lütfen birilerini arayın, ailemin başı da dertte.” hızlı hızlı konuşuyor, nefes bile almıyordum. “Çoktan ailem kaçırıldığım için ihbar etmişlerdir, lütfen polisleri arayın!” derken, yanağımdan çeneme doğru sıcak bir göz yaşı süzüldü.

Kadının bakışları dalgalandı. Dudakları ise şaşkınlıktan bir karış aralanmıştı, ne diyeceğini bilemeden donuk gözlerle yüzüme bakıyordu. Adamın merdivenlerden indiğini gördüm göz ucuyla ama gözlerim sadece kadının üzerindeydi.

Başını belli belirsiz sağa sola sallarken, “haberlerde resmin yok kızım! Kaçırıldığına dair hiçbir şey görmedim!” dedi ağlamaklı bir yüz ifadesi ile. Siktir ne! Kanım çekilmiş gibi başım dolanmaya başladı. Birkaç kez söylediği şeyi idrak edebilmek adına gözlerimi kırpıştırdım.

Haberlerde resmin yok, kaçırıldığına dair hiçbir şey görmedim!

Ama nasıl?

Ailem, haber vermemiş miydi kimseye?

Ailen seni her yerde arıyor! Bulacaklar kızım seni. Merak etme! demişti Murat amca.

Yalan mıydı dedikleri?

Aramıyor muydu ailem?

Bulmayacaklar mıydı beni?

Ellerim havada asılı kaldı, gözlerimi yumarken. Midem bulanmaya başladı. Midem sanki içe doğru büzülüyormuş gibi hissediyordum.

Ailem beni katillerden kurtarmak için bir şey yapmadı mı?

Binlerce soru geçti düşüncelerimin arasından. Birbirine geçmiş kirpiklerimin arasından tenime doğru göz yaşlarım birer lav gibi dökülmeye başladı. Olmaz! Yapamazlardı! Kıyamazlardı tek çocuklarına! Yapmışlardı işte Nida, şimdiye kadar bulurlardı seni!

Ellerime dokunan ellerle, tenimin buza döndüğünü anladım. Gözlerimi yavaşça araladığımda, kadınında gözlerinin dolduğunu gördüm. Ellerimi daha sıkı tutup, “geç otur şuraya, şimdi polisleri arayacağız!” dedi. Yaşlı adama çevirdim bu sefer bakışlarımı. Merdivenlerden çoktan inmiş, küçük yuvarlak bir masanın başında bekliyordu. Üzerinde ise renkli çiçeklerin koyulduğu bir vazo ve ev telefonu vardı.

“Ara çabuk!” dedi kadın, adama bakarak. Adam hemen başı ile onaylayıp telefonu kulağına tutarak tuşlara bastı. “Onlardan beklemezdim, nasıl böyle bir şey yaparlar? Çok iyi insanlardı halbuki!” hayal kırıklığına uğramıştı.

“Uzun süredir ellerindeydim!” dediğimde akan burnumu çektim. Sesim ise artık mekanikleşmiş gibi güçsüz ve yavaş çıkıyordu.

“Bağlantı kesildi!” dedi adam o anda endişeli gözlerle bize bakarken.

Kadın elimi daha sıkı tuttu ve o anda evin içi karanlığa boğuldu. “Hayır!” deyip kadının elini bırakarak pencereye doğru yürüyüp perdeyi biraz aralayıp dışarıya baktım. Sokak lambaları da yanmıyordu. Birkaç saniye bekledikten sonra, sokak lambaların ışıkları yandığında, irkilerek perdeyi tamamen kapatıp geri geri gittim.

Bunu biliyordum!

Daha önce yaptıkları gibi yine aynı şeyi yapmışlardı!

Elektriği kesmişlerdi!

Evin içi hâlâ karanlıktayken, göz bebeğimin büyüdüğü hissediyordum. Yaşlı kadın ve adama sırayla bakarken, “burada olduğumu biliyorlar!” dedim fısıldayarak. Kadın elini ağzına kapadı korkuyla. Kadının gözlerimi arkama kayınca, korkuyla irkilip küçük bir çığlık kapattığı dudaklarının arasından kaçmıştı.

Hemen arkamı döndüğümde, bir gölgenin pencerenin arkasından geçtiğini gördüm. Kadın omuzlarımdan tutunca, irkildim. Bakışlarımı, onu görmek için yana kaydırıp, “çabuk yukarı çık sen!” dedi. Sesi titriyordu. Göğüs kafesi ise inip kalkıyordu korkudan, sırtıma değişinden anlıyordum.

“Sizi burada yalnız bırakamam!” dediğimde, kolundan tuttum. Hâlâ arkamda, omuzumun biraz aşağısından sımsıkı tutuyordu kadın. “Burada olduğunu görmediler, onları kandırabilirim!” dedi.

“Onlar katil, sana inanmazlar!” dediğimde, karanlığa alışan göz bebeklerimin önüne bu sefer de göz yaşlarım yığılarak engel oluyordu. “Çık sen!” deyip sözümü kesti. Sırtımdan iteklemeye başladı merdivenlere doğru. “Teşekkür ederim.” Dediğimde bir basamağı çıkmış, tırabzandan tutuyordum. “Önemli değil kızım!” dediğinde elinin tersi ile akan göz yaşlarını sildi.

Benim için ağlıyordu!

Kaşları ile işaret etti yukarı çıkmam için, beklemeden basamakları ikişer ikişer çıkıp, bulduğum ilk odaya girdim. Hemen odayı çok kısa göz attıktan sonra kapının yanındaki bazanın altına yüz üstü uzanıp görünmeyecek bir şekilde altına kadar süründüm. Ve art arda kapının tıklatılması buraya kadar geldi.

“Teyzeciğiiiimm!” diyen Kaya’nın sanki kapının üzerine dudaklarını yapıştırmış gibi boğuk sesini duydum. “Misafir kabul ediyor musun?” diye sorduktan sonra güldü. Gür sesi dışardan duyulacak kadar yüksekti.

Ellerimi, başımın iki yanından yere bastırmıştım. Zemine vuran kalbimin güçlü atışı, resmen yukarıya doğru zıplatıyordu beni. Ama hâlâ kana bulanmış cam parçası avucumun içindeydi.

Kapı açıldı. “Aa hoş geldiniz çocuklar, bu saatte hangi rüzgar attı?” diye yalandan şaşırmış sesini duydum Nuray teyzenin. “Benim siyah küçük bir farem vardı, yuvasında göremedim, burada mı acaba?” diyen Arın’ın sesi geldi aşağıdan. “Kaybolup başka yırtıcı hayvanlara yem olmasını istemem!” dediğinde, “anlamadım?” diye sordu Nuray teyze. Dalga geçiyordu onunla!

O fare ben oluyordum!

Yırtıcı hayvan ise onlardı!

İçeriye adım sesleri doldurdu. “Aradığınız şey her neyse burada yok ama isterseniz size çay yapabilirim, sohbet ederiz hem!” dedi kadın gülerek. Korkusunu hissedebiliyordum!

Yatağın altına doğru biraz daha kayıp kapıyla aramadaki mesafeyi biraz açtım.

“Sen bir bardak soğuk su getir!” diyen Arın’ın sesi bir kez daha duyulduğunda, “benden izinsiz yukarıya çıkamazsın!” diye bağırdı Nuray teyze. “Evlat duydun, başkasının evine bu şekilde izinsiz giremezsin!” diyen yaşlı adam da konuştuğunda, “gel seninle şurada birkaç istişare yapalım!” dedi Kaya. Sesleri kesildi kadınla adamın.

Arın yukarı mı çıkıyordu?

Lanet olsun!

Yatağın altında yankı yapan kesik kesik nefeslerimi önlemek için dudaklarımın üzerini elim ile kapattım. Ağır ağır basamaklara tırmanan adım sesleri gittikçe yaklaşıyordu. Göz yaşlarım elimin üzerine doğru akıyordu. Ama sessiz olmam gerekiyordu, bulmaması gerekiyordu beni!

Adım sesleri durdu. Kapı bir kez tıklatılınca, uzandığım yerde irkildim. “Kalbinin sesi buradan bile duyuluyor farecik!” sadist sesi duyuldu. Kapı gıcırtılı bir sesle ileri doğru açılmaya başlandığında, bileklerinin biraz yukarında biten siyah postallar görüş alanıma girdi. “Hadi ama, korktuğunu bende görmek istiyorum!” dedi hafiften sesini yükseltip sitemlenerek.

Psikopat herif!

Ayakları görüş alanımda olan Arın, odanın içine doğru ilerledi. Ben de biraz daha geriye doğru kaydım. Botlarının burnu ileriye doğru bakıyordu. Bu sefer ayağının birinin ucunu ritim tutturarak yere vurmaya başladı.

Ritim tutturması durdu. Topuklarının üzerinde yönünü yatağa doğru çevirdiğinde, bir anda dizlerinin üzerinde yere çömeldi ve elini yatağın altına doğru uzattı. Elimi dudaklarımın üzerinden çekip büyük bir çığlık attım. “Buradaymış farecik!” diye elini uzatmaya devam edince, kırık cam parçasına baktım. Eğer düşünürsem yapamazdım. Ve avucumun içindeki cam parçasını elinin üzerine sapladım.

“Sikeyim!” diye bir çığlık attı Arın yatağın altından elini geri çekerken. Dizlerinin üzerinde geri ayağa kalktı. “Sikeyim lan sikeyim!” diye bağırmaya devam edince, botlarının üzerine kırmızı lan lekeleri döküldü. “Ne oldu?” diye içeriye Dua’nın endişeli ses doldurdu. O da buradaydı!

Eline saplarken, tek bir saniye tereddüte bulanmamıştı zihnim! Ama bin mislini de bana yaşatacağına emindim fakat pişman değildim!

“Elimin üzerine sapladı!” diyen Arın’ın öfke ile kulaklarımı dolduran sesi kulaklarımı çınlattı. “Gel buraya!” diye dizlerinin üzerine çökerek yatağın altına eğilen Dua ile göz göze geldim. Kolumdan tutarak yatağın altından çıkarmaya başladı. “İmdat, yardım edin!” diye bağırdım ama Dua’nın tutuşu daha da sertleşti.

“Eğer susmazsan buradaki insanları öldürürüz!” dedi Dua dişlerinin arasından. Bir taş gibi oturdu nefesim göğüs kafesime nefes alamadım. Susmaktan başka çarem yoktu, o insanlar benim yüzümden ölemezdi. Yataktan zorda olsa çıkmıştım fakat Dua’nın tutuşu bir saniye bile olsa gevşememişti.

Yaka paça yatağın altından sürükleyerek çıkarıp, doğrultmuştu.

Gözlerim, Arın’ın kanayan elinin üzerindeydi. Onunkilerde oradaydı. Diğer elinin parmaklarını, cam parçasının etrafına sarıp derin bir nefes alarak, sapladığım elinin üzerinden cam parçasını çekip çıkardı. Büyük bir sızlanış dudaklarının arasından dışarıya firar ederken, başını geriye doğru attı. Şimdiden ter kana batmıştı yüzü. Acı çekiyordu, bunu ona ben yaşatmıştım!

Acı çekmesi hoşuma gidiyordu! Keşke boğazına saplasaydım!

“Çabuk aşağı indir!” dedi gözlerini açmadan. Dua kolumdan çekiştirerek beni odadan çıkarmaya başladı. Basamakları hızlı hızlı inerken, öfkeden deliye dönen gözleri yüzüme bakmıyordu. Ayağımın burkulmasıyla son anda basamaktan düşmeyi, tırabzana tutunarak kurtulmuştum. Umursamadı bile!

Aşağı indiğimde ise manzara burada da iyi değildi. O yaşlı kadın ve adam sandalyeye oturtulmuş, arkasında ise sırıtarak bana bakan Kaya duruyordu. Dua bir çöp fırlatır gibi kolumu ileriye doğru fırlatınca, bir iki adım öne gelmiştim.

Artemis, Gizem ve Cesur yoktu, sadece bu üçü vardı.

Yaşlı kadın ve adam bedenleri titreyerek sandalyenin üzerinde düşecekmiş gibi oturuyorlardı. “Bize haber vermeden, misafirliğe gelmen hiç iyi olmadı Nida.” Deyip dudaklarını içe gömerek beni ayıpladı Kaya. Titreyen dudaklarım da, gözlerimde benim yüzümden bu duruma düşen o iki insanın üzerindeydi. “Özür dilerim!” dedim mırıldanarak. Sesim çıkmadı bile. Kadın gözlerini yumdu, yanaklarından yaşlar süzüldü.

İçim daha çok yandı! Başlarına belaya sokmuştum.

Basamaklardan pata küte inen Arın’a omuzumun üzerinden baktığımda, kanayan elinin üzerine bir bez parçası bastırdığını, diğer elini de bez parçasının üzerine koyduğunu gördüm. Öfkeden deliye dönen gözleri ise tam üstümdeydi.

“Üst kat sende!” dedi Arın, kısa göz teması kurup Dua’ya bakarak. Başı ile de yukarıyı göstermişti. “İyi misin?” diye sordu başı ile Arın’ı onayladıktan sonra. “Çok az vakti kaldı!” deyip burnundan soludu. Gözleri eğer birini öldürmeye yarasaydı, şu anda ölmüş olurdum.

“Onların bir suçu yok!” dedim zor bela. Bu insanlara bir şey olmasını istemiyordum. Arın çekmeceleri karıştırdı. İçinden bir poşet çıkarıp masanın üzerine boşalttığında içinden birkaç tane ilaç kutusu masanın üzerine düştü.

Kaya’nın dilini damağına vurduğunu duyduğumda ona baktım. Elinde bir silah vardı ve o silah ile yanağını kaşıyordu. Nefesimi tuttum, silahı görür görmez. Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemedim. Kaya elindeki silah ile yanağını kaşırken, evin duvarlarını bakıyor, perdelerin ucundan tutarak şaşırmış bir şekilde inceliyordu. “Bu evi Peder size kaça kiraladı?” diye sorduğunda, gözlerim irice açıldı. Bu ev Peder’e mi aitti?

İkisi de arkasına bakamadı!

Bir kez daha dilini damağına vurup, “uzun süredir, çocuklarınızda yanınıza uğramıyor değil mi?” diye sorduğunda, sandalyede oturan kadın ve adama üzülerek baktı. “Bu yüzden kirada zam yapmadı Peder size.” Dediğinde, bu sefer ayıplar gibi başını sağa sola salladı.

Kadın daha çok göz yaşlarına boğuldu. Adam kolunun birini kadının omuzuna atıp göğsüne yasladı başını. “Eğer derdiniz para ise alın gidin evde ne varsa.” Dedi. “Bizi de rahat bırakın!”

Arın, yaralı elini göğüs hizasında tutarak yanımdan geçip kadın ve yaşlı adamın, tam önünde durarak, “bir kağıt ve kalem getir!” dedi Arın olduğum yere bakmadan. Dua’nın hareketlendiğini gördüm. Ama gözlerim Arın’ın üzerindeydi. Ne yapmaya çalışıyordu, bilmiyordum. Bir buz kütlesine dönüşmüştü bedenim, hareket edemiyordum. Olduğum yerde kilitlenmiştim.

Diğer avcunun içi kapalıydı. Kaya’da tam arkasında duran alçak boylardaki masaya tutmadan önce, silahı beline geri koydu. Ardından masayı, sandalyenin önüne koyarken, Arın birazcık kenara çekilmişti. Dua yanımdan geçerken, elinde bir kağıt ve kalem vardı. Onları da masanın üzerine koydu. “Hanginizin el yazısı güzel?” diye sordu Arın, sandalyede korkudan titreyen kişilere bakarak. Hem sırıtıyor, hem de dilini dudaklarının üzerinde gezdiriyordu.

“Size diyorum!” diye bağırdın da, ikisi de sandalyenin üzerinde irkildi. Gözlerim sıkıca isteyim dışında kapandı. Kollarımı iki taraftan bedenime daha sıkı bastırdım. “Benim!” dedi adam kolunu kadının omuzundan çekerken. “Al kalemi, yazmaya başla!” dedi Arın, kapalı olan avuç içinin üstüyle burnunu silerken. Saçlarının ucu terleyip, alnına yapışmıştı.

Dua kollarını göğsünün altında bağlamış, hafif araladığı bacaklarını sağa sola sallayarak bedenini hareket ettiriyordu. Kaya’da tekrar sandalyelerin arkasına geçerek ellerini üzerine koyup sırıtıyordu.

Adam kalemi eline aldı, birazcık kağıdın üzerine eğilerek Arın’ın bir şeyler söylemesini beklemeye başladı.

“Uzun süredir annenizle bunu düşünüyorduk,” diye söze başladı Arın. Adam başını anlamayarak Arın’a kaldırdı. Kaya kıkırdadı. Kaşlarım alnımın üzerine devrildi. “Annenizle çok yalnızlık çektik, evlatlarımız olarak uzun süredir bizi ziyaretlere gelmiyorsunuz.” Adam hâlâ Arın’a aşağıdan bakmaya devam ederken, “yaz hemen, sadece bir kere tekrarlayacağım!” dedi Arın’da gülümserken.

Ne yapmaya çalışıyordu?

Adam titreyen parmaklarıyla kalemi elinde zar zor tutarak yazmaya başladı. “Ve artık dayanacak gücümüz kalmadı, sizlere böyle veda etmeyi ikimiz de istemezdik ama artık yalnızlığa katlanamıyoruz!” dediğinde, kadın ile göz göze geldim. Ellerini havada sallayarak Arın’a bakıp, “intihar mektubu mu yazdırıyorsun?” diye sorduğunda, adam yazmayı durdurdu. Kağıdın üzerindeki parmakları daha çok titremeye başladı.

“Hayır,” dedim başımı iki yana sallarken. “Onların bir suçu yok!” diye bağırarak Arın’ın yanına hızlıca gidip kolundan tuttum. Bir koluna, bir de bana baktı. Şaşırmadı ya da karşı koymadı. Sadece baktı!

“Yapamazsın. Eğer öldürmek istiyorsan beni öldür! Yalvarırım beni öldür!” dediğimde, titreyen dudaklarımı üst üste bastırdım. Başım ise bunlara katlanamadığım için, iki yana doğru sallıyordum. “Dayanamıyorum artık, beni öldür!” sesim gittikçe daha da zayıfladı.

Arın’ın dudağının bir kenarı usulca yukarı kalktı. Tüylerimi diken diken etti bu gülüşü. Diğerlerine kısa bir bakış attı. Gözleriyle, onlarla konuştu. Tek kaşı havalanırken yüzüme bakıp, “sonunda istediğim kıvama geldin!” dedi. Kolunu sertçe elimden çekip kurtardı.

Arkamda duran Dua’ya işaret ettiğinde, iki taraftan da kollarım sıkıca tutuldu ve geriye doğru çekildim. “Siz nasıl insanlarsınız, hiç mi vicdanınız yok!” diye bağırdığımda Dua’nın kollarından kurtulmak için çırpınıyordum.

“Uzun süre eve gelmeyen çocuklar, ödenemeyen kiralar ve büyük bir bunalım…” Dudaklarını içe doğru büken Kaya, başını iki yana doğru sallayıp, iki sandalyenin arasından başını uzatıp yaşlı adam ve kadına sırayla baktı. “İntihar etmek için güzel sebepler!” deyip bedenini geri kaldırdı.

“Yapamazsınız, onlara zarar veremezsiniz!” diye çırpınmaya devam ederken, sırtımı Dua’nın göğsüne sertçe çarptım. Hiçbiri beni dinlemiyordu, bağırışlarımı umursamıyordu.

“Açın avcunuzu!” dedi Arın kapalı olan elini onlara uzatırken. Kadın hıçkırıklara bulandı. Adam titriyordu. Benim yüzümdendi, her şey benim yüzümdendi. Allah benim belamı versin, hepsi benim yüzümdendi!”

“Açın, dedim!” Arın kelimelerini bastırarak söyledi. İkisi de titreyen ellerini uzattılar. Arın avucunun içindeki renkli ilaçları, onların eline bıraktı. Her renkten ilaç vardı. “Yapma!” dedim yalvararak başımı omuzuma eğerken. Görüş alanım bulanıklaşıyordu. “Ben yapmadım farecik, sen yaptın.” Dedi Arın. “Sen kendi ellerinle yaptın!” buz gibi sesi, mıh gibi tenime saplandı.

Ben yapmıştım, kendi ellerimle, onları ölüme sürüklemiştim!

Boğazımdan hıçkırıklar yükseldi. “İçin!” dedin Arın. Adam ile kadın birbirine baktı. Çareleri yoktu, biliyordum. Bu evden cesetleri çıkacaktı, biliyordum!

Bir avuç dolusu ilaçları titreyerek ağızlarına götürdüler. İtiraz edemediler, yapmayın diyemediler. Ölümlerini kabullendiler!

Benim yüzümden!

Kaya arkasında duran iki bardak suyu alıp sandalyelerin arasından uzattı. Suyu da aldılar. Öyle çok titriyorlardı ki, birkaç damla bardağın içinden çıkıp yere döküldü.

Dizlerimin üzerine çöktüm, omuzlarım hiddetle sallanırken. Dua tutmayı bıraktı. Bedenimi hissetmiyordum. Ruhum bile beni terk etmiş gibiydi. İlaçları göz yaşlarıyla içtiler. “Yapmayın!” diye çıktı cılız sesim ama sadece ben duyabildim. Ellerimi zemine bastırdım. Kadının gözlerinin içine baktım. “Özür dilerim, özür dilerim.” Dedim arka arkaya. Kadın, adamın göğsüne yasladı başını. İkisi de gözlerini kapadı.

Zaman durdu, uçuşan toz taneleri bile havada süzülmeyi durdu. Kalbimin atışı, göz yaşlarımın yakışı, titreyen bedenim, daha çok hızlandı.

“Sen burayı hallet!” diyen sesini duydum Arın’ın. Adımlarını bana doğru attı. Kaya, kapıyı açtı. Ilık bir rüzgar içeriye sızdı. Ama bu sefer midemi bulandırdı. “Şimdi senin cezanı vermeye gidelim!” dedi Arın bedenini üzerime eğerken. Kolumdan sıkıca tutup güçsüzleşen bacaklarımın üzerinde ayağı kaldırdı.

Kolumdan çekiştirerek dışarı çıkarırken, gözlerim hâlâ o karı kocanın üzerindeydi. İkisinin de gözleri geriye doğru kaydı. Kirpiklerimin ucunda taşlar varmış gibi birbirine kenetledim. Onlar bile gözlerimin üzerinde ağırlık yaptı!

“Uslu bir farecik olacaktın!” dedi Arın kaçtığım eve doğru beni götürürken. “Bizden,” dedi omuzunun üzerinden bana baktı. Ama sesi de görüntüsü de bulanıktı. Suyun dibinden duyuyordum sanki! “Benden kaçacağını mı düşündün?” deyip alaya alarak güldü. Önüne döndü.

Kaçamadım, yine ona yakalandım!

Bu sefer kendi ellerimle bir kadını ve adamı öldürdüm!

Benim yüzümden öldürüldüler!

Bu karanlık, ne zamana kadar böyle devam edecekti?

Birbirine dolaşan ayaklarım Arın’ın peşinden evin içine girdi. Hızla beni yukarı çıkan merdivenleri tırmandırdı. Ama bu sefer odaya doğru değil, yönümüzü diğer yukarı çıkan merdivenlere çıkardık.

Cesur neredeydi?

Onu şimdi neden düşünüyordum ki?

Beni şimdi öldürecekti!

Öldürsün!

Basamakları bitirdiğinde, hızla sağa döndü. Ben de sol tarafıma çevirdim bakışlarımı. Odamın ütündeki odaya. Kapısı kapalıydı. “Peder!” diye bağırdı Arın bir odanın önünde dikilirken. Bu koridorda üç oda vardı. “Gir lotus çiçeğim!” diye bağırdı içerden çatallaşmış sesi.

“O ne?”

“Lotus çiçeği. Bataklıkta yetişen en güzel çiçek.”

“Ama bataklıklar çiçek yetiştirmek için uygun değil ki!”

“Belki de kimsenin onlara dokunmasını istemediği için orada yetişmek istemişlerdir. Bataklıktan herkes korkar, kimse gitmek istemez oraya.”

Yabancı adamın sesi kulaklarımda çınladı. Sesi, frekansı değişmiş cızırtılı bir radyodan farksızdı. Tüm sesler, beynimin içindeydi! Ama hepsi karışmıştı. Başım dönüyordu. Midem bulanıyordu ama Arın’a dur diyemiyordum.

Arın kapıyı açıp, beni kolumdan tutup içeri fırlattı. Elinde bastonuyla sırıtarak bana bakan Peder ile göz göze geldim. Arkasında ise Nadia vardı. Ellerini önünde kenetlemişti. Boğazında kan lekesi, giydiği kazağın yakasına kadar akmıştı. Kaçtığımdan nasıl haberleri olduğunu anlayamamıştım!

Korkmuyordum! Ya da çok korktuğum için bedenim uyuşmuştu, tepki veremiyordu! Kontrolüm dışındaydı her şey!

Kaçamadım!

Yapamadım!

Özgürlüğüme kavuşamadım!

“Kaçmaya çalıştı Peder, cezasını ver!” dedi Arın beni şikayet ederek. Peder başını belli belirsiz salladı. Dudağının kenarındaki tebessüm silinmedi. “Kapıyı aç Nadia!” dediğinde, Nadia hareketlendi. Odanın içinde bir oda daha vardı. Nadia kapıyı kendine doğru açtıktan sonra, kendisini de kapının hemen yanına geçip bekledi duruşunu bozmadan.

Haklıydı, kaçamadım! Elleri ensemdeydi!

Arın tekrar kolumdan tuttu. Kapısı açılan odaya doğru götürdüğünde, yine aynı şekilde içine fırlattı. Ama bu sefer yerde birbirine dolanarak uyuyan yılanları görünce, bir adım geri gittim irkilerek. Dudaklarım aralandı. Yüzümde ise şaşkınlığımı belirten bir ifadeye bulandı.

Odanın içinde yılanlar vardı. Renkli yılanlar birbirine dolarak, odanın içinde uyuyorlardı. Duvarlarında ise birden fazla tablolar asılmış, saksıların içinde renkli renkli çiçekler ekilmişti. Odanın içi bir bahçeye dönüştürülmüştü.

Tam karışımdaki duvara asılmış tabloya gözlerim ilişince, şakaklarımdan bir ağrı yükseldi. Bu tabloyu daha önce görmüştüm ama nerede gördüğümü hatırlamıyordum!

Çocuklarını yiyen Satürn!

Tablonun üzerindeki resim hâlâ tüylerimi ürpertecek kadar aklımdaydı. Ama nerede gördüğümü anımsayamıyordum.

“Otur Nida!” dediğinde Peder, sadece odanın ortasında bulunan sandalyeye baktım ve Peder’de orayı işaret etmişti. “Sen yılanlardan korkuyordun değil mi?” diye sordu şüpheyle kısılan gözlerle.

Kalbim tekledi sorusuyla. Yılanlardan korktuğumu nereden biliyordu? Ama artık korkmuyordum, fakat ona söylemedim. Uzun uzun gözlerimin içine bakıp, başını aşağı yukarı bir şekilde sallayarak, “geç otur!” dedi.

Derin ve titrek nefesler ruhumu bile parçalarken, omuzumun üzerinden geriye doğru baktım. Nadia’nın bakışları, diğer odanın içindeydi ve sadece omuzunun arkası görünüyordu. Gözlerinde ya da yüzünde hiçbir ifade yoktu. Seni uyarmıştım, yapma demiştim, gibi tek bir mimik bile yoktu!

Arın alttan attığı öfkeli gözlerle, dudaklarını dişlerinin arasında resmen parçalıyordu, ona bakışlarım dönerken. Tiksinerek, iğrenerek, en çokta nefret ederek bakıyordu bana.

Ama ben ona ne yapmıştım? Bana neden böyle kin ve nefretle bakıyordu?

Bir şey demeden sandalyeye doğru yürüyüp ucuna oturdum. Birbirine dolanarak uyuyan yılanlar kıpırdandı. Ayaklarımı sandalyenin altına kadar çektim.

Peder aksayarak Arın’a doğru yürüdü. Gözleri ise Arın’ın kırılma raddesine gelen sıktırdığı avucunun üzerindeydi. Hâlâ kanıyordu elinin üstü. Arın’da gözlerini benden çekip Peder’e baktığında, odanın içini dolduran tokat sesiyle, Arın’ın başı omuzuna düşmüş, yanağı ise kızarmaya başlamıştı. Sesten ve böyle bir şey beklemiyor oluşumdan dolayı irkildim. Nadia da sese dönmüştü ama çok sürmeden tekrar önüne döndü.

Peder’in gözleri alev saçarcasına, “aptal fikrin yüzünden Nadia’ya bir şey olsaydı…” cümlesinin devamını getiremeden yutkundu. Arın gözlerini kapadı, yumruklarını daha çok sıktırdı. “Dikkatli olman gerekiyordu lotus çiçeğim!” dedi Peder’in aniden sesi yumuşarken. Fakat dişlerini sıktırıyordu.

İçeriye Kaya girdi o anda. Peder başıyla Kaya’ya işaret verince, bir şey demeden, yerde uyuyan siyah yılanı aldı. Kafamı yukarı kaldırıp Kaya’ya baktım. Ellerim ise sandalyenin kenarlarını parçalayacak kadar sıkı sıkıya tutmuştu. Ve adımlarını bana doğru atıp yılanı omuzlarımın üzerine koymaya hazırlanırken, sırılsıklam olmuş gözlerimi sıkıca yumdum. Soğuk derisini, ensemde hisseder hissetmez boğazımı acıtacak kadar bir çığlık bıraktım.

Yılan hareket ediyor, ben ise sandalyeye daha çok yapışıyordum. Çığlığım yılanı daha da hareketlendiriyordu.

Birbirine girmiş olan seslerinin arasından bir ses kulaklarımda netleşti o an.

Korkmana gerek yok bence yılanlardan. Nasıl olsa, onlarla yüz yüze geleceğin bir yer olmayacak. Tabi hayvanat bahçesine ve ormana yolun düşmezse. Gülüşü duyuldu yabancı sesin. İkinci seçeneği hemen eliyorum, çünkü oralara benle bile gitmezsin. Dedi. Ve sesler yine birbirine karıştığında, kendi çığlığım varlığını bana yeniden hatırlattı.

“Nida!” dedi bir ses. Farklı ses odanın içine gelmişti. “Siktir!” dedi aynı öfkeli ve bir o kadarda şaşırmış ses. Tanıyordum bu sesi. Omuzlarımın üzerindeki ağırlığın kalktığını hissettiğimde, kirpiklerim birbirinden ayrıldı ve tam karışımda elinde bir siyah yılanla o duruyordu. Cesur!

Yılanı odanın en uzağına fırlattı. Yılan kendisine sokularak küçücük kaldı. “Ne yapıyorsun?” diyen Arın’ın sesine döndüğümde, Cesur’un yanına gelmişti. Gizem ve Artemis’in de koşarak odaya geldiğini gördüm. Ne olduğunu anlamaya çalışıyorlarmış gibi şokta ve kafaları karışmıştı. “Evden kaçmaya çalıştı, cezası verilmesi gerekiyordu!” diyen Arın resmen kükredi.

Cesur, Arın’ın göğsünden itekleyerek kendinden uzaklaştırdı. Arın aynı öfke ile tekrar üzerine geliyordu ki, Artemis kolundan tutup engel oldu. Arın kolundan tutan kişiye baktığında, Cesur’un üzerine yürümeyi durdurdu.

Cesur bana baktı. Gözlerinde her şey vardı. Korku, endişe, şaşkınlık en çokta acı çekiyor gibiydi. Kaşlarını çattı. Dudakları öfke ile kıvrıldığında, başını hafif omuzuna yatırıp, gözlerinin geriye doğru kaydığını gördüm ve aynı saniyelerde daha ne olduğunu anlayamadan arkasını dönüp Peder’e bir yumruk attı.

“Cesur!” diye çığlık attı Gizem.

“Sikeyim Cesur dur!” dedi içlerinde biri. Sanırım Kaya’ydı. Herkes çığlık attı. Peder geriye doğru sendeleyip arkasındaki masaya çarptı. Bir saksı ise yere düşüp parçalandı. Saksının içindeki toprak olduğu gibi zemine döküldü.

Sandalyenin üzerinden kalkıp kapı ile duvarın arasındaki köşeye girip dizlerimi karnıma kadar çektim. Ellerim ise iki taraftan başıma yaslanmış, hıçkırıklarım toz bulutuna döndürmüştü içimi.

Nadia koşarak içeri girdi. Gizem Cesur’un kollarından tutup geriye doğru çekiştirmeye çalıştı. Artemis kocaman açılmış gözlerle Cesur’a bakıyordu. Arın ve Kaya ise Peder’e bakıyordu. Korkarak! Ve Cesur’un da gözleri Artemis’e döndüğünde, şimdi ise bakışlarına pişmanlık çöküvermişti.

“Özür dilerim Peder!” dedi Cesur mırıltılı çıkan sesiyle. Gözleri Artemis’in üstündeydi. Peder hâlâ masaya yaslı duruyordu kalçası ve yüzünde sinir veya patlamaya hazır bir bomba yoktu. Tam tersine sırıtıyordu. Elini burnunun üzerine koyup, geri bakışlarının önüne getirdiğinde, eli ve burnunun kana bulandığını gördüm.

“Cezalar.” Dedi peder. Başı eğik, alttan bakışlarını da Cesur’a hizalamıştı. “Vermekten asla hoşlanmadığım cezalar.” Yaslandığı masadan doğrulurken, bastonunu yere daha sert bastırdı. Herkes heykele dönmüş gibi sessiz ve kıpırdamıyordu, fakat bir tek ben, içime içime ağladığım hıçkırıklarım duyuluyordu. “Ama kuralları biliyorsun; sen çiğnersin, başkası cezasını çeker!” dediğinde, bakışları Artemis’e döndü Peder’in. Burnunu tekrar silip dudaklarında bir tebessümle, “yanıma gel lotus çiçeğim!” dedi.

Artemis, Cesur’a baktı. Bir şey söylemedi fakat omuzuna doğru hafiften eğdiği başı ile çok şey anlattığı kesindi. Arın, bir adım ilerleyip, “ama Peder-” dediğinde, Peder elini kaldırıp sözünü kesti. Peder elini Artemis’e uzatıp parmaklarını hareket ettirerek, tutmasını ister gibi, “yanıma gel!” dedi yumuşak bir sesle.

Artemis yeni uykusundan uyanmış bir görüntüyle siyah pijamalarıylaydı. Peder’e yaklaştı. Elini, Peder’in elinin içine koydu. Cesur hareketlendi. Tüm gözler o ikisinin üzerindeydi. Dizlerimi karnıma daha çok çektim. Soğuk duvara yapıştı sırtım. Dirseklerimi dizlerimin üzerine yaslarken, küçücük olmuştum.

Peder parmaklarını, Artemis’in elini kavrayacak bir şekilde tuttu. Yaklaşması için kendine doğru çekti. Başı ile işaret verdi Peder. İşaret ettiği yere baktığımda, saksılar ve içlerinde çiçekler olduğunu ve masanın üzerinde siyah örtü olan bir şey daha olduğunu gördüm.

“Peder lütfen.” dedi Cesur yalvararak. Acı çekiyordu sesi. Peder Cesur’u umursamadı! Tekrar o örtünün olduğu yeri işaret edince, Artemis örtünün ucundan tutup kendine doğru çekince camdan bir kafes ve içinde ise kuyruğunun üzerinde duran ince siyah bir yılan göründü. Artemis gibi herkesin, hayret ve korkuyla dudaklarından inilti dökülüverdi. Benim bile!

Yılanın başının arkasından kanat gibi açılan bir kafa yapısına sahipti. Durmadan, arka arkaya çıkardığı dilini buradan bile görebiliyordum. Buradan bile bakılınca zehirli olduğu kesindi. Hangi manyak evinde yılanlar beslerdi?

Ve Artemis’e ne yapacaktı? Cezadan bahsediyordu. Nasıl bir ceza verecekti?

Arın bir adım daha ilerlemeye çalıştı ama Peder’i daha fazla kızdırmamak için olduğu yerde kalıp bir küfür homurdandı. Peder derin bir nefes alıp karşısında duran kadına bakıp, “sok elini içine!” dediğinde Artemis’in gözleri dışarı fırlayacak kadar kocaman açıldı. “Peder-” dedi kekeleyerek.

Tüm herkes yerinde hareketlenip, hep bir ağızdan söyledikleri şeyler odanın içinde uğultu yapmaya başladı.

Elini, yılanın yuvasına sokmasını istiyordu, nasıl bir ruh hastalarıydı bunlar?

Cesur, kollarını Gizem’in ellerinden kurtarıp öne doğru kendini atarak, “cezamı ben çekmeye razıyım Peder, sessiz kalmadım sana karşı çıktım, özür dilerim!” dedi tek nefeste. Peder, Cesur’a bakmadan, başını sağa sola doğru yatırıp insanı ürpertecek sesler çıkardı kemiklerinden. Zoraki gülüşünü tutmak için, dudakları titriyordu. “Sok elini oraya lotus çiçeğim!” deyip dudaklarını üst üste bastırdı Artemis’e bakarak.

Artemis tam karşısında duran Cesur’a baktı. Korkuyordu, korktuğunu görebiliyordum. Bir adamın boğazına bıçak saplarken korkmamıştı. Ya da önümü keserken, bana yumruk atarken. Katil olurken. Ama şimdi korkuyordu!

“Sen nasıl istersen Peder!” deyip, kafese bakışlarını çevirdiğinde, “Artemis!” dedi Arın. Anlık eli duraksadı. Bakmadı arkasına ve elini cam kafesin küçük bölmesine sokmaya başladığında, yılan kuyruğunun üzerinde hareketlendi ve tıslayarak öne doğru atıldı. Artemis çığlıkla elini geri çektiğinde, dizlerinin üzerine çökmesi uzun sürmedi. Diğer eli ise bileğine sarılıydı. Sardığı elinin derisinin üzerinde iki diş izi belirmişti.

Çığlıklar yeniden yükseldi. Başımı kollarımın arasına gömerken, onları izledim korkuyla. Cesur, Artemis’in arkasına geçip oturarak, kollarını belinin etrafına sardı. Sırtı Cesur’un göğsüne yaslandı ve saniyeler geçmeden Artemis titremeye başladı. Yüzü kızardı. Başı tamamen, Cesur’un bağrına düşerken, Cesur’un aralanan dudakları ve yanaklarından süzülen yaşlarla, kucağındaki kadına bakıyordu.

Arın, dizlerinin üzerinde Artemis’in yanına çöktü. Ağlamıyordu ya da bağırmıyordu. Ama donup kalmıştı. Kaya ellerini saçlarının içine geçirip odanın ortasında gidip gelmeye başladı. Ağlıyordu!

Gizem, Peder’e yalvarıyordu, yardım etsin diye. Ama peder Gülerek yerde yatan kadına bakıyordu. Nadia tepkisizdi. Öylece odanın içine girmiş, kapının diğer tarafındaydı.

Artemis’in titremesi arttı. Kolları iki yanına düştü. Cesur tam karşısındaki adama ıslak gözlerle bakıp, “lütfen Peder lütfen, yalvarırım!” Dediğinde omuzları eşlik etti ağlamalarına. Artemis’e baktı.

Ağlamalar, küfürler odanın içinde yükseldi. Duvarlar sallanıyordu ve sanki sadece bulunduğumuz yerde deprem oluyormuş gibi hissediyordum. Zemin bir su dalgası gibi sağa sola sallanıyor, bulanıklaşan bakışlarım, göz bebeğimin geriye doğru kaymasına neden oluyordu. Parmaklarım saçlarıma dolandı. Tırnaklarımı saç diplerime batırdım.

“Peder!” diye çığlık attı Cesur. Artemis artık daha çok titriyor, ağzının kenarlarından beyaz köpükler fışkırıyordu. Geriye doğru kayan başı, Cesur’un kolundan aşağı düşmüştü. “Lütfen yardım et Peder, o benim her şeyim!” dediğinde elinin birini Artemis’in yanağına yasladı. Göz yaşları, hıçkırıklarına karıştı. “Senin de kardeşin var Peder, sen onsuz yapabilir misin?” dediğinde, Peder’in gülümsemesi silinmeye başladı yavaş yavaş. Yerini ise büyük bir öfkeye bırakmaya başladı.

Artemis, Cesur’un kollarının arasında çırpınmaya başladığında, sağa sola doğru bedeni hareket etti. Ağzının kenarlarından çıkan köpükler arttıkça, boğuluyormuş gibi sesler çıkardı. Kaya büyük bir küfür savurarak, ellerini saçlarından çekmeden dizlerini kırıp yere çömeldi.

“Özür dilerim Peder!” diye yeniden acıyla bağırdı Cesur. Sırtımı duvara vererek yukarıya doğru kendimi çekip, ayağı kalktım hemen. Bacaklarımda güç yoktu. Elimi duvarın üstüne yasladım. Burada daha fazla kalmak istemiyordum. Dayanacak gücüm yoktu. O kadının acı çekmesini görmek istemiyordum. Katil olsa bile, beni kaçırsa bile, bunu izleyemezdim.

Peder’in Nadia’ya eli ile işaret ederek bir şey istediğini gördüğümde, son kalan gücümle kendimi bulunduğum yerden hızlıca diğer odaya attım.

Sesler arttı arkamdan ama çıktığımdan haberleri olmadığına emindim. Yardım istiyorlardı. Artemis’e sesleniyorlardı. Cesur ağlıyordu! Kaya küfür ediyordu! Gizem odanın içinde dört dönüyordu! Arın donup kalmıştı!

Diğer odanın kapısını da açıp sallanan zeminin üzerinde zar zor koşar adımlarla kendimi koridora attığımda, tavan üzerime doğru geliyor gibi sanıyordum. Bacaklarım birbirine dolanırken, zemine son anda yüz üstü kapaklanmadan ellerimi yere bastırarak kurtulmuştum ama hemen doğrulup, merdiveni başına geldiğimde, titreyen parmaklarım tırabzandan sımsıkı tutundu.

Son basamağın altında, elleri bacaklarının kenarında, öylece bana bakan bir çift gözle göz göze geldim. Dua ile. Yüzünde değişim olmadı beni gördüğü için. Ya da bir şey demedi, sadece baktık. Olan biteni dinliyordu. Odaya gelmemişti.

Gözlerim bu sefer tam karşıdaki odaya ilişti. Ağlama ve sesler duyduğum odaya. Son bir kez Dua’ya baktım. Ses etmedi ya da kıpırdamadı yerinden. Dur demedi bana, öylece yüzüme baktı. İfadesizce, tepki vermeden!

Ve ben o odaya tekrar başımı çevirdiğimde, terleyen saçlarım yanağıma bir kırbaç gibi çarparak ses çıkardı. Olduğum yerde durmayıp o odaya doğru koştum. Sesler arkamdan geliyordu hatta daha çok artıyordu. Odanın önüne vardım. Parmaklarımı kapının koluna dolayıp aşağı indirdiğimde, hızla odaya girip yüzümü kapıya çevirerek kapadım. Alnımı ise kapının üzerine yasladım.

Terleyen alnım, soğuk kapının sert tahtasına yapışmış vaziyetteydi. Aralanan dudaklarımın arasından sayısız nefes dışarıya firar ediyordu, sakinleştiremiyordum. Artan kalbimin hızı, etrafını saran kemikleri kırıp göğüs kafesimin içine dökecek gibiydi.

Boğuk gelen bağrışmalar devam ediyordu. Bir şeyler söylüyorlardı ama kulaklarım içe doğru batıyordu. Bir ton su dolmuş gibiydi kulaklarımın içi, uğulduyordu.

Parmaklarım kapının kolundaydı. İki elim de üzerindeydi. Yavaşça alnımı kapının üzerinden çekip, dudaklarımı üst üste bastırıp sertçe yutkundum ama öyle ki boğazıma binlerce kızgın şiş batırmışlar gibi acıtmıştı.

Oda karanlıktı ama ışık alıyordu. Hâlâ arkama dönüp ne olduğunu görmek için bakmamıştım. Yavaş yavaşta gözlerim karanlığa alışıyordu. Bu sefer dikkatimi çeken yan tarafımdaki yığınca yan yana dizilmiş bebekler oldu. Mavi, siyah, pembe ve her renkten elbise giyindirilmiş birden fazla bebek duruyordu. Dolabın üzerine dizilmişlerdi. Gülümsüyorlardı. Ve canlı gibi duruyorlardı.

Usulca bakışlarım dolabın devamını görmek için yan tarafıma doğru hareket ettirdim. Dolap aynı şekilde devam ediyordu. Ve üzerine konulmuş bebeklerde.

“Merhaba!” dedi bir ses arkamdan ve olduğum yerde zıpladım.

Bakışlarım hâlâ dolabın devamına bakıyordu. Ve bir bebek başı gövdesinden kopup, yere düştü. Zeminden ses çıkmasına sebep oldu. Korkuyla yutkundum.

“Merhaba!” dedi aynı ses. Bir kadın sesiydi.

Başım durduramadığım bir şekilde esmeye başladı. Dişlerimi sıktırdım. Tüm uzuvlarımda aynı şekilde titremeye başladı. Başımı yavaşça arkaya doğru çevirdiğimde, yan tarafından vuran ay ışığıyla yüzünün yarısını aydınlatan kadın ile göz göze geldim. Yataktan doğrulmuş, tebessüm ederek bana bakıyordu.

“Dışarda neden o kadar ses geliyor?” diye sordu. Kafasını geri yastığa koyarken, elinin birini hafif hafif yatağa vurup, “gel yanıma, çekinme.” Dedi nazikçe.

Günlerce su değmemiş gibi kuruyan dudaklarımı ıslatıp yutkunurken, ayaklarım sanki yer çekimi artmış gibi zemine yapışmıştı. Bedenimi tamamen kadına döndürürken, çok kısa da odanın içine çar çabucak göz atmıştım. Bir pencere ve iki taraftan da perdeleri çekilmişti. Ay ışığı da hafiften perdenin arasından odaya sızıyordu.

Büyük çift kişilik yatak odanın tam ortasında ve diğer yanında da, bir dolap ve aynı şekilde de bebekler dizilmişti. Yatağın iki tarafın da, komodin ve üzerinde de içinde resimler olan çerçeveler konumlandırılmışken, bir tane de plak yerleştirilmişti.

Kadına baktım. Oda karanlık bile olsa siyah saçlarının dalgalı olduğunu görebiliyordum. Omuzlarından aşağı dökülüyordu. Beyaz yanakları içe çökmüş, gözlerinin altı ise morarmıştı. Yüzü o kadar beyazdı ki, göz altınındaki renk, apaçık seçiliyordu. Zayıftı, yorganının altından çıkardığı bilekleri incecikti. Beyaz bir gecelik üzerinde mevcuttu.

“Lütfen,” dedi kadın, ama devamını getiremeden elini ağzına kapatıp öksürdü. “Özür dilerim.” Deyip gülümsedikten sonra, “rica etsem, kafası kopan bebeğin başını yerine koyabilir misin?” minik bir kıkırdama döküldü dudaklarından. Sesi bile zayıftı. Konuşacak hali yok gibiydi.

Dolaptan birkaç santim uzağa yuvarlanan bebeğin kafasına baktım. Gülümseyen suratı bana doğru dönüktü. Kadın tekrar konuştu. “Dua’nın hediyesi. Böyle görürse üzülür.” Dedi. “Aslında tüm bebekler onun.” Yine kıkırdadı. “Ondan ben istedim hep.” Dediğinde yerdeki, kopmuş kafadan bakışlarımı yüzüne kaldırdım. Gözlerinin içi parlıyordu.

Dua’yı tanıyor muydu? Ya da diğerlerini?

O da benim gibi kaçırılmış mıydı?

“Hemen kaldır da yanıma gel, sohbet edelim.” Dediğinde, düşüncelerimin içinde fazla kaybolmadan ağırlaşan ayaklarımı yerdeki kafayı alıp, dolabın üstündeki bebeğinin üzerine yerleştirdim ama pek oldu diyemezdim çünkü kafa, diğer bebeğin omuzuna düşüp o öyle asılı kalmasını sağladı.

Fazla rahatsız ediciydi!

Kadına baktığımda, heyecanla beni beklediğini gördüm. Gözleri resmen, gelmem için konuşuyordu. Yanına usulca yaklaştığımda, yatağın kenarına konulmuş sandalyeyi gördüm. “Lütfen, buraya otur.” Deyip sandalyeyi gösterirken, bende sandalyenin ucuna oturdum. Ellerimi de dizlerimin üzerine yerleştirip bacaklarımı birbirine bastırdım.

Kadında başını yan çevirip bana bakarak, “dışardakiler iyi değil mi?” diye sordu. Dışardaki kişileri merak ediyordu. “Bu seslerine alışığım ama bu sefer daha farklı geldi!” dedi üzülerek.

Bu seslerine alışığım?

Ne zamandan beridir buradaydı?

Ne diyeceğimi bilememiştim. Sorular yok olmuştu dilimin ucundan. Hâlâ ilaç verilen ve benim yüzümden öldürülen yaşlı insanlardaydı aklım. Ya da ensemde soğukluğunu hissettiğim yılanda. Peder’e yumruk atan Cesur ve yılanın onu sokmasına izin verilen Artemis’te. Hepsi düşüncelerimi zapt etmişti.

Uzun uzun yüzüme baktı. Konuştuklarına sadece sessiz kaldım. Kadın kaşlarını çatıp, “sen iyi misin peki? Korkmuş görünüyorsun!” dedi anlamayarak. Titrek, bana yetmeyen bir nefes ciğerlerimde dalgalandı.

“Çocuklar seni, benimle tanıştırmak için buraya getirecekti, o kadar çok merak ediyordum ki seni.” Bir anda heyecanı yüzüne yansıdı. “Çok ikna etmeye çalıştım ama hep işlerinin olduğunu söyleyip ertelediler.” Dedi.

Yatakta biraz doğrularak sırtını yatağın başına yaslayıp elini bana doğru uzattı. “Bu arada tanışmadık, çok soru sordum, kusura bakma. Pek fazla yabancı insan göremiyorum ama sen de yabancı sayılmazsın, çocukların arkadaşısın.” Kaşları havalandı. “Onlar genellikle pek arkadaş yapmazlar.” Dediğinde bu sefer bu durumdan mutlu değilmiş gibi yüzünü buruşturdu. Elini biraz daha bana doğru uzattı. “Ben Leylan, sen de Nida olmalısın!” dedi. Gülüşü daha çok yayıldı.

Leylan?

Buraya ilk geldiğim gün yemek masasında Peder’in söyledikleri geldi.

Gizem, Leylan’ın yemeğini götür. Biraz da sohbet et, seni baya özledi!

Ardından Gizem bir resim ile yukarı çıkmıştı.

Leylan bu kadın mıydı?

Ya da odamın üste katındaki ağlamalar, sesler bu kadına mı aitti?

Uzatılan eline baktım, kafam daha çok allak bullak olurken. Elimdeki titreme durmamıştı fakat kendimi sıkıp bu titremeye engel olarak elimi uzatıp sadece parmaklarını tuttum. “Tanıştığıma memnun oldum Nida!” dedi sallayarak. Ve aynı hızla elimi geri çektim elinden. Bu hareketime bozulsa da çaktırmamaya çalıştı.

Gözleri tam karşısındaki kapıya odaklandı. “Sesler kesildi!” dedi. Ben de oraya bakıp dikkatimi verince, seslerin sustuğuna şahit oldum. Artık çıt çıkmıyordu dışardan. Ama beni aramaya gelip burada olduğumu görürler diye kalbim çarpmaya başladı.

Derin bir iç çekip tekrar bana bakarken, hüznünü saklamaya çalıştığını anladım. “Neden gelip benimle tanışmadın? Aslında çocuklara da azıcık darıldım, bana söz vermişlerdi seninle tanıştıracaklarına!” dedi sitemlenerek.

Leylan kaçırılmamıştı, bu evden biriydi!

Konuşmaları onu gösteriyordu!

Peki katil miydi?

Ya da onların katil olduğunu biliyor muydu?

Kaçırıldığımı, onların birer katil olduğunu söylemek için kendimi toparlamıştım ki, Leylan’ın öksürüğü engelledi. O kadar kötü öksürüyordu ki, resmen boğuluyor gibiydi.

Hastaydı, beti benzi atmış teninden ve yatağın içinde kaybolan çelimsiz vücudundan anlaşılıyordu.

Elini ağzından çekip, “seninle tanıştıktan sonra çok plan yaptım, neler yapabiliriz diye ama Arın çok duracağını söylemedi, bu yüzden heveslenmemi söyledi. Sahi biraz daha kalsana burada!” dediğinde dudaklarını sarkıtıp yalvarır gibi baktı.

“Burada uzun kalacağımı zannetmiyorum!” dedim. Ya ölecektim ya ölecektim başka seçenek yoktu! Boynunu büktü. “Tahmin etmiştim.” Dedi. “O zaman bizde şimdi sohbet ederiz, iyi ki geldin canım çok sıkılıyordu, uzun süredir çocuklar da yanıma uğramıyor.” Bir anda mutlu olup, aynı hızla modu düşüyordu.

Heyecanı, sevinci çocuk gibiydi ama gözleri yorgundu. Yaşının ortalarındaydı ama çelimsiz bedeni onu çocuk gösteriyordu. Ama gözlerinde garip bir hüzün vardı, insanı rahatsız eden. Anlayamıyordum!

“Bizim çocuklarla nasıl anlaştın?” güldü. “Arkadaşımız eve gelecek dediklerinde, inanmadım biliyor musun, dedim beni kandırmayın.” Elini sağa sola sallayıp, “arkadaş yapacak kadar çok dost canlısı değiller de!” deyip göz kırptı, aramızda der gibi.

Evet, onlar katil!

Adam öldürüp, insan kaçırıyorlar!

“Ama iyilerdir, onları anladığında, nasıl birileri olduklarını görebiliyorsun.” İç çekti. “Çok acı çektiler, hepsine de şahit oldum!” dediğinde gözleri başka tarafa bakıp daldı. O anıları tekrar hatırlamışçasına gözleri doldu.

Parlayan gözlerine baktım. Hangi renk olduğunu seçemiyordum fakat pınarlarına dolan göz yaşları belli ediyordu kendisini.

Ortam çok kısa sessizliğe büründükten sonra, “ama artık mutlular, geride bıraktılar her şeyi!” deyip güldü burukça.

Genzimden güldüm istemeden. Onlar asla iyi biri olamaz. Leylan güldüğüm için kaşları çatıldı, güleceğimi beklemiyordu. “Onlar-” onlar katil diyemeden, ellerini birbirine vurup şaklattı. “Sana onların çocukluk fotoğraflarını göstereyim mi?” diye sordu heyecanla.

Tekrar kapıya baktım. Ses yoktu, gelen yoktu, zorlama yoktu! Hâlâ kolumdan sürüklenip çıkarılmamıştım. Burada kalmaya devam edebilirdim. Başım ile onayladım. Fotoğrafları umurumda değildi ama bu kadının onları küçüklükten bu yana tanıdığı bariz ortadaydı.

Arkamda kalan yeri işaret etti. Omuzumun üzerinden geriye doğru baktım. Dolabın üstünde aynı şekilde renkli elbiselerle bebekler dizilmişti, önünde ise çerçeveler vardı. Islak gözlerimi kısıp fotoğraflara baktım. İçlerinden birini incelemeye koyuldum. Altı çocuk yan yana dizilmiş ama dudaklarında tek bir tebessüm yoktu. Yaşları ise küçüktü. Yüzlerinde anlamadığım o ifade, insanı ürpertecek kadar fazlaydı.

Bir evin önünde durmuşlardı. Bu evi tanıyordum, kaçırıldığım zamanki evin ta kendisiydi!

Simsiyah saçları olan, siyah elbiseli bir kadın gülümseyerek altı çocuğun arkasına geçip poz vermişti. Ellerini de iki tane çocuğun omuzuna koyarak hafif bedenini eğmişti. Dirseğinin biraz altında biten siyah eldiven takmıştı. Çok mutlu görünüyordu çocukların aksine. Gözlerinin içi gülüyordu. Ev ise gördüğüm gibi değildi, düzensiz ve yıkılmak üzereydi sanki.

Yanındaki diğer fotoğrafa baktım bu sefer. Yine aynı altı çocuk bir masanın etrafına dizilmiş, önlerinde de büyük yuvarlak bir pasta duruyordu. Ve yine aynı kadın gülümseyerek alkış tutarak pastaya bakıyordu. Kadın ayaktaydı. Fakat bu sefer çocuklar ciddi değil, tebessüm ediyordular. Yine yaşları küçüktü. Yukarı çıkan bir merdiven mevcuttu. Sanırım yine aynı evdi!

Kadın ise Leylan’dı!

Çok güzeldi, şimdi ki gibi zayıf ve çökmüş gibi değil, sağlıklı görünüyordu.

“Onlarla çok vakit geçirdim.” Duraksadı Leylan. Bakışlarım hâlâ fotoğrafların üzerindeydi. “Bana çok zor alıştılar, kendilerini bana zor açtılar, hâlâ da açmış sayılmazlar!” güldü. “Onları anlıyorum, çünkü bana güvenmelerinin zaman alacağını iyi biliyordum!”

Leylan konuşmaya devam ederken, bir diğer fotoğrafa baktım.

Erkeklerden biri çatının üzerindeydi, diğer erkek ise alttan çatı sacı uzatıyordu ona. Ama hangisinin kim olduğunu çıkaramadım. Kısa küt saçlı kızlardan biri evin önünde oturmuş, kucağında bir bebeğin saçını okşuyordu. Beline kadar uzanan siyah saçlı kız ise arkasını dönmüş, çatının üzerindeki kişiye bakıyordu, elini alnına yaslayarak. Yerde de arkası dönük biri daha vardı. Adımlarını evin arkasına doğru atıyordu.

Birisi onları tam karşıdan çekmişti, haberleri yoktu.

Hepsiyle tek tek fotoğraf çektirip çerçevelettirmişti. Dolabın üstü yığınla fotoğraf kaynıyordu.

Şakaklarımdan bir ağrı yükseldi. Hızla gözlerimi kapatıp, dişlerimin arasından acı ile sızlandım. Bir elimi de alnıma yaslayıp baskı uyguladım. Dayanılmaz bir ağır gözlerimi yuvalarından çıkaracak kadar fazlaydı.

“İyi misin?” diye sordu Leylan telaşla. Başımı onu onaylar bir şekilde sallayıp, “iyiyim!” dedim. Gözlerimi açıp, bakışlarımı tekrar Leylan’a çevirdiğimde, “bu gece seninle kalabilir miyim?” diye sorunca, Leylan’ın gözleri heyecanla parladı. “Tabi ki evet, sabaha kadar sohbet ederiz hem.” Deyip ellerini birbirine vurdu.

Zoraki bir şekilde ona gülümsedim.

Bu karanlık ne zamana kadar devam edecekti, bilmiyordum!

****

 

Müge, sandalyenin ucuna oturmuş, ellerini birbirine kenetleyerek çenesinin altına yerleştirmişti. Sandalyede ileri geri sallanıyordu. Gözlerini kapatmış, karşısındaki polis memurunun söylediklerini dinliyordu. Söylediklerini pek anlıyor sayılmazdı, çünkü aklında sadece kızı vardı, Nida vardı!

Nerede olduğunu, nereye gittiğini hâlâ bilmiyorlardı. Yiyeni İlayda’da onunla birlikteydi. Ve iki ailede perişan durumdaydı.

“Müge Hanım.” Polis memuru ismini söylediğinde gözlerini açtı. Islak kirpikleri birbirine girmişti. Polis memurunun iyi misiniz der gibi bakışlarına maruz kaldığında, ellerini dizlerinin üzerine yaslayıp yutkundu. Ardından dinliyorum der gibi pozisyona geçmişti.

“Kızınızın gözleri ne renkti?” diye sorduğunda, gözlerini karşısındaki açık ekrana çevirdi polis memuru. Haberlere, kanallara ve sokaklara asılması için resimleri gerekiyordu. Müge uzun uzun düşündü. Kızının gözlerinin rengini hatırlayamamıştı. Ayakta, yanında dikilerek bekleyen Zafer’e gözlerini kaldırdı. Onun da bilmediğini anladığında yüreğine büyük bir hüzün çöktü.

Kızıyla tek bir fotoğrafı bile yoktu. Küçüklükten kalan birkaç fotoğraf dışında, ellerinde ona ait bir fotoğraf yoktu. Nida’da fotoğraf çektirmeyi sevmiyordu. Sosyal medyada da o kadar kendisini paylaşmazdı.

Düğüm düğüm olan boğazını çözebilmek için sertçe yutkundu. Ne diyeceğini bilemedi. Hatırlayamıyordu. Kızının yüzüne bile, çok fazla, dikkatlice baktığını hatırlamıyordu.

“Yeşil!” dedi bir ses.

Omuzunun üzerinden geriye doğru baktığında, kollarını göğsünün altında birleştiren Cesur Bey’i gördü. Dudağının bir kenarı yukarda, polis memuruna bakıyordu. Yanında da Gizem vardı.

“Üzüm yeşili!” dedi tekrardan Cesur.

Polis memuru dahil herkes, Cesur’a baktığında, Cesur burukça gülümseyip, Müge’ye baktı. “Kutlamada görmüştüm kendisini,” tekrar polis memuruna bakıp, “Hatırlanmaya yetecek kadar yeşil gözlere sahipti!” dedi.

Müge başı ile onaylayıp gülümsedi. Evet, kızı yeşil gözlere sahipti. Nasıl unutabilirdi ki o gözlerini.

Aklı başında değildi. Kafası karışmış durumdaydı. Olayları çözemeyecek kadar soyutlanmış durumdaydı. Dili vardığınca, hatırlayabildiği kadarıyla kızını polis memuruna anlatmış resmini çizdirmişti. Kardeşi Mustafa ise kızının yüzlerce fotoğraflarından birini alıp vermişti. Tek iş, resimleri her yere yaymak kalmıştı.

Dışardan gelen patırtı sesiyle, herkes pencereye başını çevirdiğinde, birkaç polis memurunun koşarak dışarı çıktıklarını gördü. Kapı tıklatıldı o anda. İçeri genç yaşlarda bir polis memuru daha girdi elinde bir dosya ile.

“Bir ihbar daha geldi komiserim!” deyip elindeki dosyayı masada oturan adama uzattı. “Yine aynı mahlası kullanan birinin işi!” dediğinde, masada oturan polis memuru Zafer’e bakıp, “en kısa sürede kızınızı bulacağız Zafer Bey, gönlünüzü ferah tutun.” Deyip içtenlikle gülümsedi. Ardından kaşlarını çatıp elindeki dosyanın kapağını açtı.

Görür görmez yüzünü buruşturup gözlerini kaçırdı. Resim renkli olmamasına rağmen kanını dondurmaya yetecek kadar kötü bir görüntü sunuyordu. “Şu Maskenin Ardındakilerden sonra, bir de bu başımıza çıktı!” deyip kafasını iki yöne doğru salladı.

Gizem kimseye belli ettirmeden dudağının kenarındaki küçük tebessümüyle, Cesur’a baktı. Onlardan böyle bahsetmeleri hoşuna gitmişti. Zor durumda kalmaları daha da hoşuna gidiyordu. Fakat Cesur’un kaşları hafiften alnının üzerine yığılmış, polis memurunun baktığı dosyaya bakıyordu.

“Umarım kötü bir şey yoktur?” diye soran Mustafa’ydı. Polis memurunu sıkıntıyla derin bir nefes alıp verdi. “En kısa sürede bunları bulup son vermeye çalışıyoruz!” dediğinde, dosyadaki resme baktı.

Polis memuru kısık sesle bir küfür savurup dosyayı masanın diğer ucuna fırlattı. Ardından Zaferlerle ilgilenmek için onlara döndü. Gizem ve Cesur’da dosyanın açık kalan kapağından görüntüyü gördüğünde, Gizem’in kaşları çatıldı anlamayarak. Ölen kişi bir erkekti. Gözleri, dudakları dikilmişti. Alnına yapıştırılmış bir siyah kart mevcuttu. Siyah kartın üzerinde de gold renginde yazılmış yazı vardı.

Cesur yazıyı içinden okumaya başladı.

Sıfır hiçlikti, sıfır boşluktu, sıfır etkisiz elemandı. Fakat sıfır; yuttuğu herkesi kendisine çevirmekte en güçlü sayıydı. Hayatın ve ölümün başladığı noktaya hoş geldin.

Cesur ve Gizem sorgulayan gözlerle birbirine baktılar. Böyle bir şeyi bir iki defa yine görüp duymuşlardı. Ama onları ilgilendiren bir konu yoktu. Onlar Maskenin Ardındakiler’di. İlgilendikleri konu başkaydı.

İşleri bittikten sonra, Cesur diğerlerine kahve almış, kendilerine gelmeleri için yardımcı olmuştu. Gizem, Mustafa ve Zafer ile karakolun bir köşesinde sessiz sessiz konuşuyorlardı. Ama tek konuşan Gizem’di. Diğerleri sıkıntıyla dinliyor, arada bir onaylıyordu.

Çok geçmeden üçü de yanlarına vardığında, tek gülümseyen Gizem’di. Bir şeyi başarmışçasına gülüş takınmıştı. “Müge.” Dedi Zafer. Müge parmaklarını sıcak pet bardağın etrafına dolamış bakışları zemindeydi. Adını duyduğunda, şişmiş gözlerle Zafer’e baktı.

“Resimleri yaymaktan vazgeçtim!” dediğinde, Müge’nin gözleri kısıldı. Ne dediğini idrak edemedi. “Anlamadım?” dedi sadece. Gizem’de yüksek topuklarından çıkan sesle, usulca Cesur’un yanına ilerledi.

“Bizden önce Nida’yı bulduklarını düşün!” dedi Zafer ellerini iki yana açarak. “Bunu göze alamayız!”

Nihal ayağı kalkıp parmaklarıyla alnını sertçe sıvazlamaya, oldukları yerde ileri geri gitmeye başladı. Göz yaşlarını tutamayıp, yanaklarından süzülmesine izin vermişti.

“Sizinle ortağız Müge Hanım, bu durumun bizi de etkilemesini istemiyoruz!” diye araya Gizem girdi.

“Batmakta olan ortaklığa girmeyi isteyen sizlerdiniz!” dedi Müge sertçe.

“Ve sizi kurtaran da biziz!” dedi Gizem, sakince.

“Bak, Müge!” deyip dizlerinin üzerinde Müge’nin karşısına oturdu Zafer. “Kızımızı ben de çok düşünüyorum, ona bir şey olmasını asla istemem. Ama onun kaçırıldığını öğrenip, bize düşman olan kişiler bizden önce bulursa, işte o zaman…” dediğinde, Müge sus der gibi elini havaya kaldırdı. Devamını getirmesini istemedi.

Gözlerini kapadı birkaç saniye. Derin bir nefes alıp verdikten sonra, gözlerini ıslak gözlerini açtı. Ama Zafere bakmadı. “Nasıl bulacaksın o zaman kızımı?” deyip acı ile yutkundu.

“Elimden gelen her şeyi yapacağım. Sadece ortaklarımız ve polislerin arasında olacak. Onlarla iş birliği yapacağız!” dedi Zafer.

Müge başı ile onayladı usulca. Kelimler kılçık gibi boğazına batıyordu. Tek kelime dahi edemedi. Kısa bir sessizlik akarken aralarında Müge’nin telefonun zil sesiyle, sessizlik bölündü. Çantasındaki telefonu çıkardı. Ekrana bakıp arayan kişiyi gördüğünde ayağı fırladı. “Kim aradı?” diye sordu Zafer, doğrulurken. “Bir arkadaşım!” diyerek yanlarından uzaklaşmaya başladı Müge. “Neden cevap vermiyorsun?” diye arayan kişiyi azarlarken, çoktan uzaklaşmıştı.

Zafer derin bir iç çekip Cesur’a baktı. “Kusura bakmayın Cesur Bey, ortaklığımızın böyle devam etmesini istemezdim ama sizin de bu konuda etkilenmemeniz için elimden gelen her şeyi yapacağım!” deyip ikna etmek ister gibi gülümsedi Zafer.

Cesur, başını önemli değil der gibi iki yana sallayarak, ellerini ceplerine yerleştirdi. “Kızınızın başına bir şey gelmemesi her şeyden daha önemli, siz işi ve bizi de merak etmeyim!” dediğinde, Gizem araya girdi. “Resimleri yaymamak iyi fikir. Sizin hakkınızda olan düşünceleri bizlerde görüp duyuyoruz. Kızınızın başına başka bir şeylerin gelmesi olası bir durumdu.”

“Haklısınız Gizem Hanım!” dedi Mustafa’da.

Soluk soluğa telefonu kapatarak yanlarına Müge geldi. Tüm gözler ona çevrildiğinde, “bir şey mi oldu Müge?” diye sordu Zafer. “İyi misin abla?” diye soran diğer kişi de Mustafa oldu.

Burnunu çekip başıyla onayladı Müge. “Haklısınız!” Dediğinde Müge, başını aşağı yukarı sallamaya başladı. Avuç içinde sımsıkı tuttuğu telefona indirdi bakışlarını. “Resimleri yaymaktan bende vazgeçtim.” deyip telefondan gözlerini kaldırıp düz çizgi haline alan dudaklarını ısırdı. Bu sefer gözlerini diğerlerinin üzerinde gezdirirken, “Kızımı ne olursa olsun, bulacağım!” dedi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%