@kadrisyazar_
|
Hatalarım ve yanlışlarım var ise lütfen belirtmekten çekinmeyin. Bu hataları bende görüp, yanlışlarımı düzeltme fırsatı buluyorum :) Keyifli okumalar :)
MASKENİN ARDINDAKİLER
22.BÖLÜM
VEDA ET
Akşam olup gün batınca, dağlara hüzün çökünce, lale sümbül boynunu eğip kurt kuzuya kem bakınca köye döner Nazo gelin. İki parmağının arasında tuttuğu sigarasını dudaklarına götürürken, kulaklıktan gelen şarkıyla gözlerini kapamış, kibrit kutusu kadar büyüklükteki odanın içinde sağa sola doğru usulca hareket ettiriyordu bedenini. Yavru ceylan gibi kaçar, seke seke çaydan geçer, Nazo gelin ayağına takar hal hal. Kirpikleri usulca, gözlerinin üzerine kapanmışken, parmaklarının arasında bitmek üzere olan sigarayı bırakmamış, derince dumanından bir yudum çekip şarkının onu alıp götürmesine izin vermişti. Barış Manço’nun sesi, ruhunun, adeta durgun suyun üzerinde dalgalanmasına neden oluyordu. Mavi suların üzerinde süzülüyor, kendisini ordan oraya atıyordu. Dudakları da şarkıya eşlik etmişti. Kimseyi düşünmüyor, bir şey hissetmiyor sadece anın büyüsüne kendisi bırakıvermişti. Belki de öyle olduğunu sanıyordu. Şarkılar, zihnini kapatmasına yardımcı olan tek şeydi. Düşünme, şarkıyı aç! Zihnini kapat! Belinden düşmek üzere olan eşofmanın lastiğine astığı mp3 çalarının sesini fulleyerek, omuzlarıyla birlikte kafasını da şarkıya uyumla sallamaya başladı. Şarkının notaları kulaklarında çınladıkça, kalbi genişleyip daralıyor, küçücük oda deniz kenarına açılıyor sanıyordu. Çıplak ayakları, ıslak ve sıcak kumların arasına daldırmış gibi tüm bedenine yayılıyordu, hissettikleri. Deniz, kum ve şarkılar! Tek hissettiği bunlardı. Perdesini kapattığı tek pencerenin arasından sızan hafif rüzgar, yarı çıplak bıraktığı üst bedenine çarpıyor, daha iyi hissetmesini sağlıyordu. Denizden gelen hafif rüzgar sanıyordu onu. Bir bakışı canlar yakar, gülüşüne cihan değer, Nazo gelin ayağına takar hal hal. Bu sefer kendi etrafında dönmeye başladığında, sigaradan bir duman daha çekip dudaklarından uzaklaştırarak, iki parmağının arasında tutmaya devam etti. Bu sefer iki kolunu da havaya kaldırıp dans ederken, çektiği dumanı dudaklarının arasından serbest bıraktı. Ruhunu dinlendirdiği tek şey işlediği cinayetler değildi, masum şarkılarda vardı! Belki de şarkılar, ruhunda cinayet işliyordu! Böyle olması onun için sevindirici bir durumdu. Ruhu şarkılarla ölsün ve bir daha da dirilmesin istiyordu. Ayakları git gide şarkıya uyum sağlarken, odanın içinde duran birkaç boş içki şişesinin devrilmesine neden oldu. Şişeler zemine düşüp tek kişilik, karanlık odanın diğer tarafına yuvarlanırken, şişelerden çıkan sesi duymadı. Duysa bile umursamazdı. Fakat çıplak ayaklarına çarpan şişeler yüzünden gözlerini açmak zorunda kalmıştı. Şimdi; deniz ve kum gitmişti. Karanlık, boğucu ve kasvetli bir odanın ortasında bulmuştu kendisini. Sigara dumanı ile yıkanmış, zifiri karanlıkta ruhunu sıkıştıran dar bir oda. Ama şarkı vardı, elinden gitmeyen tek şey şarkılarıydı. Bir şişenin kırılıp zemine, parçalarının dağıldığını gördü. Şişenin dibinde kalmış olan sıvının ise, zemine dökülmüş, oradan da parmak uçlarına doğru hareket ettiğini gördü. Yerinden kıpırdamadı. Gözleri, yılan gibi kıvrılan sıvının üzerindeydi. Parmak uçlarını birkaç kez hareket ettirdi sadece. Dökülen içki sıvısı, tam ayaklarının ucunda durdu. Barış Manço şarkısını söylemeye devam ederken, zemine devrilmiş diğer boş içkilerine gözleri ilişti. Parmaklarının ucunda yanmaya devam eden sigarasından yükselen gri duman, gözlerinin kısılmasına neden oldu. Birbirine girmiş, birçok resim ve yazılıp çizilmiş olan kağıtların olduğu masanın üzerindeki telefonu çaldı. Ama duymadı. Telefon titreyerek, masanın üzerinde hareket etti ama onun gözleri boş içki şişelerindeydi. Bir gün dışarı çıkıp yine bunlardan alması gerektiğini düşündü. Son bir tane kaldığını hatırladı ama ondan bile emin değildi. Sonuncusunu bile bir saat önce içmiş olmalıydı. Boş midesi, sadece onlarla doluydu. Eğilip yerdeki boş şişelerden birini aldı. Şişenin dibini görmek için gözlerinin hizasına kaldırıp salladı. İçinde hâlâ biraz kalmış olan içkiyi gördü. Birkaç kez daha şişeyi sallayıp, sıvının şişenin kenarlarına çarpmasına neden oldu. Kafasını geriye doğru atıp gözlerini kapayarak, şişeyi dudaklarına götürdü. İki yudum geldi ya da gelmedi, sadece dudaklarının kuruluğunu geçmesine yardımcı oldu. Kaşlarını çatıp, yüzünü buruşturdu bu duruma morali bozularak. “Siktir!” dedi homurdanarak. Masanın üzerinde duran telefonu bir kez daha çaldı. Fakat yine duymadı. Boş içki şişesini tekrar zemine bıraktı. Geri doğrulurken, Barış Manço’nun şarkının sonlara geldiğini anladı. Şarkının bitmesine izin vermeden, mp3 çaların düğmesine geri basarak, bu kaçıncı kez bilmiyordu ve yine şarkıyı başa alarak son ses kulaklıktan dinlemeye devam etti. Ucunda külü uzadıkça uzayan sigaradan bir yudum daha içine çekti. Sigarayla beraber, kolunu da yanına saldı. Bu gece yine dışarı çıkıp bir şeyler alması gerektiğini düşündü. Tek tükettiği şey, sigara ve içkilerdi. Yine düşünmeye başladığını fark ettiğinde, kendini tekrardan şarkıya vermek için gözlerini kapadı. Sadece şarkıyı düşünecekti, sadece şarkıyı hissedecekti. Başka bir şeyi değil, sadece şarkıyı. Başka şeyler düşündüğü için kendine öfkelenmişti. Kibrit kutusundan hallice olan odanın içinde, tekrardan şarkıya eşlik etmeye başladı. Kül tablasına onuncu sigarasını basmak üzere olan ve hepsinin dumanı, karanlık odanın dört bir yanına salınmıştı. Odanın bir köşesinde, üzerinde yığınca kıyafetlerin durduğu bir sandalye vardı. Ne zaman yıkandıklarını bile kestiremiyordu. Artık temiz kıyafet bulmak bile git gide zorlaşıyordu. Birkaç gün sonra ilk işi, yine onu arayıp başının çaresine bakabileceği makul miktarda bir fiyat istemek olacaktı. Eskilerini yıkamak zorunda olmadığı, yenilerini alabileceği bir para isteyecekti ve tabii ki de dolabı dolduracak yiyecekler. Telefon yine hiddetle çalınmaya başladı. Titredi, masanın üzerindeki resimlerden birinin zemine düşmesine neden oldu. Odanın içinde tek penceresi olan ve onunda durmadan perdeleri kapalı olduğu için gündüz mü gece mi olduğunu fark edemiyordu. Birkaç tane evin önünden geçen arabaların ışığından başka, odaya ışık vurmuyordu. Belki de böyle öleceğini düşünüyordu. Ayakları şarkıya eşlik ede ede pencereye doğru ilerledi. Ne zaman açtığını hatırlamadığı pencerenin minik aralığından, kendisine uğrayan tek şey ılık havaydı. Sigarasından son dumanını da içine çektiğinde, perdenin tamamını açmadan, iki parmağıyla tutup dışarıyı görebileceği küçük bir alan yarattı. Yerde uzanmış iki kişinin baygın bedenleriyle karşılaştı. Etrafları ise boş içki şişeleriyle doluydu. Kendisi gibi! Ama onları bu hale getiren onlar değil, başka şeylerdi. Evinin önünde durmadan, içtikleri o şeyler yüzünden kavga ettiklerine şahit oluyordu. Sesleri gelse de, bir kez bile perdeyi açıp bakmamıştı. Sokağın başında, cızırtılı bir şekilde birkaç saniye sönüp tekrardan yanmaya devam eden sokak lambası yine aynı şekilde günlük rutinini tekrarladı. Gözleri bu sefer baygın yatan kişilerin arkalarını yasladıkları duvara kaydı. Bir yazı silinip, diğeri yazılmıştı. Nefret edenler ve sevgi duyanların hepsi, duvara bir şeyler karalamıştı. Ve tabii ki de birkaç yeri silinmek için boyansa da, devamı getiremeden vazgeçtikleri kocaman maske resmide vardı. Siyah, gözleri belli olacak bir şekilde boyanmış hayvan figüründeki bir maskeydi. Tüm sokaklar, tüm duvarlar, bu maskelerle ve onlarla ilgili yazılmış yazılarla doluydu. Üzerine kenarlarından akmasına neden olan kırmızı boyalardan çarpılar atılmıştı. Ölmesini, bulunmasını isteyenler kadar, onları seven, destekleyen ve sahip çıkanlarda mevcuttu. Birkaç dakika, sanki duvarın üzerindeki boyanmış maske de onu izliyormuş gibi gözlerini oradan çekmedi. Mp3 çalardaki şarkı durduğunda, masanın üzerinde titreyen telefonla tüm dikkati oraya yoğunlaştı. Mp3 çaların düğmesine basıp başka şarkıya geçmesini engelleyerek, hızla adımlarını masaya doğru attı. Bu saatte kimin arayacağını bilmeden, kaşlarını çattı. Seri adımlarla masaya doğru yürüdü. Çalan telefonu eline alır almaz, bilinmeyen numara yazısı ile karşılaştı. Bir bilinmeyen numara vardı ve onunda kim olduğunu biliyordu. Dudaklarında yarım bir gülüş oluştuğunda, çatık kaşlarının yerini rahatlama aldı. Telefon çalmayı durdurdu. Son aramalara girip kaç kez aradığına baktı. Bu son aramasıyla elli dört cevapsız çağrı olduğunu ve yirmi mesajın üst üste geldiğini gördü. Mesajların hepsi de tatlı dille atılmış mesajlar olmadığı aşikardı. Bu kadar mesaj ve cevapsız çağrıyla hiçbir zaman karşılaşmadığı için dudaklarını, anlamadığını belirten bir şekil almasına izin verdi. İşi düşmedikçe aramaz, kendisi bile arasa, bir gün sonra cevap verdiğini bilirdi. Bu durumda bir gariplik olduğunu ve konunun ciddi olduğunu gördü. Telefonu tekrardan masanın üzerine bıraktı. Kendisi değil, yine onun aramasını bekleyecekti. Bu sefer masanın önünden ayrılmadı. Gözleri, masanın üzerinde bulunan resimlere, kağıtlara ilişti. Uzun süredir bulmak için uğraştığı, bir araya getirerek ip uçları aradığı belgelerdi. Son aylarda gazetelerin ön sayfalarında yer alınmasına neden olan genç iş adamı ve asistanıyla ilgili haberlerle ilgiliydi masanın üzerindekiler. Genç iş adamı Cesur Aslankara’nın bu yaşta bu kadar işlere imza atması, tüm iş sahiplerinin de gözdesi olma yolunda ilerliyor. Uzun uzun, haber yapılan iş adamı olarak anılan adama baktı. Aklını kurcalayan binlerce soru, zihinde sıraya diziliyordu. Tabii genç olunca, işleri kadar aşk hayatı da dikkatleri üzerine çekilmesine neden oldu. Genç iş adamının asistanı Gizem Hanım’a gözler kaydı bu sefer. İkili hakkında aşk sorusu sorulunca, sadece susmayı tercih ediyorlar. Yazıyı okudu. Bu sefer tebessüm ederek, gülen kızıl saçlı kadının yüzüne kaydı bakışları. Anlamadığı bir duygu seline kapıldı. Uzun süredir bunları inceliyor, onlar hakkında yanılmamak için durmadan araştırma yapıyordu. Onlar hakkında, ne kadar inceleme yaparsa, içindeki garip duygulara hakim olamıyordu. Genç iş adamı, imzaladığı ortaklığıyla halkın yoğun tepkisini üzerine topluyor. Daha yeni imzaladığı ortaklığının şerefine verdiği kutlamada yaşanan cinayet, birkaç ad karalamanın eşiğine gelmesine neden oldu. Fakat yaptığı açıklama bu karamaların durulmasına yardımcı oldu. Bu sefer sokakları ve ülkenin genelini ele geçiren bir diğer haberleri görmek için elleriyle altta kalan resimleri görmek için üstekilerini yan tarafa doğru itekledi. Maskenin Ardındakiler. Tek bir maske resmi vardı haber kanallarında. Onlar hakkında ne bir video ne de resim bulabilmişti. Polisler daha fazla kargaşa olmaması için saklıyordu ama insanları durdurmak epey zorlaşmıştı. Hele ki sosyal medyanın bu denli hayatımızda etkili olması, haberlerin kısa sürede tüm herkese yayılıyordu. Bu yüzden taktıkları maske, herkeste bir simge haline gelmiş, tüm herkes tarafından kullanılarak suçlar işlenmeye başlanmıştı. Kafası daha çok karıştı. Şakaklarında ağrı yapacak kadar hem de. Uzun süre araştırdığı sadece bu iki konuydu. Allak bullak olmuştu zihni ama yine de berrak kalması için çabalıyordu. Polisler medyaya yayılması için gizli tutsa da işlenmiş birkaç cinayete ulaşabilmişti. İşte o cinayetler, kafasındaki Maskenin Ardındakiler hakkındaki soru işaretini temize çıkarıyordu. İçindeki kıpırtıya hakim olamadı. Dudağının bir kenarında yarım bir gülüş oluştu. Belki de, dedi kendi kendine. Yaşıyorlardı! Emindi zaten yaşadıklarına. Gözleri kapanmadan, yere serilmeden gördüğü bakışlar, hala taptaze bir şekilde yerine koruyordu. Burnunu çekip ellerini masanın kenarlarına yaslayarak hafif eğildi. Sırtından çıkan omuriliğini hissedebiliyordu. Elini arkasına uzatsa, ceviz büyüklüğündeki çıkık kemikleri hissedebilecek kadar belirgindi derisinin altında. Yeniden diğer resimleri elinin altına getirdi. O ikisinin fotoğraflarını. Genç iş adamı ve asistanını. Onlar hakkında yığınca fotoğraf kaynıyordu masanın üstü. Gözleri, o fotoğraftan diğerine atlıyor, hissettikleri kalbinde bir yığın alev topuna çeviriyordu. Hayır, dedi kendi kendine. Aptal değildi, görebiliyordu. Onlarla uzun uzun vakit geçirecek kadar zamanı olmuştu. Hepsinin gözlerinin içine derin derin bakmıştı. Ya da öyle düşünmesine neden olacak çok şey yaşamıştı. Gerçeklik ve hayal arasındaki ince çizgi de sıkışmıştı. Yanılıyor muydu? Hayır! Yanılmadığına emindi! Onlar olduğunu biliyordu. Bakışlarındaki değişmeyen ifade, hep oradaydı, görebiliyordu. Fotoğrafta da bile olsa, hissediyordu. Burnunu tekrar çekip doğrulurken, iki parmağının arasındaki sigaradan son dumanını çekip, yan tarafındaki kül tablasının içine bastırdı. Sigaranın ucundan söndüğüne dair cızırtılı bir ses çıkarınca, elini oradan çekip, masanın üzerindeki ağzı açık ve içinden birkaç dalının dağıldığı sigara paketine uzandı. Dağılmış sigaralardan birini tekrardan alıp dudaklarına yerleştirdi. Bu sefer kül tablasının yanındaki siyah zippoyu alarak, sigaranın ucunu ateşledi. Büyük bir duman ciğerlerine doğru çekerken, rahatlamış bir biçimde kafasını geriye doğru atarak dudaklarını usulca aralayıp gri dumanın boşluğa doğru süzülmesine izin verdi. “Çok iyi anasını satayım!” dedi mayhoş bir tavırla. Sigaralar ve şarkılar! Ruhunda cinayet işlemesine izin vereceği tek ikili! Belki de o! Pozisyonu düzeltmeden, mp3 çaların düğmesine alışık olduğu parmağı tekrardan şarkıyı açmak için usulca uzandı. Basar basmaz, kulaklığında Barış Manço’dan başka bir şarkı daha yankılandı. Melodiyle, kirpikleri gözlerinin üzerinden ayrıldı. Bakışlarını ilk tavan karşıladı. Düğmeye bastığı parmağı yavaşça mp3 çaların üzerinden ayrılıp, bir ağırlık yaparak kolu yanına düştü. Bedeni kaskatı kesildi. Silmiş olduğunu düşünmüştü bu şarkıyı. Ama silmemişti. Sildiğini hatırlıyor muydu ki? Barış Manço şarkıya giriş yaptı. Gözlerini kapatmamak için direndi. Kaç yıl oldu saymadım, köyden göçeli, mevsimler geldi geçti görüşmeyeli. Hiç haber göndermedin o günden beri, yoksa bana küstün mü unuttun mu beni? Ensesine yatırdığı başını tekrar öne doğru getirdi. Ama bu sefer de omuzları aşağı düşmüştü. Sırtında binlerce ağırlığında yük varmış gibi eğildi. Gözlerini kapatmamıştı fakat onların dolmasını engelleyememişti. Dün yine seni andım gözlerim doldu, o tatlı günlerimiz bir anı oldu. Ayrılık geldi başa katlanmak gerek, seni çok çok özledim arkadaşım eşek. Şarkıyı durdurmak, hemen mp3 çalarından silmek istedi ama yapmadı, yapamadı! Şarkı alıp götürmüştü onu. Şimdi ruhunu öldürüyordu. Düşünüyordu. Kafasını meşgul eden düşünceler, anılar bir muhafız gibi ele geçirmişti. Bir silah olsaydı diye düşündü. Vardı bir silah, tam masanın yanındaki çekmecenin içinde. Beynini şu anda, ele geçiren anılardan kurtulmak için patlatabilirdi. Başkalarını öldüren silah ile kendisini de öldürebilirdi. Ama buz tuttu, hareket edemedi uzuvları. Derisinin altında binlerce karıncalanma hissi vardı. Arkadaşım eş arkadaşım şek arkadaşım eşek. Dudaklarının istemeden şarkıya eşlik ettiğini hissetti. Şarkının kelimelerine yavaş ve tek tek eşlik ediyordu. Kulaklık olmasına rağmen, kendi sesini duyabildi. Mırıltılı bir şekilde söylediğine yemin edebilirdi ama yine de duymuştu. Şarkı ruhunu parçalarken, bakışları tekrar masanın üzerindekilerine indi. Her bir resim, her ayrıntısıyla oradaydı. Genç iş adamı ve asistanı! Kırmızı kalemle, yüzlerini yuvarlak içine almış, tüm resimlerin üzerine soru işaretleri çizmişti. Şarkının başka bir nakarata geçtiğini anladı. Telefon çaldı. Duymadı. Gözleri fotoğrafların üzerindeydi. Biliyordu, emindi! Onlardı! Bir anda kaşları öfke ile alnının üzerine yığıldı. Dudakları düz bir çizgi haline alırken, ağzının içine dökülme raddesine gelecek kadar dişlerini sıktırdı. Yaşananlar bir toz buluta dönüşerek, kalbini tarumar etti. Büyük bir çığlık dudaklarından firar ederken, ucu yanan sigarayı odanın bir köşesine fırlattı. Çalmaya devam eden şarkıyı susturmak için kulaklığı hızla kulaklarından çıkarıp, parmaklarına dolayarak kabloyu iki ortaya parçalayacak bir şekilde, kopardı. Şarkılarda sussun istiyordu. Zihninde çalan çanları bile susturamıyordu onlarda. Hayır, şarkılar sadece kötü anıları hatırlatırdı. Susturamazdı! Kopardığı kulaklığı da odanın bir tarafına atarken, burnundan soluduğu nefesle bedenini öne doğru eğip, ellerini tekrardan masanın kenarlarına yasladı. Çıplak göğsü inip kalkıyor, aldığı nefesler kaburgalarını kırıp döküyordu. Nefreti onlaraydı! Kini onlaraydı! Alttan bakışlarını ağır bir yavaşlıkla yukarıya doğru kaldırıp tam karşısındaki duvara astığı şapkaya iliştirdi. Telefonu bir kez daha çaldığında, bakışları hala şapkanın üzerindeydi. Ekrana bakmadı. Telefonu kulağına götürdü. Sesi duyuldu karşı tarafın. Dudaklarını üst üste bastırarak derin bir nefes çekti burnundan. “Maskot!” dedi. Dudaklarını yaladı. Bu ismi seviyordu. İmzasıydı. İlerde duyulacak tek isimdi. Maskenin Ardındakileri bile gölgede bırakacak isimdi bu. “Bir iş vereceğim sana!” dedi telefonun ucundaki ses. Telefon kulağındayken doğruldu. Omuzlarını içe doğru gömerek gerdi. Burnunu çekip, karşı tarafın konuşmasını bekledi. Ufak tefek işlerini yapar, sonunda ise parasını alarak, evine dönerdi. Onlar hakkında çıkan dedikoduları temizlemeye ve çok fazla ileriye giden kişileri susturmak için görevler verirdi. Yine aynı işlerden olduğunu düşündü fakat sesi bu sefer tuhaf geldiğini anlamıştı. Gergin ve ağlamış olduğunu sezdi. “Kızım,” dedi titrek bir sesle. “Onu bulmanı istiyorum!” Kaşlarını çattı. Bir kızı olduğunu biliyordu. Şimdi onun bulunmasını istemesi, başına bir iş geldiğini düşünmesine neden oldu. “Maskot, eğer onu bulursan, istediğini yapmakta özgürsün.” Durdu telefonun ucundaki ses. “Seni elimden serbest bırakacağım!” dedi. Gözlerini çok kısa açıp kapadı. Sesli bir yutkunuş ikinci bir ses yarattı kulaklarında. Uzun süredir onun elinde olduğunu bilmesi, deldi geçti ruhunu. Elinden kaçamazdı, kurtulamazdı. Kurt’tu o. Kurt’un dişlerinin arasındaydı. Oradan kaçmak, ölümünü getireceğini iyi biliyordu. Gözleri tekrardan duvara asılan şapkaya ilişti. Renkli, uzun kuyruğu olan ve ucunda ise kırmızı bir top yerleştirilmiş şapkaya. Maskot yeni bir kılığa girecekti. Maskot bu sefer kendisini eğlendirecekti. Kısa bir sessizlik oldu ikisinin arasında. Ama hattın diğer ucundaki kadının yutkunuşlarını ve kesik kesik hırıltılı nefesini duyabiliyordu. Ağlıyor muydu? Değişmiş olabileceğini düşündü! Kızı için ağlardı! Kimse için ağlamazdı fakat kendi canı yandı mı insanın, kimseyi görmezdi. Diğerlerinin acısını bile umursamazdı. Ne olduğunu, başına neler geldiğini sorma gereğinde bile bulunmadı. Bir iş yapmasını istiyordu ondan ve yapacaktı. Öğrenilmiş bir çaresizlikti onun ki. İp boğazındaydı fakat ipin diğer ucu kadının elinde değildi ama yine de kaçmaya cesareti yoktu. Böyle hissettiği için tüm nefretini kendi içine kusuyordu. Kendisinin de artık değiştiğini söylüyordu ama yalanlardan ibaret olduğunu gayet iyi biliyordu. Kandırmanın bir çaresi yoktu! “Maskot orada mısın?” diyen sesini duyması ile birlikte, sesindeki o otoriteyi yeniden hissetmiş gibi, başını olumlu anlamda salladı. Görmeyeceğini biliyordu, böyle yapmasa bile ona kızamayacaktı ama yine de yapmıştı. Durduramamıştı kendisini. “Kızımı bulmak için elinden geleni yap! Bende senin istediğini yapayım!” dedi telefonun ucundaki titrek ses. Sesi titriyordu. İlk defa! Burnunu tekrar çekip paketin içinden masaya dağılmış olan sigaralardan birini tekrar alıp yaktı. Derin bir duman içine çekti. “Maskot,” dedi dumanı geri üflerken. “Bu sefer, kendisini eğlendirecek!” deyip dudakları şeytani bir gülüşle şahlandı. Elinin birini, tek gözünün üzerine kapadı. Usulca fakat sert bir şekilde parmaklarını oraya bastırarak yüzüne doğru kaydırdı. Geçmiş ama hâlâ orada olan yara izinin sert yapısı parmaklarına değdi. Acı oradaydı, acı her yerindeydi ve acıyı onlar başlatmıştı. Onu geri de bırakarak!
****
“Peder!” dedi Cesur, titrek bir sesle. Gözyaşları, boğazını düğüm düğüm etmiş, bir sel gibi yanaklarından dökülüyordu. Gözyaşları yüzünden buğulanan gözleri, bir kollarının arasında çırpınarak boğulan Artemis’e indiriyor, çukurlarına dolan yaşlarla bir daha Peder’e yalvararak bakışlarını kaldırıyordu. Arın dizlerinin üzerine çökmüş, heykelden farksız bir şekilde ellerini bacaklarının üzerine yaslayarak sadece titreyen Artemis’e bakıyordu. Hareket edemiyordu. Kirpikleri tek bir saniye gözlerinin üzerine değmiyordu. Kaskatı kesilmiş, bir şey demeden sadece izliyordu. Nida’nın cam parçası sapladığı elinin acısı bile yoktu. Çünkü, daha büyük bir acı almıştı yerini. Elinin üstünden durmadan kan akıyor, giydiği pantolonu hep kan lekesiyle dolup taşıyordu. Kaya, sıraladığı küfürlerle parmaklarını saçlarının arasına daldırmış, odanın ortasında bir ileri bir geri gidiyor, saçlarını çekiştirerek, öfkesini kendisinden çıkarmaya çalışıyordu. Bazen de dizlerini kırıp otuyordu. Fakat hareketsiz bir saniye geçiremiyordu. Gözleri, Artemis’e çarpmıyordu. Duvarlara bakıyordu, asılmış tablolara, birbirine sokularak sesten rahatsız olmuş olan yılanlarla, bazen ise Peder’e bakıyordu. Ama asla, Artemis’e bakamıyordu. Kulaklarını kapatmak istiyordu. İnlemeleri, ağlamaları duymak istemiyordu. “Peder, yalvarırım!” dedi Cesur hıçkırarak. “Yalvarırım Peder!” Gizem, derin derin nefesler alıyor arada gözlerini kapatarak gözyaşlarının akmasını engellemeye çalışıyordu. Ama en çok Cesur’un haline üzülüyordu. Bir şey yapamamak, onu tüketiyordu. Kollarını göğsünün altına birleştirerek, aynı yerinde ayakta dikilmeye devam etti. Bir titrek nefes daha alarak, gözlerini kapatıp başının öne düşmesine izin verdi. “Özür dilerim Peder, söz veriyorum sesimi çıkarmayacağım!” dedi Cesur, gözlerini sıkıca yumarken. Kapattığı kirpiklerinin arasından bir avuç göz yaşı, yanaklarının üzerine döküldü. Artemis’in kehribar rengindeki gözleri geriye doğru kaydı. Göz bebeğinin etrafını saran beyazlıklar daha çok göründü. Zemininin üzerine düşmüştü elleri. Titriyorlardı! Dudağının kenarından akan beyaz köpükler, yanağından aşağıya doğru dökülüyordu. Bedeni sallanıyordu. Uzun siyah saçları, Cesur’un kolundan aşağıya doğru dökülmüştü. Cesur, başını eğdi. Artemis’e baktı ıslak kirpikleri birbirinden ayrılırken. Titreyen elinin birini yanağının üzerine koydu. Parmakları yavaşça yanağını okşadı. “Sessiz olacağım!” dedi kendi kendine konuşuyormuş gibi. “Sen yara alma diye, ben sessiz olacağım.” Artemis’in geriye doğru kaymış olan gözlerine baktı. “Sen de sessiz ol, sana zarar vermesinler.” Öyle sessiz bir şekilde fısıldamıştı ki, hıçkırıklarının arasından sadece kendisi duyabilmişti. Kimse Nida’nın odadan kaçtığını bile görmemişti. Hepsi, Artemis’e dikkatini vermişti. Ölmesini istemiyorlardı. Ama ellerinden de bir şey gelmiyordu. Dua, yanlarına gelmemişti, gelememişti. Ayakları, çığlıkların, ağlamaların olduğu odaya gitmek istemiyordu. Merdivenin altındaki son basamakta kolları yanında bir şekilde olan biteni dinliyordu sadece. Görmek istemiyordu. Unutamayacağı bir anı daha kazınmasın istiyordu, darma dağınık olmuş zihninin köşelerine. Orada başka bir kötü anıya daha yer olmadığını biliyordu. Dua, öldürdüğü çiftin yanından gelmişti. Arın’ın yazdırdığı mektubun devamını kendisi getirmişti. Nida’nın elinin vurduğu her yeri silip, Arın’ın eline sapladığı cam parçasını ise kendi avuç içinde saklamıştı. Arın’ın elinden akan kanı ise, nereye bulaşmış ise tek tek temizlemişti. Onun için bu iş, sadece beş dakika sürüyordu. Fazlası yoktu. İki yaşlı çift ise birbirine sarılarak son nefesini vermişlerdi yan yana. Dua son kez yüzlerine bakıp, o evi terk etmişti. Şimdi ise olanları dinliyor, kalbi ağlayan kişilerin sesi ile darma duman oluyordu. Cesur bakışlarını, ayakta öylece yerde yatan Artemis’i izleyen Peder’e kaldırdı tekrardan. Yüzünde bir tebessüm vardı. Gözleri kocaman açılmış, yaptığı vahşeti iştahla izliyordu Peder. Sonucunu bile bile Peder’e el kaldırmıştı. Kendisine ceza vermeyeceğini biliyordu ama Nida’yı öylece ağlarken ve korkarken görmek, işleri değiştirmişti. Kendisine hakim olamamıştı. Sonucunda ise Artemis, ceza almıştı. Bile bile onu ölüme sürüklemişti. “Peder!” dedi yeniden. İnsafa gelmesini, yardım etmesini diledi. Sesi kısılmıştı. Gücü de sesi de git gide zayıflamıştı. Bakışları, dalgalandı. Göz pınarları boşalıyor, bitmesine izin vermeden yenisi doluyordu. Kollarının arasındaki Artemis’in titreyen bedenini birazcık yukarı kaldırıp dizlerinin üzerine yasladı. Artemis’in başı, bu sefer göğsüne yaslandı. Siyah saçları, kollarının arasına serildi. Boynunu büktü, bir çocuk gibi. “Peder, senin de kız kardeşin var.” Dediğinde, omuzları düşüverdi bu seferde Cesur’un. “Ona yardım et, lütfen. O benim her şeyim.” Gözlerinden bir avuç göz yaşı daha boşaldı yanaklarına. Yalvararak bakıyordu. Sesini alçaltmış, yardım istiyordu. Peder’in sonunda bakışları Cesur’un yüzüne tırmandı. Bakışlarındaki ifade yavaş yavaş silinmeye başlayıverdi. Göz bebekleri dalgalandı. Cesur’un yüzüne uzunca süre baktı. Gülümsemesi ve iştahla izlediği bakışlarındaki ifade yok oldu. Peder, yavaşça elini havaya kaldırdı, işaret parmağını sallayarak, işaret verdi. Odanın bir köşesinde, olan biteni öylece izleyen Nadia hareketlendi. Çekmecelerin birini açtı. İçinden bir iğne ve yarısına kadar dolu olan bir şişe çıkardı. Cesur yutkundu. Gözleri kocaman açıldı. Sadece Nadia’yı izlemeye başladı. Tüm gözler Nadia’daydı artık. Tek kişi hariç. O da Arın’dı. Sadece Artemis’i izliyordu. Nadia, şişeyi havaya kaldırdı. İğneyi ise şişeye sapladıktan sonra içindeki şeffaf sıvı, iğneye doğru aktı. “Dayan.” Dedi Cesur kendine kendine. “Sessiz ol, yoksa o ceza alır. Onun ceza almasını istiyor musun?” yabancı bir ses sorusunu kafasının içinde sordu. Ama sesi kendisine aitti. Dudakları dile getirmişti. Hızla başını iki yöne doğru salladı. “Sessiz olursan, o ceza almaz. Canını yakamazlar, sessiz ol!” dedi bir kez daha Cesur. Kırpmadığı gözleri, Nadia’nın üzerindeydi. “Sen de sessiz ol Artemis, yoksa canını yakarlar, çünkü ben hep sessiz olacağım!” Fısıldıyor, ama kulaklarının dibinde çığlıklar atıyormuş gibi geliyordu kendi sesi. Kendi sesiyle, kafasının içindeki ses birbirine girmişti. Ayırt edemiyordu. Kalbi yaprak gibi esmeye başladı Cesur’un. Artemis’in kurtulacağını anladı. Peder ona yardım edecekti. Artemis ölmeyecekti. Nadia, iğneyi geri çıkardı içinde sıvı dolu bir şekilde. Şişeyi geri çekmeceye bıraktı. İğne ile beraber, titremesi yavaş yavaş azalan, nefesini tükenmek üzere olan Artemis’e doğru gelmeye başladı. Cesur ellerini geri çekti. İki yanında zemine bıraktı. Nadia dizlerinin üzerinde Artemis’in yanında çöktü. Dudakları hafif aralanmış, buz kesmiş bir surat ifadesiyle Arın, bir Nadia’nın elindeki iğneye bir de yavaş yavaş gücü tükenen Artemis’e sırayla bakmaya başladı. Dizlerinin üzerinde kayarak Nadia’ya yer açtı. Sertçe yutkundu. Nefesi boğazını tıkadı. Kaya, Arın’ın arkasına geçip, dikkatini ona vermesi için ellerini omuzlarına yerleştirdi. Fakat Arın’da küçük bir irkilme bile olmamıştı. Ne kadar Kaya Artemis’e bakmasa da, Arın o kadar gözlerini Artemis’in kardan beyaz olan yüzünden ayırmıyordu. Nadia, sessizce Artemis’in giydiği pijamasının kollarını yukarıya doğru çekiştirdi. Hareketleri yavaştı. Artemis’in ölümü ise hızlıydı. Zaman kaybetmemesi gerekiyordu. Fakat insanı sinir eden bir yavaşlıkla hareket ediyor, Cesur’u daha da öfkelendiriyordu. Cesur, iğneyi Artemis’in koluna vuracak olan kadının bileğinden yakaladı. Kaşlarının altından Peder’e baktı Cesur. Nadia, ani tutuşla irkildi ama bir şey demedi. Gözlerini, tam karşısındaki adamın yüzüne sabitledi. Buz gibi mavilerinde tek bir duygu yoktu Nadia’nın. Olacakları bekledi. Cesur’un ellerinde titreme yoktu fakat göz bebeklerinde ve bedeninin geri kalanında vardı. Öfke yavaş yavaş bedenini harlamaya başladı. “Ben yaparım!” dedi gözlerini Nadia’ya çevirirken. Bir panzehir olduğunu, şişenin üzerindeki yazılan yazıdan görmüştü. Başka bir şey demeden, iğneyi aldı ve Artemis’in koluna sapladı. Artemis’in, aralıklı duran dudaklarının arasından bir inleme döküldü. Canı yandı Cesur’un! Ben olsaydım yerinde keşke, diye düşündü. Çırpınan, acı çeken ben olsaydım, dedi içinden! İğnenin başına bastırıp tüm sıvıyı enjekte etti. Sıvı biter bitmez, iğneyi çıkarıp odanın bir köşesine fırlattı. İki elini de Artemis’in yanaklarına yaslayıp yüzünü avuçladı. Ağızındaki köpükler, eline doğru kayıyordu. Baş parmağıyla yavaş yavaş silmeye başladı yanağını. Kendi yanaklarından süzülen yaşlar, çenesinin altına birleşip, tek damla halinde, Artemis’in alnına dökülüvermişti. “Özür dilerim,” yüreğinden taşan hıçkırığı geri döndürmek için yutkundu. “Özür dilerim, Solthan Ghalbha!” dedi mırıldanarak. Dudaklarını, yavaşça Artemis’in alnına yasladı. Küçük bir öpücük bırakıp geri çekildi. Artemis’in çırpınışlarının azar azar dindiğini gördü fakat kalbi sayısız deşilmemelere çoktan maruz kalmıştı. İyi olacaktı ama yamalı bir kalp taşıyacaktı. Bacaklarındaki tüm kanının çekildiğini bilse de, kalan son gücüyle, kolunun birini Artemis’in sırtına diğerini de bacaklarının altına atıp, geri dizlerinin üzerine çökmemek için verdiği mücadeleyle kollarının arasında Artemis ile ayağı kalktı. Siyah saçlarının uçları, kolunun üzerinden aşağıya doğru dalgalandı. Kaya, bir heykelden farksız bir şekilde duran Arın’ın kolunun altından tutup ayağı kaldırmaya çalıştı fakat Cesur kalkar kalkmaz Arın hiç Kaya’ya fırsat vermeden o da ayağı kalktı. Gözleri hâlâ Artemis’in üzerindeydi. Upuzun aşağıya doğru sallanan saçlarındaydı. Yanağına değen kirpiklerindeydi. Artemis’in geriye doğru kayan gözleri, artık kapanan göz kapaklarıyla yüzünden görünmüyordu. Titreyen bedeni yavaş yavaş durdu. Cesur, burnu ve dudaklarının üstü kana bulanmış olan Peder’e bir bakış attı. Suç işledi, fakat bedelini başkası ödedi! Biliyordu ama yine de yaptı! Ve bir daha arkasına dönmeden, kucağında Artemis’le odadan çıkmak için büyük adımlar atmaya başladı. Diğerleri de onu arkasından takip etmeye çoktan başlamıştı. Koşar adımlarla çıktığı odadan, ıslak gözlerini Artemis’in aşağıya doğru düşmüş yüzünden çekmiyor, durmadan kontrol ediyordu. Ölmeyecekti! Kendisi yüzünden, yaptığı bir davranıştan dolayı, ölmeyecekti! Ama acı çekti! Yaralandı! Unutmayacaktı! Dile getirmese de, ona her baktığında, gözlerinde görecekti. Keşke söylese, haykırsa ona yaptıklarını diyecekti Cesur. Ama sessizliğinden, onu yaralamamak için sustuğunu anlayacaktı. Sessiz kelimeler, atılan çığlıklardan daha çok can yakardı. Öfkesini kussun, dövsün, sövsün istiyordu ama Artemis susuyordu. Öğrettiği gibi! Büyük adımlarla merdivenin başına geldiğinde, aşağıda Dua ile göz göze geldiler. Dua, Artemis’e baktı. Kaşları hafiften gözlerinin üzerine çöktü. Bir hüzün dalgası yüzüne çarptı. Tekrar merdivenleri inmeye başlayan Cesur’un gözlerinin içine baktığında, bir adım geriye doğru gidip yukardan gelen kişiler için yer açtı. Cesur’un ıslanmış gözlerini gördüğünde, Dua’nın da bakışları dalgalandı. Diğerleri de arkasından sessizce iniyordu. Tüm evi dolduran, ayak sesleriydi. Artık kimseden çıt çıkmıyordu. Sadece verilen büyük nefesler ve adım sesleriydi. Hepsi son kez merdivenin altında duran Dua’ya bakıp, Artemis’in odasına doğru gitmek için son yukarıya çıkan merdiveni de inmeye başladılar. Dua yine hareket etmedi. Yerinde kaldı, diğerleriyle inmedi aşağıya. Odanın önüne geldiler hızla. Cesur ayağı ile kapıya sert bir tekme geçirdi. Kapı geriye doğru gidip duvara çarptı. Aynı hızla kapanmak için üzerine gelirken kapı, Cesur ayağı ile engelleyip izin vermedi. Odaya girdi kucağındaki kadınla. Duvarların her bir köşesinde olan aynalara yansıdı yansımaları. Hiçbiri bakmadı. Cesur yutkunarak, yatağa doğru ilerledi. Yatak dağınıktı. Artemis’in uykudan yeni uyandığını ve uyanır uyanmaz yataktan çıkıp üst kata geldiğini anlamıştı. Sesler uyandırmıştı onu. Ama şimdi, ölümden dönmüştü. Kendisi yüzünden! Gizem, hızla yatağın yanına gelip, dağınık olan çarşafın ucundan tutup biraz daha aşağıya doğru kaydırarak yer açtı. Canı bir daha yanmaması için özen göstererek onu yatağına doğru usulca bıraktı Cesur. Başı yastığın üzerinden yana doğru düştü. Ellerini, Artemis’in sırtından ve bacaklarının altından çekip, doğruldu. Bir adım kenara doğru gidip, bacaklarını da yatağa içine uzattı. Çarşafın ucundan tutup, göğsüne gelecek kadar üzerini örttü. Tek tek, kollarını çarşafın üzerine çıkardı. İğne vurduğu kolunun, pijamasını bileğine kadar çekiştirip kapattı. Ölmemişti… Yaşayacaktı… Acı çekmişti… Unutmayacaktı… Bir daha Cesur ile göz göze gelip birbirlerinin yüzüne bakacaktılar ama gözlerini ilk kaçıran hep Cesur olacaktı çünkü ona her baktığında yaptıkları aklına gelecekti. Beş saniyeden uzun süre bakamayacaktı onun ferini söndürdüğü bildiği kehribarlarına. İçi yanacaktı fakat tüm okyanusun suyu da gelse, içindeki ateşi söndürmeyeceğini bilecekti. Külü zehirleyecekti kendisini. Cesur, yatağa uzattığı kadından gözlerini çekip, bedenini kımıldatmadan, bakışlarını odanın içinde duran kişilere değdirdi. Hepsinin bakışları da Artemis’in üzerindeydi. Gözleri ilk Kaya’ya çarptı. Parmaklarını daldırdığı saçları darmadağınıktı. Yüzü, hâlâ olayın etkisinden çıkamamış gibi korku ifadesine bulanmıştı. Gizem’e baktı. Gizem’de aynı saniyelerde Cesur’a baktı. Göğsünün altına bağladığı kollarını tekrardan odaya girince, birbirine kavuşturmuştu. Kaşları, hüzünle alnının üzerine serilmişti. Cesur üzülmüştü, Cesur üzüldüğü için o da üzülmüştü. Cesur, Gizem’de çok oyalanmadan en son Arın’ın üzerinde durdurdu bakışlarını. Arın, Kaya ve Dua’nın giyinik olduğunu gördü. Gizem ve kendisi ortaklarının yanında daha yeni gelmişlerdi ve evin içine girer girmez duydukları çığlıklarla kendilerini üst kata atmışlardı. Dua yaşlı çiftin evlerini temizlerken onların geldiğini görmüştü ama onlara seslenmemiş, eve girmelerini izlemişti. Arın, kendisine yoğunlaşan bakışları hissetti. Zor da olsa Artemis’in üzerinden bakışlarını çekip Cesur’a baktı. Çenesini dikleştirdi Arın anında. Burnunu çekip, “hepsi senin yüzünden!” dedi. Cesur duyduğu bu kelimelerle, bir anda gözleri yuvalarından çıkacak kadar büyümüş ve yatağın diğer tarafından büyük adımlarla Arın’a doğru gelmeye başlamıştı. Kısa süren bu sessizlik, büyük bir patlamaya bırakmak üzere olduğunu Gizem ve Kaya anladı. “Cesur, sakin ol!” Gizem hemen ikisinin ortasına geçip ellerini Cesur’un göğsüne yasladı. “Benim yüzümden mi?” diye sordu tıslar gibi Cesur. “Siktiğimin odasına Nida’yı götürmeseydin başımıza bunlar gelmezdi!” diye öfke ile bağırdı. Kaya, Cesur’dan gözlerini çekmeden Arın’ın yanına geldi. Kolundan tutup, yan profiline baktı. Arın’ın da, Cesur’un üzerine gitmesini engellemeye çalışacaktı. “İşlenen suçların cezasını biliyorsun! O kız buradan, benim elimden kaçmaya çalıştı ve cezasını da çekti!” diye sakinlikle konuştu. Fakat düz çizgi halindeki dudakları ve irice açılmış gözleri, birazdan sakinliğin yerini öfkeye bırakacak izlerdi. Cesur alayla burnundan güldü. İki parmağını, burun kemiğine bastırıp sakin olmak için büyük bir mücadele vermeye başladı kendisiyle. Dudaklarını yalayıp, bir adım geriye doğru giderek, göğsüne yaslı duran Gizem’in elleri iki yanına düşmesine neden oldu. “Nida bu evden değil. Ceza çekmesine gerek yoktu amına koyduğum!” diye sesini yükseltirken, elinin birini saçlarının arasına daldırıp olduğu yerde hareketlenmeye başladı. “Kafayı yiyeceğim amına koyayım!” dedi olayın etkisi yüzünden. Beyni almıyor, yaşananlar birer kabus gibi geliyordu. Arın, Kaya’nın dokunuşunu kolunda fark ettiğinde, hiç yan tarafına bakmadan, tutuşunu bırakması için kolunu hızla öne doğru getirdi. Kaya’da aynı saniyeler içinde parmaklarını sardığı kolu bıraktı. Ama yanında dikilmeye devam etti. Arın ellerini arkasından bağlayıp, omuzlarını dikleştirdi. “Benden kaçamaz.” Burnundan aldığı nefesle çenesini biraz daha havaya kaldırdı. “Biz bitti demeden, bitmeyecek!” kaşları havalandı. Bir adım ileriye doğru attığında, artık Cesur ile burun buruna gelmenin eşiğindeydi. Aralarında sadece bunu engelleyecek tek kişi Gizem duruyordu. Kaya’da Arın ile birlikte bir adım atarak durdu. Bakışları, Cesur ve Arın’ın üzerinde gidip geliyordu. “Şimdi.” dedi Arın, Cesur’un gözlerinin içine bakmayı sürdürürken. “Artık planın diğer tarafını devreye sokmakta. Çünkü ben o kızdan duyacaklarımı duydum!” dediğinde, dilini dudaklarının üzerinde sinir bozucu bir ifade ile gezdirmeye başladı. Cesur, yumruklarını sıktırdı. Dişlerini öfke ile birbirine kenetlerken, çene kemiğinden çıkan sesler tüyler ürperticiydi. Planın diğer tarafı, ölümdü! Öldürmekti!
****
Diğerleri odadan çıkmıştı artık. Artemis ile beraber odada yalnız kalmıştı. Islak gözleri, yatakta öylece masum bir surat ile uyuyan kadını izliyordu. Yatağın yanına çektiği sandalyenin üzerine oturmuş, ellerini önünde birleştirerek kanat çırpan kalbinin sesini dinliyordu. Sessizliğin, onu öldürmesine izin vermediği tek sesti, kalbinin çırpınışları. Ne diyeceğini bilemiyordu. Gözleri ona bakmıyordu, bir şey söylemiyordu uyuyan kadın, ama yine de tek kelime edemiyordu Cesur ona. Ne diyecekti ki? Kaçıncıydı ona zarar vermeleri? Utanıyordu! Gözlerini yine kaçırmak istiyordu, kapalı olan kadının gözlerinden. Ama şimdi doymak için bakıyordu. Ölümden dönmüştü, kendisi yüzünden! Gözlerini kapadı birkaç saniye Cesur. Burnundan verdiği kısık kısık nefeslere kulak kabarttı Artemis’in. Eğer ölseydi, alıp verdiği bu nefesi bile duyamayacağı acı gerçek, kalbini yüz parçaya bölüp un ufak etti. Bakışlarının önünü kaplayan yaşlarla gözlerini açtı. Dirseklerini, dizlerine yaslayıp öne doğru eğilerek, elini ağzına kapattı. Hıçkırıkları, duyulmasın diye sıkı sıkıya yumdu ağzını. İçine içine aktı gözyaşları. Duymasın istedi ağlamalarını. Üzülmesin istedi. Farkında bile değildi belki de ama yine de ödü kopuyordu duyacak diye gözyaşlarını. Bu sefer diğer elini de, ağzının üzerine kapatıp durdurmadığı bedenini ileri geri sallanmaya başladı. Hıçkırıkları, kapattığı dudaklarının arasından boğuk çıkıyor, göz yaşları yanaklarından ellerine doğru akıyordu. Kalbi patlayana kadar sıktı kendini. Hıçkırıklarını bir kendi duysun istedi. Başkası duyar, sesini işitirler diye sessiz sessiz ağlamaya çalıştı. Yoksa ceza alır, canını yakarlardı! Susması lazımdı! Sus, dedi içinden. Sus, yine başını belaya sokacaksın onun. Baş kaldırma, baş kaldırırsan, önemsediğin başı keserler. Yüreği onunla konuşuyordu fakat Artemis’i öyle görmek, içini zehir zemberek etmişti. Yüreğini sıkıştıran derin bir nefes almaya çalıştı, kapattığı dudaklarının arasından. Yavaşça oturduğu yerden sürünüp, dizlerinin üzerinde yere çöktü. Kirpiklerinin arasına toz dolmuş gibi ağırlık yaptı gözlerinin üzerine. Kapatıp açtı. Titreyen ellerini, yatağın üzerine doğru uzattı. Gözleri, bu sefer Artemis’in elinin üzerindeki bir çift diş izine kaydı. Boynunu büktü o anda. Boğazına dizildi binlerce yumruk, yutkunamadı. Bir elinin parmaklarını avuç içine gömdü. Yumruk yaptığı elinin üzerine alnını yaslayıp, başını sağa sola doğru salladı. Küfür etti kendisine, sövdü saydı ama dindirmeye yetmedi içindeki öfkeyi. Harlandıkça harlandı ateş yüreğinin her zerresinde. “Biliyorum…” dedi. Devamını getiremeden yarıda kesildi. “Biliyorum beni affetmeyeceksin!” Ona istediği hiçbir şeyi vaat edememişti. Affedip affetmediğini hiçbir zaman onun dilinden öğrenemeyecekti fakat gözleri… İşte gözler, yanıltmaz insanı. Görecekti, her baktığında parlayan kehribarlarında. Acısını görecekti, hüznünü görecekti. Verdiğin sözleri neden yerine getirmedin? diyen bakışları dile gelecekti. Fakat ona olan sevgisinin yok olmadığını da bilecekti. Bilmiyordu, belki de ona olan sevgisi de yok olmuştu! Emin değildi! Alnını, yumruk yaptığı elinin üzerinden kaldırıp Artemis’e baktı. “Ama lütfen,” çenesi titredi. Boğazına doğru yükselen acıyı dindirmek için durup yutkundu. “Beni affet, çünkü ben bunu sesli dile getiremem sana!” Aktıkça aktı gözlerinden yaşları. Yanakları yıkandı göz yaşlarıyla. Farkında bile değildi, onların süzüldüğünden. “Ben sana, iyi bir ab-” diyemeden, boğazına yumru gibi oturdu söyleyeceği kelime. O kelimeyi söylemek bile ona haramdı. Söyler ise günah işlemiş kadar olurdu. O üç harf ve tek kelime, hayatını saran bir zehirli sarmaşıktı. Çünkü hiçbir zaman istediği biri olamadı. Veremedi ona istediklerini. Şimdi o kelimeyi dile getirmek, onu öldürüyordu. Kesik, bir nefes çekti burnundan. “Duyacak mısın beni bilmiyorum ama,” dedi dudaklarını ıslattı diliyle. Titreyen parmakları, usulca Artemis’in ısırık izi olan eline doğru uzanıp sardı sıkıca. “Duyarsın belki de.” Islak yanağını, Artemis’in elinin üzerine yasladı. Buz gibi elleri, yanan tenine çarptı. Gözlerini kapadı. Islanmış kirpiklerini hissetti. “Bir şarkı, binlerce anı Artemis!” dedi mırıldanarak. Yanağını hafifçe, Artemis’in elinin üzerine sürttü. Bir kesik nefes daha yüreğini titretti. Eski anılarını yad edecek bir şarkı dilinin ucuna geldiğinde, onu hissetmek adına gözlerini yeniden kapadı. “Ye del mige beram beram, ye delam mige naram naram.” Kalbimin bir yanı ‘git’ diyor, diğer yanı ise ‘gitme.’ yavaş yavaş mırıldandı. Genzine doğru yükselen acı bir hıçkırık durmasına neden oldu. Gözünden akan bir damla yaş, burnunun üstünden Artemis’in elinin üzerine düştü. Hıçkırıklarını geri göndermek için sertçe yutkundu. Şarkıyı mırıldanmaya devam etti. “Taghat nadare delam delam bi to che konam” Takati kalmadı artık kalbimin sensiz ne yaparım ben? Yaslı duran yanağını usulca kaldırıp, başını baygın olan kadının yüzüne çevirdi şarkı dudaklarından dökülürken. “Pishe eshgh ey ziba ziba kheyli kouchike donya donya, ba yade toam harja harja tarkat nakonam.” Ey güzel aşkının yanında. Ne de küçüktür dünya seni yad ediyorum her yerde. Terk edemem ki seni. Sustu. Ama şarkı hâlâ oralarda bir yerde, anılarında devam ediyordu. Sonsuza kadar sürmesini isterdi, ikisi de! Ama her şey biterdi. Fakat anılar, bir şarkının uzunluğunda takılıp kalırdı. Kısa ama her açtığında, yıllarını götürecek kadar uzun! “Keşke seni, gerçekten o anılara geri götürebilseydim.” Dedi Cesur ve başını tekrar diğer tarafa çevirip, yanağını Artemis’in elinin üzerine yasladı.
****
Peder ile Nadia karşı karşıya oturmuştu. Peder, aksayan dizini ileri doğru uzatmış, bastonunu ise bacağına yaslamıştı. Elinde ise küçük ıslak bir bezle, Nadia’nın boynundan akmış olan ve orada kuruyup kalmış kan lekesini ağır ağır temizliyordu. Nadia, başını biraz daha yukarıya doğru kaldırarak Peder’in temizlemesini kolaylaştırmaya çalıştı. “Canın çok yandı mı?” diye sordu Peder. Sesi düzdü. Elindeki bez ile silmeye devam ediyordu. Diğerleri odadan çıkar çıkmaz, Nadia’nın boynundaki yarayı temizlemeye ve üzerini kapatmak için yalnız kalmışlardı. Diğerlerinin artık ne yaptığı ile ilgilenmiyorlardı. İşleri bitmişti onlarla. Nadia, sorusuyla birlikte yutkundu. Görmeyen gözleri, Peder’in yüzüne inmedi fakat Peder, elinin altındaki yutkunuşu hissettiği için silmeyi durdurdu. Gözleri, Nadia’nın yüzüne tırmandı. “Canın acıdı mı?” diye sordu yeniden. Bu sefer kelimeleri bastırarak söylemişti. Nadia, kafasını iki yöne doğru sallayarak, “canım o an acımadı fakat,” dediğinde durdu. Peder’e bakıp bakmamak konusunda kararsızdı. Gözlerini birkaç kere kırpıştırdı. “Onları öyle acı çektiğini duymak-” deyip derin bir nefes alıp verdi. “Canımı fazlasıyla yaktı!” dedi. Peder, burnundan sesli bir şekilde güldü. Elindeki bez ile silmeye kaldığı yerden devam etti. Nadia, Peder’in güldüğüne hem şaşırmış hem de öfkelenmişti. Ona inanmadığını biliyordu. Onlar için canını yanmayacağını düşünüyordu çünkü duyguları olmadığını düşünmesini gerektiren çok şey yaşamışlardı. İkisi birlikte ve tek başlarına! “Onlara kendilerini hatırlatmazsam,” dedi Peder, bir eli bastonun yuvarlak başını sararken. “O zaman kendilerini bulacakları bir şey ellerinde kalmaz!” deyip, yaptığı işine ara vermeden Nadia’nın donuk yüz ifadesine baktı. İkisini de yüzlerinden ne hissettiğini anlamak zordu fakat birbirlerini de anlayacak kadar vakit geçirmişlerdi. Onları düşünüyordu! Onlara değer veriyordu! Ama veremezdi! Peder, böyle olmasını yasaklamıştı her birine. Bağ yok, sevgi yok, ilişki yok… Eğer, birbirleri hakkında bir şey hissetmelerine izin verirse, ölüm yakın olurdu. Biri öldü mü, diğeri de çok yaşıyor sayılmazdı. Hangi daha zor olurdu? Ölen için mi, yoksa geri de kalan ve onun acısını her dakika hisseden birine mi? Bunun cevabı çok basitti! Hissetme, acı çekme! “Böyle bir şey yapmana gerek yoktu.” dedi Nadia. “Onu öldürmenin kıyısına getireceğin bir ceza vermek,” dediğinde durdu ve gözlerini kapadı. O anda yaşananlar görmediği halde, önüne gelmiş gibi yok etmek istedi. Fakat kapatsa bile, karanlığın içinde yaşananlar apaçık belli oluyordu. Onları acı çekerken, kıvranırken hayal etmeden duramıyordu. Sesler, şahitlik etti. Görmedi ama görmüş kadar olmuştu o an. “Gerek yoktu!” dedi. Başını belli belirsiz sağa sola salladı. Peder, ilk cümlesinden itibaren onu dikkatlice dinledi. Bez, Nadia’nın boğazında yaslı durdu. Kuruyan kanı, silmeyi bırakmıştı. Nadia’nın buz mavilerini görmek için göz bebekleri öfke ile dalgalanmaya başladığında, “benim kararlarımı mı sorguluyorsun?” diye sordu. Sesi sakindi fakat altımda yatan öfke diriydi. İmalarla dolu harfler, iğne gibi tenine battı Nadia’nın. Peder’in, kanı temizleyen eli, bir anda Nadia’nın ensesine yapıştı. Nadia irkildi bu dokunuşla birlikte. Ses etmedi. Peder, ensesinden tuttuğu kadının, bakışlarını görmek için kendine doğru çekti. Nadia, dokunuştan kurtulmak için bir hamlede bulunmadı. Başka çaresi olmadan, kaçırdığı gözlerini Peder’in gözlerine dikti. Şimdi ise göz göze gelmişlerdi. Nadia’nın aksine, Peder’in gözleri alev saçıyordu. Göremiyordu Nadia fakat öfke ile solunan nefes, tam yüzüne çarpıyordu. Aralarında bir nefeslik alan kadar boşlukta, Peder gözlerini kırpmadan Nadia’ya bakıp, “benim kararlarımı hangi hakla sorguluyorsun?” dediğinde, ensesine dayadığı elindeki baskısını arttırdı. Nadia gözlerini kapamamak için direndi. “O gün.” Dedi Peder bastıra bastıra. “Kararlarımı sorgulamak aklına gelmemişti.” Dedi ve ima ile dudağının kenarını kıvırdı. Nadia’nın çenesi titredi. Fakat bunu bastırmak adına dişlerini birbirine kenetledi. Bedenine de fazla güç uygulamaması için kendini fazlasıyla sıkıyordu. Kaskatı kesilmişti. Yüreği sıkıştı, ama yine de tek kelime edemedi. Çünkü haklıydı! Peder, başını hafifçe önüne eğdi. Kırpmadığı gözleri seğirdi. “Seni de ben kurtardım, onları da!” deyip, yuvalarından fırlayacakmış gibi gözlerini kocaman açtı. “Benim kararlarımı sorgulayamazsınız!” başını ağır ağır aşağı yukarı salladı. “Ben olmasaydım,” dedi. “Hepiniz ölmüş olurdunuz!” sertçe yutkundu. Tutuşunda tek bir gevşeklik olmamıştı. Aksine, daha da arttırmıştı. Nadia’nın canını yanması umurunda değil gibiydi hatta öyle ki, farkında bile değildi böyle olduğundan. Sinirlenmişti, gözleri hiçbir şeyi görmeyecek bir şekilde. Nadia dudaklarını üst üste bastırdı. Çenesini dikleştirdi söyleyecekleri şeylere karşı. “Sen, ben,” duraksadı. “Biz olmasaydık, onları kurtarmaya gerek bile yoktu!” deyip yutkundu. Peder, Nadia’nın dedikleri şeyler yine güldürmüştü. Alayla başını hafif eğip sağa sola doğru salladı. “Yanlıyorsun Nadia,” alttan bakışlarını Nadia’ya kaldırdı ve yavaş yavaş gülümsemesi silinirken, “asıl ben olmasaydım ve bizler olmasaydık onlar çoktan ölmüş olurlardı!” dedi. Derin bir nefes alırken, eğdiği başını tekrar kaldırmış, omuzlarını dikleştirmişti. “Biz onların şansıydık. Biz onların yaşamasını sağladık. Biz olmasaydık, bu yaşlarını bile göremeyeceklerdi.” Dediğinde, yaşanmışlıklar aklına bir bir geldi. Gür çıkan sesi, dinmeye ve yumuşamaya başlamış gibiydi. Fakat Nadia’nın söyledikleri onu kızdırmıştı. Öfkesi geçmiş sayılmazdı çünkü kendi söyledikleri onu haklı yapıyordu. Onu sorgulayamazdı. Buna hakkı yoktu, diye düşünüyordu. Birkaç saniye aralarında geçen sessizlikte sonra Peder, “biz onların, kötü hayatlarındaki tek iyi şeylerdik!” deyip dudağının bir kenarını öfke ve tiksinme ile yukarı kaldırmış, Nadia’nın ensesini sert bir şekilde serbest bırakmıştı. “Bunu sen de o aklına sok!” deyip bastonunu kavrayıp bacağının üstünden kaldırdı. Nadia ağrıyan ensesini okşamak istedi fakat engel oldu kendine. Peder, işaret parmağını Nadia’nın çenesine hafiften dokundurarak, boynunu açığa çıkarmasını istedi. Nadia kesik bir nefes çekti içine. Rahatlatmadı. Peder’in söyledikleri ve bunun üzerinden belki binlerce tekrarlatmasından sonra, hem kalbine hem de zihnine geçmeyen bir yara gibi işlemişti. Dile getirmek istemiyordu ama engelde olamıyordu dediklerine. Bir şey demeden, Peder’in işaretiyle tekrar kafasını geriye doğru yatırdı. Peder ise yanındaki masanın üzerinden yarayı kapatacak şeyleri alıp işine devam etti. Aralarında artık uzayıp giden bir sessizlik akmaya devam etti. Ama ikisini de zihinleri çığlık çığlıyaydı. Duyabilselerdi şayet; kulaklarını sağır edeceklerini iyi biliyorlardı. Zihinde duyulmayan ve orada olduğunu, hiç gitmeyen bir çığlıkla baş başa kalmanın nasıl ki öldürmediğini şaşırıyorlardı. Ya zaten çığlık atan bir zihin, kurtulmayı bekliyorsa? Peder, işi bittikten sonra bastonundan destek alıp ayağı kalktı. Nadia’da onunla birlikte ayaklandı hemen. Parmak uçları, kapatılan yaranın üzerindeki sargının üzerine dokundu. Dudaklarında minik bir tebessüm yerleşti. Peder, onu kurtarmıştı. Eli, kolu bağlıyken onu öyle gördükten sonra gözlerindeki ifadeyi göremediği için perişandı ama korkarak Nadia! demesi, işte o anı unutamayacağının farkındaydı. Kendi durumunu unutmuş, Peder ağzındaki bez parçasını indir indirmez sakinleştirmek için bir şeyler söylemişti. Odasına gitmeden, çoktan Arın, Dua ve Kaya’yı uyandırdığını anlamıştı. Tek kişiyi uyandırmamıştı o da Artemis’ti. Çünkü kimin acımasız olduğunu iyi biliyordu. Ve planları bozmayacak olan kişileri de biliyordu. Çok kısa olanları nasıl gördüğünü anlatmıştı Nadia’ya. Kameralardan son dakika görmüştü, Nida’nın sitenin giriş kapısında olduğunu. Evden çıkarken, anahtarı alırken bunların hiçbirini görmemişti. Çünkü o an Peder, Leylan’ın odasında odasındaydı. Orada olduğunu Nadia’da biliyordu. Bu yüzden hiçbirine şahitlik etmemişti Peder. Hızla kameraları toplamış, ve uyandırması gereken kişileri tek tek uyandırmıştı. Peder, artık bir şey demeden, kendi odasına doğru gitmek için arkasını dönmüşken, “boyama mı ister misin?” diye soran Nadia’nın sorusuyla adımlarını durdurdu. Bakışlarını yan döndürdü ama arkasına kalan kadına çevirmedi. “Üzerinden uzun süre geçti.” Dedi Nadia, ellerini önünde kenetlerken. Elini saçına attı Peder. Saçlarını, üç ay önce Nadia boyamıştı. Arkasını dönmeden, başı ile onayladı Nadia’yı. Nadia hızla, çekmecelerin birinden siyah saç boyası çıkardı. Düzinelerce siyah boya kutusu yan yana dizilmişti. Peder, geri yerine oturdu. Nadia bir tane de, örtü çıkarıp Peder’in çenesinin altından geçirip, iplerini ensesinden bağladı. Kendisi de beyaz eldivenler taktı. Artık, Peder’in saçlarını siyaha boyama vaktiydi.
****
Cesur zorda olsa kendini Artemis’in odasından çıkarmış, kendisini Leylan’ın odasının önünde bulmuştu. Alnı kapıya yaslı duruyordu. Ağır ağır alıp verdiği nefesler duyulmaması için kendini sıkıyordu. Dua gelmişti odadan çıkmadan önce, elinde tuttuğu enjekte edilmiş iğne ver sargı beziyle birlikte. Bir şey demeden Artemis’in koluna yine panzehir enjekte etmiş, diş izi olan elini ise temizleyip, sargı bezi ile sarmıştı. İşini sessiz bir şekilde yaparken tek bir cümle geçirmişti. “Kız, Leylan’ın odasına girdi.” diye. Kız, diye bahsettiği kişi Nida’ydı. Başka soru sormadı, o da söylemeden işini yaptı. Orası Peder tarafından, istenildiği zaman girdikleri diğer odalardan biriydi sadece. Leylan’ın ne kadar çok onları istediğini bilse de rahatsızlığından dolayı kimseyi çok fazla içeri sokmak istemiyordu Peder. Dua’nın işi bitene kadar onu izlemiş, o gittikten sonra da Nida’yı götürecekleri yere gidene kadar, uyanmaması için gereken ilaç ve iğneyi avuç içine hapsederek, odanın önüne gelmişti. Kendisi yapmasa bile, diğerlerinin daha acı verecek bir şekilde yapacağına emindi. Bu yüzden zor da olsa, kendisi yapmak zorundaydı! Herkes odasında, kimseden çıt çıkmıyordu fakat saat çoktan gece yarısını geçse bile herkesin uyanık olduğunu biliyordu. Bir ses, hareket için herkesin gözü kulağı evin her yerindeydi. Kimse sakinleşmiş sayılmazdı. Hâlâ aynı olayın etkisinden çıkamamışlardı. Derin bir nefes alıp alnını kapının üzerinden çekip, gülümsemeye çalıştı. Leylan’ın onu ağlarken ve mutsuz bir şekilde görmesini istemiyordu. Çünkü Leylan daha çok üzülürdü. Eklem kısımlarıyla yavaş yavaş kapıya vurduğunda, kapının kolundan tutup içeriye doğru açmaya başladı. Leylan bazen uyurdu, bazen ise sesi çıkamayacak kadar zayıf düşerdi. Bu yüzden içerden sesin gelmesini beklemeden, kapıyı açıvermişti Cesur. Karanlık bir oda çevreledi bakışlarını, ardından ise hiç odaya göz gezdirmeden, gülen gözlerle ona bakan Leylan’ı gördü. Leylan, işaret parmağını dudağına götürüp, sus işareti yaptı. Ardından yan tarafını işaret edince, Cesur kapıyı biraz daha içeriye doğru açtı ve sandalyenin üzerinde uyuya kalmış olan Nida’yı gördü. Yüreği burkuldu o an. Titrek derin bir nefes alıp, başı diğer omuzuna düşen, bir avucunun içi ise kana bulanmış elini, dizlerinin üzerine koyan kadına bakmaya başladı. Zayıf, güçsüz bedeni, usul usul nefes alıyor, ince tişörtün altından göğüs kafesi inip kalkıyordu. Nefes nefese kalmış, korkmuş görünmüyordu. Aksine huzurlu görünüyordu. Ama yüzü, acı çektiğini belli edercesine kaşları çatılıvermişti. İçeri girmeden elindekilerini arka cebine koydu. Gülümseyerek, yatağın içindeki kadına baktı. “Leylan ablam!” dedi sessiz bir şekilde. Laciverte boyanan gök kubbe, pencerenin önüne çektikleri perdelerinin arasından odanın içine sızıyordu. Gece yarısını çoktan geçmişti saatler, gün doğmak üzereydi. “Niye hâlâ ayaktasın?” diye sorduğunda Cesur, çoktan odaya girmiş kapıyı arkasından kapatmıştı. Gözleri arada, uyuyan Nida’ya çarpıyor, kontrol ediyordu. “Misafirimizle sohbet ettik biraz.” Dedi Leylan’da içine sığdıramadığı heyecanla. “Uyku tutmadı.” Küçük harflerle konuşuyor, Nida’nın uyanmasını istemiyordu. Cesur, yatağın ucunda adımlarını durdurdu. “Sen niye ayaktasın Cesur’um?” diye sordu Leylan. Biraz doğrulamaya çalıştı yattığı yerden fakat dudaklarının arasından canının yandığını belli eden bir inleme ile vazgeçti. Vazgeçmediğini biliyordu, sadece yapamayacak kadar gücü olmadığını görebiliyordu Cesur. “Bende misafirimize bakmaya geldim!” dediğinde, elinin tersi ile burnunu silip dudaklarını ağzının içine yuvarlayıp gülümsemeye çalıştı. “Odasına götüreceğim!” dediğinde, Leylan boynunu büktü. “Sabahta burada uyansa olmaz mı?” diye sordu. “Onu çok sevdim ben, keşke daha önce tanıştırsaydınız beni.” diyen Leylan hüzünle Nida’ya baktı. Cesur’da o tarafa doğru bakıp, “hemen konuştu mu seninle? Önce garip garip bakması lazımdı, sonra ise alışması. Yoksa konuşmaz, konuşamaz!” Dediğinde, söylediklerinin yanlış olduğunu fark eder etmez, gözlerini hızla Nida’dan çekti. Leylan ile göz göze geldiler. “Hemen konuşmadı fakat çok üzülmüş gözüküyordu. Yoksa Arın ile Artemis ona kötü mü davrandı?” dediğinde gözlerini kıstı Leylan, gülmemek için kendini zorlarken. Diğerlerine göre onların daha az uyumlu olduğunu, gruba ayak uydurmakta zorlandığını biliyordu. “Arın ve Artemis’in her zaman ki halleri!” dedi Cesur bir omuzunu silkeleyerek. Nida sandalyenin üzerinde kıpırdandığında, kesilmiş avuç içi daha fazla ön plana çıktı. Cesur’un gözleri hemen sesin geldiği yöne doğru çevirdiğinde, kalbini sızlatacak kurumuş kan lekesini gördü. Avuç içindeki kesik olduğu gibi belli oluyordu. Gözlerini kapatmak istedi fakat yapamadı. Bir süre Nida’nın yaralı avuç içine baktı. Gözleri doldu boşaldı. Kendi eseriydi! “Onlara söyle, arkadaşlarına böyle davranmasın. Kız burada misafir!” diyen Leylan’ın hafif sitemli sesiyle Cesur zor da olsa bakışlarını Nida’nın avuç içinden çekebilmişti. “Misafirliği artık bitiyor!” dedi Cesur. “Yarın gidecek!” Leylan şok olmuş bir biçimde kaşlarını çattı ve dudakları bir karış aralandı. “Ama daha yeni tanıştım onunla. Biraz daha kalmasına ikna edemezsin?” Leylan’ın sorusuyla Cesur burnundan güldü. Adımlarını Leylan’ın yatağın diğer tarafına doğru atarak, olumsuz anlamda başını iki yana doğru salladı. “Olmaz Leylan ablam.” Deyip yatağın yanında durdu. Şimdi Nida, tam karşısındaydı. “Nida ile fazla sohbet edemedik ama yeni biriyle konuşmak iyi geldi bana.” dediğinde, gözleri yanında duran Cesur’un üzerindeydi. Elini uzatıp, Cesur’un parmaklarından tuttu. Cesur’da aynı şekilde sıkı sıkıya tuttu elini Leylan’ın. “Bence, o da sevmiştir benimle sohbeti. Söylemedi ama ben anladım.” dediğinde, Cesur’un dudağının bir kenarı kıvrıldı. “Sana söylemez sohbetin güzel geçtiğini. Bazen gülüşünü duyarsın, bazen ise senden daha fazla konuştuğunu. Söylemese de anlarsın, biliyorum!” Nida’ya baktı Cesur, kesik bir nefes içine çekerken. “Onlar, güzel geçtiğinin kanıtı!” “Çok fazla şey biliyor gibisin hakkında!” diyen Leylan’ın imalı sesiyle, yatakta sırt üstü uzanmış kadının yüzüne indirdi bakışlarını. İması, gülüşüne de yansımıştı Leylan’ın. Cesur sertçe yutkundu. Gözlerini çok kısa, gözlerinin içine bakan Leylan’dan kaçırdı. Sessizliğini çok fazla uzatmak istemedi. Dudaklarını ıslattı. Leylan’a değil, Nida’ya baktı. “Zamanın bize izin verdiği kadar biliyorum!” dedi. Derin bir nefes çekmek istedi içine ama nefes almayı unutmuş gibiydi. “Peki onu bir daha görebilecek miyim?” diye soran Leylan, Cesur’un parmaklarını sıktı. “Bu eve gelecek mi?” böyle olmasını çok fazla istiyor gibiydi. “Söz ver bana!” dediğinde, boynunu büktü. Cesur hafif bedenini eğdi, gülümserken. Leylan’ın elini sımsıkı tutup, elinin üstünü öptü. Diğer boşta kalan eliyle de, Leylan’ın saçlarını yavaşça okşayıp, geriye doğru yatırdı. Leylan sıcak bir şekilde tebessüm etti. “Cesur’um.” Dedi Leylan. Ağzından bin tane Cesur’um ismi çıkmış gibiydi. Öyle içten öyle kalpten söylemişti. “Gelecek Leylan ablam.” Dedi Cesur, dudaklarını Leylan’ın alnına bastırırken. Leylan gözlerini yumdu usulca. Cesur geri çekildi, fakat doğrulmadı. Leylan’ın gözlerinin içine bakmaya, saçlarını okşamaya devam etti. “Getireceğim Nida’yı buraya. Misafirliği sonsuza kadar sürer belki.” Dediğinde Cesur ile birlikte Leylan’da kıkırdadı. Hafif eğdiği bedenini geri doğrulttu. “Sen de iyileşmene bak, aksatma ilaçlarını.” Dediğinde, Nida’nın yanına doğru ilerledi Cesur cebinden gizlice iğne ve ilacı çıkarırken. “İlaçlarımı içiyorum fakat bir etkisi yok gibi.” Deyip kuru bir şekilde öksürdü Leylan. “Sanki daha kötüye gidiyorum.” Elini dudaklarının üzerine bastırıp, tekrar öksürdü. “Yoruldum artık. Canım çok acıyor!” “İyileşeceksin Leylan ablam. Peder, seni kurtarmak için elinden geleni yapacaktır.” Dedi Cesur sıcak bir tebessümle. Leylan’ın gözleri uzaklara dalmış gibi, boşluğa baktı. “Her şeyin boşa gittiğini düşünüyorum!” dediğinde, çok geçmeden Cesur’a bakıp gülümsedi. “Ama iyi olacağım merak etme!” dedi. Cesur, Nida ve Leylan’ın tam ortasına geçti. Leylan’ın yapacağı şeyi görmesini istemiyordu. Uyuması için gerekli olan sıvıyı, koluna enjekte etmeden önce, parmaklarını hafif kolunun etrafına doladı. Bir tüy gibiydi dokunuşları. Zarar vermek istemiyordu parmak uçlarıyla ona. Kesilmiş avuç içine indirdi bakışlarını. Odasına götürdüğünde, temizleyip saracaktı yarasını. Bakışları, tekrar Nida’nın yüzüne tırmandı. Kaşları daha fazla çatıldı Nida’nın. Gözyaşlarının izleri, yanaklarında belli oluyordu. Sebebi kendisi olduğunu bilirken, daha çok büküldü yüreği. İğneyi koluna batırırken, Nida hareketlendi. Cesur nefesini tuttu. Canının yandığını biliyordu. Belki bu iğne bile ona ısırıktan farkı yoktu ama yine de canı yanmıştı. Cesur’un da canı yanmıştı bu yüzden. Başı bu sefer diğer omuzuna düştü. Uyanmamıştı, belki de bir daha uyanmayacak olan şeyler yaşayacaktı. Çatılan kaşları yavaş yavaş düzelmeye, dudakları aralanmaya başladı Nida’nın. Cesur, dizlerinin altından kollarını geçirip kucağına aldı hiç beklemeden. Önünü tekrar kucağında Nida varken, Leylan’a çevirdi. Nida’nın kolları, iki yana, saçları ise çoktan aşağıya doğru düşüvermişti. “Vedat et, Leylan abla.” Dedi Cesur. Leylan buruk bir gülümseme ile elini havaya kaldırıp el salladı Nida’ya görmediğini, hissetmeyeceğini bildiği halde. “Cesur, yine seni getirecek Nida, o zamana kadar kendine iyi bak.” Deyip bu sefer Cesur’a baktı Leylan. “Getireceksin değil mi?” diye sordu emin olmak için bir daha. “Getireceğim.” Dedi Cesur net bir şekilde. Tereddüt etmeden söyleyen, sözlerini tutacağına kesin olarak bildiği kişiye Leylan gülümsedi. “Biliyorum Cesur’um. Onu getireceksin.” Dediğinde Leylan, Cesur kucağında Nida ile birlikte odadan çıkmıştı.
****
Nida’nın ailesi günlerdir, polislerden bir haber bekliyorlardı kızlarının bulunması için fakat ortada hiçbir şey yoktu. Ülkeyi kasıp kavuran maskeli kişiler yüzünden, işler daha da sarpa sarıyor, bulunması git gide zorlaşıyordu. Hiçbir şekilde, kaçırılan kızlarına dair ipuçları bulunamıyordu. Fakat, Zafer ve Mustafa en güçlü adamlarını araya sokarak işleri daha da hızlandırmaya çalışıyordu. Kendi işlerini, diğer olayların öne koymak için epey para ve güçlü adam ortaya koymak zorunda kalmışlardı. İlk önce kendi işlerinin hallolmasını istiyorlardı. Bu yüzden, yaptıkları şeyler işe yaramış gibi bir çok emniyet güçleri seferber olmuşlardı. Birkaç sivil polis ise evlerinin önünde nöbet tutuyor, herhangi bir ufak gelişme için, hazırda bekliyorlardı. Dikkat çekmemek için, komşuları yaşadıkları durumu öğrenmesin diye de böyle bir şeyi tercih etmişlerdi. Evdeydiler. İşe gitmeyi hiç kimse istemiyordu. Bir taraftan da kendilerine karşı söylemlerle baş etmeye çalışıyorlardı. İnternette haklarında yazılan yazılar iyiden iyiye artıyor, dallanıp budaklanıyordu. Kızlarının resimlerini, dağıtmamayı her zaman en iyi fikir olarak görüyorlardı. Kendilerinden önce, başka birinin onlara ulaşması iyi sonuçlar vermeyeceklerini biliyorlardı. Cesur ve Gizem’de bu sabah iş yerine değil, evlerinde onları ziyaret etmek için gelmişlerdi. Ortamın sessizliğine onlarda ayak uyduruyorlardı. “Daha ne kadar bekleyeceğiz böyle?” diye sordu Nihal, birleştirdiği ellerini çenesini dayamışken. Dalıp giden gözleri ise zemindeydi. “Ne bir ses var ne de-” diyemeden, sustu. Devamını getirmekte zorlanmış gibiydi. “Sabredin Nihal Hanım.” Dedi Gizem dudaklarını büküp ayak ayak üstüne atarken. Bir elini de, Nihal’in dizine yaslayarak, destek vermeye çalıştı. Nihal teşekkür maksadıyla, zor da gülümsedi. “Elbet bulunacaklar inanın!” sırayla, üzgün gözlerle herkese bakan Gizem, en son Cesur’un üzerinde durdurdu. Öyle olmadığını, ikisi de biliyordu! Gözleri, konuşmuştu. Mutfaktan, taşıdığı kahvelerle Mustafa çıktı. “Siz de çok yoruldunuz, hep buradasınız!” kahve bardağının birini Cesur’a uzattı buruk bir gülümseme ile. Herkes çökmüş ve yorgundu. Mustafa ve Zafer’de gömleklerinin ilk iki düğmesini bağlayamayacak kadar bunalmış, yıpranmıştı. Kadınların da onlardan farkı yoktu. Ellerini birleştirerek, bacaklarının arasına sıkıştıran Müge, burada yokmuşçasına dalıp gitmişti gözleri, uzaklara. Koltuğun bir köşesinde, büzülmüş bir poşetten farksızdı bedeni. Küçücük kalmıştı. “Ortaklığımız daha yeniyken, böyle şeylerin başımıza gelmesi,” Zafer burnunu çekip, başını sağa sola salladı bu duruma sinirleri bozulmuş gibi. “İnanın, ben bile şaşkınım!” dedi dirseklerini dizlerine yaslayarak. Cesur’un gözlerinin içine bakamıyor, durmadan kaçırıyordu bir suçlu gibi. Cesur, Mustafa’nın uzattığı kahveyi alıp gülümsedi. Mustafa, elindeki tüm kahveleri diğerlerini de ikram etmiş, tek almayan Müge’ydi. Son kahveyi de alıp ayakta dikilmeye başladı. “İşi düşünmeyin Zafer Bey.” dedi Cesur, kahve bardağının etrafını elleriyle sararken. “Kızınızı düşünün!” Oturduğu yerde bacaklarını biraz daha açıp bedenini, hafif ileri getirmişti. Gözleri ise bir saniye, işi düşünen Zafer’den ayırmıyordu. Her işi düşündükçe, sinirlerine hakim olamıyordu! Bencil bir adam olduğu apaçık belliydi. Bu onu, daha da öfkenin eşiğine bırakıyordu. “Onu da düşünüyorum fakat işler çok aksadı. İşime vakit ayıramıyorum.” Dediğinde, Müge’nin ona dönen bakışlarını fark etmedi Zafer. “Bir an önce bulunsun da işime döneyim.” Derken, elinin birini saçlarının arasına daldırdı. Eli, saçlarının arasındayken, derisindeki küçük düğüm yine parmaklarının ucuna değdi. Gözleri hemen, çaprazında oturan Müge’nin yüzüne çarptı. Kafasındaki minik şişlik, oradaydı hep ama bu kadar sık değmiyordu eli oraya. Nida, kaybolduktan sonra parmakları durmadan saçlarının arasına dalıyor, oradaki şişliği hissediyordu. Parmağını oraya bastırdı Zafer. Dudaklarındaki tiksinme ifadesi artarken, bu değişimi fark eden Müge’de gözlerini Zafer’in elinin olduğu yere çıkardı. Ama çok durdurmadı gözlerini orada, hemen zemine çevirdi. Nihal burnunu çekip, “anlamıyorum, kim ne istesin bizden, kızlarımızdan?!” tüm gözler önce soruyu soran kadına, ardından da aynı sorgulayan bakışlar birbirine çarptı. “Kafam almıyor!” deyip başını eğdi. Avuç kısımlarını, sertçe alnına yaslayıp gözlerini kapadı. “Hiç düşündünüz mü?” Gizem oturuşunu biraz dikleştirip; Müge, Zafer ve Mustafa üçlüsüne sorusunu sordu, tek tek yüzlerine bakarken. Zafer kaşlarını çatarak, anlamayan gözlerle Gizem’e çevirdi bakışlarını. Müge, soruyu duymamış gibi başını kaldırmamıştı. Mustafa ise bir şey bilmediğini belirten bir yüz ifadesi takınmıştı. Gizem, Zafer’e bakıp, “yani bir düşmanınız olup olmadığını, size bunları yapacak olan kişiyi diyorum, hiç düşündünüz mü?” diye sordu kaşlarını kaldırıp, dudaklarını ıslatırken. “Hayır!” dedi keskin bir dille Müge. Başını ağır ağır kaldırdı. Gözleri kan çanağına dönmüş, gözünün ağı kırmızıya dönüvermişti. Dudakları düz bir çizgi halini alırken, “düşmanımız falan yoktu!” dedi gözünün biri seğirmeye başlarken. Gizem’in sorusu onu sinirlendirmiş gözüküyordu. “Bu ilaç işlerini bilmiyormuş gibi konuşma abla.” Dedi Mustafa göz devirirken. “Nefretleri almış başını gidiyor. Onlardan biri bile yapmış olabilir!” Oturmamış, ayakta kahvesini yudumluyordu Mustafa. Müge bu sefer kırpmadığı gözlerini Mustafa’ya kaldırdı. Başını ağır ağır sağa sola salladı. “Onlar zayıf, basit ve işe yaramayan bir avuç insan!” dedi ses tonu bile değişirken. Gizem, Cesur’a baktı. Fakat Cesur’un gözleri, Müge’nin üzerindeydi. “Onlar, hallolacak kadar uğraşmaya değmeyen bir iş.” Herkesin gözü kulağı, tüm dikkatle konuşan Müge’nin üzerindeydi. Müge, Mustafa’dan gözlerini çekip tekrar zemine indirdi. “Onlar asla bir şey yapamaz kızıma!” dedi ellerini sıkıştırdığı bacaklarını birbirine daha çok bastırarak. Yutkundu, boğazına dayanan, sızıyı geçirmek için arka arkaya yutkundu hem de. Bir sessizlik oluştu ortamda. Müge’nin konuşması da onları etkilerken, Zafer, “bugün aldın mı hap-” diyemeden, telefonun zil sesi yarı da kesmişti cümlesini. Herkes hareketlendi yerinde. Aynı saniyelerde, kapı da çalındı. Mustafa, kapıyı açmak için giderken, Zafer’de çalmayı sürdüren telefonunu cebinden çıkarıp ekrana baktı. “Karakol’dan!” dedi tekte. Müge ayağı fırladı. Mustafa kapıyı açtığında, dışarda iki sivil polis memuru göründü. Cesur ve Gizem’de göz göze geldiler. Başlıyordu, her şey! Konuştukları gibi! Zafer, telefonu kulağına götürdü ayağa kalkarken. Gözleri ise Müge’deydi. “Zafer Bey, iyi günler.” Dedi bu işle ilgilenen polis memuru. Zafer’in konuşmasına izin vermeden, “kızınızın telefonundan sinyaller aldık.” Yüreği çarpmaya başladı Zafer’in. Herkesin gözleri, şu anda Zafer’in üzerindeydi. “Telefondan sinyal almışlar!” dedi Mustafa’nın önünde dikilen sivil polislerden biri. Nihal’de aynı hızla ayağı kalktı duyar duymaz. Ellerini ağzına kapadı, hıçkırıkları yükselirken. Müge, ayaklarındaki tüm kanın çekilmesini hissetmiş gibi parmaklarını Zafer’in koluna geçirdi, düşmemek için. “Nerede?” diye sordu Müge, elini göğsüne yaslarken. Dengesini kaybetmek üzereydi. Cesur ve Gizem’de yavaşça ayaklanıp odanın ortasında durmaya başladılar. Gözleri, Müge ve Zafer’deydi. Planı devreye sokmuştu Kaya. Sinyalleri, o gönderecekti! Ve şimdiden polislerin önüne düşüvermişti attıkları yem! “Biz sinyali aldığımız yere doğru gidiyoruz Zafer Bey.” Dedi polis memuru. “Sizi bilgilendireceğiz!” dediğinde, Zafer araya girdi. “Nereden aldınız bu sinyali?” diye sordu. Müge’nin etine batan tırnaklarını hissediyor ama tepki veremeyecek kadar uyuşmuştu. “Zafer Bey,” dedi polis memuru, söylemek istemiyormuş gibi. “Bana hemen yerini söyle!” diye bağırdı Müge, Zafer’in koluna tırnaklarını daha çok batırarak. “Nerede aldınız bu sinyali ben de geleceğim!” dediğinde Zafer, polis memuru, “sinyal, bir mezarlıktan geliyor Zafer Bey!” dedi kısık bir sesle. “Ama içinizi ferah tutun, daha hiçbir şey bitmedi. Şimdi size konumu atıyorum!” Dediğini duydu Zafe, polis memurunun fakat kulakları uğuldadı, duyamadı karşı tarafı. “Neredeymiş?” diye sorarken Müge, Zafer’in bakışlarındaki ifadeyi görüp, korkmaya başlamıştı. Cevap vermedi Zafer yavaş yavaş kulağından indirirken telefonu. Müge, düşmemek için tutunduğu kolu sarstı. “Sana dedim ki neredeymiş?” dediğinde, dili damağı kurumuştu Müge’nin. “Sizi oraya götürebiliriz Zafer Bey!” diye araya Gizem girdi. Müge, konuşan kadına bakmadı. Dalgalanan bakışları, Zafer’deydi. “Mezarlık!” dedi Zafer. “Sinyal bir mezarlıktan geliyormuş!” dediğinde, Müge kaşlarını çattı, dudakları bir karış aralanırken. Dengesi daha çok sarsıldı. Tırnaklarını, gömleğinin kollarını yukarıya doğru katlayan adamın tenine sapladı. “Gidelim o zaman!” dedi Gizem bir adım onlara atarken. Cesur sessizdi, bir şey demiyordu. Çoktan Nihal’in çığlıkları kulağına gelmeye başlamıştı. İki sivil polis hâlâ kapıdayken, Mustafa, “gidelim enişte!” diye bağırdı, ceketini askıdan alırken. Müge’nin adımları sendeledi. Zafer, hemen kolunda yaslı duran elin bileğinden hızla yakaladı. Düşmesine izin vermedi. “Sen evde kal!” dedi mırıldanarak. Ne göreceklerini ya da ne olacaklarını kestiremedi Zafer. Müge başını sağa sola doğru sallayıp, “uzun süredir bunu bekliyordum!” dedi. Sesi çaresiz ve cılız çıkmıştı. “Görmem gerekiyor. Ne ile karşılaşacaksam-” Sustu. Gözlerini kapadı birkaç saniye. “Görmem gerekiyor!” dedi aldığı derin nefesinin arasından. Bunu istemese de Zafer, başı ile onayladı. Cesur ve Gizem’e ardından bakıp, “teşekkürler Gizem Hanım ama sizde buralarla çok gidip geldiniz, yoruldunuz. Bizimle gelmenize gerek yok!” dedi. Bu sefer söze Cesur girdi. “Eminim ki, orada yardımımıza çok ihtiyacınız olacaktır!” derken, Müge hanımı işaret etti. “Hem artık ortağız Zafer Bey, bu işlerde de beraber olmak gerek!” deyip tebessüm etti. Zafer’de mahcup olmuşçasına gülümsedi. Kendisinden çok, Müge’nin orada göreceklerinden endişelenmişti bu yüzden hayır diyemedi onlarla. Çoktan Nihal ve Mustafa hazırlanmış, iki sivil polis ile beraber dışarı çıkmışlardı. Çok geçmeden, diğerleri de üzerlerine rastgele bir şeyler alıp hızla kendilerini dışarı atmışlardı. Cesur’un arabasının önünde, bir tane siyah şapkalı şoför hazır ol da bekliyordu. Onları görür görmez, kapılarını açıp kenara çekildi. “Konum neresi?” diye sordu Gizem. Zafer hemen aynı konumu Gizem’e de attı. “Şehir dışında gözüküyor!” dedi Gizem konumu incelemeye başlarken. “O zaman ben, Mustafa Bey ve eşi ile gideyim! Onlar tek başına bırakmak iyi olmaz!” dedi Gizem Cesur’a bakıp konuşarak. Cesur başı ile onayladı. Müge yüreğindeki endişe ile arabaya binerken, hemen yanına Zafer’de arabaya binip arka koltuğa yerleştiler. Cesur ise ön koltuğa binip kapısını kapatırken, şoförde kapısını açtığı kapıyı kapatıp koltuğuna yerleşti. Gizem, Mustafa ve eşi de arkadaki araca binerken, Mustafa arabayı çoktan çalıştırmıştı. Sivil polisler çoktan yola çıkmışlardı. “Konum neresi?” diye sordu şoför şapkanın altından görünen gözlerini, dikiz aynasına kaldırırken. Arka da oturan Zafer’e bakıyordu. Konum, şehir dışındaki uçsuz bucaksız bir köyün mezarlığını gösteriyordu. Nida ve İlayda’da en son şehir dışına çıkarken görünmüştü kameralarda. Zafer, konumu şoföre gösterdikten sonra, başı ile onaylayan şoför arabayı çalıştırdı. “Hızlı ol!” dedi Cesur, bakışları şofördeyken. “Emriniz olur, beyefendi!” diyen şoför, arabanın direksiyona sıkıca sarıldı ve lastiğinden çıkan ses, sokağı inletti. Zafer konumu izliyor, gözlerini bir saniye bile ekran ayırmıyordu. Durmadan konumun gösterdiği güzergahtan ilerlemesini takip ediyordu. Müge sessizdi. Camdan dışarıya bakıyor, cama serpiştirilen yağmur damlarını izliyordu. Fakat aldığı sık nefesler, arabanın içini dolduruyordu. Endişeliydi. Sinyalin neden oradan geldiğini merak ediyordu. Gözlerini kapatıp açtı, dudaklarının arasından kesik kesik nefes verirken. Düşünceler bir karabasan gibi zihnine çöktü. Aklına kötü bir şeyler getirmek istemiyordu fakat yine de durduramıyordu kendisini. Elinde değildi. Kızının, yiyeninin başına kötü şeyler gelecek diye yiyip bitiriyordu kendisini. Dizlerinin üzerine yasladığı ellerinin parmaklarını, ritim tutturmaya başladı. Sonsuzluğa akıyormuş gibi bitmek bilmeyen yolu izlerken, Zafer’in sesi, odağını oradan çekti. “Biraz çabuk Cesur Bey!” dedi Zafer, soluk soluğa. Bir pencereden kayan yola, bir de elindeki konuma sürekli bakıyor, yüreği hızla çarpıyordu. Oradan bir sinyal beklemiyordu. “Hızlan!” dedi Cesur’da yanındaki şoföre. Fakat ona bakarak söylememiş, o da yolu izliyordu. Şoför ise ikiletmeden, tekrar gaza bastı. Zafer’in telefonu çaldı. Az önce karakoldan arayan polis memurun kendisiydi. Telefon bir kez çaldı ve hemen Zafer açıp kulağına yerleştirdi. “Geliyoruz!” dedi Zafer hızla. “Lütfen, biz gelen kadar ne bulduysanız kaldırma-” devamını getirmeden, yanında oturan Müge’ye baktı Zafer. Müge’nin yan profilinden görüyordu onu ve yanağından akan bir damla göz yaşı, susmasına neden oldu. Orada, ne bulacaklar ise biz gelmeden kaldırmayın diyecekti, fakat diyemedi. Müge’nin bunları görmesini istemiyordu, canının yanmasını istemiyordu! Telefonu geri kapattı Zafer ve tekrar bitmek tükenmeyen yolu ve konumu izlemeye devam etti tedirgin bir şekilde. Fakat bu sefer şoför konumdaki yoldan devam etmek yerine başka yola sapmıştı. “Niye başka yola girdin?” diye sordu Zafer. “Yol buradan devam ediyor!” dediğinde arkasına baktı. Mustafa’nın da onları arkasından takip ettiğini gördü. Sivil polislerin arabası çoktan onlardan uzaklaşmıştı. Yol düz ilerlerken, onlar sağ tarafa sapmışlardı. Ve yola bile benzemiyordu. “Burası daha kestirme!” dedi şoför dikiz aynasından bakıp konuşarak. Zafer önüne döndü ve elinin üzeri sargı bezi ile sarılmış olan şoföre bakıp, “Yol daha fazla uzadı!” dedi burnundan soluyarak. “Uzatma!” dedi şoför, gaza daha çok basarak. Araba sağa sola doğru sendeledi. Koltuğun başından sımsıkı tutundu. Zafer anında Cesur’a çevirdi şaşkına dönen bakışlarını. Şoföründen böyle bir tepki beklemiyordu. Fakat Cesur ne arabayı süren kişiye, ne de Zafer’e bakmıştı. Sadece sessiz kalmıştı. “Seni fareciğe kestirmeden götüreceğimi söylüyorum ama sen bana bağırıyorsun!” şoför burnundan güldü. Ardından gülüşü genişledi ve kahkaha atmaya başladı. Müge, anlamayarak yanında oturan adama baktı. “Ne saçmalıyorsun sen?” diye çıkıştı Zafer. Dikiz aynasına kaldırdı gözlerini. Göz göze geldiler Zafer ile şoför. Gözlerinin beyazında, kırmızı damarlar, göz bebeğinin etrafına doğru ilerlemiş, yuvalarından çıkarcasına deli gibi bakıyordu. “Farecik diyorum, güzellik uykusunda.” Dudak büktü şoför. “Ama sizi görünce kesin sevinecek!” Zafer bir şey daha söylemek için ağzını açmıştı ki, “sus artık!” dedi dişlerinin arasından Cesur, yanında oturan adama ters bir bakış atıp. Şimdi ise çok fazla sürmeyecek bir sessizlik oluşmuştu. İki arabada, asfaltlı yoldan çıkmış, yolu çakur çukur, taştan geçilmeyen bir yere girmişti. Yolun etrafını saran ağaçlar, ilerisinde ne olduğunu göstermeyecek kadar korkunç görünüyordu. Sol tarafında, yüksek bir dağ vardı ve tepe kısmı bodur ağaçlarla sarmalanmıştı. Araba biraz daha gittiğinde, durdu. “Niye durduk şimdi? Devam etsene!” diye yükseldi Zafer. “İn!” dedi Cesur şoföre. Zafer ve Müge arkasına baktı. Mustafa’nın da arabası tam arkalarında durmuştu. Zafer gözlerini, tam önüne çeviriyordu ki, dağın en tepesinde duran iki kişiyi fark etti. Gözlerini kıstı. Dikkatlice baktığında, ikisinin de yüzünde siyah, hayvan figüründeki maskelerden olduğunu gördü. Bir şey diyemeden dili alınmış gibi sustu. Hareket edemedi, ya da gözlerini kırpamadı. Sadece baktı. Onlar, tüm ülkeyi ayağı kaldıran Maskenin Ardındakiler’in kullandığı maskelerin aynısıydı. Tüm yetisini kaybetmesine neden olan bunları bilmesiydi! “Arabaları yok edeceğim!” dedi Cesur, kapı kolunu tutarken. “Gelmediklerini fark edince, geri döneceklerdir!” kapıyı açtı. “Cesur Bey!” dedi korkuyla Zafer. Cesur duraksadı bir müddet ama arkasına bakmadan açtığı kapıdan indi fakat arkasından kapıyı kapatmadı. “Cesur Bey ne oluyor?” diye sordu bağırarak. Korku bedeninde kat kat artıyordu. Fakat Cesur, arkasını dönmemiş, göz teması bile kurmamıştı onlarla. Cesur, arabanın yanından arka tarafa doğru ilerleyerek, “diğer arabalara binip, yola çıkın! Burayı kullanmayın.” Dedi birine bakıp konuşarak. Zafer, arkasına baktı ve bir eli hızla Müge’nin bileğini sardı. Mustafa, Nihal ve Gizem arabadan indiler. Fakat Mustafa ve Nihal’in Gizem’den farkı, titremeleri ve ellerini havaya kaldırarak bu tarafa doğru gelmesiydi. “Cesur Bey yok artık, Arın var!” dedi şoför ve başındaki şapkayı çıkarıp yan koltuğa doğru fırlattı. Zafer, titreyerek önüne döndü. Arın kimdi? Ne dönüyordu? Cesur Bey neden bir şey söylemiyordu? Sorular hepsinde birikmek üzereydi. Hiçbir şey anlamadan kaskatı kesilmişlerdi. Sadece yüzünün yarısı görünen dikiz aynasına bakışlarını kaldırdığında, önce adama ardından, olup biteni anlamdan izleyen kadına çevirdi soğuk gözlerini. “Artık ben de yokum, maske var!” dedi şoför ve ne zaman çıkardığını görmedikleri; siyah, hayvan figüründeki maskeyi yüzüne yerleştirdi.
****
Bir uğultu geliyordu derinlerden kulaklarıma doğru. Bir ağlama sesi ya da kapıyı zorlayan sert bir rüzgar. Fakat ne olduğunu tam olarak algılayabilecek durumda değil gibiydim. Birbirine girmiş vaziyetteydi. Ağırlaşan kirpiklerimi hareket ettirdim, fakat bu sefer de burnuma gelen keskin rutubet kokusuyla yüzümü buruşturdum. Soğuktu. Tenime saplanıyordu bir iğne gibi, her neredeysem. “Nida!” “Nida, kızım!” Tanıdık fakat birbirine bulanmış sesler, kulağıma ulaşınca, dudaklarımdan kesik bir inlemenin dışarı fırladığını duyumsadım. Olduğum yerde, bedenimi hareket ettirince, sert bir zeminde uzandığımı anladım. Ağlamalar, inlemeler ve alay içeren kahkahalar, daha fazla gözlerimin kapanmasını zorlaştırırken, yavaşça kirpiklerimi birbirinden araladım zor da olsa. Bir açılıp bir kapanan bakışlarımın arasından gördüğüm siyahi siliüet, nefesimin soluk borumda asılmasına neden olmuştu. Bulanıktı fakat dişleri görünecek kadar tam tepemde sırıtıyor ve el sallıyordu. Korkunçtu! Ama o siyah şey bir maske idi! O maskeyi tanıyordum. Beni kaçıran kişilerin fakat yüzlerini santim santim bildiğim kişilerin taktığı maske idi. “Farecik!” Kirpiklerimin arasından netleşen görüntü ile kaskatı kesildim. El sallıyordu bana sırıtarak. Ve bu sesin sahibi Arın’dı. “Bu kadar uyuman çok saygısızca.” Başını hafif omuzuna doğru eğdi. “Misafirlerimiz ağaç oldu burada. Şimdi meyve verecekler.” Daha çok sırıttı. Maskenin altından sadece kocaman açılmış gözleri ve dudakları görünüyordu. Bir inleme daha dudaklarımdan dökülüverdiğinde, gözlerimi sıkıca yumdum. Kasıklarımda, kaburgalarımda ve hareket eden tüm uzuvlarımda bir ağrı ve uyuşma vardı. Fakat beni asıl endişelendiren, Arın’ı maskeli bir şekilde görmek, kalbimin ağzımdan çıkacak kadar felaket bir şekilde atmasıydı. Niye maske takıyordu? Diğerleri de buradaydı mı? “Nida!” dedi bir ses. Ağlıyordu! Sorularımdan sıyırdı beni bu ses. “Selam ver misafirlerimize farecik!” dediğinde Arın, zonklayan ense köküme rağmen, yavaşça başımı yan tarafa doğru çevirmeye başladım. Arın hâlâ hafif üzerime eğilmiş vaziyetteydi ve bakacağım yöne doğru bakışlarını ağır ağır çevirdi benimle birlikte. Gözlerimi araladım. Sağa sola doğru hareket eden bina sanki sallanıyordu fakat gördüğüm gözler, sırt üstü uzandığım zeminde hareket etmemi sağladı. Dudaklarım aralandı şaşkınlıktan ve sanki sallanan bina üzerime devrilmiş gibiydi. Yan yana dizilmiş üç kişi şu anda ağlayarak bana bakıyordu! Annem, babam ve Mustafa dayım… Buradaydılar, yanımdaydılar, beni bulmuşlardı… Hayır! Arın buradaydı ve maske takıyordu! “Çok eğlenceli olacak!” kahkaha attı biri. Bu Kaya’ydı. Titremeye başladı bedenim. Başımı zeminden kaldırmaya çalıştım fakat başaramadım. Yüreğime bin kat ağırlığında bir moloz yığını devrildi. Nefesimi kesti. Sonunda konuşabildiğimde ,sadece, “anne!” diye mırıldandım. Annem gözlerini kapatıp, daha çok ağlamaya başladı başı göğsüne doğru düşerken. Babama baktım. Babam da ağlıyordu. “Baba!” dedim bir kez daha. Nasıl? Nasıl? Nasıl? Ne zaman buraya gelmişlerdi? Tüm sorular birikti, birikti, altında ezildim. “Buradayım kızım!” dedi babam yumruklarını sıkarken. Babam buradaydı. Burada olduğunu söyleyerek, teselli veriyordu bana! Gözlerim doldu. Gözlerim irice şaşkınlıktan aralanmışken, kuruyan genzime rağmen sertçe yutkundum. Yine rüya mı görüyordum? Beynimin bana oynadığı oyunlarından biri miydi? İlaçlarımı içseydim belki görmezdim… Ama hayır; annem, babam tam karşımda, dizlerinin üzerine çökmüş bir şekilde bana bakıyorlardı. Buradaydılar fakat çaresiz görünüyorlardı. Titreyen ve anlamayan bakışlarımı, Arın’a doğru çevirdiğimde, ellerini diz kapaklarına bastırmış bir şekilde hâlâ beni izlediğini gördüm. Yüreğim ne olduğunu anlayamadan çırpıyordu. Başını aşağı yukarı doğru sallamaya başladı, alt dudağını dişlerinin arasına alırken. Bir şey söylemedi fakat canice bakan bakışlarında bir değişim olmadı. Aynı bakıyordu. Nefretle, kinle… Doğruldu Arın. Belinde bir silah, üst bacağında ise bir çakı yerleştirmişti. Yine siyahlar içindeydi. Bu sefer başka sesler geldi kulağıma. Yavaşça Arın’dan gözlerimi çekip diğer tarafa çevirdiğimde, küçük bir ekranda kendimi gördüm. Ağlıyordum! Yalvarıyordum! Ve sadece ekranda ben vardım. “Ailenin yıllarca izleyip, keyif çıkaracağı anılar derledim. Kıymetimi bil!” dedi Arın, şeytani bir kıkırdamayla. Ama dikkatimin sadece açık olan ekranın üzerindeydi. Ekran da başka bir video kaydı oynamaya başladı ve başka biri daha ve bir tane daha… Art arda oynamaya başladı kayıtlar. Onlardan kaçarken, Kabus denilen bara götürülürken ve aile dostumuzu öldürüp hıçkırıklara boğulduktan sonra bayılırken… Her anımı kaydedip aileme izletmişlerdi. Acı çektiğimi onlara göstermişlerdi. Ama onlar ekranda yoktu, sadece ben vardım. Acı çeken ben vardım! Yüreğim yandı yakıldı o an, bir daha kendimi izleyip ne kadar acı çektiğimi görmek. Nasıl bir psikopattı bunlar? Aklım almıyordu! Bu sefer ekranda İlayda belirdi. Boğazım düğümlendi, dudaklarımı üst üste bastırdım. Karanlık, küçük bir odanın köşesine sinmiş, korkak gözlerle etrafına bakıp, ağlıyordu. Bacaklarını karnına kadar çekmiş, ellerini ise üst üste koyarak başını üzerine yaslamıştı. İki büklüm vaziyetteydi. “Nida, özür dilerim.” Anlık irkildim çünkü artık sesler netleşmişti ve bu konuşan kişi ise İlayda’ydı. Kuzenim tam, uzandığım yerde, yan tarafımdaydı. O da mı buradaydı? Ne oluyordu burada? Bakışlarımı yukarı doğru kaldırdığımda, her zaman bakımından ödün vermeyen sarı saçlarının darma dağınık olduğunu, cin gibi bakan mavi gözlerinin ise ferinin gittiğini gördüm. O da buradaydı! Yaşıyordu! “İlayda!” dedim doğrulmaya çalışırken. Ellerimi zemine bastırdığımda, cam parçasının kestiği elimin üzerinde sargı bezi olduğunu gördüm ama umursamadım ve tam yanımda iki büklüm olan kuzenime doğru bedenimi çevirmeye başladım. Doğrulur doğrulmaz, kollarımı boynuna doladım ve o da benim gibi bana sıkıca sarıldı, hıçkırıklara boğulurken. “Özür dilerim Nida, özür dilerim!” durmadan özür diliyordu, hıçkırıkları izin verdiği müddetçe. “Yaşıyorsun! Şükürler olsun yaşıyorsun!” soluk soluğa kelimeler firar ediyordu dudaklarımdan. “Yaşıyorsun canım, yaşıyorsun!” Kapattığım gözlerimin arasından lav gibi yaşlar dökülüyordu, kendiliğinden. Kanım çekilmişti. Ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilemeyecek kadar kendimde değil gibiydim. İlayda ağlarken, kesik kesik aldığım nefesimin arasından gözlerimi araladığımda, kollarını göğsünden birleştirmiş, bize doğru bakan iki maskeli kişileri gördüm. Siyahlar içindeydi. Hangisinin kim olduğunu bilemiyordum! İlayda, başını gömdüğü yerden kaldırdığında, yüzünde temiz bir yer olmadığını gördüm. “Nida, başımıza bunların geleceğini bilmiyordum. Bilseydim yapmazdım!” dediğinde, kaşlarım çatıldı anlamayarak. “Canlarım.” Dediğini duydum annemin. Ona baktım. Ellerini altına yerleştirdiği bacaklarının arasına sıkıştırmıştı. Bir hıçkırık dudaklarından firar etmek üzereyken, elini ağzına kapadı. “Anne!” dedim fısıldayarak. Dizlerimin üzerinde ona gidip kocaman sarılmak için yeltenmiştim ki, tişörtümün ensesinden biri yakaladı. “Anne!” diye bağırdım bu sefer. Annemi, babamı özlemiştim. Çok özlemiştim. Yanımdaydılar. Yaşıyorlardı. Çaresizdiler. Buradaydılar. Uzun süredir görmediğim, hasret kaldığım ailem yanımdaydı. Yüreğim sıkıştı nefes alamadım. Ama maskeli katillerde buradaydı. Hangisine üzülüp hangisine sevinecektim bilmiyordum. Beni Araf’ta bırakmışlardı. Ne ölüyordum, ne de yaşıyordum! Elimin birini arkaya doğru atıp, tişörtümün ensesinden tutan kişinin bileğine sardım parmaklarımı sertçe. Fakat parmaklarım uyuşmuştu. Üflese düşecek gibiydiler. Bakışlarımı da arkaya doğru çevirdiğimde, tek gördüğüm şey maske takan kişiydi. “Bırak beni!” diye bağırdım yeniden. Bileğini sarstım. Ama tişörtümdeki tutuşu yumuşamadı. “Yerinde kal!” dedi soğuk sesi. Dua’ydı. Beni tutan kişi Dua’ydı. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Boğazıma dizilen binlerce taş varmış gibi kesik kesik almaya başladım nefesimi, bedenim sarsılırken. “Cesur Bey bir katil. Gizem Hanım bir katil. Bizi kandırmışlar!” diye bağırdı Mustafa dayım. Öğrenmişlerdi! Benim gibi onlarda gerçeği öğrenmişlerdi. Yüreğim titriyordu. Boğazıma diziliyordu hıçkırıklarım. Gözlerimi kapadım sadece. Bir avuç gözyaşı tenimin üzerine boşaldı. Cesur bir katildi! Biliyordum! Kıkırdamalar boş binanın içinde yankılandı. Maskeli kişiler; bizimle alay ediyor, gülüyorlardı. “Çok fazla tutmayacağım sizi merak etmeyin. Her şey çok çabuk gerçekleşecek!” dedi maskenin altından boğuk çıkan sesi ile Arın. Ağır ağır dizlerinin üzerine çökmüş alan annemlerin arkasına doğru yürümeye başladı, elinde salladığı silahla. “Ben çok konuşmayı sevmem. Sadece işlerin çok çabuk gerçekleşmesini sağlarım!” diye konuştu tekrardan. Nefesimi tuttum. İlayda’nın buz gibi olmuş olan parmakları, koluma sıkıca tutundu. Hemen olduğumuz yeri hızlıca kontrol ettim. Nereye getirdiklerini, nerede olduğumuzu öğrenmeye çalıştım. Soğuk, rutubet kokusu keskin olan bomboş bir harabenin içindeydik. Tavanın birkaç yerinden, zemine doğru su damlıyordu. Döküldüğü yerler de ise, küçük küçük su birikintisi oluşmuştu. Dua, sert bir şekilde tişörtü geri bıraktığında, bu sefer maske takan kişileri saymaya başladım. İkisi tam yanımda, biri arkamda, diğer ise tam karşımdaydı. İki kişi yoktu! Artemis’i en son eline yılan sokulmasına izin verdikleri yerde baygınken görmüştüm. Ben ise oradan hızla kaçıp Leylan’ın odasına girmiştim. Ama odadan sonrasını hatırlamıyordum. Leylan ile sohbetimizin yarısı bile yoktu bende. Eğer Artemis hâlâ baygın ise diğer olmayan kişi kimdi? Bir kişi eksikti! Arın tam arkalarında durdu. “Onlardan ne istiyorsun?” diye bağırdım. Öfke ve ağlama ile karışık bir sesle. Elinde bir silah vardı ve bu kişilerin öldürdükleri kişileri görmüştüm. Yine öldürürlerdi. Arın bir süre sessiz kaldı. Maskenin altında belli olan gözleri, diğer maskeli kişilerin üzerinde birkaç saniye gezindi ve sonra bana baktı. “Ben onlardan bir şey istemiyorum farecik. Onlar bizlerden istedi!” dilini üst dudağının üzerinde gezdirmeye başladı. “Şimdi ise ödeşme vakti!” Anlamıyordum! Ne dediğini anlamıyordum! Bizimkilere baktım. Üçünün de yüzü hem şok olmuş hem de hiçbir şey anlamayan bir ifadeye bulanmıştı, benim gibi. Fakat arkalarına bakmaya cesaretleri yoktu. Mustafa dayım, yanında oturan babama baktı. Babamın gözleri dalgalandı ve zemine sabitlendi. Bir şey hatırlamış gibiydi. Mustafa dayım da aynıydı. “Daha gelmedi. Şimdi mi yapacağız?” diye sordu Dua arkamdan. “Biraz daha bekleyelim, gelir şimdi!” diyen kişi Gizem’di. Hızla sesin geldiği yöne, yan tarafıma çevirdim. İki kişi yan yana duruyordu. Ve birinin gözleri tam üzerimdeydi. “Uzun süre beklemek istemiyorum!” dedi yanındaki kişi ve Kaya’ydı o da. Derin bir iç çekti. Adımlarını bize doğru atmaya başladığında, İlayda bana sokuldu korkuyla. Kaya İlayda’nın yanında adımlarını durdurup dizlerini kırarak oturdu. “Biliyor musun, sen olmasan bu kadar başarılı olamazdık!” dedi Kaya İlayda’ya bakarak. İlayda’da iki elini de koluma dolayıp titreyen bedenini daha çok yapıştırdı bana. Kaya bana baktı. “Seni partiye gitmesi için ikna etti. Çünkü yakışıklı ortağınızın da oraya geleceğini sanıyordu.” Güldü. “Ee ben kuzenini de suçlamıyorum. Ortağınızın kendisi söyledi İlayda’ya, orada olacağını.” Sırıttı. Eğleniyordu. “Tabii, ortada bir parti olsaydı güzel olurdu!” Gizem’de bize doğru adımlarını atmaya başladı gülerken. “Konuştuğu hesap Sevinç’in değil, sana aitti.” Dediğinde Gizem, Kaya’ya bakmıştı. Ben Sevinç ile değil, bir katil ile mi konuşmuştum? “Bu yüzden navigasyonuna çabuk ulaşabildim!” dedi Kaya’da. “Telefonunu hacklemek basit bir işti benim için!” Olan biteni gözlerim dolarken sadece dinlemiştim. Mimiklerimi kaybetmiş gibiydim, nasıl tepki vereceğimi bilemiyordum. “Yemin ederim Nida, yemin ederim hepsi o adamın yüzündendi. Seni oraya götürmem için ikna etmemi söyledi.” dedi İlayda, ağlayarak. Bedenime yasladığı bedenini geri kaldırmıştı. “Seninle olacağını sanıyordun!” dedi Gizem bir kahkaha atarken. “Aptal!” Bu yüzden İlayda özür diliyordu benden. Özürleri bu yüzdendi. “Orospu çocukları!” diye haykırdı Mustafa dayım. Ne kadar süredir bağırdığını bilmiyordum ama sesi epey kısılmıştı. “Başınız çok büyük bir belada!” dedi yeniden. “Kes sesini lan döl israfı!” diyen Arın, Mustafa dayımın sol böğrüne geçirdiği güçlü bir tekme ile dayım, inleyerek iki büklüm oldu. “Baba!” diye bağırdı İlayda, ileri doğru atılarak. Kaya kolundan yakaladı. Daha fazla izin vermedi. “Korkma kızım!” dedi dayım canı yanarken. “Karıma naptınız?” diye acı ile sorarken, kollarını karnının etrafın dolamıştı. “O evinizde rahat bir uyku çekiyor. Merak etmeyin!” dedi Kaya fakat sesinden tek bir inandırıcılık yoktu. “Orospu çocukları!” dedi dayım inleyerek. Bu sefer fısıldamıştı. Bizimkiler şu anda ortaklarının nasıl biri olduklarını artık öğrenmişti. Ama her şey için çok geçti. Hepsi etrafımızı sarmıştı. Kurtuluşumuz yoktu. “Ne zaman gelecek?” diye sordu Kaya canı sıkılmış gibi. Ayağı kalktı. Kendi etrafında sağa sola doğru sallanmaya başladı. Kimden bahsettiğini bilmiyordum. Şu anda gözlerim, çaresizce bana bakan annemin üzerindeydi. Boynum büküldü. Üst üste bastırdığım dudaklarım titriyordu, ağlamamak için. Ama yanaklarımdan akan gözyaşlarımı hissedebiliyordum. Ben senin yerine de ağlarım, diyordu kafamın içindeki anneme ait olan ses. Ama ikimiz de ağlıyorduk. “Bilmiyorum cezanızı nasıl versem?” diyen Arın’ın bakışları bizimkilerde, yanağında ise ucunu sürttüğü bir silah vardı. “Fakat,” dedi Arın. Silahın ucuyla kaşımasını durdurdu. “Suçu sen işlersin, cezasını başkasını çeker!” dediğinde, annemin yaşlı gözleri arkasında duran kişiye çevrildi. Ve her şey ışık hızında gerçekleşti. Arın silahı ileriye doğru uzattı ve silah bir kere patladı. Yüzümün yarısı sıcak bir ıslaklıkla temas edince, büyük bir çığlık harabenin içini doldurdu. Benim çığlığım! Minik bir inleme duyulmuştu yan tarafımda ve koluma dolanan buz gibi parmaklar ayrılmıştı tenimden. Dayım, “İlayda!” diye haykırdı. Dizlerinin üzerinden kalkmaya çalıştı. Kaya hangi ara oraya gitmişti bilmiyorum fakat dayımın omuzlarından tutup kalkmasını engellemeye çalışıyordu. Annem ve babamın gözleri yuvalarından çıkacak kadar kocaman açılmış ve tam yan tarafıma doğru bakıyordu, yüzlerindeki kan çekilmiş bembeyaz olmuştu. “Bakma oraya sakın Nida!” diye bağırdı annem. Ellerim, hâlâ patlayan silahtan dolayı, kulaklarıma bastırmışken, Arın şeytani gülüşünden bakışlarımı yavaşça çekip yan tarafıma doğru çevirdim. Ve gördüğüm görüntüyle bedenim titredi. Boğazım yırtılırcasına çığlık atmaya başladığımda, geri geri sürünmeye başladım. İlayda sırt üstü yere düşmüştü. Alnının üzerinde küçük bir delik vardı oradan zemine doğru kan süzülüyordu. Gözleri açıktı ve buz tutmuş mavilikleri bana doğru bakıyordu. Hayır, hayır, hayır… Kuzenimi vurmuştu! Kuzenimi öldürmüştü! Kuzenimi hiç düşünmeden öldürmüştü! Geri geri bağırarak giderken, sırtıma değen bacaklar yüzümden daha fazla gidemedim. “Nida!” diye bağırıyordu annem. “Korkma kızım, sana bir şey olmayacak!” diye bağırıyordu. “İt herifler!” diye bağırdım. Gözlerim, kuzenimdeydi. Bacaklarımı karına doğru çektim. Yumruk yaptığım ellerimi başıma vuruyordum. Hem ağlıyor, hem küfür ediyor hem de bağırıyordum! “Hiç mi vicdanınız yok ha?” diye haykırdım. Yumruklarımı bu sefer dizlerime vurmaya başladım. Kuzenimi öldürmüştü. Nefesim kesildi, hıçkırıklarım boğazıma dizilirken. Soluk soluğa kalmıştım. Annem de benim gibi çığlık atıyordu. Adımı haykırıyordu, korkma diyordu. Ama kuzenim vurulmuştu! Zemin sallandı oturduğum yerden. Binanın duvarları bir lastik gibi içe dışa doğru çekiliyor gibiydi. Başım dönüyordu. Hiçbir şeyi idrak edemiyor, dikenler batıyordu şakaklarıma. Bulanıklaşan bakışlarım göz ucuyla bizimkilere çarpıyordu. Bir maskeli kişi annemi tutuyordu. Diğeri de hem dayımı, hem de babamı tutuyordu kollarından. “Hadi Nida, sen de veda et sizinkilere!” Arın silahı bana doğru doğrulttu. Annem çırpındı. Babam çırpındı. Mustafa dayım, kendi kızına doğru gitmeye çalışıyordu. Fakat hiçbir şey yapamıyorlardı! Gözlerimi kapadım. Arkamdaki kişi hâlâ yerindeydi. Dizlerimi daha çok çektim kendime. Ellerimi kulaklarıma bastırdım. Bir silah patlaması daha bekledim, kuzenim gibi bende ölmeyi bekledim fakat duyduğum tek şey duvarlara çarpan müzik sesiydi. “Ne oluyor?” diye sordu Kaya. Çığlıklarımın arasından duyabiliyordum şok olmuş sesini. “Kimse biliyor muydu burada olduğumuzu?” diye soran Gizem’di. “Sikeyim, kim bilecek!” dedi dişlerinin arasından Arın. Gözlerim kuzenimdeydi. Alnından açılan küçük delikten, gözlerine, burnuna oradan ise yüzüne doğru oluk oluk akıyordu kan. Zehir zemberek oldu içim. Hıçkırıklarım bir çığ oldu yüreğime döküldü. Dudaklarımdan, duvarlara çarptı. Kendi sesim, kulaklarımı sağır etti. Unuttun mu beni? Her şeyimi, sildin mi bütün izlerimi? Çığlıklarımın arasına, nereden geldiğini bilmediğimiz şarkının kelimeleri karışıyordu. Hiç düşmedin mi aklına? Hiç çalmadı mı o şarkı? O sahil, o ev, o ada, o kırlangıçlarda mı küs bana? Gitmemi engelleyen bacakların sırtımdan ayrıldığını hissettim. Bulanıklaşan gözlerim, bulunduğumuz yerin ortasında, ne olduğunu ve nereden geldiğini bilmedikleri şarkıyı arayan maskeli kişileri buldu. Küfür ediyorlar, birbirlerine soruyorlardı. Şarkının sözleri devam ediyordu. Fakat bazen duyuyor, bazen ise beynimin içinde kayboluyordu. Ben hâlâ dolaşıyorum avare. Hani görsen, enikonu divane. Ne yaptıysam olmadı, ne çare. Unutamadım gitti. Git gide şarkının sesi artıyordu bulunduğumuz yerde. Bulanıklaşan gözlerim anneme çaptı. Hıçkırıklarım hâlâ beni boğmaya devam ediyordu. Annemi tutan maskeli kişi ayaklanmıştı ve başı sesin geldiği yönü, binanın için arıyordu. Diğer maskeli kişi ise gözyaşları içinde kalan dayımı ve babamı tutmaya devam ediyordu. Elinde silah olan Arın ise diğer elini yumruk yapmış, diğer silahlı eliyle beraber kafasına darbeler indiriyordu küfürler savururken. Annemin gözleri bendeydi. Usulca yerinden doğruldu. Hafif dengesini kaybetti fakat ayağı kalkmayı başardı. “Otur yerine!” diye bağırdı, ayakta olan maskeli kişi ve annemi az önce tutan kişinin Gizem olduğunu anladım. Ey aşk, neredesin şimdi? Sen de mi terk ettin beni? Ne hata ettiysem affet. Büyüklük sende kalsın emi? Annem, bağıran kişiyi umursamadı. Gözlerini benden ayırmadan, elinin birini boynuna götürdü. Bir kolye çıkardı. Annem hiç kolye takmazdı ki! Hızla ileriye doğru çekip kolyeyi kopararak, boynundan çıkardı. Elinde tutmaya devam etti. “Maskotu eğlendirme zamanı!” diyen bir kişinin bağırmasıyla, tüm gözler binanın köşesine; sert fakat ağır adımlarla gelen kişiye doğru kaydı. Elinde bir silah sallıyordu ve tüyleri ürpertecek bir soğuklukla gülümsüyordu. Müzik sesi kesildi. Maskeli kişiler put gibi yerinde durdu ve hepsi arkaları bana doğru dönük bir şekilde karşımızda beliren zayıf yapılı adamı izlemeye başladı. Göz yaşlarım yüzünden bulanıklaşan bakışlarımla, gelen kişiyi incelemek için büyük bir çaba verdim. Başında bir şapka vardı. Tüm renklerden oluşan bu şapkanın ucunda kırmızı bir top vardı ve uç kısmını bir omuzuna doğru salmıştı. Ama asıl korkutuculuğu sol gözüydü. Dikkatli bakınca, gözünün üzerinde keskin bir yara izi olduğu apaçık belli oluyordu ve o gözünün bebeği bembeyazdı. “Buradasın!” diye fısıldadığını duydum arkamdaki kişinin. Dua’nın sesiydi bu. Anneme baktı o gelen kişi. “Sizi bulmama yardım etti. Onu yok edebilirsin artık!” dedi. Annemi tanıyor muydu? Annem kolyeyi yere attı. Ayağın ucuyla ezdi. Kolyenin ucundaki taş paramparça oldu. İçinde ise yanıp sönen sinek büyüklüğünde siyah bir şey, parçalanan taşın arasında belirivermişti. İçeriye birden fazla kişi doluştu o anda. Hareket edemedim olduğum yerde. Buz kesmiştim. Hangisine bakacağımı şaşırmıştım. Sırıtarak gelen adamın yanına geldi birkaç kişide. Bazısı ise, binanın içine dağıldı. Etrafımızı sarmışlardı. Maskot kimdi? Bu adamlar neyin nesiydi? “Sikeyim!” diye dişlerinin arasından tısladı Arın. “Olamaz bu!” diyen Kaya, elinde bir silahla Gizem’in yanına daha fazla yaklaştı. Şaşırmıştı, anlamıyordu! Babam ve dayımı tutmayı bırakmıştı. Dayım sürünerek, vurulan İlayda’nın yanında gidip kollarının arasına aldı. Babam ise olduğu yerde kalıp olanları izlemeye başladı. Hepsinin gözleri, etrafını saran adamların üstündeydi. Gizem’de belinden bir silah çıkarıp, adamlara baktı. Oldukları yerde sadece hareket ediyor, fazla bir şey yapamıyorlardı. Arın bana doğru döndü. Silahı tekrar bana doğrulttu. “Herkes yaptığının bedelini ödemeli. Suçsuz bile olsan, sen bile ödemelisin farecik!” dediğinde, annem, babam çığlık attı. Göz bebeklerim dalgalandı. Nefesim kesildi o an. Bir anda, içeriye doluşan kişiler, ortaya bir şey fırlattı ve saniyesinde beyaz bir duman içeriye doldurmaya başladı. “Anne!” diye bağırdım gözlerimi silahtan çekip anneme bakarken. “Nida!” diye bağırdı annemde. Beyaz dumanla birlikte öksürükler başladı. Sesler yeniden birbirine karıştı. Silah patlamadı. Arın beni vurmadı. Beni öldürmedi. Beyaz duman etrafa dağıldıkça, artık kimseyi göremez duruma geldim. Bir silah patlaması doldurdu içeriyi, fakat çok uzaktan gelmişti ses. Çığlık attım. Bir çığlık daha atmaya hazırlanıyordum ki, dudaklarımın üzerine kapanan elle, çığlığım boğazımda asılı kaldı. İki elimde, dudaklarımın üzerine kapanan elin üzerine kapandı. Tırnaklarımı etine batırmak istedim fakat deri bir eldiven taktığını anladım. Gözlerim yuvalarından çıkacak kadar büyüdü. Kalbim boğazımda attı. “Benim!” dedi arkamdaki ses. Belime bir kol dolandı. Sırtım, arkamdaki adamın göğsüne sertçe yaslandı. “Korkma!” dedi boğuk sesi ve ayaklarım saniyesinde yerden kesildi. “Seni buradan kurtarmaya geldim!” Bu sesi tanıyordum! Bu ses Cesur’a aitti!
Devam edecek...
Yorum ve oylarınızı bekliyorum :)
intagram: _kadris maskeninardindakiler7
|
0% |