Yeni Üyelik
11.
Bölüm

10.BÖLÜM

@kadrisyazar_


 

ÖLÜ RUHLAR DÖNGÜSÜ

 

10.BÖLÜM

 

"💎"

 

 

Bir kalpten daha hızlı atmaya başlayan şah damarımın üstündeki okun ucu, daha sert batırılmaya başlandığında, havaya kaldırdığım ellerim kontrol edemediğim bir şekilde titremeye başladı. Beni taşıyan bacaklarımdaki kanın hepsinin bir anda çekildiğini hissetmiştim ve birazdan beni taşıyamayacak güçsüz düşüp, yere yığılmama neden olabilirdi.

“Kimsin sen?” diye sordu arkamdaki kişi yeniden.

Sesindeki öfkenin karşılığını tenime batırdığı oktan anlıyordum. Oku yavaşça şah damarımın üzerinden sürüyüp, enseme doğru götürdüğünde, dudaklarımdan kesik bir nefes dışarıya firar etmiş, gözlerimi kapamıştım aynı hızla. Sürüdüğü kısmın uyuştuğunu fark ettim.

Okun varlığı, tenimdeki tüylerin havaya dikelmesine neden olmuştu. Dudaklarımı üst üste bastırıp tek gözümü açarak, pencereye baktım. En azından camdan bir yansıma görmek istiyordum ama sadece koca bir dağ vardı. Az önce geçtiğimiz yerdi orası.

Evde yalnız kalmak dünyanın en saçma fikriydi. Bilmediğim bir yerdeydim ve nasıl böyle bir şeyi onayladığıma akıl fikir erdiremiyordum. Peşimizdeki iz sürücülerden ya da yerin altındaki gözcülerden biri olabilirdi. Saniyeler içinde beynim neler yapabileceğimi ve kimlerin olabileceği ile ilgili şeyleri düşünmeye başlamıştı.

Arkaya attığım saçlarımın arasından biraz daha bastırdı okun ucunu. “Sana dedim ki, kimsin sen?” dişlerini sıktırdığını anlayabiliyordum. Genzimi temizleyip olduğum yerde hareketlendim. Başımı hafif arkaya çevirmeyi amaçladım ama başarısız olmuştum. İzin vermiyordu!

Kuruyan boğazımı ıslattıktan sonra, çatlayan dudaklarımı aralayıp, “be-”sanki dilimi yutmuşum gibi konuşamadım. Dudaklarımı yalayıp, titreyen parmaklarımı avuç içime gömdüm. Yutkunup, “Ben, ben Yvonne’nin arkadaşıyım!” dedim. Tek nefeste söyleyebilmiştim. Sesli bir şekilde nefes alıp verirken, göğüs kafesime çarpan kalbimin sesi, kulaklarımın batmasına neden oluyordu.

“Hı,” dedi gülerek. Nefesimi tuttum. Boşluğa savuruluyormuşum gibi zemin ayaklarımın altından geriye doğru çekiliyordu. “Yvonne’nin arkadaşı falan değilsin!” dediğinde kaşlarım anlık çatıldı.

Yvonne’yi tanıyor muydu? Ya da öylesine söylediği bir şeydi mi?

Diğerleri evin yakınında olacağını söylemişti, peki bu adam nasıl kolay bir şekilde eve girmiş, enseme oku dayamıştı? Kahretsin!

“Bak,” dediğimde tekrar dudaklarımı yalayıp yutkunmuştum. Tırnaklarım avuç içime daha çok bastırıp, “gerçekten ben Yvonne’nin arkadaşıyım!” dedim çatallaşan sesime rağmen.

“Yvonne’nin ucube arkadaşlarına benzemiyorsun!” dediğinde bu sefer söylediği şey beni sinirlendirmişti. Onları daha yeni tanıyordum ama onlara bu şekilde hitap edilmesi hoşuma gitmemişti.

Tekrar gülme sesi çıkardı. “Onların hepsini tanıyorum ve Yvonne’nin senin gibi bir arkadaşı yok!” dedi ve oku enseme daha sert bastırdı. İtmesi ile başımda hafif önüme düşmüştü. Okun batırdığın yerin kanadığına emindim, çünkü canım fena halde yanmaya başlamıştı.

Kendinden emin söylediğine göre Yvonne’yi ve diğerlerini tanıyordu. Şimdi ise ikna olacak gibi durmuyordu. “Nasıl girdin eve?” diye sordu. Burnunu çektiğini duydum.

“Yvonne getirdi bene eve!” dedim hemen.

“Sinirlendiriyorsun beni küçük hanım. Yvonne birkaç gündür evde yok, onunla eve gelemezsin!” dediğinde, bana küçük hanım diye hitap etmesi, öfkelenmeme neden olmuştu.

Artık emin olmuştum. Arkamdaki kişi Yvonne’yi kesinlikle tanıyordu. Tanıdığı için de kendinden fazlasıyla emin bir şekilde konuşuyordu.

İkna olacak gibi durmuyordu, çünkü fazlasıyla inatçı gibiydi. Gözlerim hemen onu durdurabileceğim bir şey aradı, masanın üzerinde duran birkaç kağıt parçası ve çömlekten oluşan tabak bardak duruyordu, fakat ben daha bir adım atamadan ok ensemin içine batmış olurdu ve bende yere yığılıp ölebilirdim. Ona asla müdahale edemezdim.

“Onlar buradaydılar, eğer onları bulabilirsen,” dediğimde kuruyan dudaklarımın üstünden geçtim. “Ve sen de kaçarsın.” Deyip alay eder gibi güldü. Yüzünü göremiyordum fakat göremesem bile sesi çok iyi yansıtıyordu bunu. “Yvonne’nin arkadaşları ucubeden farkı yok, senin gibi güzel biri onun arkadaşı olacağını zannetmiyorum!” dediğinde gözlerimi devirmeden edemedim. Öfkeden beni patlatabilirdi şu anda. Benimle böyle konuşması ve Yvonne’nin arkadaşlarına iğrenç sıfatlar takması içimdeki siniri harlıyordu.

Ona nasıl kanıtlayacağımı bilemiyordum. Ne söylersem söyleyeyim tam tersini söyleyecek gibi konumlandırılmıştı. Bu sefer sesli nefes aldı. “Benim evime nasıl girdin?” dedi kelimelerinin üstünü bastıra bastıra.

O anda hayretle kaşlarım havalandı. Söylediği şey beni şaşırtmıştı. Burası Yvonne’nin evi değil miydi? Yanlış bir eve mi gelmiştik yoksa? Ya da arkamdaki bu kişi yalan mı söylüyordu?

Bir taraftan aklım karışırken, diğer taraftan kalbim korkuyla yerinden çıkacakmış gibi hızlı hızlı atıyordu. Bir adım daha yaklaştığını, bastığı zeminden çıkan ses ve enseme dayatılan okun sivri kısmını daha çok hissetmemle anlamıştım. Boğazıma kadar gelen nefesim, dudaklarımın arasından dışarıya çıkamamıştı.

Bende öne doğru bir adım attım. Fakat fazla yerimden kıpırdayamamış, olduğum yere mıhlanmıştım.

Dudaklarımı içe doğru gömüp, gözlerimi sıkıca yumdum. Yukarıya kaldırdığım kollarım titriyor, fakat bedenimi, hareket ettiremeyeceğim kadar da kaskatı kesildiğini hissediyordum. Söyleyecek bir şey bulamıyordum, söylesem bile inanmıyordu. Artık insafa gelmesini ve beni öldürmemesini beklemekten başka çarem yoktu!

“Valentino ne yapıyorsun? İndir okunu!”

Tanıdık bir sesin varlığıyla gözlerimi hızlıca açtığımda, o kişinin Yvonne olduğunu anladım. “Seni korkak ırk, ne yaptığını sanıyorsun?” diyen kişi öfkeden harflerini bastırarak konuşan Otis’ti.

Ensemdeki baskı geriye doğru çekildiğinde, kendimi bir anda öne doğru atarken buldum. Dizginleyemediğim nefesim bir kılçık gibi boğazıma batarken, gözlerim hayretle açılmış, burnumdan hızlı hızlı soluyordum. Arkama hâlâ bakamamıştım. Elimi inip kalkan göğsüme yaslayıp, acıyan boğazımı da sert bir şekilde, parmaklarımla sıvazlamaya başladım.

O anda koluma dolanan bir elle, bakışlarımı yan tarafıma çevirdim. Edwin etten duvar örmüş, korkulu gözlerle bana bakıyordu. “İyi misin Karina?” diye sorduğunda, iyi olup olamadığımı söyleyememiştim. Dilimi yutmuş gibiydim.

Sadece yüzüne bakakaldım korkmuş gözlerle.

“O bir efendi, hangi cüretle ona saldırırsın?” Otis’in kızgın kelimelerini duyuyordum.

“Şimdi de ucubeler korosu buraya teşrif etti!” dedi yabancı ses alayla.

“Karina iyi misin?” bu sefer sırtımda hafif bir dokunuş hissettim. Bu sefer diğer yan tarafıma döndüğümde, Yvonne’nin endişeli gözleriyle karşılaştım. Gözleri birkaç saniye yüzümde oyalandıktan sonra, bakışlarını arkamda kalan kişiye çevirdi. “Ne zaman geldin sen eve Valentino?” diye sorduğunda Yvonne, ben de o yabancının ve enseme bir ok dayayarak öldürmek isteyen kişiye bakmak için bakışlarımla beraber, bedenimi de arkaya döndürdüm.

Tozlarla kaplanan sarı saçları, bel kavisine kadar uzanmış, omuzlarının iki tarafından aşağı salmıştı. Siyah botları diz kapağının altında biterken, yeşil pelerinini başının üzerine örtmüştü. Yanında öfke ile yanıp tutuşan Otis’den bile uzun bir boya sahipti.

“Bugün geldim!” diye cevapladı yabancı. Ukala bir gülüşle tekrar bana baktığında, gözlerinin Yvonne gibi mavi ve yeşil olduğunu gördüm. “Özür dilerim Karina,” diyen Yvonne’nin sesiyle gözlerimi karşımdaki kişiden çekip, Yvonne’ye baktım.

Korkunun tesiri hâlâ bedenimden uzaklaşmamıştı! Yvonne’nin de benden kalır yanı yoktu, o da korkmuş gözüküyordu, bu halimi görünce.

“Bir abimin olduğunu sana söylemeliydim!” dediğinde, şaşkınlıkla kaşlarım havalanıp dudaklarım birkaç santim aralanmıştı. Tekrar bakışlarımı o kişiye çevirdim yavaşça.

Yvonne’nin bir abisi mi vardı?

Biraz daha dikkatli bakınca, benzerliklerini gözle görebilecek kadar fazla olduğunu anlayabiliyordun. Keskin bakışları, yüzünü örten sert bir ifadesi vardı fakat ukala gülüşü, Yvonne’den ayırıyordu onu.

Boğazım ve ensem sızlayınca, küçük bir inleme dişlerimin arasından kaçmış elimi hemen enseme atmıştım. “Aptal herif!” dedim homurdanarak. Dişlerimi sıkıp, acıyı bir nebze düşürmeye çalıştım ama gerçekten canım acıyordu. Epey sert bastırmıştı oku!

Enseme ok dayayan kişinin kıkırdadığını duydum ama ona aptal demiş olmamı üstüne alınmış gözükmüyordu.

“Güya evin etrafında olacaktınız?” dedim iğneleyici bir öfke ile. “Az daha beni öldürecekti!” dediğimde, dudaklarımı üst üste bastırıp, öfkemi daha fazla yükseltememeyi amaçladım. Fakat onlara, gerçekten kızmıştım. Eğer biraz daha geç kalsalardı, beni öldürebilirdi.

Öfkem beni öldürmek isteyen kişiye değil, onlaraydı, çünkü onlara güvenerek evde kalmayı tercih etmiştim. Bende de hata yok desem yalan olurdu, çünkü ben de yalnız kalmayı seçmiştim. Kahretsin!

“Özür dilerim Karina!” dedi Edwin üzülerek. Gerçekten üzüldüğü anlamıştım sesinden. Çok pişman olmuş gibi bakıyordu yüzüme.

“Onların bir suçu yok, istediğim her yere görünmeden girmek gibi yeteneklerim var!” dediğinde, elindeki oku sırtına astığı sepetin içine koydu, yayı da diğer elinde tutmaya devam etti.

Parmaklarımla, okun değdiği her yeri yoklamıştım. Gözlerimin önüne getirdiğimde ise kan falan bulaşmadığını görmek, içimi rahatlatmıştı. “Eve bizden başka kimsenin giremeyeceğini biliyorsun Valentino, neden ona ok çekme girişiminde bulundun?” diyen Yvonne burnundan soludu. Fazlasıyla sinirli olduğunu görebiliyordum.

Adını artık öğrenmiştim. Valentino.

“Ucube arkadaşlarına benzetemedim Yvonne.” Deyip gülerken, başındaki pelerinin şapkasını aşağı indirdi. Başının iki yanından saçlarını örmüş, kulağının arkasından salık bırakmıştı ince örgülerini.

Otis burnundan sesli bir nefes verdiğinde, kaşları öfke ile alnın üzerine düşüvermişti. Pelerinin altındaki kılıcının tutmuş, her an yerinden çıkarıp yanında duran adamın başını gövdesinden ayırabilecekmiş gibi duruyordu.

Valentino, burnundan gülüp Otis’e bakarak umursamadan bir omuzunu silkeleyerek gözlerini devirdi. Şu anda buradaki hiç kimsenin öfkesini takmıyordu. Vurdum duymaz tavrı bunu açık açık gösteriyordu.

“Korkak bir ırk, ok çekme girişiminde ne zamandan beridir bulunuyor?” diyen Otis’in çenesi seyriyordu. Yüzünün sadece bir kısmı görünüyordu, bakışları direkt Valentino’nun üzerindeydi. Gözlerini ve yüzünün hepsini göremesem de, kaskatı kesilen bedeni kendini ele veriyordu.

“Sana ne kadar bir süre lazım, ucube?” dedi Valentino yarım bir gülüşle. Otis homurdanarak öfke ile karşısındaki adama doğru adım atmak için hareketlenmişti ki, Edwin ve Yvonne aynı anda Otis diyerek, kavga edecek olan o ikisine doğru bir adım attı.

“Yeter artık Valentino!” dedi Yvonne. Artık bir adım önümde duruyordu. Otis öldürücü bakışlarını zar zor Valentino’dan çekip, önce Yvonne’ye daha sonra da arkasında duran bana evirdi. Şimdi ise göz bebeklerinin titrediğini görmüştüm.

“Bu sürüngenlerin burada ne işi var?” diye sorduğunda Valentino, Otis tekrar öfke saçan bakışlarını ona çevirdi. Yvonne hiç beklemeden adımlarını ileriye doğru atıp o ikisinin tam ortasına geçti. Önünü Valentino’ya dönerek, “onların benim arkadaşlarım Valentino, sakın onlara bu şekilde konuşma!” dedi dişlerinin arasından. “Gerçek olan bir şeyi söyledim, oldukları bir şeyi inkar edemeyiz değil mi, küçük kardeşim?” deyip Valentino, Yvonne’nin burnun ucuna parmağıyla küçük bir fiske vurdu.

Sürüngenler mi?

Bu kelimeyi ilk defa duymamıştım, Han dedikleri yere gelen kişilerde bu şekilde söylemişti, içerdekilerine.

Yvonne burnunu kırıştırıp, burnunun ucuna bir şey bulaşmış gibi eliyle temizlemeye başlamıştı. Valentino, başıyla olduğum yeri gösterince ikisinin de bakışları bana döndü. Yerimde istemsizce huzursuzlandım. “Peki bu kim?” diye sordu Valentino bana bakarak.

Edwin büyük bir adımla önüme geçince, bir adım bende geriye doğru çekilmiş, anlamayan gözlerle, yüzünü göremediğim Edwin’e bakmıştım arkadan. İçeriye girdiklerinden beridir, pelerinlerinin şapkalarını indirmemişlerdi. “Seni ilgilendirmez!” dedi katı bir sesle Edwin.

Bir duvar gibi önüme kurulan Edwin’in omuzunun üzerinden Valentino’ya baktım. Yüzünde bir değişim yoktu, sadece yarım bir gülüş ve her an dalga geçecekmiş gibi bir ifadesi vardı. “Benim evimdeysen eğer, beni her şey ilgilendirir Edwin!” dediğinde Valentino, son ismi bastırarak söylemişti.

“Sonra da sahip çıkma ya da yakalanmasına göz yum değil mi?” diye sorduğunda Edwin, Yvonne’nin gözlerinin birkaç saniye Edwin’e bakarak dalgalandığını gördüm, ardından da gözlerini kaçırıp yutkundu.

Dikkatimi çeken bir diğer şey ise Myron’un diğerleriyle eve gelmemesiydi. Bu sefer gözlerim onu evin içinde aramaya başladı. Neden evde olmayışını sormak istedim fakat, şu anda evin içindeki gerginlik çok yüksekti.

Valentino burnundan gülüp, “efendinizin suçunu benim ırkıma atamazsın Edwin, kendi hatasını canıyla ödedi. Bundan bizim bir suçumuz yok!” dediğinde gözleri şüphe ile kısılıp, Edwin’in omuzunun üzerinden bana baktı. “Yoksa?” diye sorup başını hafif bir omuzuna doğru yatırdı. “Söylentiler doğru mu?”

Gözlerindeki şüpheci tavrının yerini, büyük bir aydınlanma aldığını fark ettiğimde, ensemden büyük bir dalga tüm bedenimin üstünden geçti, omuzlarımı içe doğru gömüp, bakışlarımı kaçırmaya çalıştım ondan. Fakat bir işe yaramadı.

“Yvonne?” diyerek yanında duran kız kardeşine çevirdi hızla bakışlarını. “Doğru mu?” diye sorduğunda, neyin doğru olup olmadığını idrak edemedim. Sadece dinlemek ve izlemekten başka çarem yoktu. Yvonne başı ile onayladı. Valentino’nun bakışları aynı hızla bana çevrildi. “Ama ikisi de öldü dediler?” diye sordu şaşkınlıkla.

“Edwin?” dedim fısıldayarak. Bana bakarak konuşması, korkmama neden oluyordu. Edwin bir şey demedi bana, belki de ona seslendiğimi duymamıştı bile. Ben bile ona neden seslendiğimi anlayamamıştım. Belki de; Otis ve Edwin bana fazlasıyla güven verdikleri için olabilirdi.

“Gördüğün gibi yaşıyor!” dedi Edwin.

“Bir şey duydun mu? Ne söylüyorlar?” diye sordu Yvonne.

“O gün rüzgardan sonra yaşadığına kanaat getirdiler, fakat…” deyip yutkunduğunu gördüm Valentino’nun. Şimdi ise endişeleniyor gibiydi. “İzini kaybettiklerini, bulamadıklarını söylüyorlar. Çoğu bile inanmıyor yaşadığına!”

Yvonne derin bir nefes alıp, kollarını göğsünde birleştirdi. “Bir kesimin inanmaması iyi bir şey!” deyip Edwin’e baktı. Fakat bu sefer bana çevirmedi bakışlarını.

“Ama burada olamaz Yvonne, bizim başımız belaya girer!” dedi Valentino, korkunun izlerini taşıdığını fark ettim sesinde.

“Hiç değişmeyeceğinizi biliyordum!” dediğinde Edwin, Yvonne, elini kaldırıp sakin olmasını istedi ondan. Yanındaki adama bir şey söylemek için ağzını açmıştı ki, Valentino ondan önce davrandı. “Onların gelmesine her zaman müsaade ettim Yvonne ama bu fazla olur. Bizi değil, ırkımızı bile yaşatmazlar!” dediğinde Valentino sesinden çaresizlik ve fazlasıyla korku vardı.

Bulunduğum durum midemin kasılmasına neden olmuştu. İzlemekle yetindiğim bu olay, kalbimin ivmesini her kelimede biraz daha da arttırıyordu.

“Artık kaçma yok Valentino, diğerleri gibi olamayacağız,” yutkundu Yvonne. “Ail-” cümlesinin devamını getiremeden yarı da kesilmişti. Sesinin titrediğini gördüm.

“Biz gidiyoruz Yvonne!” dediğinde Edwin, Otis başıyla onaylayıp hemen odadan çıkıp mutfağın içine girdi. Mutfaktan çıkmayıp Edwin’in gelmesini bekledi. “Efendimize yaptığınız gibi, aynısını yine yapmanıza göz yummayacağım, bu sefer olmaz!” Dediğinde Edwin bana baktı. Şapka yüzünün yarısını kapamıştı bu yüzden sadece bir gözü gözüküyordu. O da göz yaşlarıyla dolmuştu.

Göğsüm sıkıştı yüzüne bakarken. Gözlerinde her şey vardı. Anlatmak istediği fakat anlatamadığı birçok şey geçiyor gibiydi. Ama sesi ve cümleleri, korkmadığını ve her şey ile baş edebilecekmiş gibi kararlıydı. Gözlerini ilk çeken Edwin olup tekrar bakışlarını karşısındaki kişilere çevirdi.

“Hayır!” dedi Yvonne bir elini havaya kaldırıp engellemek ister gibi. “O da korkuyor Edwin, fakat asla sizi ispiyonlamaz!” dediğinde bakışlarım bu sefer Valentino’nun üzerinde durdu. Endişelendiğini ve korktuğunu görebiliyordum ikisinin de, özellikle Valentino’nun. Ama neden korktuğunu anlayamıyordum. Abisine kaldırdı bakışlarını Yvonne’de. “Öyle değil mi?” diye sordu öyle olmasını umut ederek. Emin olmak istiyordu, yanılmak istemiyordu.

Birkaç saniye öylece bir şey demeden bekledi Valentino, daha sonra başı ile onaylayıp, “ben bir ömür saklarım Edwin,” kısa bir bakış bana atıp tekrar Edwin’e baktı. “Fakat İblis’in Evladı’nı tanıyorsun. Eğer kız kardeşimin canına zarar gelecek bir şey olursa…” dediğinde, Yvonne araya girip, “artık kocaman bir kız oldum başımın çaresine bakabilirim!” dedi.

Tebessüm ederek, bakışlarını kız kardeşine indirdi. Öyle olmadığını, yumuşayan gözleri anlatıyordu. Başını iflah olmaz gibi iki yöne doğru sallayıp, tebessümünü arttırdı Valentino. Yvonne’de küçük bir tebessüm yerleştirdi dudaklarının kenarına.

“Onu engellemezsek, herkesin canı tehlike de olacağına emin olabilirsin!” dedi Edwin’de. Derin bir nefes aldığını inip kalkan omuzlarından gördüm Edwin’nin. “Onu alt etmenin başka yollarını aramalıyız!” dedi.

O kelimeyi yine söylemişlerdi. Ve yine aynı şekilde o kelimeyi duymak ürpermeme neden olmuştu. Her kimse, herkesin başına bela olmuş tehlikeli biriydi.

Valentino bana yeniden baktığında, yarım bir gülüş dudağının kenarına astı. Kaşlarını havalandırıp, “umarım istediğiniz şeyleri elde edebilirsiniz!” dediğinde, dilini yanağının içinde gezdirmeye başladı.

“Bende yanınızda olacağım!” dedi Yvonne’de şapkasını aşağı indirirken.

“Bakın ne avladım!” içeriye bağırarak giren Myron’un bedeni ile tüm gözler olduğu gibi ona çevrildi. Edwin’de bir adım atıp yan tarafıma geçti. Artık görüş alanımı açmıştı. Tebessüm ederek, başı ile küçük bir selam verdi. Bende ona gülümsemiştim.

Myron’a baktığımda ise elindeki şey ile yüzümü buruşturmaktan geri duramadım. İki ayağından tutmuş, gri bir tavşan ile sırıtarak herkese bakıyordu. “Tavşan mı avladın?” diye sordum hayretle. “Akşama ziyafet var!” dediğinde gözleri Valentino’nun üzerinde durdu. Yutkunduğunu gördüm.

“Sende mi buradasın?” diye sordu şaşkınlıkla karışık öfke ile Valentino. Myron başını salladı usul usul. “Irkın yasaklamadı mı sana?” diye sorduğunda, “haberleri yok!” diye yanıtladı Myron. Gözlerini bile kırpamadan, karşısındaki adama bakıyordu. “Yine fark edilirsen, canına okurlar!” dedi uyarıcı bir dille Valentino.

Ama ben şu anda ölü tavşana kilitlenip kalmıştım. Akşama ziyafet var dedikleri o tavşanı yiyemezdim. Şu anda midem boğazıma kadar yükseliyordu. Her an kusabilirdim.

“Sana söylediğim gibi mi avladın?” diye sordu Yvonne kollarını göğsünün altında bağlarken. Myron’un sırtına astığı yay ve ok dikkatimi çekti. Fakat sepetin içinde hiç ok yoktu. Bunu Yvonne’de fark etmiş olacak ki, mutfakta duran adamın kolundan hızlıca tutup, odanın içine çekti. “Okların hepsini bitirmişsin!” dedi sitemlenerek.

“Avlanmak o kadar da kolay değilmiş. Günüm hep ormanda geçmiyor ya!” deyip gözlerini devirdi Myron ama elindeki tavşana gurur duyar gibi bakıp, “ama sonunda birini avlayabildim.” Dedi. Tavşanın tüylerine hep kan lekesinin bulaştığını gördüm.

Yüzümü buruşturup, daha fazla bakmak istemedim tavşana. “Çek artık tavşanı gözlerimizin önünden!” dedi Edwin kısa bir bakış bana atarken.

“Tüm diyar evimde şuan.” Dedi Valentino bundan memnun olmamış gibi. Myron’un yanından geçmek için hareketlendiğinde, Myron bir adım Yvonne’nin yanına doğru yaklaştı. Yvonne ayağına basan Myron yüzünden yüzünü buruşturup bir adım geriye doğru sendeledi fakat bir şey demedi.

Myron yanından geçip giden adama bakamadan, derin bir nefes verip kasılan vücudunu serbest bıraktı. Sanırım Yvonne’nin abisinden, birazcık korkuyor olabilirdi. Beden dili açığa veriyordu bunu.

Valentino mutfağa geçtiğinde, Otis gözlerini bir saniye bile yanına gelen adamın üzerinden çekmiyordu. Bakışları konuşsaydı, ağır sözcükler duyabilirdim. Öfkesi hâlâ dinmemişti, tabi ki benimde. Çünkü küçük bir özür bekliyordum ondan. Sonuçta beni öldürmeye çalışmıştı.

Otis’in yanından geçip masanın tam karşısında durdu. Gözleri, duşa girmeden önce ısırıp bıraktığım kırmızı elmanın üzerindeydi. Yan profilinin bir kısmında dudaklarının kıvrıldığını gördüğümde, elmayı alıp bakışlarını bana çevirdi. Isırılmış elmayı bir iki kere havaya atıp tuttuktan sonra, ısırdığım yerden o da büyük bir ısırık aldı.

Kaşlarımı çatılıp anlık bocaladım. Böyle bir şeyi beklemiyordum fakat yaptığı hareket yüzünden, gözlerimi devirmemek için kendimi zor tutmuştum.

Gözlerinin içi ve dudaklarının kenarları çapkın bir sırıtışla parlıyordu. “Yolculuk nasıl geçti?” diye sordu Yvonne, Myron’un elindeki ölü tavşanı alırken. Valentino elmadan bir ısırık daha alıp çiğnerken, “kötü geçmedi, aksine iyiydi.” Dedi.

Sırtındaki ok sepetini ve yayını masanın üzerine bırakıp, iki elinin parmaklarıyla çenesinin altında bağladığı pelerinin iplerini çözmeye başladı. Yvonne’de mutfağa geçmiş, elindeki tavşanı masanın üzerine bırakmıştı.

Pelerini omuzlarından indirirken, belinin etrafına astığı beş ölü tavşan ile gözlerim kocaman açılmıştı. Diğerlerinin de gördüğü görüntüyle bir şeyler söylediklerini duydum. En net duyduğumsa, Myron’un, “Siktir!” demesiydi.

Valentino bu şaşkınlığımıza küçük bir kahkaha atarak karşılık vermiş, daha sonra da Myron’a bakarak, “sadece beş ok kullandım!” dedi kendini beğenmiş bir tavırla. Gözlerim hemen sepete kaydı. İçinde olduğu gibi duruyordu oklarının hepsi. “Asıl ziyafet şimdi başlayacak!” dedi sırıtarak Yvonne’ye bakarak.

“Üçünü ayırmamız lazım ama!” dedi Valentino, beline astığı tavşanlardan birini çıkarıp masanın üzerine bırakırken. “Aynen, birkaç güne hasılat verme günü başlar.” Dedi Yvonne’de.

“Kahretsin!” dediğini duydum yanımda duran Edwin’in. Bakışlarımı ona çevirdim. Morali bozulmuş bir şekilde başındaki şapkayı indirdi. “Ne oldu?” diye sordum. Derin bir iç çekip, “hasılat gününe az kaldı!” dedi huzursuzca dudaklarını dişlerinin arasına alırken.

Başımı geriye atıp anlamayan gözlerle yüzüne bakmaya devam ettim. “Hasılat günü mü?” diye sordum. “Daha bir şey anlatmadınız mı?” sorusunu soran Valentino’ya baktığımda, “bence fazla konuşma sen bugün!” diye arayan giren Yvonne oldu. Valentino iki kaşını havaya kaldırıp, “demek anlatılmamış.” Deyip son tavşanı da çıkarıp masanın üzerine bıraktı.

Onlardan bakışı alıp Edwin’e baktım yeniden. Sorduğum soruya bir cevap vermesini beklediğimde, bir derin nefes daha alıp, “Aamon,” dedi. Devam etmesini bekledim. Bu ismi de söylemişlerdi bana. “Her birkaç ayda ona verdiğimiz erzak.” Dediğinde, “niye peki?” diye sordum. Niye verdiklerini anlayamadım.

“Ölmek istiyorsan, vermeyebilirsin!” dedi Valentino. Bunu çok normal bir şekilde dile getirdi fakat bende etkisi büyük bir yer kaplamıştı. Kuruyan dudaklarımı ıslatıp, ellerimi ovuşturdum. Ellerimin buz kestiğini o zaman anladım.

Edwin, Valentino’nun cümlesine sadece gözlerini devirmişti. Tekrar sıkıntlı bir nefes verip, “Lowell,” dedi. “Evde yalnız ve vereceğimiz bir erzakta yok. Umarım cezası büyük olmaz!”

Dudağımın bir kenarını dişlerimin arasına alıp ezmeye başladım. Nedense bende üzülmeye ve evde tek başına kalan o çocuğu düşünmeye başlamıştım. Erzak vermezler ise ceza alacaklarını hatta öldürülebileceklerini bile söylüyorlardı. İnanılır gibi değildi!

Aamon her kimse, gerçekten merak etmiştim ama sormak dilimin ucuna bile gelmiyordu. İsmi ve sıfatı beni çok korkutuyordu. Buralarda sözünün çok ciddi bir şekilde geçtiğine emin olmuştum artık. Ve asla öğrenmek istemiyordum.

Aklıma başka bir fikir gelince, Edwin’e bakıp, “sen de buradan bir tavşan avlayamaz mısın?” diye sordum. En azından verecek bir tavşanı olurdu. Ama bu sorum Valentino ve Yvonne’yi güldürmüştü. Myron bile minik bir şekilde kıkırdamıştı.

Valentino sırıtarak, “ölümlerini hızlandırmak istiyorsun sanırım. Buradan bırak avlanmaları, buraya gelmeleri bile yasak.” Dedi. “O zaman,” deyip tek tek gözlerimi hepsinin üzerinde gezdirdim. “O zaman başka yerde avlanırlar. Eminim ki her yer ormanlık ve tavşanlarla doludur.” Dedim.

“Her bölge başka ırka ait. Başka ırk, başka ırkın bölgesine geçemez.” Diyen Valentino buna canı sıkılmış bir şekilde burnundan sert bir nefes verip, “tabi İblis’in Evlatları için bu geçerli değil!”

Irk?

İblis’in Evlatları?

Diyar?

Hepsi o kadar farklı geliyordu ki kulağıma, başka bir şeyden konuşuyorlarmış gibi geliyordu. Duymadığım şeyler ve anlamlandıramadığım kelimeler söylüyordu her biri.

Çatık kaşlarla karşımda duran kişilere göz gezdirdim. “Bu kadar konuştuğumuz yeter, başka bir günde devamını anlatırız!” diyen Yvonne, beline astığı bıçağı deri kemerinin içinden çıkarıp, tavşanın derisine sapladı. Saniyesinde deriyi ikiye böldü bıçakla, daha sonra da iki parmağını ayrılan derinin içine sokup tavşanın derisini, başından ve ayaklarından çıkacak bir şekilde yüzdü.

Yüzümü buruşturup, gözlerimi kapadım gördüğüm görüntü ile birlikte. “Bugün benim yakaladığım tavşanı yiyeceğiz!” kelimeleri uzatarak konuşan Myron’nun neşeli sesi kulaklarımın içini doldurmuştu. Benim ise midem ağzıma gelmişti.

 

****

 

Yvonne, bir tavşanı da az önce ki gibi derisini yüzüp etinden yahni yapmış, her birimizin önüne yememiz için tabaklara koymuştu. Midem ağzıma çıkarken, önümdeki et ile sadece bakışmıştım. Ama karnım, açlıktan feci halde ağrıyordu. Resmen midem içe doğru büzülüyordu. Sonunda tavşanın etinden bir lokma alıp çiğnemeye başladığımda, kusacağımı anlayarak dışarıya kendimi atmıştım ve gerçektende kusmuştum.

Ben hayatımda değil tavşan eti yemek, bir ya da iki kere tavşanı canlı bir şekilde görmüştüm. Bana işkence gibi gelmişti, etini çiğnerken. Şimdi ise eve ilk girdiğimiz zaman bizi karşılayan salonun, sağ tarafında kalan odasındaydım. Duvara açılan yuvarlak pencerenin içinde, ay ışığı sayesinde parlayan şelaleyi izliyordum.

İçerde fısıldaşmalar ve küçük küçük kahkaha sesi geliyordu. Ben yemek yemeyeceğimi söyleyip buraya geldiğimde, onlar çoktan tabağın içindeki etlerin hepsini bitirmiş, içki içme faslına geçmişlerdi. Birkaç saniye içerdeki seslere kulak kesilip, tekrardan şelaleye baktım.

Çevresinde çocuklar bir iki saat koşturup oyunlar oynadıktan sonra dağılmışlardı. Arada da birkaç adam, gaz lambalarıyla şelalenin kenarında dolaşmıştı. Şimdi ise sadece içeriye şelalenin sesi geliyordu. Ama düşündüklerimi bastıracak kadar güçlü değildi.

Elimin birini kalbimin üzerine yaslayıp derin bir nefes aldım. O yaşlı adamın elinin dokunuşunu hâlâ hissediyordum. Sanki eli orada ve ben yeniden o şeyleri görecek ve duyacakmışım gibi hissediyordum.

Amaris…

Kadının zarif sesi yer edinmişti, beynimin içinde. Durmadan o isim kulağıma, bunca zamandır duymadığım bir nota gibi geliyordu kulağıma inceden inceden. Bir çift yeşil gözler var bakışlarımın tam önünde fakat çok silikti, seçilmiyordu. Ama o gözlerde burukluk hissediyordum. Ama gülüyordu da anlamadığım bir biçimde.

Sonrası… Sonrası büyük bir çığlık, büyük bir feryat. Artık o kadının zarif sesi değil, kulakları sağır edecek tiz bir çığlık alıyordu. Her gece gördüğüm rüyadaki çığlıklara benziyordu. Rüyalarımdaki mekanlar değişiyordu ama sonunda o çığlığı duymadan uyanmıyordum.

Annen…

O senin annen demişti o adam. İsminde Amaris. Başka bir şey yok. Bacağıma dolanan bir yılandan sonra, kendimi ıssız bir çölün ortasında uyanırken buluyordum, daha sonra Araf’ta olduğumu, bilmediğim birçok isim ve terim geçerken, başka biri annemin ve adımın farklı olduğunu söylüyordu.

Aklım karışıyordu, aklım karışırken korkum içimde büyüyüp beni küçücük kılıyordu. Daha fazla burada kalırsam, aklımı oynatmam uzun sürmezdi. Sıkıntılı derin bir nefes verip, bacaklarımı karnıma daha çok çekip kollarımı etrafına doladım. Çenemi de dizlerimin üzerine yaslayıp bakışlarımı, gökyüzünde parlayan aya çevirdim. Dolunay vardı bugün. Bu yüzden, yer yüzünü çok fazla aydınlatıyordu.

Aklıma bu sefer buraya düşmeden önce, annemin odasında bulduğum kutu ve içindeki taş geldi. Dizlerime doladığım kolumu çekip, o taşın yaktığı elimin avuç içine baktım. Acı ya da iz yoktu. Hepsi bir anda geçmişti.

İçeriyi dolduran adım sesiyle çenemi dizlerimin üzerinden kaldırıp bakışlarımı karşıya diktim. Gelen kişi elinde tabak ile Yvonne’ydi. “Hiçbir şey yemedin, bu yüzden sana meyve tabağı hazırladım.” Dediğinde, onun da gözlerinin elimde olduğunu gördüm.

Yüzümde buruk bir tebessüm ile karşılık verdiğimde, bakışlarını yüzüme kaldırdı. Elindeki tabak ile birlikte tam karşıma oturdu. Bir ayağını da pencerenin içine koydu. Diğer elinde de, kupa bardak vardı.

Tabağa baktığımda içinde doğranmış elmalar ve çilekler olduğunu gördüm. “Teşekkür ederim.” Deyip çilekten bir ısırık aldım. Dilimin üzerine tatlı suyu akınca, beğendiğimi belirten bir ses çıkardım. Buradaki meyveler çok güzeldi, yani meyve gibiydi. Kendi evimde asla meyvelerin meyve tadı yoktu. Hepsi hormonlu ve tatsızdı.

“Burada bunları biz yetiştiriyoruz.” Dedi Yvonne tebessüm ederek. Hayretle kaşlarımı yukarıya kaldırıp, “gerçekten mi?” diye sordum. Başıyla onayladı beni. “Herkes meyve sebze yetiştirmek zorunda, yani bizim için geçerli bir durum bu sadece.” Dedi başını sağa sola, hafif hafif sallayarak.

Bu sefer doğranmış elmadan bir dilim aldım. “Tavşan eti yemediğine kanaat getirdik.” Kupa bardaktan bir yudum aldı. İçindeki içki olmalıydı, çünkü ben çıkmadan da bana teklif etmişlerdi, ben içmemiştim. Keskin, ağır bir kokusu vardı ve buram buram burnuma geliyordu kokusu. “Bu yüzden sana yarın geyik avlayacağım.” Dediğinde, küçük bir kahkaha attım. “Geyik eti de yemiyorum desem?” deyip tek kaşımı havalandırdım gülerken.

“Açlıktan ölürsün o zaman!” diyen kişi ile bakışlarımı kapının önünde dikilen Valentino’ya çevirdim. Elinin birisini bel boşluğuna, diğerini ise kapının kenarına yaslayarak yukardan attığı bakışları ile beni izliyordu. Öfkem hâlâ geçmemişti ona karşı. Ensemdeki ve boynumdaki okun varlığını hâlâ tenimin üzerinde hissedebiliyordum.

Gözlerimi devirip Yvonne’ye baktım. Onunla konuşmak istemiyordum. “Seninle daha resmi bir şekilde tanışmadık.” Dedi gülerek Valentino. Onunla değişik bir şekilde tanışmıştık, resmi bir şekilde tanışmaya gerek yoktu. Başımı belli belirsiz iki yöne doğru salladım. Ona bakmadım ama adım sesleriyle yanıma geldiğini anladım.

Yerimde birazcık huzursuzlanıp sırtımı, yuvarlak pencereye daha fazla yasladım. Göz ucuyla baktığımda, görüş alanıma ilk bacakları girdi. ağır ağır yukarıya çıkardım gözlerimi. Bir elini arkasına, diğer elini de bana doğru uzatmış, reverans yapıyordu. Minik bir kıkırtı çıktı genzimden. Valentino’nun da dudaklarına yarım bir tebessüm yayıldı, gülüşümü duyduktan sonra.

Genzini temizleyen Yvonne’ye de kısa bir bakış attığımda, elinin birini yumruk yapmış, dudaklarına yaslamıştı, gözleri ise camdaydı. Bize bakmıyordu. Nedense utanmıştım ondan.

“Ben Valentino, efendim!” dedi Valentino, çok kibar bir sesle. Elini biraz daha bana doğru uzattığında, gözlerini kapatıp başını hafif önüne eğdi. Böyle bir tanışmayı beklemediğimden şaşırmıştım ama ifademi bozmadan, elimi yavaşça onun avuç içine koydum. Çenemi dikleştirip, yalancı bir kibir taktım yüzüme ve, “bende Karina ama lütfen bana efendim demeyiniz.” Dediğimde, çok fazla kibirli davranamadan gülmüştüm.

Avuç içine koyduğum elimi dudaklarına götürerek, hissedemeyeceğim bir şekilde öpmüştü. “İnanın bana, bir daha ne efendim diyeceğim, ne de size bir ok çekeceğim!” deyip o da benim gibi gülmüştü.

“Umarım!” diyen Edwin kızgın bakışlarla, kapının girişinde bizi izliyordu. Hemen Valentino’nun elinin içinden çektim kendi elimi. Valentino’nun da gözleri çarptı bu hareketime ama fazla oyalanmadan, bedenini yukarı kaldırmış Edwin’e bakıyordu.

Yvonne’de derin bir iç çekip ayaklandı. “Fazla yorgun olmalısın Karina, biraz uyu dinlen.” Dediğinde, Edwin’de iken gözlerim, onu onaylar gibi başımı salladım.

“Şimdi uyuyamaz Yvonne.” Diyerek araya Valentino girdi. Anlamayarak yüzüne baktığımda, Edwin’de içeriye girmiş, Valentino’nun devam etmesini beklemişti. “Ah tabi ya, doğru!” dedi Yvonne’de iki parmağı ile alnını sıvazlarken. Bana baktı ardından, “bugün yıldız düşme festivali var!” dedi burnundan sert bir nefes verirken.

Ne olduğunu sormak için dudaklarımı aralamıştım ki, Otis ve Myron endişeli bir şekilde içeriye girdiler. Çok geçmeden dış kapı gür bir şekilde çalındı.

“Bir ziyaretçimiz var!” dedi Myron, Yvonne’ye bakarak.

 

 

 

 

Loading...
0%