Yeni Üyelik
18.
Bölüm

KIRMIZI ÖRÜMCEK ZAMBAĞI

@kadrisyazar_

MASKENİN ARDINDAKİLER

 

 

17. BÖLÜM

 

 

KIRMIZI ÖRÜMCEK ZAMBAĞI

 

 

“Nida Akel”

Nadia’ya söylediğim kelimden sonra arkamı dönmüş bir daha yüzüne bakmamıştım. Söylediklerim onu çok fazla kızdırmış olacak ki, burnundan soluduğunu işitebilmiştim. Daha sonrada, akşam olmadan hazırlığını yap, deyip gitmişti.

Aslında, ölümün için hazırlık yap gibiydi daha çok!

Ona karşı söylediklerimden pişman olmamıştım fakat söylerken, korktuğum doğruydu. Anlık cesaretle çocuğunun olup olmadığını sordum, belki az da olsa vicdana gelir diye. Ama daha çok kendime karşı kinlendirdiğimi fark ettim.

Nadia odadan çıkar çıkmaz, bir daha yatağın içine girmemiştim, yaşadığım stresten dolayı. Gözlerim durmadan, kararan gökyüzünün üzerinde, hiçbir şey yapmamanın çaresizliğiyle elim kolum bağlanmıştı. Akşama davet edilmediğimiz bir misafirliğe gideceğimizin çağrısını yapmıştı Kaya ve ben, bunu odanın ortasında volta atarak, düşünmeden edemiyordum. O kadar normal bir şekilde dile getirmişti ki, gerçekten kötü bir şey planlamadıklarını düşünecektim. Ama zannetmiyordum, işin içinde benim anlayamayacağım bir hinlik vardı.

Nereye gidecektik, kime gidecektik, hiçbir fikrim yoktu. Neler karıştırdıklarına dair hiçbir teori üretemiyordum. Kaçırılmam yetmiyormuş gibi, bir de beni ev ev dolaştıracaklarını söylüyorlardı. Kesinlikle aptal olmalıydılar. Yolda gördüğüm herhangi birine bağırarak, bana el koyduklarını söyleyebilirdim. Buna rağmen beni, evin dışına çıkaracaklarını söylüyorlardı. Ya da bu sitenin içinde bir eve gidecektik. Bilmiyorum!

Derin bir nefes aldım ve yatağın ucuna oturdum. Her iki elimin işaret parmağıyla, etimi kanatana kadar tırnak uçlarımla baş parmağımın kenarlarını soymuştum. Başka bir acı, diğer acının hafifletmesine yardımcı oluyordu. Sanırım insanoğlu başka bir acının yardımı ile kurtuluşa ereceğini düşünüyordu. Ne büyük bir yanılgı!

Keşke tırnaklarımı beynime de geçirebilseydim. En azından acının en büyük kaynağını orada yok edebilirdim.

Hâlâ bana verilen kıyafetleri giymemiştim ve akşamın karanlığı yer yüzüne çökmek üzereydi. Öğleden sonra ise güneş kaybolmuştu ve yerini ise gri bulutlara bırakmıştı. Küçük küçük şimşekler çakıyordu fakat yağacak gibi durmuyordu. Daha sonra şiddetlenir mi, orasını bilmiyordum.

Yatağın üzerindeki öylece duran katlanmış kıyafetlere gözlerimi çevirdim bu sefer. Hepsi siyahtı. Uzun kollu bir body ve pantolondu. Neyin planıydı bu? Ne istiyorlardı benden veya ülkemden. Çok büyük bile düşünüyordum. Belki de ellerinde oyalanmak istedikleri, kurbandan başka bir şey değildim.

Hayır dedim, derin bir nefes eşliğinde. Dirseklerimi dizlerime yaslayıp, başımı avuçlarımın arasına alırken, parmaklarımı saçlarımın arasından geçirdim, bu fikri düşüncelerimde çürütürken. Bir bacağım ise benden bağımsız bir şekilde sallanıyordu. Eğer sadece bunun için kaçırmış olsalardı, eziyet üstüne eziyet görürdüm. Şu anda bana özel bir oda ve hiç aksatılmadan, düzenli bir şekilde ihtiyaçlarım karşılanıyordu. Ben kurbanıma böyle yapmazdım. Canını yakardım. Onların can yakma sitilleri çok farklı ise işler değişirdi tabi ki.

Bir süre duruşumu bozmadan öylece bekledim. Akşamı düşünüyordum, olacakları ve kime gideceğimizi. Saçlarımın arasına daldırdığım parmaklarımı bu sefer, saç diplerimi acıtacak bir şekilde sımsıkı kavradım endişeyle. Belki de şans yüzüme güler ve kaçma fırsatı elde edebilirdim. Altı kişiye karşı, bir kişi. Gerçekten büyük bir fırsat doğacağının garantisini veriyordu!

Beni bile en büyük ızdırapların ortasına bırakarak, kendimle büyük savaş vermemi sağlıyorlardı. Neye elimi atsam, elim orada kalacak gibi duruma sokuyorlardı. Gözlerimi kapatıp, derin bir soluk çektim içime. Ama göğüs kafesim ferahlamıyordu, aksine suyun dibine batan bir taş gibi üzerime çöküveriyordu düşüncelerimin ağırlığı.

Annem ve babam şimdiden beni bulmaları için ekipler salmışlardır. Resimlerim her yerdedir. Biricik kızları var onların, tek çocukları var. Başıma bir şey gelmesini istemezler. En azından... En azından bir mezarım olmasını isterler. Ziyaret edebilecekleri, ağlayabilecekleri. Çünkü ben isterdim, ben vazgeçmezdim onlardan. Lütfen anne, lütfen benden vazgeçme. Tek umudum şu anda bunun yaşanmasıydı.

Saçlarımın arasından çektim parmaklarımı. Eğdiğim bedenimi tekrar yukarı kaldırırken, yanaklarımın içini doldurduğum havayı, yanımdaki kıyafetlere bakarak, geri bırakmıştım. Giymek zorundaydım, başka çarem yoktu. Yoksa başıma dayatılan bir silahla zorla giydirtirlerdi.

Bacaklarım şimdiden titremeye başlamışken, oturduğum yatağın ucundan ayaklandım. Her gün verilen ve sabit bir model ve renkteki kıyafetleri üzerimden çıkarıp yatağın üzerine bırakmadan önce katladım. Sadece südyen ve iç çamaşırlarla daha fazla öylece vakit kaybetmeden akşam için hangi cehenneme gidileceğimiz belli olmayan yer için verilen kıyafetleri üzerime geçirdim bir çırpıda.

Arkamı pencereye döndüm ve adımlarını oraya doğru attım. Buraya geldiğim günlerden sonra perdeyi hiç kapatmamıştım. Tabi ki o kadını izlemediğim zamanlar dışında. Bu pencerenin kenarları da vidalanmıştı. Yüksekti burası, vidalanmasaydı eğer, belki atlama fikri aklımdan geçebilirdi. Kırık bir ayak bileği, daha sonra da yüksek bir çığlık. Herkesin dışarda olduğu bir zaman diliminde atlardım hatta. Kurtuluşum çabuk olurdu!

Gözlerim, yan taraftaki evin üzerinde durdu. O yaşlı kadın birkaç kere daha gelme girişiminde bulunmuştu buraya. Sanırım meraklı biriydi ya da dost edinmek isteyen iyi kalpli biriydi. Ama Nadia, bunun olacağının kesin garantisini vermiyordu.

Camı tıklatıp beni fark etmesini sağlamak istemiştim. Ama ben ne zaman elimi yumruk yapıp, pencereye yaklaştırsam, Nadia, daha evin önüne gelmeden o yaşlı kadını, kapının önünde karşılıyordu. Nasıl anlıyordu, bilmiyorum. Gözleri görmüyordu, bunu biliyordum en azından ama asla, gören bir insanı da aratmıyordu. Benim elim ise, öylece havada asılı kalıyordu. Dikkatli kadındı, ya da kör numarası yapan yalancı biriydi.

Belki kötü bir fikirdi, o kadına bunu belli etmek, ama herkes tehlike içindeydi. Ülkenin geneline yayılmış bir kanser hücresiydi onlar. Eğer bu hücreyi yok edilemezse, çok fazla masum insanın hayatı yok olabilirdi.

Onlarla karşılaştıklarında, ölümün bile en acısızını ister, öleceğini anladığında herkes. Çünkü kurtuluşun yoktur fakat canın çok yanmasın, çabuk ölüm gerçekleşsin dersin. Ama bu insanlar, basit bir ölümle kolay kolay, bırakmazdı. O raddeye gelir miydim bende? Zaten ruhum acı çekmeye meyilliydi benim. Tenim acısa ne fark ederdi.

Kapı arka arkaya üç kere vurulduğunda, gök yarılırcasına gürledi, kapı sesine karıştı. Olduğum yerde, aniden irkilerek elimi kalbimin üzerine yerleştirdim. Kapı bir kez daha çalındı. Daha sonra ileriye doğru açıldığında, kırmızı cadıyla gözlerim saniyesinde birbiriyle kesişmişti.

“Hazır bulacağımı tahmin etmemiştim!” deyip memnuniyetini belli eden bir dudak hareketiyle başını sallamaya başladı. Çenemi dikleştirirken, omuzlarımda buna eşlik etti. Aniden çalınan kapı yüzünden ise kalbim, çoktan hızlı hızlı atmaya başlamıştı. hemen kalbimin üzerine yerleştirdiğim elimi yanıma bırakmıştım.

Yüzündeki itici gülümseme silinmemişken, dilini yanağının içinde hareket ettiriyordu, gözlerinin içiyse, insanı huzursuz edecek bir şekilde alayla bakıyordu. Yaptıkları hoşuna gidiyor olmalıydı. Acı çektiğimi görmek ona zevk veriyordu, anlamadığım bir şekilde.

Kapıyı daha fazla açılması için parmak uçlarıyla geriye itekledi. Daha sonra elinin birini, kapının üzerine yaslayıp, bir ayağını da önünde çapraz bir şekilde bağlayarak, “zorla giydiririm diye düşünmüştüm.” Dedi baştan aşağı beni süzerken.

Bende onu süzmeye başlamıştım ama iğrenerek. Siyah deri ceketinin içine, sadece göğüslerini kapatan siyah büstiyer, uzun kalın bacaklarını ise tamamen saran siyah pantolon giymişken, bileklerinin üzerinde biten botlar vardı. İlk defa pantolon giyerken görmüştüm. Genellikle bacaklarını açıkta bırakan şeyler giymeyi tercih ediyordu kızıl cadı. Saçlarını yine başının tepesinde sıkı at kuyruğu yapmıştı. Uzun kırmızı tırnakları da, kapının üzerinde ritim tutarken, bu sefer konuşan bendim.

“Silah doğrulturdun belki de!” dedim iğrenen bir tonla. Buraya getirilirken, yolumuzu durduran polislere bir şey söylemem için yüzüme bir silah doğrultmuştu. Sadece beni değil, ailemi de öldüreceğini söylemişti. Şimdi de yapardı, eminim.

Söylediğim şeyle kafasını iki yöne doğru sallayıp, dişlerini görünecek bir şekilde sırıtıp gülmeye başladı. Samimiyetten öyle uzak bir gülüştü ki, bunu tüm benliğimde hissetmiştim.

Kapının üzerindeki elini sürüyerek aşağı indirdi. Sıkı sıkıya bağladığı at kuyruğu sağa sola doğru çok ağır bir şekilde savrulurken, adımlarını içeriye doğru atmaya başladı. Aramızda sadece tüm odayı kaplayan yatak vardı. Ama adımlarımı geriye atmadım ben. Öylece karşısında dikildim.

“Basit bir nedende dolayı sana silah doğrultur muyum hiç?” deyip alt dudağını alınmış gibi öne doğru uzattı. “Hem, Cesur’un da dediği şeyi yapmak istemezsin, ” kafasını hafif omuzuna eğdi. Ne dediğini anlamadığım için kaşlarım çatılırken, onunda yavaş yavaş ciddiyete büründüğünü görüyordum. “Çıplak kalmanı diyorum, senden istemişti. Eminim ki bunu istemezdin!” dilini dudaklarının üzerinde gezdirmeye başladı.

Kaşlarım daha çok çatılırken, burnumdan derin bir nefes boşluğa bıraktım. Aklıma hemen o evdeki ilk günüm gelmişti. Cesur bana asla böyle bir teklifte bulunmamıştı ama buna benzer bir şey ima etmişti. Ben de herkese, yürek yemişim gibi söylemiştim. Bir dahakine katillerle karşılaştığımda ilk söyleyeceğim cümleler bunlar olmaması için not alacağım!

Ama Gizem bunu çok fazla kafaya takmış olacak ki, kısılan gözlerinin içi, beni öldürmek istiyormuş gibi bakıyordu. Dudağının kenarındaki tebessüm hâlâ silinmemişti fakat o gülüş, tüm öfkeyi bir anda üzerime boşaltabilirdi. “Öyle bir şey istemedi benden!” dedim, gerilen sırtımı içe doğru büktüm daha sonra rahatlatmak için.

Kaşları havalanırken, başını hafif havaya kaldırdı. “Yalan mı söyledin yani orada?” diye sordu, gözlerini kırpmadan yüzüme bakarken. “Niye gidip ondan öğrenmiyorsun?” diye sorduğumda, kuruyan dudaklarımı ıslattım. Sesinde hiç merak yok gibiydi, daha çok suçumu itiraf etmemi ister gibiydi tonu. Ama eğer öğrenmek istiyorsa suç ortağından öğrensin, benden değil! Bu yüzden onunla daha fazla muhattap olmak istemiyordum.

Zaten yüzüne baktıkça midem bulanıyordu. Ailemi kandırırken sadece Cesur yoktu, bu kızıl cadıda vardı. Eminim ki, bize gelip gidiyorlardı. Rahat bir şekilde, hiçbir suç işlememiş gibi, kızlarını kaçırarak birçok olaya tanıklık etmesini sağlamamış gibi, yüzsüz yüzsüz bizimkilerle muhabbet ediyorlardır.

Derin bir nefes almak istedim o an göğsümü parçalamak istercesine. Ama yapmadım. Çünkü, onun karşısında güçsüz, korkak veya çaresiz görünmek istemedim. Fakat yorgun bakan gözlerim ne kadar öyle bakmak istemese de, eminim ki gösteriyordu bunu. Gözlerimin içine beni anlayacak bir şekilde derinden bakarsa eğer, içimde boğulmama neden olan sığ suları görebilirdi.

İnsan bazen derin sularda boğulmazdı, bazen bir kaşık suda bile çırpınırken, yorgun düşüp ölebilirdi. Sığ sular, sığ duygular… Hepimizin boğulduğu yerler oraydı.

Gizem keskin bakışlarla öylece baktı bana. Enerjisi kara bir bulut gibiydi. Odayı çevreleyen bu enerjiyi göremesem de, iliklerimde hissediyordum. “Ondan basit bir şekilde tabi ki öğrenebilirim. Zaten senden böyle bir şey istemeyeceğini de iyi biliyorum!” deyip bir omuzunu umursamaz bir şekilde kaldırıp indirdi.

Başı ile arkasını göstermek ister gibi işaret edip, “hadi gidiyoruz. Çık!” dediğinde, ayaklarım yaprak gibi esmeye başladı o anda.

Ölüm burada. Ensemde.

Kalbimin durmadan arka arkaya attığı her çırpınışın yarattığı o kısacık boşlukta.

Yeniden hissettim soğukluğunu, bu sefer kendimde. Sığ sularda boğul Nida, isminin anlamında yatan çığlığı kimse duyamayacak. Annen, baban bile duyamadı. Ama ölüyorum, duymaları lazım.

Öylece pencerenin önünde beklemeye devam ettim. Göz bebeklerim titriyordu. Parmak uçlarım, kalbim. Gizem hadi der gibi kaşlarını havaya kaldırıp alttan alttan yüzüme baktı. “Nereye gidiyoruz?” diye sordum titremeye yüz tutan sesimle. “Eğlenceye!” deyip at kuyruğu saçlarını kavrayıp ucuna kadar sürükledi elini. Yüzünde büyük bir sırıtışla.

Gelmek istemiyorum, anneme gitmek istiyorum. Sıcacık kucağına ama asla hissetmeme izin verilmeyen o yere. Ama biliyorum hâlâ sıcacıktır orası. Oraya yaslanıp, tüm bu yaşadıklarımı ağlarken silmek istiyordum aklımdan. Annem yardım ederdi bana, babamda.

“Geç kalacağız! Seni burada bekleyemem!” deyip arkasını dönerek kapıya yürüdü. Tekrar önünü bana çevirdiğinde, kapının kolundan tutmuş eliyle de dışarıyı gösteriyordu. Koridor yine boştu. Karanlık ve soğuk.

Derin bir yutkunuşun ardından, başım idam sephasına dayatılmış gibi kaderime razı geldim. Başka ne yapabilirdim ki, elimden bir şey gelmeden. Titreyen bacaklarıma hakim olup, adımlarımı ağır ağır çektim pencerenin önünden.

Odadan çıkmadan önce, yanına vardığım kadının gözlerinin içine son kez bakmak için bakışlarımı yüzüne kaldırdım. Dudaklarını ısırarak gözlerimin içine bakıyordu o da. Ama onun gözlerinin içi sinsilikle gülüyordu. Dudağımın bir kenarı, nefretle yukarı kalkarken, yüzüne tükürmemek için zor tuttum kendimi. Bir kadın olarak bu işleri yapıyordu. Katildi, adam öldürüyordu ve insanları kandırıyordu. Hangi insan bu kadar vicdansız olabilirdi!

Bilmiyorum! Bir şey bilmiyordum!

Bakışlarımı o kadından ayırıp odadan çıkarken, aniden kulaklarıma gelen bir gürültüyle, başımı omuzumun üzerinden odaya tekrardan çevirdim. Aynı ses bir kez daha kulaklarıma ulaştığında, üst kattan geldiğini anladım. Biri sanki, burada olduğunu belli etmek için zemine vurmuştu. Anlamayan bakışlarım Gizem’in üzerine döndürdüğümde, onun gözleri üzerimde olduğunu gördüm. Sese dönüp bakmamıştı. Fakat tek bir farklı mimik yoktu suratında. Duymamış gibi yüzüme bakıyordu.

Tekrar odaya çevirip bakmak isterken, kapıyı sert bir şekilde örtüp engelledi Gizem. “Yürü!” dedi kaşlarıyla ileri göstererek. Dudaklarımı üst üste bastırıp başımı tekrar önüme çevirdiğimde, aklım hâlâ üst kattan gelen sesteydi. Birkaç gündür gelmeyen o sesi, bir daha duymuştum. Onu oradan götürmemiş olabilirlerdi. İyi bir şeydi bu benim için.

Karanlık koridorun ortasından geçerken, arkamdaki cadının adım sesleri, kalbimin gürültüsüne karışırken, her odaya ait kapının yanına asılan aynalara gözlerimi iliştirmemeye çalışıyordum. Git gide incelen bedenime, moraran göz altlarıma ve solan yüzüme tahammül edecek kadar takatim yoktu. Yüzleşmedim, kendimle.

Aşağı inen merdivenlerin başına geldiğimde, ellerimi yumruk yaptım, bedenimi kollarımın arasında sıkıştırırken. Soyulan etlerim kıpkırmızı kesilmişti, sıcak avucumun içine temas edince sızlamaya başladı. Gözlerimi bu sefer, diğer kata çıkan merdivenleri buldu. Üst katımda bir misafir daha vardı. Varlığı oradaydı.

“İn!” diyen sıcak nefesini hissettim Gizem’in ensemde. Öyle bir ürpermiştim ki, irkilmemek için dişlerimi sıktım. Tırnaklarımı daha çok bastırdım bu sefer avuçlarıma, canım yansın diğer acılarımı bastırsın diye. Nafileydi!

Bakışlarımı üst kata çıkan merdivenlerden çektim, uyuşan tüm uzuvlarımı hareket ettirebilmek için gözlerimi kapadım. Şu anda aklımdan, üst katımda yaşayan varlığı aklımdan silmem gerekiyordu, çünkü gideceğimiz bir yer muammaydı ve bir daha ses çıkaran kişiyi duymamak gibi bir sorunla karşı karşıya gelebilirdim. Ölmek gibi!

Titreyen cılız bacaklarımdan ne kadar zorlansam da, arkamdaki kadının dediğini yapmak mecburiyetinde kalarak, merdivenin basamaklarını teker teker indim. “Nida’yı karşılayacak ev sahiplerimiz yok mu?” diyen Gizem, arkamdan çekilmiş, sırıtarak önüme geçip son basamağı zıplayarak inmişti.

Salonda kimseler yoktu, fakat Gizem’in sesini duyan içeriye doluşmaya başladı. Yemek yediğimiz yerdeki salondan çıkan; Arın, Artemis ve Dua’ydı. Çıkan bu üç kişiyi hızlıca baştan aşağı taradım, incelemek için. Artemis, diz kapakları yırtık bir pantolon ve yırtık yerlerinde gözüken fileli çorap giymişti. Pantolonun bel kısmından hafif gözüküyordu giydiği fileli çorap. Üzerinde ise siyah crop ve deri ceket vardı. Saçlarını ise ensesinden bir at kuyruğu yapmıştı.

Dua ise, kumaş pantolon ve kenarlarından çıkan beyaz bir gömlek giymişti. Burunlarında ise septumlar mevcuttu. Arın’da siyah kot pantolon, boğazına kadar sürgüsünü çektiği deri ceket vardı. Moralleri yerinde gibiydi üçünün de. Sanırım gideceğimiz o yer onları baya heveslendiriyor olmalıydı.

“Cesur nerde?” diye sordu Gizem, ellerini arkasından bağlamış, yalancı bir tebessümle odadan çıkan kişilerin yüzüne bakıyordu. “Eve geç geldi dün o.” Hemen kafamı diğer tarafa çevirdim. Gelen kişi ise kucağında kedisiyle Kaya’ydı. Tüm gözler, benimde dahil gelen kişinin üzerine sabitlenmişti. Onu da hemen inceledim bir çırpıda. Arın gibi giyinmişti o da. Bir fark yoktu.

“Bir daha sakın mutfağa hayvan sokmayın! Kaç kere diyeceğim bunu size?!” Arkasından öfke ile Nadia çıkmıştı, hafif sesini yükseltmiş bir şekilde. “Peder’in hayvanları giriyor ama!” diyen Kaya, dudağını üzülmüş gibi aşağı sarkıtmış, kedinin kafasını okşuyordu. “Kedime de hayvan demezsen sevinirim. Sonra üzülüyor kızım.”

“Peder, hayvanlarını senin gibi mutfağa sokmuyor!” diyen Nadia, üst üste bastırdığı dudaklarıyla öfkesine hakim oluyormuş gibiydi. Kaya’da onun tam tersi, sesi sakindi. Hatta bakışları ve mimiklerinin rahat tavrı, Nadia’yı daha fazla öfkeye sürüklüyordu.

Son basamağı inmemiştim. Şu anda onları izlemekle meşguldüm. En azından kazandırılan bu süre zarfında, kendime gelmeyi umut ediyordum. “Onu kısırlaştırmıştık demi biz?” diyen Arın’a bu sefer bakışlarım döndü. Ellerini kot pantolonun ceplerine sıkıştırmış, dudağının bir kenarı havada bir şekilde, bir kediye bir de Kaya’ya bakıyordu. “O geceden sonra kimseyi uyutmadığı için Peder’in ilk işi onu kısırlaştırmak oldu.” Yanında duran Artemis’te kollarını göğsünde birleştirmişti, cümlesini tamamladığında.

“Bir kedinin anne olmasını elinden aldık.” Diyen Dua, bir düzende kesilmeyen dağınık kaküllerinin altından kaşları çatık bir şekilde, kediye bakıyordu. Sesi bir robot gibi bir duygu yoktu. Üzülüyor mu, üzülmüyor mu anlayamadım.

“Kızımın yanında bunları konuşmazsanız sevinirim!” Kaya, yalancı sitemiyle bir eliyle kedinin kulağını kapatmaya çalıştı, ama başaramadı. Gözlerim Kaya’nın arkasında duran, ellerini kalçasının üzerinde birbirine kenetleyen Nadia’ya baktım. Boşluğa bakan gözleri sanki, bir basamak yukarda olan benim üzerimdeydi. Bu kadın görüyordu, başka açıklaması yok! Nasıl bu kadar denk getirebilirdi, olduğum yeri. Aklım almıyordu.

“Ne biliyorsun geç kaldığını?” diye sordu Gizem kaşlarını çatmış bir şekilde. Şimdi sesi gayet meraklı çıkıyordu. Kaya hemen işaret parmağını dudaklarının üzerine götürüp, karşısındaki kadına sus işareti yaptı. Kaşları hemen havaya kalkmış, Nadia’yı kastettiğini anladığım bir baş işaretiyle göstermişti onu. Gizem’inde bakışlarının endişeye büründüğünü gördüğümde, gözleri Nadia’ya sabitlenmişti. Niye böyle bir şey yaptığını anlamadığım sırada, Nadia arkasına bağladığı ellerini çözmüş bir adım merdivenlerin önüne doğru gelmişti. “Odaları ziyaret mi ediyorsun?” Nadia’nın sorusuyla, Kaya gözlerini kapadı yakalanmış gibi. “Birbirinizin odalarına ziyaret yok dediğini hatırlıyorum Peder’in!” soru değildi, aksine hatırlatmak istediği bir ikazdı.

Kaya tekrar gözlerini açıp derin bir nefes bıraktı burnundan. Bakışlarının odağındaki Gizem’den ayrılmamıştı. Gizem’de bir adım onlara doğru yaklaştı konuşmak için ama, Arın söze girmesiyle aralanan dudakları kapanmıştı. “Mutfakta karşılaştılar dün gece,” Nadia başını Arın’a çevirmedi. Sinirle çatılan kaşlarıyla, gözleri zeminin üzerinde, fakat kulağı ondaydı. “Su içmek için indiğimde gördüm ikisinin de konuşurken. Sıkıcı konuşmalarına daha fazla dayanamayıp yukarı çıktım.” Diyen Arın, umursamadığını belli eden bir omuz silkelemesi ile, Kaya’ya bakarak konuşmuştu.

Nadia, başını yukarı kaldırdı ve Kaya’ya baktı. Derin bir nefes aldığını, omuzlarının yükselişinden anladım Nadia’nın. Gizem’de gülümseyerek Arın’a bakıyordu, içtenlikle. Artemis’inde memnun olduğunu, yarım bir gülüşünde belli ediyordu. Dua yine ifadesizdi. Bu kız gülmüyor muydu hiç?

“Öyle olsun bakalım!” dedi Nadia, ikna olmuş gibi. Arın’ın yalan söyleyip söylemediğini anlayamadım. Ama Nadia, inanmış gibiydi. Çünkü sesi bu dediklerini kanıtlar nitelikteydi.

Fakat aklıma takılan nokta, odaları ziyaret etmelerinin yasak olmasıydı. Gerçekten böyle bir şeyi yasaklamaları akıl karı değildi. Sanırım birbirlerini öldürmelerinden korkuyordu Peder dedikleri ruh hastası. Yaparlardı, normal değillerdi bunlar.

Ki zaten bu konuşmaları, rahat rahat takılmaları, her yerde karşılaşacağım türden biri gibiydiler. Ama değillerdi. Belki milyondan bir ihtimal olan ve nedenini bile anlamadığım bir şekilde kaçırılmıştım. Ellerindeydim. Hiç suç işlememişler gibi, anormal şeyler yaşanıyordu.

Nadia başka bir şey söylemeden, geldiği yere tekrar gitmişti. Birkaç gün yalnız geçen günlerden sonra, yine onlarla karşı karşıyaydım. Bu aklıma gelince derin bir nefesin ardından tekrar yutkundum. Ama onlarda benim yüzüme bakmıyorlardı, alışmış gibi. Arada Arın’ın korkutucu bakışlarına saniyelik maruz kalıyordum ve gerçekten ondan beklediğim bir hareket değildi. Çok kısa gözlerimin içine bakıp çekiyorlardı her biri.

Cesur’da yoktu, Peder’de. Onları aradı gözüm ama hâlâ buraya uğramamışlardı. Belki de gelmeyeceklerdi. Sadece bu kişilerle, nereye gideceğimiz belli olmayan davetsiz misafirliğe gidecektik.

“Bir daha öyle bir şey yapma kardeşim.” Diyen Kaya’nın sesiyle düşüncelerim bir sis gibi dağıldı, tekrardan onlara odaklandım. “Anlasaydı, yine…” sesini alçaltarak konuşan Kaya’nın cümlesini Arın kesip, “biliyorum,” dediğinde, gözleri bana dönmüştü ama çok sürmeden tekrar Kaya’ya bakıp, kaşlarını havaya kaldırarak, “ama anlamadı!” dedi. Kaya’da baktı bana, ama yüzü düşmüştü. Başını sallayarak onu onayladı, gözlerini kucağındaki kediye indirirken.

Benim anlayamayacağım bir şekilde şifreli konuşuyorlardı. Zaten açık açık anlatsalar, yaşanan şeylerin tuhaflığı yüzünden bile anlayamazdım. Bunca zamandır yaşanan şeyler örneğiydi mesela.

Kısa süren bir sessizliğin sonunda Kaya, bunu yok etmişti. “Kızıl Gezegen, niye merak ediyorsun sen Cesur’u? Alışık değil misin gece saatlerde eve gelmesini?” diye sorup tek kaşını havaya kaldırmıştı.

Gizem dudaklarını büzdü ve sağ tarafına çevirdi. Kaya’nın az buçuk imalı sorusunun karşılık diğerlerinin tepkisine bakmak için onlara yönelttim bakışlarımı. Artemis, ellerini pantolonun arka ceplerine koymuş, Arın’da ayağının birini çapraz bir şekilde bağlayarak, omuzunu duvara yaslamıştı. Dua’da kumaş pantolonun yan ceplerine ellerini koymuştu. Tiner çekmiş gibi bir hali vardı, diğerlerine göre. Ya da fazla halsizdi.

“Bu evdeyken, geceleri çıkmadığımızı biliyorsun!” dedi Gizem ve Kaya gibi o da tek kaşını havaya kaldırmıştı. “Tabi önemli bir şey yoksa.” Dediğinde, at kuyruğu yaptı saçlarını bir omuzuna dökmüştü. Kaya’nın gözlerinin saçlarına baktığını gördüm. “Bazılarımız için geçerli değil ama o…” diyen Kaya, bakışlarını tekrar Gizem’e kaldırmış ifadesi donuklaşmıştı. “Alışman lazımdı!”

Daha neler öğrenecektim acaba. Lütfen, lütfen insanın aklı hayaline sığmayacak bu şeylerden daha fazla öğrenmeyeyim. Bu evdeyken, geceleri dışarı çıkmamakta ne oluyordu? Sanırım o odadayken, pencereden izlediğim o süre zarfında, onları göremememin sebebi bu olmalıydı. Geceleri dışarı çıkmak yoktu!

“Bence gitsek iyi olur artık!” Dua’nın sesiyle ona döndüm. Durgun, mavi gözleri yüzümdeydi. Hem de göz kırpmadan. Mavi gözleri korkutucu derece boş bakıyordu. İnsanı ürpertecek derecede hem de. “Ellerim kaşınıyor çünkü!” dediğinde, Arın kıkırdadı. “Az kaldı, ellerinin kaşıntısını geçireceğim!” dedi, Arın itici sırıtışıyla.

Bu insan artıklarına soramazdım nereye gideceğimizi. Yalnızken belki ama asla toplu bir şekilde soramazdım. Dua’nın renk vermeyen sesinden anlamamıştım. Arın’da imalı imalı gülüp, dişlerini sıktırsa da, hâlâ şüpheliydi nereye gideceğimiz.

Düşüncelerim anlık olarak, merdivenlerden duyulan adım sesiyle kaybolmuştu. Merdivenin tırabzanına doğru biraz kayıp, gelen adım sesinin kime ait olduğuna bakmak için gözlerimi omuzumun üzerinden arkama çevirdim. Bir kişiye ait değildi bakışlarım karşıladığında onları. Gelen kişiler; Peder ve Cesur’du.

Yine aksayarak gelen Peder, avucunu bastonun yuvarlak başını sımsıkı tutarken, Cesur’da onun koluna girmiş inmesine yardımcı oluyordu. Ama bu beş günün sonunda, katran karası gözleri yine solmuş yeşil gözlerimin üzerindeydi. Yüreğim acı bir sızıyla titrerken, elim isteğim dışında merdivenin tırabzanını kavradı.

Unutmamıştı bedenim beni yakan katran karası gözleri. Yine yakmaya başlamıştı aynı yerinden. Zoruma gidiyordu ailemi kandırması, onları benden mahrum bırakması. Perişan haldedirler. Ama elimden gelen hiçbir şey yoktu.

İnene kadar gözlerimi, gözlerinden çekmedim. Belki beni yakan cümlelerimi duymaya bilirdi. Ama gözlerim, nefretimi kusan en büyük yardımcı. Ki bunu çok net bir şekilde belli ettiğime emindim, hem de fazlasıyla. Ama etkilenmiş gözükmüyordu, hatta dudağının bir kenarı yüzüme bakarken kandırmacadan ibaret olacak bir şekilde yukarı kıvrılmıştı. Seni o gülüşünde yakardım elbet!

İkisi de son merdivene geldiklerinde, Cesur, Peder’in kolundan çıkmış onu son basamağın üzerinde ve yanımda bırakarak, aşağı inmişti. Gözlerim Cesur’un eline taktığı siyah eldivenlere kaydı. Peder’de aynı şekilde eldiven takmıştı. Fakat Peder’in elinde başka bir şey daha vardı. Parmaklarının arasında tuttuğu şey kırmızı renkte bir çiçekti.

Hemen kaşlarım çatılmış bir şekilde, Pederin yanında dikilen Cesur’a kaydı. Ama onunda gözleri çiçeğin üzerindeydi. Sanırım o da yeni görmüş olacak ki kaşları, anlamadığını belirten bir şekilde çatılmıştı. Grubun içinde birinin genzini temizlediğini duydum. Başımı çevirdim sesin geldiği yöne. Dudaklarının üzerine yumruk yaparak kapatan Arın, yanına indirirken, dudaklarını, gülmesini bastırmak adına dişlerinin arasına almıştı.

Hepsine baktığımda ise, tepki vermeden çiçeğe bakıyorlardı. Tekrar, yanımda tebessüm eden adama çevirdim. Kırmızı çiçeği bana uzattı. Terleyen avuç içimi hemen bacaklarıma yasladım, sakin olmak için. Şu anda bu adamla aramızda pek mesafe yoktu. Önümde sağımda solumda, birer katil sürüsü vardı.

“Kırmızı örümcek zambağı.” Dedi, tebessümü yüzünde daha çok yayıldı. Gerçek bir gülüş değildi bu, zorakiydi. Tekrar çiçeğe baktım. İlk defa bu isimle ve böyle bir çiçek görüyordum. Tekrar almam için uzattı ortamızdan çiçeği. Bana vermek istiyordu, fakat neden verdiğini anlayamamıştım. “Bugün gideceğiniz yer için vermek istedim!” dediğinde, boğazıma dizildi nefesim. Öylece yüzüne bakakaldım. Nereye gittiğimi bilmediğim bir yer için, bana çiçek veriyordu. Hangi bir olayı anlayacağıma şaşırmıştım.

“Peder,” diyen Cesur’un bakışları Peder’in üzerindeydi. Ama Peder, bir merdiven yukarda olmasına rağmen aynı hizadaydılar Cesurla. Hatta ondan uzun bile sayılırdı. Peder, başını hafif omuzuna eğdi ve Cesur’a baktı. “Onu vermene gerek yoktu!” dedi Cesur.

“Bazen hayatlarımızı bir şeyler simgeler, evladım. Öyle olması için büyük arayışlara gireriz, bizi tamamlasın, ömür boyunca sürsün diye. Tüm insan bir nevi kendisini bir şeyler simgelesin diye yaşar. Niye peki?” Peder’in gülerek bir şeyler anlatmasından hiçbir çıkarımda bulunamamıştım ama son sorusuyla birlikte bakışlarını karşısındaki kişilerin yüzüne kaldırıp gezdirdi. “Çünkü o zaman yaşarsın, yaşadığını anlarsın. Ya da simgelediğin şey ile bir şeyler anlatmaya çalışırsın!” dedi ve yüzüme bakıp tekrar çiçeği bana uzattı.

Tüm yutkunuşlarım birer dağ olup göğüs kafesimi ezerken, gözlerim bana uzatılan çiçeğin üzerindeydi. “Al Nida.” Dedi. Simgelediğin şey ile bir şeyler anlatırsın! Buradaki çiçek, bir simge miydi? Bana bir şeyler anlatmaya mı çalışıyordu? Siktir! Adamlar, böyle konuşa konuşa beni delirteceklerdi.

Çiçeği bana vermekten vazgeçmeyecekti. Ama ben de bir anlam yüklemek istemedim bu çiçeğe. Fakat buradan kurtulduğumda, bu insanların hapse girdikleri gün, , tek tek bunlardan gönderecektim, bu çiçeklerden onlara. Ama sabır etmem lazımdı ve ölmemem gerekiyordu.

Yanıma saldığım elimin birini havaya kaldırdım. Ama öyle sıkıyordum ki kendimi, parmaklarım titreyip, görmesinler diye, canım yanıyordu. İsmini ve şeklini daha yeni öğrendiğim , kırmızı örümcek zambağını, ortamızda çok fazla beklemeden aldım. Çiçeği aldığımda, tekrar konuştu Peder.

“Yaşayacağın şeyler için üzgünüm, kızım!” dedi ve titreyen göz bebeklerimi yüzüne kaldırdım saniyesinde, duyduğum son kelime yüzünden. Dudaklarımı üst üste bastırdım. Dilimin ucu yandı; kusamadığım, öfkem yüzünden, nefretim yüzünden. Bana asla kızım diyemezdi. Onun çirkin ağzına, kötülükler saçan ağzına yakışmıyordu o kelime.

Neler yaşayacağımı bilmiyordum ama o son kelimeyi asla bana söyleyemezdi. Avuçlarım içinde un ufak edecek bir şekilde sıktırdım çiçeği. Sinirim, tüm uzuvlarımdan akıyordu.

“Hadi gidelim o zaman!” diyen Artemis'le gözlerimi kapadım.

“Gerçek eğlence şimdi başlıyor!” dedi Gizem’de neşeli bir sesle.

“Cilveli kızım hadi sen de odaya!” dedi Kaya ve Peder ve benim ortamdan kediyi merdivenlere bıraktı. Kedi de onu anlamış gibi yavaş yavaş yukarı çıktı.

“Araba ile mi gideceğiz?” diye soru soran Dua’nın sesiyle birlikte, gözlerimi Cesur’a çevirdim. Kalbim, tutuşturulan birer alev gibi dalga dalgaydı göğüs kafesimde. Şimdi öfke geri çekildi, yerini ise korkmuş bir kadına döndürdü. Bir şeyler yine yaşanacaktı. Lehime olsun diye umut ettim. Gözlerim de bunu yansıtarak Cesur’un katran karası gözlerinin içine baktım. Ama o da sessizdi. Şimdi ise dudağının kenarı kıvrılmamıştı. Bakıyordu öylece yüzüme.

“Ben motorla arkanızdan geleceğim!” Dua’yı cevaplayan Arın oldu.

Cesur’dan çektim gözlerimi ve konuşan gruba baktım. Hepsi siyah eldivenlerini takıyordu. İlk gün ki gibi. Yakalandığım zamandaki gibi. Korku parmaklarını sardı boğazımın etrafına, nefesimi kesti. Kaya, merdivenin arkasına doğru geçti. Diğerleri de onu takip ettiğinde, anlayamayarak Cesur’a baktım. “Gidiyoruz!” dedi tok bir sesle. Başı ile yere inmemi işaret etti. Son basamaktan da inerken, gözlerinden çekmedim gözlerimi. Onunkilerde, merdivenin yanına geçen grubun üzerineydi.

Bende onlara önümü döndüm, Cesur’u arkamda bırakırken. Bel boşluğumda, hafif dokunuşunu hissettiğim anda, ense kökümde yer alan tüm tüylerin havaya dikeldiğini hissettim. Öyle büyük bir dalga geçti ki üzerimden, tüm bedenim irkilecekti az kalsın.

Onun dokunuşundan kurtulmak için adımlarımı tırabzanın diğer tarafına attığımda, merdivenin altındaki duvarla bir olmuş kapının varlığını, Kaya’nın onu açmasıyla fark ettim. Siktir! Burada başka bir çıkış daha vardı. Anahtar falan göremiyordum fakat öyle kamufle olmuştu ki, bakan kişi asla burada bir kapı olduğunu varsayamazdı.

“Şimdi sıra gözlerin bağlanmasında!” diyen Cesur’un sesiyle içimden büyük bir kahretsin çektim. Yine aynı şeyi yaşıyorduk. Vazgeçirmek dahi içimden gelmedi, çünkü yorulan ben olacaktım. Hiçbir şey demeden merdivenin altında açılan karanlık odaya bakarken, gözlerimin üzerine bez parçasını yerleştirmeye başlamıştı Cesur arkamdan.

“Alice harikalar diyarına gitmeye hazır olun!” Gülerek cümlesini söyleyen Kaya ile birlikte, etrafım karanlığa çoktan hapsolurken, elimdeki, kırmızı örümcek zambak çiçeğini daha sıkı kavradım.

 

 

 

Gözlerim bağlı bir şekilde, bel boşluğumda hissedilen elin sahibiyle birlikte; karanlık, nereden, nasıl gittiğimizi bilmediğim bir yerlerden geçiyorduk. Rutubet ya da tanımlayacağım herhangi bir koku burnuma gelmemişti. Öyle ki yön duygum, yanımdaki adamların vicdanları kadar olduğu için, yani sıfır. Bu yüzden bu yeri konumlandıramıyordum.

Sağa dönüyorduk, sola dönüyorduk, bazen düz yürüyorduk, fakat manyak gibi evin altına yerleştirilen bu geçitte, çok fazla zaman harcamamıştık. Beş dakikadan az bir süre sürmüştü, soğuk havayı yüzümde hissetmem. Ten ürperten, buz gibi rüzgar ulaştığında, saçlarımı geriye doğru savurmuştu. Dişlerimi sıktım, bir anda soğuk havaya geçtiğimiz için. Dışardaydık artık.

Evin altında bir labirent vardı. Dışarıya çıkaran. Gerçekten bunu yapmışlardı. Gidene kadar da tek bir kelime dahi edilmemişti grubun içinde. Bu sessizlikleri, canımı daha çok sıkıyordu.

Bel boşluğumdaki elin sahibi; Cesur, parmaklarını oraya daha çok bastırdığında, elimdeki çiçeğe daha çok sarıldım. Omuzlarımı içeriye doğru gerdim, stresten. “Bekle!” dedi sıcak nefesini kulağımın arkasında hissettiğimde. Bir kapı açıldı, araba kapısıydı bu.

Soğuk içime dolmaya başladı ağırdan. Üzerimde ince bir body vardı çünkü. Giymesem bile olurdu hatta. “Motorla gidiyorum ben önden!” diyen Arın’ın sesiyle, onu görebilecekmişim gibi, sesinin geldiği yöne kafama çevirdim. “Kimse bir yere gitmiyor, hepimiz aynı anda çıkacağız buradan!” dedi Cesur. Çevreye yayılan motor sesiyle birlikte, Arın’ın çalıştırdığını anladım. Tekrardan Cesur’un tok sesi duyuldu. “Herkes binsin arabaya.”

O anda omuzlarımın üzerine bırakılan şeyle, irkilerek geri çekilmiştim. Dudaklarımın arasında da bu irkilmemi karşılayacak bir ses çıkmıştı. “Titriyorsun!” dedi Cesur. Ellerim hızlıca, omuzlarımın üzerine bırakılan şeye dokundu. Bu bir ceketti. Uçlarını kavradığım sırada, gerçekten titrediğimi fark ettim. Öylek i, dişlerim bile acımıştı, birbirine vurduğum için. “Çiçeği burada atabilirsin istersen!” dediğinde, ceketin uçlarını tutmama rağmen, onu bırakmadığımı fark ettim.

“Sizden hatıra kalsın!” dedim iğrenerek. Kaçacağımı varsayıyordum. Bir gün, mezarlarının bile üstüne atardım kim bilir. Ama Peder’in akıl karıştırıcı cümleleri, soru işaretleri bırakmıştı bende. Gerçekten neyi simgeliyor olabilirdi. Ama başka bir soru sormak istedim. Çok sorum vardı ama önceliğim, ikinci gece evde uyuduğum sırada ayak ucumda oturan karanlık siliüet kimdi. Ayak tabanıma bir şeyler sürdüğüne emindim. Çünkü uyandığımda yaraların acısı hafiflemişti.

“İkinci gece odaya gelen kimdi?” gözlerim kapalıydı ama yüzüme çarpan nefesini, sağ tarafımdan hissedebiliyordum. Yanağıma vuruyordu direkt. “Kimse odana gelmedi. Nöbet-” dediğinde, cümlesini tamamlamadı ve sadece yutkunduğunu işittim. Ama son kelimesi yarıda kalsa da anlamıştım.

Nöbet mi tutmuştu?

Sallıyordu şu an. Aklımla oynayamazdı. Biri odamda vardı, gelmişti. “Uyandığımda yaralarım azalmıştı. Hatta acımıyordu. Biri ayak tabanıma krem sürmüştü.” Dedim burnumdan dışarı nefes verirken. “Sanırım gelen kişi izin vermeyeceğini biliyordu. Bu yolu seçmiş olmalı.” Dediğinde, burnundan gülme sesine benzer bir ses çıkardığını işittim. Salak herif! Dalga geçiyordu.

Anlık ortamızdan geçen büyük bir motor sesiyle, başım etrafta yankı yapmasına neden olan sesi takip etti. “Bir yere gitmemiz lazım, çabuk olun!” Arın’ın öfkeli sesiyle birlikte, Cesur’un omuzlarıma bıraktığı ceketin uçlarını, elimdeki çiçekle beraber sıkıca tutup, bel boşluğuma yerleştirilen dokunuşun sayesinde adımlarımı ilerlettim.

Bir yere götürülüyordum. Oranın adı, davetsiz misafirlikti. Elimde kırmızı örümcek zambağı çiçeği vardı ve ben başıma geçirilen urganlara razı geldim. Buradan evime götürmelerini, istedikleri para ise, fazlasıyla almalarından yanaydım. Ama gittiğim yer ev değildi, daha kötü bir yerdi. Belki de öldürüleceğim bir yerdi.

Arabaya bindiğimizde, artık yolun altımızda kaymak gibi aktığını hissediyordum. Siteden mi çıktık ya da farklı bir yol mu kullandık bilmiyordum. Sadece bekliyordum, bilinmezlikle beraber. Biraz daha gözleri kapalı oturduğumda, ensemde hissettiğim varlıkla kafamı yan çevirdim. Gözlerimin üzerindeki, bez parçası dizlerimin üzerine düştüğünde, yanımda oturan Cesur, kolunu arkamdan çekmiş, diz kapaklarının üzerine koymuştu.

Birkaç kez kırpıştırdım, gözlerim ortama alışsın diye. Kapının yanına öyle tünemiştim ki, kuş kadar kalmıştım. Arabayı kullanan kişi, Artemis’ti, hemen yanında ise Dua vardı. Arkalarında, yani tam karşımda oturan kişilerle arasında, büyük bir pencere vardı.

Karşımdaki kişilerde, bir dizinde bilgisayar olan kişi Kaya ve yanında oturan ise Gizem’di. İki ayağını da, Kaya’nın boşta kalan dizine koymuş, elinin biriyle de, Kaya’nın saçlarıyla oynuyordu. “Saçların uzamış sanki.” Diyen Gizem, parmaklarını saçlarının arasına daldırmış, geriye doğru yatırıyordu. “Bir ara kesersin Kızıl Gezegen.” Deyip sırttı Kaya. “Odama beklerim o zaman.” dediğinde Gizem, göz ucuyla Cesur’a baktı. Kaya’nın sırıtışı çapkın bir şekilde daha çok yayıldı yüzünde. “Diğer evde yanında bil o zaman.” deyip oyalandığı bilgisayardan başını kaldırıp, Gizem’e göz kırptı.

Arkalarında kalan pencereye gözlerimi diktiğimde, Artemis ile dikiz aynasına göz göze geldik. Yerimde kıpırdanıp Cesur’a baktım. Bacaklarını iki yöne doğru hafifçe aralamış, deri eldivenli ellerini de dizlerinin üzerine bastırmıştı. Dudakları düz çizgi halinde, sadece karşısındaki pencereden yolu izliyordu. Gizem ve Kaya’ya asla bakmıyordu.

“Ne kadar kaldı Kaya?” diyen Artemis’in sorusu ile, Kaya önündeki bilgisayara bakışlarını indirdi. “Bir saatten fazla. Ama bu hızla çabuk varırız.” Gideceğimiz yer o bilgisayarda görünüyor olmalıydı. Elimdeki çiçeğe indirdim gözlerimi. Kırmızı ve bir şeyleri simgelediğine emin olduğum bir çiçek. Ama neyi. Peder neyi kastetmişti. Bilmece sorsa, daha hızlı bilirdim.

“Sikeyim ya!” Dua’nın homurdanışı kulaklarıma takıldığında kafamı yukarı kaldırdım. Karşımda oturan Gizem ve Kaya’ya baktığımda hepsi camdan dışarıyı izliyorlardı. Hatta Dua ve Artemis’te. Hemen bende gözlerimi yanımdaki cama çevirdim. Gördüklerim ile dilimi yutacak kıvama gelmiştim.

Sokaklar yine insan kaynıyordu. Duvarlar yazılarla dolu. Ellerde pankartlar, yüzlerde maskeler. Araba kalabalığın içine girdikçe, maskeli kişiler arabaya yaklaşıp, değişik hareketler yapıyorlardı. Gördüklerim bir joker filminden fırlama gibiydi. Aynı yazılar, aynı sesler yükseliyordu o eve geçerken, gördüklerim gibi. Ama artmıştı, daha fazlası sokaklara dökülmüştü.

“Etkimizin bu kadar büyük olacağını tahmin etmemiştim!” gülerek söyleyen Artemis’in cümlesi ile yüzümü saniyesinde onlardan iğrenen bir ifadeye girmişti. Yaptıklarından gurur duyuyorlardı. Akıl almazdı bunların hiçbiri.

Polisler bariyerlerle, coplarla müdahale etse de, çoğalarak geri dönüyor gibiydiler. Kavga edenler, nefret söylemleri, ne ararsak vardı içlerinde. Karşıt olan kişilerin maskelerinde ise kanlar akıyordu. Küfürler başını almış gidiyordu.

“Allah’tan gideceğimiz yer, şehrin dışında!” diyen Kaya’ya baktım. Alttan alttan bana bakıyordu o da. Dilini ise dudaklarının üzerinde gezdiriyordu, sinsilikle. “Daha hızlı sür Artemis!” Cesur’un kalın sesiyle ona döndüm. Onun da bakışları şu anda Kaya’nın üzerindeydi. Yumuşak değildi, sertti bakışları. Kaşlarını çatmasa da, göz bebekleri bunu gösteriyordu. Göz ucuyla bana bakıp tekrar yola odaklandı.

Kuruyan dudaklarımı ıslattım ve derin bir nefesin sonunda sert bir şekilde yutkundum. Avuç içimdeki çiçekler, tedirgin olan ellerim içinde terden sırılsıklam olmuşlardı.

“Arın geliyor mu?” diye soran Artemis’in sorusuna ben dahil Dua’da ona dönmüştü. “Dikiz aynasından bakıyorum ama göremedim!” dedi. “Geliyor geliyor. Arada kontrol ediyorum onu ben.” Diyerek cevaplayan Kaya oldu.

O bir buçuk saatlik yol, bir çırpıda bitmişti. Kalabalık, izdiham yaratacak olan o yerden uzaklaşmış, herkesin sus pus olduğu bir semte gelmiştik. Caddenin her bir başına dizilmiş olan sokak lambaları, evlerden yansıyan ışıklara karışmış, yolların aydınlatılmasına yardımcı oluyordu.

Araba durmuştu. Her birine gözlerimi gezdirdiğimde, omuzlarını dikleştirmiş, yüzlerinde ise tek bir tedirginlik olmadığını görüyordum. “Yap şovunu!” diyen Cesur’un lafının sonuyla, arabanın yanında bir motor durdu. Gelen kişi kaskını çıkarmasa da Arın olduğunu anladım. Arın uzandı kapıyı açtı. Biraz kenara çekildim hemen. Kaya elindeki bilgisayarla aşağı indiğinde, yan yana dizilmiş evlere baktım.

Şehrin gürültüsünden uzakta, civarda fazla evler olmayan, bahçesi olan evlerdi. Ama fazlasıyla tanıdıktı sokakları, evlerin yapıları. Fakat daha önce geldiğimi hatırlamıyordum buraya. Bilmiyorum başka yerde bile görmüş olabilirdim bu yerleri.

“Kameralar beş dakika içinde aktif olacak. O sırada kapı otomatikman kendini kilitleyecek. Kaya, omuzunun üzerinden arabanın içindekilere baktığında, Dua ön kapıyı açıp çıkmıştı. Elinde siyah, hayvan figürlü maskeyle. O anda yumruk yedi, göğüs kafesim. Nefesim kesildi. Ben donmuş gözlerle elindekine bakarken, sesi kulağımda uğultu yapmaya başlayan Kaya konuşmaya devam etti. “Ama merak etmeyin biz oraya varmadan şifresi kırılacak!” deyip göz kırptı.

Arka tarafımdan açılan kapı sesiyle, enseme kadar soğuk hava hücum etti. ama dönüp bakmadım. Çünkü anlamıştım Cesur’un oradan indiğini. Çok geçmeden, arabayı kullanan Artemis’te inmişti. Ve onda da aynı maskeden vardı. Sikeyim ne oluyor!

Gözlerim yanmaya başladığında, arabanın önüne gelen Cesur’a kaldırdım bakışlarımı. Fakat uzun sürmedi bakmamam, çünkü bacaklarımın üstünde hissettiğim varlıkla, bakışlarımı hızlıca kucağıma indirdim. Sadece gözleri açıkta bırakacak, metal renginde ve hayvan figürlü bir maske duruyordu dizlerimin üzerinde. “Lazım olacak!” diyen Gizem’in alaycı tınısıyla, titreyen göz bebeklerimi, sırıtarak yüzüme bakan kadına baktım.

Öylece havada, yanımda kaldı ellerim. Dokunamadım maskeye. Ne atabildim, ne alabildim. Öylece kaldı dizlerimin üzerinde. Bacaklarım, bütün insanlığın çığlığıyla, günahıyla büküldü maske yüzünden. Ama ben hareket edemedim, bağıramadım.

Ben Gizem’in yüzüne bakarken, “onun takmasına gerek yok!” diyen Cesur’un tok sesiyle, dizlerimin üzerindeki ağırlığın yok olduğunu hissettim ve çok geçmeden maskeyi arabanın içine fırlattı. Tam önümde duruyordu, soğuk hava az da olsa çarpmıyordu, uyuşan yüzüme. Onun bedeni sayesinde.

Gizem’in burnundan sert bir nefes verdiğini işittim. Çok geçmeden, Cesur’un çıktığı kapıdan çıkıp, kollarını göğsünde bağlayarak arabanın önüne gelmişti. “Yüzünü saklaması lazım!” diyen Artemis, Cesur’un yanına gelmiş, yüzüne bakarak fısıldamıştı. Elimde tuttuğum çiçekle, dizlerimin üzerine baskı yaparken, korku dolan bakışlarım ikisinin arasında mekik dokudu.

“O maskeyi takmasına gerek yok!” dediğinde, gözleri zeminin üzerine sabitlenmişti. Ne Artemis’e bakıyordu, ne de bana. “Ben takıyorum ama!” dediğinde, Artemis’in yutkunduğunu hissettim. Cesur, bakışlarını saniyesinde yüzüne tırmandırdı yanındaki kıza. Bir duygu geçişi vardı sanki ikisinin gözlerinde ama karanlık belli ettirmedi, ne kadar doğru gördüğümü. “Sen bilirsin.” Dedi Artemis ve son kez yüzüme bakıp Cesur’un yanından uzaklaştı.

“İn hadi!” dedi Cesur, gözlerini yüzümden kaçırırken. “Nereye geldik?” diye sordum dudaklarımı üst üste bastırırken. Boğazım, yuttuğum hıçkırıklar yüzünden acımaya başlamıştı. Katran karası gözlerini sonunda gözlerimin içine sabitledi. Yine konuşmadı.

Derin bir nefes aldım, geri bırakırken kesik kesikti. “Cesur,” dedim ve acıyla yutkundum. Adını telaffuz ettim. Dilimi yaktı ismi, canımı yaktı. Onunda çok kısa, gözlerinin titrediğini gördüm ama öyle kısacıktı, göz yanılması sandım. “Yanlış yapıyorsunuz! Yaptıklarınız doğru değil!” diye fısıldadım diğerleri duymaması için. “Lütfen bırakın gideyim işler daha fazla kötüleşmeden. Annem, babam…” gözlerimi yumdum, son iki kelimeyi söylerken. Nasıl olduklarını ona sorabilirdim ama sormadım.

“İşler çoktan kötüleşti Nida! Ama sadece senin için.” Dediğinde, kalbimi saran tüm kemikler, art arda kırıldığını hissettim sanki. Öyle sert bir şekilde söyledi ki bu cümleleri, sesi kırdı parçaladı tüm kemiklerimi. Bir şey diyemedim. “İn!” dedi tekrardan. Koluma sardı parmaklarını, düşmemi ister gibi arabadan çıkardığında, direnemedim. Ama güçlü parmaklarını düşmeme izin vermedi, daha sıkı kavradı kolumu.

Grup tam karşımda, sırtları bana dönüktü, yanımda sadece Cesur vardı. Arın sonunda kafasına taktığı kaskı çıkarmış, birkaç gün içinde uzamış olan saçlarını parmaklarıyla geriye doğru yatırıyordu. Dua, elindeki maskeyi dizlerine ağır ağır vurup evleri seyrediyordu. Gizem’in bakışları, bilgisayarda bir şeylerle uğraşan Kaya’nın üzerinde, arada yanımda duran Cesur’a bakıyordu. Artemis’te bir ayağının ucuyla zeminde ritim tutuyordu.

“Farecik niye maske takmamış?” diye soran Arın, motorunun üstünde hâlâ saçlarını geriye doğru yatırmakla meşguldü, bu sefer diğer elini de saçlarının arasına katmıştı. Kısa bir aradan sonra, yine benimle iletişime geçmişti ama yüzüme bakmadı. “Gerek yoktu!” diyen Artemis hemen araya girip, Arın ile göz göze gelmişti.

“Hazırlanın!” dedi Kaya ve o anda bilgisayardan bakışlarını kaldırdığında, etrafımızdaki tüm evlerin ışıkları, sokakların başlarına dizilen sokak lambaların ışıkları anında kapanıp, karanlığa gömdü bizi. Bir adım korkarak arabaya yaklaştım. Ne olduğunu anlayamadığım bir durumun tedirginliği, daha sıkı kavradı bileklerimi.

Çok sürmeden, sokak lambaları en baştan başlayıp teker teker yanmaya başladı ve tam üstümüzde duran sokak lambası da yandığında, cadde yeniden ışığa kavuştu. Ne dönüyor burada!

“Gidin!” dedi Cesur ve yan tarafıma döndüğümde, beyaz bir maske yüzünde olduğunu gördüm. İlk gün karşıma çıktığı gibi. İlk dolandırıcı öğrendiğim gün gibi ve ilk katil olduğunu öğrendiğim gün gibi. Tek fark, benim yerde sürünerek ondan kaçmam değil, yanında durmamdı.

Diğerlerine baktım.

Gizem maskesini yüzüne taktı!

Artemis maskesini yüzüne taktı!

Dua maskesini yüzüne taktı!

Arın maskesini yüzüne taktı!

Ve Kaya’da yüzüne maskesini taktığında, caddenin sonuna doğru yürümeye başladılar. Sokak, ayak sesleriyle yankılanırken, bir çığlık yüreğimin üzerinden, göğüs kafesimin içine doğru koptu. Parçaladı, ama adım seslerini bastıramadı o çığlık. Daha da arttı, sadece benim kulaklarım çınladı.

Onları takip ettim. Arkamda Cesur ile. Bir evin önünde durduk. Işıkları yanmıyordu. Yanlarındaki evlerinde ışığı yanmıyordu. Kaya elindeki bilgisayarla, bakışlarını omuzunun üzerinden bana döndürdü. “Şovumu beğendin mi?” diye mırıldandı. Sesi samimi çıkıyordu. “Işıkları ben söndürdüm!” dediğinde elindeki bilgisayara baktım.

Tüm ışıkları o mu söndürmüştü?

Önünü tekrar kapıya çevirdi. “Girebilirsiniz, kapının kilidi kırıldı!” dediğinde kızlar onlardan önce girdi. Ama benim dikkatimi çeken şey, evin duvarına montelenmiş, küçük sepette Peder’in bana verdiği kırmızı örümcek zambakları ile dolu olmasıydı. Hemen gözlerimi elime indirdim. Taze çiçekler, elimde solmuşlardı.

Ellerim titrediğinde, sepetin yanında dikilen Arın dikkatimi çekti ve ona baktım. Burnunun ucunda, o çiçeklerden vardı. Yüzündeki sadist gülüşle, çiçeği burnunun ucunda sağa sola sallıyordu. Bakışları arkama kaydığında, Cesur’a baktığını anladım. Çiçeği daha fazla elinde bekletmeden evin bir köşesine attı. Sonra o da Kaya’nın arkasından içeri girdi.

Ben de içerdeydim. Yukarı çıkan bir merdiven vardı ve sağım da asansör. İçerisi karanlıktı ama seçilebiliyordu, neyin nerede olduğu . Diğerleri hızlıca merdivenleri kullandılar. Adımlarım yukarı çıkmakta itiraz etmeden, onları takip etti.

Bir koku! Bir koku sarmıştı, her basamakta yukarı çıktığımda. Tanıdık ama bir o kadar da uzak! Derin bir nefes çektiğimde, burnumun direğini sızlatan bu tanıdık koku beni rahatlatmıştı. Koku daha da derinleşti her yerde. Bir kapının önünde durduğumuzda, koku burada daha yoğundu.

“işlerimi artık telefonda göreceğim. Bilgisayar taşımaktan kollarım koptu!” Kaya’nın serzenişleri fısıltı eşliğinde kulağıma geldi. Ama koku beni dalıp götürmüştü, bir yerlere. “Aç kapıyı!” diyen Arın Kaya’ya söylediğinde, kapı yavaşça aralandı. “Ev sahipleri duymuş olmalı sesimizi!” güldüğünde Kaya, kapıyı açan kadın, karşısında gördüğü maskeli kişiler yüzünden kapıyı hızlıca örtmeye başladı.

Kadının yüzünü göremedim önümü kapatan kişiler yüzünden. Ama sesi çok tanıdıktı. “Çok ayıp. İnsan misafirlerini böyle mi ağırlar?!” diyen Artemis’in sesine karşılık, Arın kapının kapanmaması için ayağını araya koymuştu. “Ayağım içerde kalacak!” dedi yalancı bir acıyla ve Dua kapıya sert bir tekme geçirdi. Kapı içeriye doğru açıldığında, kadın arkası dönük bir şekilde içeriye koştu.

İçeriye doluştular. Elim ayağım boşaldı. Hissedemiyordum hiçbir şeyi. İğne batırsalar, bedenim acımazdı. Kadının sesi odaları inletiyordu. “Murat!” diye bağırdı. Saat kaçtı ki? Ne zamandır yoldaydık, buraya ne zaman vardık, bilmiyordum.

İçeriye doluştu maskeli kişiler. Hayır yüzlerini tek tek biliyordum. “Sadece adamı!” diye bağırdı arkamdan Cesur, ama onlar korkutucu gülüşlerini atıyorlardı, korku çığlıkların aralarına. İçeriye adımları attığımda, omuzumun gerisinden Cesur’a baktım. Kapıyı kilitledi, anahtarı da cebine attı ve beni holde yalnız başıma bıraktı.

Diğerleri, kadınla beraber bir odaya girmişlerdi. Elimdeki çiçeğe baktım. Kadının ve yabancı bir sesin gürültülü çığlıklar atmalarına izin vermeyen maskeli kişiler, onlara bağırıyordu.

Sus diyorlardı, öldürürüm sizi diyordu. Eşyaların yerlere dökülme sesini işitiyordum. Neşeli bir şarkı mırıldanması geliyordu birinden. Sesler onlara aitti. Ama kulaklarım, kalbimin sesi yüzünden suyun dibine batıyormuşum gibi boğuk boğuk geliyordu.

İlerledim seslere doğru. Ayaklarım itaat etmiyordu bana. Herkesin içerde olduğu odanın önüne geldiğimde, hâlâ bakamamıştım onlara. Elimi duvara yasladım destek almak için. Bacaklarımdaki kan çekilmiş, taşıyamıyorlardı beni. Bayılabilirdim! Hayır, bayılmayacaktım!

Başımı yavaşça duvarın kenarından içeri uzattığımda, bir adamın koltuğun üstünde, sırtını geriye doğru yaslamış, korkuyla ellerini havaya kaldırarak, önünü kaplayan katillere bakıyordu. Gözlerim o an kocaman açıldığında, duvarı tutan elim daha sıkı kavradı. Ayağımın altındaki zemin yok olmuş gibi, boşluğa saldı beni.

O adam, o adam yabancı bir adam değildi. Ailemin ortak arkadaşlarından Murat amcaydı. O gün Cesur ile olan ortaklık kutlamasında eşiyle birlikte o da gelmişti. Gözlerim hemen duvarın diğer dibine çökmüş kadını buldu. Nursel teyze. Başını ellerinin ortasına almış, durduramadığı göz yaşları yüzünden sessizce ağlıyordu.

Niye buraya gelmişti bu katiller, niye beni de yanlarında getirmişlerdi. Hayır hayır, hiçbir şey anlamlı gelmiyordu. O anda, Arın belinden bir silah çıkarıp Murat amcaya doğrulttuğunda, hayır diye bağırarak odanın içine girmiş, elimi dudaklarımın üzerine kapatmıştım.

O adan Murat amca silahtan çok beni gördüğü için şaşırmıştı. “Nida!” dedi titreyen ve şaşırmış bir sesle Nursel teyze. “Lütfen,” dedim ağlayarak. “Lütfen zarar vermeyin onlara!” etrafıma bakındım, göz yaşları içinde. İnsafa gelmelerini istedim.

Dua masanın üzerine oturmuş ayaklarını sallandırıyordu. Artemis, Murat amcaya silah doğrultan Arın’ın kolunun arkasında, ona bakıyordu. Gizem, evin içindeki eşyaları inceleyip, daha sonra yere düşmelerine izin vererek gülüyordu, yalancı bir özürle de Nursel teyzeye bakıyordu. Kaya’da hâlâ bilgisayarına bakıyordu.

Gözlerime bakan sadece Cesur’du. Diğerleri umursamıyordu bile. “Onu getirmek bir hata demiştim size!” diye bağırdı Cesur, bana bakarak. “Niye?” diye sordu Gizem ve bir süs eşyası daha yere düşürüp kırılmasına neden olurken, “bunları yaşayacak kadar küçük değil!” dediğinde, silahı doğrultan Arın’ın elinin titrediğini, daha sıkı kavradığını fark ettim.

“Nida,” yutkunarak, gözlerini kendisine silah doğrultan adamdan çekmiş bana baktı Murat amca. “Ailen seni her yerde arıyor! Bulacaklar kızım seni. Merak etme!” dediğinde, iki yanağımdan da göz yaşı süzüldü. Yutkunamadım. Nefes bilece alamayacak kadar burnum tıkanmıştı. Titriyordu Murat amca ama sesini buna rağmen güçlü tutmaya çalışıyordu.

“Bizi niye bulmalarına izin vermedin ha o zaman it herif?!” diyen Arın, silahın namlusunu Murat amcanın alnına dayadı. O an bir çığlık daha atıp, “yapma!” diye bağırdım. “Lütfen yapma!” gözlerim, göz yaşlarım yüzünden bulanıklaştı. Her nefes alışımda hıçkırıklarım, bir çığ gibi dudaklarımdan yere döküldü.

Maskenin altındaki, göz bebekleri elektrik akımına uğramış gibi titriyordu Arın’ın. Murat amcada ellerini koltuğun kenarlarına yaslamış, parmak boğumları kırmızıya dönmüştü. “Yalvarırım yapmayın!” diyen Nursel teyze, ağlayarak duvardan sürüp kalkmaya çalıştı. Dua ona yakın olan masada oturduğu için ayağını öne doğru uzatıp, “hayır, hayır. Kalkmak yok, matmazel!” dediğinde, gözlerini bana çevirdi Nursel teyze.

“Anne!”

Arkamdan gelen sese dönmeden önce, Artemis’in Arın’ın silah tutan kolunu aşağı indirerek gizlediğini gördüm. Döndüğümde ise manzara buradan bile beterdi. İki küçük kız çocuğu el ele tutuşarak, salonun eşik kısmından bana bakıyorlardı. “Baba!” dedi bu sefer diğer kız çocuğu. İçim yandı. “Çocuklarım!” diyen Nursel teyzenin çığlıyla, Dua masanın üzerinden aşağı zıplamış, omuzlarından tutarak yere çömelmesini sağlamıştı. “Susmazsan onları da-” dedi ama tamamlamadı sonunu. Nursel teyze, bir şey yapamamanın çaresizliğiyle çöktü yerine.

Kız çocukları, içeriye bakmaya çalıştılar eşik kısımdan. Ama annelerini göremezlerdi. Babalarının önünde de ben ve Arın vardık. Nursel teyze ve Murat amcanın yıllar boyunca, tedavi görerek çocuk sahibi olmak için çabaladıklarını hatırlıyorum. Bu çocuklarda, dokuz, on yaşlarında olabilirlerdi.

“Arın,” dedi Cesur, çocuklardan bakışlarını çekerek. Maskeden dolayı sesi boğuk çıkıyordu, Murat amcaların anlayacağını sanmıyordum. “Çocuklar burada! Gidelim!” dedi. Çocuklarından haberlerinin olmadığını düşündüm ama yanılıyor da olabilirdim.

“Biz çocuk değil miydik Cesur ha? Bize acıdılar mı?” diyen Arın’ın ilk defa sesinin titrediğini duydum. Acı çekiyordu, ağlamak üzereydi. “Bize kimse acımadı Cesur!” dedi ve tekte kalan elini yüzüne çıkarıp maskesini indirdi. O an Murat amcanın kaşlarının çatıldığını gördüm.

“Yap şunu!” dedi Artemis, sesinde hiç tereddüt olmadan. O da maskesini çıkardı. Daha sonra bana doğru gelip omuzuma hafif kolunu sürüdüğünde, yüzüme bakmadan, kız çocuklarına doğru ilerledi. Arkamı döndüm bende ne yaptığını anlamak için. Kız çocuklarının elinden tutup, Cesur’a baktı. “Her şey olması gerektiği gibi!” dedi ve kız çocukları kapının önünden çekti.

“Nereye götürüyorsun onları?” diye bağırdım ve peşinden gittiğim sırada, Nursel teyzenin de feryat ederek çığlıklar attığını gördüm. Murat amcada ayaklanmaya çalıştı.

Çocukları öldürecek kadar vicdansız mıydı bunlar?

Artemis’in peşinde gittim hızlıca, “size masal anlatmamı ister misiniz?” kız çocukları başlarını salladı. “Odanıza götürün beni o zaman bakalım.” Diye içtenlikle gülüp bana baktı. “Onlara da mı zarar vereceksiniz ha?” diye yükseldim.

Artemis, kızların onları götürdüğü odanın önüne vardığında, onları içeriye soktu. Çıkmadan önce kapının üzerindeki anahtarı alıp, “siz yataklarınıza geçin, döneceğim!” dediğinde, kızların üzerine kapıyı örttü ve iki kere anahtarı çevirip kilitledi.

Bağırmak, çağırmak için dudaklarımı araladım ama kulaklarımı dolduran bir patlama ile yerimden sıçardım. İkincisi patlamada arkasından geldiğinde, “Murat amca, Nursel teyze!” diye mırıldandım. “Üzgünüm Nida!” dediğini işittim Artemis’in. Ama sendeleyen ayaklarımla, salona doğru koştuğumda, Murat amcanın alnında açılan kırmızı bir delikten yüzüne doğru kanlar aktığını gördüm.

Elimdeki kırmızı örümcek zambağı ayaklarımın dibine düştü. Nursel teyzeye çevirdim bakışlarımı. Arkasındaki duvar kırmızıya bürünmüştü. Göz kapaklarım ağır ağır kapanıyor, ağır ağır açılıyordu. Zaman durdu. Kalbimin sesi, odayı inletti. Kulaklarım battı. Her yer kırmızı, her yer sessizliğe büründü.

İki kişiyi öldürdüler. Tanıdıklarımı. Benden olan kişileri.

Arın’ın bana doğru yaklaştığını bulanıklaşan gözlerimden bile anladım. “Elindeki çiçeğin anlamını biliyor musun farecik?” diye sordu pürüzlü bir sesle. Dizlerim taşıyamadı, diz kapaklarımın üzerine düştüm. Çiçek bacaklarımın ortasında kalmıştı. “Ölüm demek. Ölümün habercisi demek! Ve bugün tanıdığın birileri öldü!” deyip, önümden çekildi.

Hepsinin çıktığını işittim. Bakışlarım gözleri açık olan Murat amcanın üzerindeydi. Tek bir nefes vardı, benimkine karışan: Cesur! Diz kapaklarını yere dayayıp önüme çöktü. Artık Murat amcayı göremiyordum. Yanımdaki duvarın dibinde yatan Nursel teyzeye çevirmek istedim ama çenemde hissettiğim parmaklarıyla, oraya bakmama izin vermedi.

Gözlerinin içine baktım. Öylece. Donuk bir şekilde. İfadesizce. “Özür dilerim Nida!” dedi ve yanağından bir yaş çenesine doğru ilerledi. Ağlıyordu! Benim gibi! Ama ölümü yaşayan bendim. Ölümü yaşatan onlardı!

Parmaklarının varlığı çenemdeydi. Süzülen o tek göz yaşına baktım. Kan kokusu genzimi yaktığında, Cesur’un bağrına doğru düşmeye engel olamadım. Gözlerim, karanlığa gömüldü. Kollarını ise bedenimin etrafına sardığını hissettim.

 

 

 

 

 

Loading...
0%