@kadrisyazar_
|
ÖLÜ RUHLAR DÖNGÜSÜ
12. BÖLÜM
Keyifli okumalar :)
Ayağının altında parçalanan kemik yığınına indirdi gözlerini. Kime ait olduğunu çıkaramadı. Ya kendi eceliyle ölmüştü ya da kendi yaptığı ölümlerden biri olduğunu düşündü. Hâlâ duyumsayabiliyordu. Acı çeken ruhlardan yayılan yanık his kokusunu, yapma diye atılan çığlıkları, bacaklarına dolanıp yalvaran kolları… Her birini burada tekrardan yaşamış gibi hissetmişti. Bir süre, birazdan un ufak olacak olan kemik yığınına uzun uzun baktı. Umurunda değildi kime ait olduğu. Hak etmiş olabileceğini düşündü! Dudağının kenarında küçük bir gülümseme yerleşmeye başladığında, ayağının ucuyla ezmeye başladı. Kemiklerinden çıkan her bir ses, içini okşuyormuşçasına huzurlu hissetmesine neden olmuştu. Ayağının altındaki kemik yığınından geriye toz kalana kadar ayağının ucuyla ezmeye devam etti. Sonunda kemik yığınından geriye kalan toz parçacıkları oldu. O da yavaş yavaş göğe doğru yükselip etrafa dağılarak gözden kayboldu. Yılda bir kere uğradığı Yer Altı’nı incelemek için etrafa göz gezdirdi. Ayağının altından başlayan kemik yığınları aşağıya doğru devam ediyordu. Gözün alabildiği kadar Yer Altı onlarla doluydu. Ama aradığı onlar değildi. Aradığı bir ruhtu. Yıllardır göremediği, görmek için yılda bir kere uğradığı bu yere o ruhu bulmak için geliyordu. Her Yıldız Düşme Festivalinde buraya uğrar, bir umut burada onun ruhunu bulur diye düşünüyordu. Ama hayır, bulamayacaktı! Araf’ta ölen ruh, Yer Altı’na gelirdi. Fakat başka diyarda ölen ruh, sonsuza kadar kayıplara karışırdı. Bunu biliyordu ama aramaktan da vazgeçmiyordu. Böyle hissettiği içinde ne kadar kendisine kızsa da duygularına hakim olamıyordu. Kemiklerden çıkan çatırtı sesiyle, arkasından birinin ona doğru geldiğini anladı. Aklından geçen düşünceler yok olurken, dikkati artık gelen kişideydi. Dönüp bakmadı, çünkü ona doğru yaklaşanın kim olduğunu gayet iyi biliyordu. Yer Altı’nın Hükümdarı! Oğlu! Ondan başka kimse buraya ayak basmaz, görmek için göz ucuyla bile bakamazdı. Sonucu ölüm olurdu! Derin bir nefes aldı, yaklaşan kemik kırılma sesiyle birlikte. Her bir adım, her bir kemik çatırtısı, öldürdüğü ırkları ona hatırlatıyordu. Pişmanlık var mıydı içinde? Hayır! Tek bir hüzün geçiyor muydu kalbimin ne derin köşelerinde? Hayır! Kalbi var mıydı peki? Hayır! Tek mutluluğu, bunları düşünmemekti! Her birinin ölümü hak ettiğini düşünüyordu. Ona ihanet etmişlerdi. Tüm ırklara söylemesine rağmen, sözünü dinlememişlerdi. Ve bedelini canlarıyla ödemek zorunda kalmışlardı. Yine olsa yine böyle yapacağını düşündü! Zaten içindeki öfke dinmiş sayılmazdı. Hatırlamıyordu, çünkü unutmamıştı! Aklındaydı. Hâlâ acı çektirmeye devam ediyordu. Çünkü istediği şey eline geçmemişti. Sonsuza kadar kaybetmişti. Eğer kaybetmişse, diğerlerinin de kazanmasını istemiyordu. Kırılan kemik sesleri sustu. Tam arkasındaydı. Öfkeli soluğunu duyabiliyordu. Bir gümbürtü koptuğunda, ayağının altındaki zemin hafiften sallandı. Ama tepki vermek için tek bir harekette bulunup konuşmadı. Kafasını yukarı kaldırdığında, büyük bir siyah sisin tepesinde oluştuğunu, sisin içinde her saniye parlayan şimşekleri gördü ve git gide de büyüyordu siyah sis. Ve şimşeklerin sesine karışan bir diğer seste duyulmuştu. “Burada yok Aamon!” dedi öfkeyle patlayan sesi. “Onu aramaktan ne zaman vazgeçeceksin?” Aamon kaşlarını çattı, konuşan kişiye karşı. Ama hâlâ arkasını dönmemişti. Sesindeki acımasız tını, ona kendisini hatırlattı. Hoşuna gitmişti. Aamon burnundan sesli bir şekilde güldü. Acı çeken bir gülüştü bu. Omuzunun üzerinden geriye doğru baktığında, Yer Altı’nın Hükümdarı ile göz göze geldi. Oğluyla! Bir ateş yanıyordu göz bebeklerinde. Durmadan yanan ateşin, yükselen alevleri gibi kızıldı. Kimsenin cesareti yoktu, onun gözlerine bakmaya. Siyah gür saçları, yanan kızıl gözleriyle ahenkle dans ediyormuş gibi uyumluydu. “Hiçbir zaman!” dedi Aamon fazla düşünmeden. Aynı saniyeler de oğlu Airen’nin de seğiren çenesini gördü. Dişlerini sıkıyordu. Gözlerindeki kızıllık daha fazla şiddetlendi. Airen’nin bu öfkesini kendisine benzetti. Airen, uzun süre karşısındaki adama çok bakmadan, bakışları, aşağıdan yukarıya doğru yükselen kemik yığınlarının en tepesine çevrildiğinde, Airen annesini gördü. Ellerini arkasında bağlamış, siyah elbisesinin uçları esen rüzgardan dolayı yan tarafa doğru dalgalanıyordu. Uzun kızıl saçları da rüzgara eşlik ediyordu. Onları izliyordu. İzleyeceğini biliyordu. Onun üzülmesini istemiyordu. Aamon’u burada görmek, ona acı verdiğini biliyordu. Buna müsaade etmeyecekti! “Git buradan Aamon!” dediğinde, tekrar babasına baktı. Ama Aamon, Airen’in baktığı yere doğru bakmamıştı. Göz göze gelmek, ne hissettiğini bilmek görmek istemedi. “Annem üzülüyor!” dediğinde, başını yere eğdi Airen. Şimdi ise acı çeken kendisiydi. Belki de bu duruma alışmıştı ama annesi için buna izin vermek istemiyordu. Ne için geldiğini, ne amaçla gözlerinin içine baktığını iyi biliyordu. Fakat istediğini ona vermeyecekti. Ne zamanki gözlerindeki yanan ateş diner, o zaman diğer ruhları görmeleri için müsaade ederdi. Ama yıllardır buradaydı, yıllardır o ateş, gözlerinin içinde yanmaya devam ediyordu. “Gözlerin,” dedi Aamon, “onun ruhunu, orada saklamayacağını iyi biliyorum!” dediğinde, Airen başını sağa sola salladı belli belirsiz. Dişlerini öyle sıkıyordu ki, sivri çene kemiği adeta titriyordu. “Gözlerini benden kaçırmana gerek yok!” dedi Aamon bir kez daha. Anlıyordu ona bakmak istemediğini, gözlerinde var olan ruhları ondan sakladığını anlıyordu. Gözlerini usulca Aamon’a kaldırdı. Yükselen ateşin kızıllıkları tek bir saniye bakışlarında dinmemişti. “Ölen herkesin ruhu ordadır!” dedi mırıltıyla çıkan bir tonla. Tüm Araf’ta ölen ruhlar, Yer Altı’nın Hükümdarı ve oğlu olan Airen’nin gözlerinin içinde barındırılırdı. İyi kötü, düşman ya da dost fark etmezdi. Beden ölür, ruhun hiçbir şeyden haberi olmadan göz bebeklerinde yaşamaya devam ederdi. Bu bir ödül değildi, bu bir cezaydı. Kendi yaptığı eylemlerinin sonucunu, çocukları çekmek için cezalandırılmıştı. Ve Airen’de gözlerinde tüm ruhları barındırarak; onların acılarını, kendi ruhunda ve bedeninde çekiyordu. Tüm taşları izinsiz aldığı için kendisi de, çocukları da büyük bir acıyla baş başa kalmanın eşiğindeydi. Kemikleri sızlıyordu her birinin, tenlerine dağlanmış sivri mızraklar saplanıyordu ve hissedemeyecek kadar içleri artık buz kesmişti. Yavaş yavaş onları tüketecekti ve son geldiğinde, haberleri bile olmayacaktı. Ama bunlarla yüzleşmeye çoktan hazırdılar. Başlarına gelecek olanları, ilk savaş başladığında bile farkındaydılar. “O kadın, Araf’ta ölmedi!” dediğinde, çenesini dikleştirdi Airen. Gözleri tekrar kemik yığının en tepesinde duran annesinin gözlerine sabitlendiğinde, “annemi üzmeni istemiyorum Aamon, bir daha buraya o kadının ruhunu aramaya gelmeyeceksin!” dedi. Biliyordu Airen, yine gelecekti. Her yıl geldiği gibi yine onun ruhunu görebilmek için buraya uğrayacaktı. Onun için değil, kadın için gelecekti! Kendi annesi için, kendisi için değil, o kadın için! Babasının gözlerinin içine bakmaya devam etti. Bazen kaçırıyor, bazen ise ruhu olmayan babasının, ruhunu görebilme umuduyla bakışlarını çekmiyordu. Ne düşündüğünü ya da ne hissettiğini bilmiyordu çünkü babası bir şey hissetmezdi. Sadece o kadın için, işler farklı ilerlemişti. İlk defa babasını bir şeyler yaptığını görmüştü bir kadın için. Kendi çocukları için bile yaptığını görmemişti. Ama en sonunda, o kadının bile, ölümünü getirmişti. Belki ölmeseydi, kendisi bile öldürebilirdi diye düşünmeden edemiyordu. Aamon bir şansı olmasını, aradığı ruhun buralarda olmasını ve son kez de olsa onun ruhunun gözlerinin içine bakmayı istiyordu. Bedenine bir kere bile olsa sarılamamıştı, en azından ruhu için böyle bir şey olmasını istiyordu. Ama imkansızdı! Airen’in alev saçan kızıl harelerinin içine bakıyordu Aamon. Ama biliyordu ki, öyle bir şey olmayacaktı. Çünkü ne kadar bu gerçeği kendisine söylemese de, onun ruhunun oğlunun gözlerinin içinde olmadığını iyi biliyordu. “Yoksa seni affetmem, öldürürüm!” dedi Airen sesinde tereddüte yer vermeden. Böyle bir şey yapacağını ikisi de iyi biliyordu. Ama ne o gelmekten vazgeçiyordu, ne de Airen öldürmeye çalışıyordu. İkisini de vazgeçirmeyen bir şey vardı. Bir bağ vardı! Airen’nin babasına hissettiği, bir oğlun babasına duyduğu sevgiydi. Ama artık yoktu, çok uzun zamandır ona karşı hiçbir şey hissetmiyordu. Babasının da ona karşı bir şey hissetmediğine emindi! Sırtına taşıdığı yük dolusu öfke ve hüzün ile bedenini yan tarafa çevirip hissettiklerini yüzüne yansıtmamaya çalışarak, adımlarını onları izleyen kadına doğru atmıştım ki, Aamon, “bekle!” dedi. Airen durdu. Ama önü, annesine dönüktü. Bir daha Aamon’a çevirmek istemedi gözlerini. “Buradan çıkmanı istiyorum!” dediğinde, Airen gözlerini kapatıp titrek bir nefes verdi. “Eve gelmeni istiyorum!” dedi tekrardan. Uzun süredir, Araf’a ayak basmamıştı ve böyle bir şeyin artık gerçekleşmeyeceğini Aamon’nun bile kendisi iyi biliyordu. “Taşları dağıtacağım her birinize!” dedi Aamon. Tamamen bedenini Airen’e döndürmüş, gözlerini kırpmadan Airen’nin gözlerinin içine bakmaya çabalıyordu. “O lanetli şeyleri üzerimde taşımayacağım!” dedi Airen bastırdığı dudaklarının arasından. “Ne olduysa senin ve sahip olmak istediğin taşlar yüzünden oldu!” öfkesi, kızıl harelerini bir kez daha harladı. “Böyle bir şey olmayacağını benden iyi biliyorsun!” diyen Aamon, dudağının kenarı övgüyle yukarı kalktı. Tüm her şey onun elindeydi. Kimse karşı çıkamazdı, çocukları bile! “Bir kızı varmış, yaşıyor!” dediğinde yutkundu Aamon. Airen bakışlarını usulca babasına çevirdi. Araf’ta ne olduğunu ne yaşandığını bilmiyordu. Bilmekte istemiyordu. Artık orası onun yuvası değil, annesinin yanı ve burasıydı. “O taşı da bulduğumda, kimse artık beni durduramaz!” dedi öfke ve kibirle. Bir kızı varmış, yaşıyor! Kimden bahsettiğini anlamıştı. Sormaya gerek yoktu. Airen, Aamon’nun söylediği cümleyi kendi içinde tekrar etti. O kadının bir bebekle Araf’tan çıkıp dünyaya gittiğini biliyordu ama daha oraya varamadan ikisi de can verdiğini duymuştu. Çocuktu, ama tüm Araf bunları bilecek kadar çok şey yaşamıştı. Ateş’in Evladı yüzünden. Babası yüzünden. Şimdi bir kızının olduğunu ve eğer taş ondaysa Aamon’nun onun elde edeceğini gayet iyi biliyordu. Şaşırmıştı ama Aamon’a belli ettirmemek için özenle sakladı duygularını. Ne taşları istiyordu ne de bu işlere karışmak. Babasının yaptığı şeyleri, hala içinde yaşayan ruhu, azap çekiyordu. “Hepinizin Araf’a hakim olmasını istiyorum, tüm ırkların efendisi, sonsuza kadar yaşayan hayatlarınız olsun istiyorum!” dedi Aamon. Bunları istediğine bile şaşırmış anlam verememişti Airen. Ama ciddi olduğunu görebiliyordu. “Taşlara da, ırkların efendisi olmakta, hepsinin canı cehenneme!” dedi Airen’de sesini yükselterek. O taşlar uzun hayat bahşetse de, yaralı bir bedene ve yamalı bir ruha yol açıyordu. Her bir saniye, ruha bir dikiş attırıyordu. Aamon burnundan alay içeren bir şekilde güldü. Babasının hali olmadığını, git gide çöktüğünü görebiliyordu ama yüzündeki kibir ve her şeye sahip olma isteğinin yerini koruduğunun farkındaydı . “Kız kardeşlerin bu gece seni bekliyor Airen, eğer kendin gelmezsen, kız kardeşlerinin ruhunu sana gönderirim!” dediğinde Airen’nin kaşları git gide alnının üzerine yığıldı. Onu, kız kardeşleriyle tehdit ediyordu. Onları öne sürmekten asla vazgeçmezdi. Parmaklarını, avuç içine gömdü. Tüm hırsını, yumruk yaptığı elinin parmaklarından çıkarırken, kendine hakim olmaya çalışıyordu. “Sakın geç kalma!” deyip, kısa bir bakış Airen’nin sıktırdığı sağ eline baktı Aamon. Tekrar Airen’nin yanan kızıl harelerine çevirdiğinde, memnun olmuş bir ifadeyle, gülümsedi. Kaşlarını havaya kaldırarak, hiçbir sözüne itiraz edilmeyeceğini göstermek adına, bir tavır takınmıştı Aamon. Biliyordu ki, kız kardeşlerinin adının geçtiği her yerde, itiraz etmeden eli kolu bağlanır, dediğini yapardı. Bir gümbürtü daha koptu. Başının üstündeki sis bulutu gittikçe büyümüş, hızlı hızlı birbirinin etrafında dönüyordu. Sis bulutun içinde çakan şimşekler, büyük bir ışık yayıyordu. Bunu, oğlu Airen’nin yaptığını iyi biliyordu. Öfkesini bu şekilde yansıtıyordu. Kan kırmızı pelerinin altından kapattığı avuç içini gün yüzüne çıkardı Aamon. Parmaklarını ileriye doğru açtığında, parlak, yakut kızılı taş göründü. Ateş’in Evladına aitti o taş, kendisine! Taş avucunun içinde yukarıya doğru havalandığında, kan kırmızısı pelerinin uçları bedenine dolandı. Etrafından yükselen ateşin ortasında kaldığında, Airen’in gözlerinin içine baktı. O gözlere ne zaman baksa, alevler daha çok yükseliyordu. Ruhları, ateşin arkasında saklıyordu. Etrafında yükselen ateş bedenini sarmaya başladığında, yüksek akım onu içe doğru çekiyormuş gibi bedeni içe doğru çekildi ve gözden kayboldu Aamon. Ateş yükseldiği gibi zemine çarpıp küle bıraktı yerini. Külden kalanlar ise her bir tozu etrafa dağıldı. Babasından geriye kalan külleri izledi bir süre Airen. Göğsüne çöken ağırlığı da küle çevirmek istiyordu ama elinden bir şey gelmiyordu. Sadece baş etmeye çalışıyordu. Ve bir yıl daha annesi ve gözlerinde barındırdığı ruhlarla yalnız kalacaktı. Ruhu yırtılıp, yamalanacaktı! Airen, kızıl saçlarının bir tutamı yüzüne gelen annesine kaldırdı bakışlarını. Kemik yığının en tepesinde, olduğu gibi kıpırdamadan yerinde duruyordu. Arkasına bağladığı ellerini çözdüğünü, bedeninin iki yanına serbest bıraktığını gördü. Artık onun acı çekmesini istemiyordu. O kadının ölmüş ruhu bile onu yalnız ve rahat bırakmıyordu. Hâ lâAamon’u sevdiğini görebiliyordu. Karşılıksız bir sevgide boğulup gittiğine şahitlik etse de, belli ettirmemek için çabalaması ona daha fazla acı çekmeye sürüklüyordu. Ama aşkına hiçbir zaman karşılık alamadı! Üç çocuğa rağmen! Airen birkaç saniye sakinleşmek için gözlerini kapadı. Derin ve titrek bir nefes çekti burnundan. Sis bulutundan çakan şimşekler durdu. Ardından da sis bulutu yavaş yavaş dağıldığında, Airen gözlerini açıp annesine baktı. Bu sefer gülümsüyordu. Airen’de gülmek için kendini zorladı. Zor olsa da dudağının bir kenarını tebessümle taçlandırdı. Annesi arkasını dönüp usulca yürüdü. En tepeden gözden kaybolana kadar yürümeye devam ettiğinde, Airen’de yanına gitmek için adımlarını kemik yığının en tepesine doğru atmaya başladığında, kemik yığınları usulca ona yol açmak için etrafa doğru çekilmeye başladı. Karşılıksız aşktan doğan her şey, ölüm getirirdi. Ve her bir can, her bir zerresinde hissetmek zorunda kalmışlardı.
****
Edwin’in dalgalanan sarı harelerine baktığımda, benim kadar endişelendiğini gördüm. Buraya düştüğümden bu yana duyduğum bu iki kelime, tüylerimi ürpertecek kadar korku salıyordu bedenime. Şimdi onlardan birilerinin burada olması, işleri daha da çıkmaza sürükleyecekti. Tam burnumuzun dibinde bitivermişlerdi. Edwin tekrar bakışlarını önüne çevirdiğinde, bedenini etten duvar örmüştü karşımda. Yanım da ise Otis, Otis’in yanında ise Myron vardı. Dördümüzde iki evin karanlık bölmesinde, yere çömelmiştik. Myron ve Otis’inde bedenlerinin kasıldığını görebiliyordum. Pelerinlerinin şapkasını başlarına geçirmişlerdi ve yan profillerinden göründüğü kadar da, çene kemikleri seğiriyordu. Korkmuş gözükmüyorlardı benim aksine. Soğuk, insanın tüylerini havaya kaldıracak cinsten olan bir erkeğin sesini duymamla birlikte nefesimi tuttum. “Bu gece çok özel bir gün!” dedi. “Lütfen, dilediğiniz kadar eğlenin ve şarkılar söyleyin!” dediğinde, Otis ve Edwin yerinde kıpırdandı. Yabancı soğuk ses tekrardan ekledi. “Ateş’in Evladı’nın büyük emridir!” Tam önümüzde duran halk, konuşan kişileri dikkatlice dinliyordu. Cümlesini bitirdiğinde, çoğunluğun fazla olduğu alkış sesi ve iltifatlar göğe yükseldi. Birkaç kişinin yüzünde ise memnuniyetsiz ifade vardı. Konuşulanlardan ve burada oldukları için rahatsız görünüyorlardı. Yvonne ve Valentino gibi. İki kardeş omuzlarının arasında birkaç santim arayla yan yana durmuş, kaşlarını çatmış, onları dinliyordu. Omuzları dik ve korkusuz görünüyorlardı. Bu sefer başka yabancı bir erkek konuştu. Kaç kişi oldukları, ya da neye benzediklerini bilmiyordum. Ama seslerindeki ürpertici buz gibi soğuk rüzgar esintisi, kanımı dondurmaya yetecek kadar fazlaydı. “Tarafsızların hepsi, bu akşam Araf’a çıkacak olan Yer Altı’nın Hükümdarı’nın şerefine düzenlenecek baloya davetlidir!” cümlesini bitirdiğinde, uğultular başladı ve istemeden Edwin’in omuzunda duran elimin parmakları, pelerinine saplandı. Edwin dokunuşumu hisseder hissetmez bana baktı. Gözlerindeki endişenin arttığını gördüm. Bir şey diyemedim, o bana böyle bakarken. Dudaklarımı ıslatıp, kupkuru olmuş ağzımın kuruluğunu geçirmek içinde sertçe yutkundum. Edwin tekrar önüne dönerken, elinin birin de duvara yaslayıp destek aldı. Ben ise toplanan kişilerin arasında yükselen sesli fısıldaşmalara kulak kabarttım. “Bu gece mi çıkıyormuş?” “Bu olamaz, bence bizi kandırıyorlar.” “O asla, oradan çıkmazdı!” “Bu iyi haber, efendilerimizin arttığını görmek, ömrümün yarısını feda etmeye değer.” “Balo mu var?” “Oraya mı gideceğiz? Asla inanmam!” “Şimdiden giyineceğim şeyleri hazırlamam gerekiyor.” Kadın, erkek fark etmeksizin hepsi bir ağızdan fısıldaşarak bir şeyler söylüyordu. Dudaklarının hareketini bile buradan görüp, duyabiliyordum her birinin. Kimisi seviniyor, kimisi ise şaşırıyordu. Ama en çok onun yer altından çıkacağına anlam veremiyordu. Söyledikleri cümlelerden birkaçını anlamasam da, kimden bahsettiklerini ele vermişti söyledikleri. Airen! Yer altından çıkacak olan kişi! Herkes onun yer altından çıkacağına şaşırıyordu, bizimkiler bile! Han’da bunun muhabbeti aramızda geçmişti. Ve gerçekten de yer altında yaşadığına inanacağım kadar fazla kullanmışlardı bu kelimeyi. Belki de bununda bir mecaz anlamada söylenen bir şey olduğunu düşünmek istiyordum fakat şu kadarcık zamanda gördüğüm şeyler bile mecazlığın ötesindeydi. Yvonne ve Valentino birbirine kısa bir bakış atıp aralarında sözsüz bir iletişim gerçekleştirdi. Ama yüzlerinde tek bir duygu geçişi olmadığı için ne düşündüklerini anlayamamıştım. Yanımda hareketlilik olunca, bakışlarımı Otis ve Myron’a çevirdim. Myron, oturduğu yerden biraz daha kayarak, Otis’in yanına gelmiş ve başını biraz öne doğru uzatarak, “Edwin,” diye seslendi. Edwin, hemen gözlerini ona seslenen Myron’a çevirdi. “Buradan gidelim, bir çıkış yolu biliyorum!” dedi çok sessiz bir şekilde fısıldayarak. Başı ile de arka tarafı göstermişti. “Birkaç gün içinde düzenlenecek olan balo için hazırlıklarınıza şimdiden başlayın, tekrar haber göndermek için geleceğiz!” dediğinde ürkütücü seslerden biri, Edwin hemen Myron’u başı ile onayladı gitmek için. “Efendim, gidelim!” dedi Otis’te bana bakarak. Üçünün de yüzünde bakışlarımı gezdiriyordum. Beynim durmuş, adeta uzuvlarıma komut vermeyi bırakmıştı. Edwin, omuzunun üzerindeki elimi aşağı indirip bu sefer sıkıca tuttu. Avuç içine aldığında elimi, onun ellerinin aksine benim ki buz kesmişti. Tutunca anlamıştım. Edwin’nin ki ise sırılsıklamdı. Gerginlikten terlemişti. Kendisi ile birlikte beni de ayağı kaldırmak istemişi ki, birkaç kişi korkarak geriye doğru çekildiğini gördüm. Edwin ve diğerleri hemen tekrardan aşağı tünedi. Edwin elimi bırakıp yeninden etten duvar ördü önüme ve Otis’te biraz daha yaklaştı bana doğru. Kalabalığa doğru biri, yavaş adımlarla geliyordu. Ayağının altındaki toprağı hunharca eziyor, kulakta hışırtı sesine neden oluyordu. Yvonne ve Valentino, arkasındaki ve önündeki kalabalık geriye doğru çekilse de, o ikisi tek bir adım atmadı geriye doğru. Valentino ve Yvoonne’nin yanında duran birkaç kişi, resmen kafalarını toprağa gömen deve kuşları gibi, onlarda omuzlarının yükseltmiş, kollarının arasına saklamaya çalışıyordu kafalarını. Adım sesleri durdu. Yvonne ifadesizce, Valentino’ya baktı ve çok kısa bir an bizim buraya da bakışlarını değdirdiğini gördüm. Valentino bizim taraftaydı, bu yüzden Yvonne her abisine baktığında onun yüz ifadesini daha net görebiliyorduk. Yanlarında duran kalabalıkta, yuvalarından çıkacak olan gözlerini, Yvonne ve Valentino’nun üzerinde gezdiriyordu. Ve aynı kalabalık, arada da karşıya bakıyordu. Korkuyorlardı, çekiniyorlardı. Titrememesi için kastıkları bedenlerinden yayılan enerjiyi hissedebiliyordum. Ne görüyorlarsa, dehşete kapılmış gibiydiler. Evin duvarı, onları görmemi engelliyordu. “Söyle bakalım Gezgin,” dedi kutlama haberini veren ürkütücü ses. Sesi şimdi daha yakından geliyordu. Kalabalığın geriye gitmesine sebep olan bu kişiydi. Saç diplerimden, ayak ucuma kadar bir soğuk esinti dalgalandı. Yerimde kıpırdamamak için kendimi durdurdum. Valentino ve Yvonne gözlerini kırpmadan tam karşısındaki konuşan kişiye odaklanarak baktığında, Valentino yerinde kıpırdandı. “Diyarda bir haber var mı?” diye sordu ses. Kime Gezgin dediğini, kimle konuştuğunu anlayamıyordum. “Birkaç haber getirmek için, oralara uğrasan iyi olur!” dediğinde sesin, gülümsediğini tonundan anlıyordum. “Birkaç Gezgin’de buradan haber getirdi!” dediğinde, Yvonne dudaklarını üstünden dilinin ucuyla gezdi. Edwin, Otis ve Myron birbirlerine baktılar. Kalbim o anda sigortaları arttıracak kadar, hızlı hızlı çalışmaya başladı. Gezgin kimdi ve ne haberi götürmüştü onlara? Benim burada olduğumuzu öğrenirlerse, herkesin başı belaya girerdi. Ne için arandığımı ve neden kaçtığımızı bile bilmiyordum ama yine de peşimizdeydiler. Ve benim yüzümden kimsenin başının belaya girmesini istemiyordum. Valentino gerilerek omuzlarını dikleştirdi. Yvonne’ye çevirdi başını ama Yvonne ona bakmadı. Aynı ürkütücü ses, “ok ve yay kullanmanı, efendimizin yasakladığını hatırlıyorum.” Dediğinde, Yvonne birkaç santim başını omuzumun üzerine eğip, dilini üst dişlerine yasladı. “Hasılat vakti geldiğinde, istediklerinizi orada görmemeyi de yasaklamıştı, efendiniz.” Dediğinde Yvonne, dudaklarında alaycı bir tebessüm belirdi. “Efendimiz!” diye eklediğinde bu sefer bastırarak dile getirmişti. Haz etmiyordu, bahsettiği kişiden. “İşte bu!” dedi Myron elini yumruk yapıp gururla havaya kaldırırken. Gözleri ise Yvonne’nin üzerindeydi. “Yumruğu götüne sokarım eğer bizi yakalatırsan!” dedi Otis’te dişlerinin arasından. Sonra ise hızla bana bakıp, “kusura bakmayın efendim.” Dedi utanarak. Bana efendim demesini asla bıraktıramayacaktım Otis’e sanırım. Ben ne kadar nefret etsem de, o da söylemekten o kadar hoşlanıyordu. Otis’e bir şey söylemek için ağzımı bile açamıyordum. Çene kemiğimi öyle sıktırıyordum ki, birazdan ikiye ayrılabilirdi. Edwin bu sefer o ikisine dönüp, “ikiniz de susmazsanız, burada olduğunuzu ihbar eder, Karina’yı da alır götürürüm!” dedi gözlerini büyüterek. Myron, Otis’e baktı tedirgin bir şekilde. Şimdi o gelenler değil, Edwin’nin böyle söylemesi onu korkutmuştu. Başka yer ve zamanda olsa bu atışmalarına gülebilirdim ama yanaklarımdaki dokular bile hissedilmeyecek kadar etkisini yitirmişti. Tekrar Yvonne ve Valentino’ya baktığımda, Valentino biraz daha omuzlarını dikleştirdiğini gördüm. Nefes alış verişleri de hızlanmış vaziyetteydi. Yvonne’de duruşunu bozmadan, dilini üst dişlerinin üzerinde gezdiriyordu. İblis’in Evlatlarına baş kaldırışı, diğer toplanan kişilerin şoka girmesine sebep olmuştu. Yvonne bu yaptığına şok olanlar kadar, karşı çıkanlar da vardı. Hatta Yvonne’ye hakaret edenler bile mevcuttu içlerinde. Ürkütücü ses burnundan sesli bir şekilde güldü. “Tarafsızların ırkına yaraşacak bir davranış!” dediğinde, az önce konuşan kişilerin de güldüğünü işittim. Zaten Tarafsızlara bu şekilde hitap etmesi, sadece kendileri gülerek karşılık veriyordu. Tabii kalabalığın arasında gülen kişilerde vardı elbet. Ama onlar kadar sesleri çok çıkmıyordu. Myron’un zemine ellerini bastırdığını gördüm. Kaşlarını çatmış, mimikleri donmuş bir şekilde Yvonne’nin üzerinden tek bir saniye ayırmıyordu gözlerini. Şakacı tavrı gitmişti sanki. Bir şey olursa, bir şey yaparlarsa diye tetikte duruyor gibiydi. Valentino tekrar hareketlendi. “Daha bugün geldim eve, haber falan yok hiçbir diyarda!” dedi Valentino. Sesinde bir çatallaşma vardı. Tedirgin ve gergindi. Yvonne dudaklarını üst üste bastırıp abisine baktı. Kafasını biraz yukarı kaldırmak zorundaydı. Çünkü Valentino ondan birkaç santim daha uzundu. “Olunca,” dediğinde Valentino, elinin birinin arkasına diğerini de göğüs kafesine yaslayıp, karşısındaki kişiye reverans yaparak selamladı. “Tüm haberler, efendimizin kulağında olacağından emin olsun!” deyip tekrar üst bedenini yukarı kaldırdı, büyük bir gülümsemeyle. Otis ağzının içinde birkaç şey homurdandı. Edwin, başını sağa sola yatırarak boynunu rahatlatmaya çalıştı. İkisi de Valentino’un söylediklerine ve yaptıklarına sinir olmuş gibiydi. “Gidelim!” dediğinde Edwin tekrar topuklarının üzerinde bana doğru dönmüş elimi tutmuştu. Myron ve Otis’te ayaklandığında, göğüs kafesime yumruk gibi dizilen nefesler, ağrı yaptı. Zor da olsa Edwin’in tuttuğu elinden destek almış, uyuşan bacaklarıma rağmen ayağı kalkmayı başarabilmiştim. Myron öne geçti. Otis onun arkasına ben ve Edwin’de hemen arkalarında, iki evin arasındaki karanlık bölmeye doğru hızlı fakat sessiz adımlarla ilerlemeye başladık. Konuşmalar ve kendi aralarında dönen fısıldaşmalar devam ediyordu. “Asla yanlış bir Gezgin olmadın!” dedi ürkütücü ses hoşnut bir sesle. Son kez arkama baktığımda Yvonne ile göz göze geldim. O beni karanlığın içinde göremese de ben iki farklı renkte olan gözlerini görebiliyordum. “Eğlenmenize kaldığınız yerden devam edin!” diye yüksek sesle bağırdığında ürkütücü ses, toplanan kalabalık coşkuyla bağırmaya, çalgılarını çalmaya ve şarkılar söylemeye kaldığı yerden devam etti. Şimdi hiçbir şey olmamış gibi gülüp konuşmaya başlamışlardı. Onlarla alay etmelerine rağmen. Onlara yakalanmadan kurtulduğumuz için derin bir nefes bıraktım dudaklarımın arasından. Kasılan tüm bedenimin gevşemesi için kendimi serbest bıraktım. Kendimi o kadar çok kasmıştım ki, acıyan tenim bunu gösteriyordu. “Bu taraftan!” diyen Myron sesi, arkama çevirdiğim başımı tekrar onlara döndürmeme neden oldu. İki evin arasındaki bölmeden çıktığımızda, Myron sol tarafa döndü. Şimdi evlerin arkasındaydık. Adımlarımı temkinli atıyordum. Myron ise buraları adı gibi biliyormuşçasına hiç çekinmeden hızla yürüyordu. Otis’te durmadan sağına soluna bakarak biri geliyor mu diye gözcülük yapıyordu. Karanlıkta önümüzü aydınlatan gökyüzündeki kocaman dolunaydı. Ve şimdi ise şelalenin zemine vurduğu hırçın sesini duyabiliyordum. Eğlence o kadar gürültülü ve coşkuluydu ki duymak imkansızlaşmıştı. Ve tabi ki bu gelen İblis’in Evlatları da cabasıydı. Kulaklarımın sadece onların sesiyle uğuldamasına neden olmuştu. Ama artık onlardan uzaklaşmış, yakalanmadığımız içinde durmadan dualar ediyordum. Myron omuzunun üzerinden bize bakıp, eli ile devam etmemiz için havaya kaldırarak, aynı hızla evlerin arkasından yürümemiz için işaret ediyordu. Şelale tam karşımızdaydı. Sesi vardı sadece, görüntüsü yoktu. Yan tarafımızda ise, geldiğimiz tepenin dik yamacı vardı. O dik yamaca çıktığında, ayağının altına serilen bu yerleşkeyi görmek mümkündü. Ama bakmazsan eğer asla göremezdin, ya da duyamazdın sesleri. Aramızda akan sessizliğin içinde, sadece adım seslerimiz ve şelalenin çağlayan sesi duyulurken, “ne kadar kaldı eve?” diye soran Edwin ile üçüncü bir ses yarattı. “Bu baloda nerden çıktı?” diye sordu bir daha kendi kendine konuşurken. Aklı karışmış ve öfkelenmiş gözüküyordu. “Uzun süredir yer altında, kuru kuru bir hoş geldin partisi düzenleyeceklerini zannetmiyordun değil mi?” dedi Myron, omuzunun üzerinden bize bakarken. Bu yer altı kelimesini her duyduğumda, irkilmekten kendimi alıkoyamıyordum. “Tarafsızları neden davet etti dersiniz bu baloya?” diye sordu Edwin. “Onlardan başka hiçbir ırk, yaranmaya çalışmıyor da ondan. Korkaklar!” nefretini olduğu gibi kusan Otis’ti. Myron işaret parmağını havaya kaldırıp, Otis’e bakarak, “lütfen bunu Yvonne’nin yanında söylememeni rica ediyorum,” sırıttı ve devam etti. “Can güvenliğin için.” “Onun yanında asla söylemem!” dedi Otis’te öfkesini geri çekerek. “Otis haklı.” Dedi Edwin. Arkamdaydı. Yürümeye devam ettiğim için bakmadım ona. “Tarafsızlar sadece korkak ve ispiyoncu!” dediğinde, burnundan sert bir nefes bıraktı. Otis ve Edwin’in onlara olan nefretine anlam veremiyordum. Onların değimiyle Tarafsızlara! Yvonne ve Valentino’nun onlardan biri olduğunu biliyordum fakat işin tuhaf yanı bu ırk diye adlandırdıkları Tarafsızlardan nefret etseler de onlarla hâlâ arkadaşlık yapıyorlardı. “Diğer ırklara söyleyeceklerinden emin değilim!” dedi Myron aklı karışmış bir şekilde dudağının kenarlarını aşağı sarkıtırken. Büyük ve hızlı adımlarla yürüse de, durmadan arkasına bakıp bizimle konuşuyordu. “Sizi ve bizleri çoktan elemişlerdir bile!” diyen Otis burnundan güldü. “Zorla bile götürürler!” dedi Edwin’de. “Sirena, onları yaşatmaz!” dedi Myron alt dudağını tedirgin bir şekilde dişlerinin arasına alırken. “Benim burada olduğumu öğrense, neler yapabileceğini tahmin bile edemem!” alçak sesle kurduğu cümle ile birlikte önüne döndü. Myron, Sirena diye birinden bahsederken bile sesindeki çekingenliği ve tedirginliği iliklerime kadar hissetmiştim. Ama asıl soru olan ise Myron nerede yaşıyordu? Ya da onların her bir ırka verdiği isimlerden birine ait miydi? Araf dedikleri bu yerde cevabı beklenen binlerce soru vardı. Ve benimde buradan çıkmam için o kadını bulmam gerekiyordu. Hem de acilen. Yoksa burada kalp falan dayanmazdı! Şelalenin sesi artık çok yakından gelmeye başladığında, Myron durunca bizde durduk. Parmak uçlarım da yükselip ileriye baktım. Gökyüzünde parlayan dolunay, ışığını olduğu gibi şelalenin üzerine vuruyordu. Bu yüzden parlayan suyu görebiliyordum. Bakışlarımı aşağı indirdiğim de ise Myron’nu, göğüs hizamdan bir tık yüksek olan duvarın üzerine bir ayağını çıkarırken gördüm. Minik bir zorlanma sesi dudaklarından dökülürken, artık tamamen duvarın üzerinde, ayaktaydı. “Karina, elini ver.” Deyip üst bedenini eğdi. Elini de bana uzatmıştı. Arkamdaki eğlence sesi artmıştı. Üstelik, Yvonne ve Valentino’yu da orada yalnız bırakmıştık. Arkamda duran Edwin’e bakıp, “Yvonne ve Valentino’nun başı ya belaya girerse?” diye sordum endişeyle. Myron güldü ve, “ben Yvonne’nin onlara yapacağı şeylerden endişeleniyorum!” dedi, beğenmişlik ve yarı alayla. Kurduğu cümle ile Myron’a bakmadım. Gözlerim, Edwin’in üzerindeydi. Onlar tehlikeliydi. Bu yüzden onlardan kaçıyorduk. Yvonne ya da bir başkası onlara karşı geleceğini zannetmiyordum. Zaten, karşı gelebilselerdi, zor durumda kalmazdılar. Edwin’in de dudaklarında yarım bir gülüş oluştu. Neden güldüklerini anlayamadığım için kaşlarım çatıldı. Sormadım bir daha, sadece diğer sorumun cevabını bekledim. “Valentino için endişelenme, o iblisler tarafından seçilmiş kişi.” Dedi Edwin. Başımı geriye doğru atıp, kaşlarımı daha çok çattım. “Nasıl yani?” diye sordum. “Yani, onu öldürürsen, Ateş’in Evladına karşı gelmişsin demektir!” dedi Edwin merakıma daha fazla yenilmeme izin vermeden. Ama hâlâ bir şey anlamamıştım. “Tabii emri onun vermediği takdir de sıkıntı yok!” dedi Otis’te. Lütfen Tanrı’m, bu Ateş’in Evladı dedikleriyle hiç karşılaşmayayım! Edwin’in yüzüne bakmaya devam ediyordum. Biraz daha açıklasın ve merakımı yatıştırsın diye. “Valentino, nasıl seçilmiş bir kişi oluyor ki?” diye sorarken, duvarın yanında duran Otis ve duvarın üzerindeki Myron’a anlamayan bir surat ifadesiyle gözlerimi gezdirmiştim. Edwin boğazını temizledi. Ona baktım. “Valentino bir Gezgin!” dedi. Pür dikkat Edwin’in söyleyeceklerine kendimi vermiştim. “Her diyarı gezen ve oralardan haber götüren biri.” Edwin’in sarı hareleri, arkamda duran kişilere kaydı ama orada çok oyalanmadı. Tekrar bana evrilmişti. “Ve birkaç ırktan oluşan Gezginler var. Çoğu aramızda bile geziyor olabilir!” deyip yutkundu. Ben de sesli bir şekilde yutkunmuştum. Eğer Gezginler var ise burada bulunma ihtimalim git gide daha da artıyordu. “Peki,” kuruyan dudaklarımı ıslattım. Soracağım soru beni hayli endişelendirmişti. “Valentino, benim burada olduğumu onlara söyler mi?” diye sordum. Daha onların bile kim olduğunu bilmeden, onlardan kaçıyor ve korkuyordum! Edwin tekrar arkama baktı. O da benim gibi kuruyan dudaklarını ıslattı. Bakışlarını tekrar Otis ve Myron’dan çekerken, bu sefer bana bakmak yerine, ayaklarının ucuna indirmişti. Düşünceli gözüküyordu. Sessiz bir şekilde dudaklarının arasından bir kelime döküldü. “Bilmiyorum!” Bu tek kelime, kalbimin hızla çarpmasına ve nefesimi tıkamasına neden oldu. Valentino’ya güvenmediğini fakat bu konuda çok fazla da karasız kaldığını görebiliyordum. Çünkü Valentino’nun evlerindeyken hal ve hareketleri bazı cümleleri ve az önceki davranışı bunları düşünmemize teşvik ediyordu. Sarı hareleri hızla yüzüme tırmandı. “Ama seni koruyacağız, sonucu ne olursa olsun. Bir daha aynı şeylerin yaşanmayacağına yemin ederim ki, canım pahasına koruyacağım!” deyip başını yukarı kaldırdı. Kurduğu her kelime her harf kalbimde yer edindi. Büyük bir güven duygusu aşıladı sesi. Gerçekten koruyacağına, sözünü tutacağına emindim. Ama canına bir zarar gelmesine göz yumamazdım. Benim yüzümden olmazdı, izin vermezdim! Dudaklarımda buruk bir tebessüm yerleşirken, gözlerimin dolmasına engel olamadım. Söyledikleri netti. Tek bir tereddüt yoktu. Sarı irisleri bile kararlılıkla bakıyordu. Fakat kalbimde burulmuştu. Anlayamadığım bir his sarıp sarmalamıştı göğüs kafesimi. “Teşekkür ederim.” Diye bildim cılız sesle. “Hayır, ben teşekkür ederim. Irklarının yeniden hayat bulma umuduyla yaşattığın için.” Dedi Edwin araya girerek. Hayat bulma umudu! Beni gerçekten böyle mi görüyordu? Ama ben burada çok fazla durmayacaktım. Aileme, diğer arkadaşlarıma kavuşmam gerekiyordu. Burası bana göre değildi. Yanlış olan bu yer bana uymazdı, bende buraya uymazdım. Ben buranın, başka yerden karışmış bir yapboz parçasıydım. Uygun olmayan, yanlış yerde! Ama ona, diğerlerine söylemedim. Böyle düşünüyorlarsa, düşünmeye devam etmeliydiler. Kalplerini kıramazdım. “Gidelim mi?” diye sordu Myron. Edwin başı ile onayladığında, elini uzattı Edwin tutmam için. Hiç beklemeden avuç içine bıraktım elimi. Arkamı döndüğümde, birkaç adımla duvarın önündeydim. Edwin ellerini kollarımın altından geçirip, hiç zorlanmadan ayaklarımı yerden kesti. Bu dokunuşu ani bir şok yaratsa da bende, çaktırmadım. Myron’a doğru uzattı bedenimi ve aynı şekilde Myron’da ellerini kollarımın altından geçirip tutarak, birkaç saniye içerisinde duvarın üstünde buldum kendimi. Otis ve Edwin’de aynı anda ellerini duvarın üzerine koyup kendilerini yukarı çekerek, duvarın üzerine çıktılar. Şimdi ise dördümüz de duvarın üzerindeydik. Dolunay ışığının altında, şelalenin akan sesinde ve peşimizde olan kişilerden kurtulmaya çalışıyorduk. Yan dönmeden sadece başımı sol tarafa çevirdim. İç içe geçmiş evler, kapılarının üzerine asılmış gaz lambalarıyla aydınlanıyordu. Duvarın aşağısındaki aynı topraklı yol, dümdüz karşıdaki evlere ilerliyordu. Tam karşımızda ise sessizce aşağıya doğru ilerleyen bir dere vardı. Şelale ne kadar ses çıkarsa da, dere o kadar çok sakin akıyordu. Derenin kenarında dans eden birkaç kişi vardı. Evlerin önü ise sarhoş olup adımları sağa sola doğru yalpalayan birkaç gruptan başkası yoktu. Asıl gürültü geldiğimiz yerde fazlaydı. Özellikle Han dedikleri yer. Tüm herkes orada toplanmıştı. Edwin duvardan aşağı zıplayıp önünü tekrar bize çevirmesi uzun sürmedi. Kollarını havaya kaldırıp tutmak için ellerini iki yöne doğru açtı, tam karşımda durarak. “Beni kucağında indirmen ne kadar da centilmence bir hareket.” Diyen Myron dizlerini kırıp atlamak için hazırlanmıştı ki, Edwin, “ sakın!” diyerek geri çekildi. “Belimi iki ortaya kırarsın sen!” dedi Edwin kötü bir bakış aşağıdan atarak. “Yani kırmasam, kucağında indirirsin beni?” deyip kaşlarını havalandırdı Myron. Atlayacakmış gibi duruyordu. Otis’te yere atlayıp, önünü bize hiç çevirmeden etrafı kolaçan etmeye başladı. “Saçma, saçma konuşma Myron!” dedi Edwin öfkeli yan bakışını, duvarın üstündeki Myron’a atarken. “Hadi gel Karina.” Yumuşak sesiyle bir adım daha duvara yaklaşıp kollarını biraz daha yukarı kaldırdı. Kollarının arasına bu şekilde zıplayıp bir yerimi incitemezdim. “Ben inerim.” Dedim Edwin’e. Duvarın üzerine oturmak için vaziyet alırken, bir elimi yere bastırıp ayaklarımı duvardan aşağı sarkıttım. Edwin tam önümde durmak için adımlarını attı ve gülümseyerek, “ben buradayım, yardım etmem için izin ver.” deyip ellerini kollarımın altına yerleştirdi. Dokunuşuyla yeniden gözlerim irice açıldı. Fakat çaktırmamaya çalıştım. Ses etmedim. Hayır diyemeden, çoktan oturduğum yerden havalanmış, zorlandığına dair bir belirti vermeden, duvarın üzerinden yere indirmişti. Artık karşı karşıyaydık Edwin’le. Gülümsemesi silinmeden, “biz buradayken, bir şeyleri kendi başına yapman gerekmiyor, efen-” son kelimesinin devamını getirmeden duraksayıp gözlerini kapadı. Gülümsemesi daha çok derinleşti. “Bu kelimeyi bir daha dile getirmeyecektim, özür dilerim.” Deyip sarı irislerini görmem için kirpiklerini geri kaldırdı. Burnumdan sesli bir şekilde güldüm. Bana yardım etmek için elinden geleni yapması hoşuma gidiyordu. Bu yüzden, “teşekkür ederim.” Dedim ilk cümlesine binaen. Fakat yalandan kızmış gibi, işaret parmağımı ortamızda sallayıp, “o kelimenin devamını getirseydin fena bozuşurduk.” Dedim minik bir kahkaha atarak. Edwin’de benim gibi gülmüştü. “Ee,” diyen sesle Edwin’le aynı aynı anda bakışlarımızı duvarın üzerinde duran Myron’a kaldırdık. “Beni unuttun, indirmeyecek misin beni?” diye sordu ellerini iki yana açıp kucağında Edwin’in indirmesini bekleyen Myron. Edwin burnundan soluyup, “salak salak konuşma Myron. İn aşağı!” deyip gözlerini devirdi. Myron dudak büküp, “Yvonne olsaydı kesin beni indirirdi.” Dedi çok ciddi bir surat ifadesiyle. Yvonne’nin, Myron’u duvarın üzerinden indirdiğini hayal ettim zihnimde. Ama bu çok komik bir görüntüydü. Gülmemek için dudaklarımı ısırdım. Kesinlikle Yvonne onu duvarın üzerinden indirmezdi. “Haklısın,” Otis arkasını dönmeden omuzunun üzerinden Myron’a bakıp, “kesin, arkandan ok fırlatarak indirirdi.” Myron hariç, üçümüz bu görüntü gözümüzün önünde canlanmış gibi kahkaha attık. Myron’da, az biraz düşünüp, “biraz haklı gibi geldin Otis!” dedikten sonra o da güldü. Myron’da aşağı indikten sonra, topraklı yoldan yürümeye devam ettik. Dip dibe geçmiş evlerinin arasındaki küçük bölmelerden geçiyor, birkaç kişiyle göz göze gelmemek için çok fazla dikkat ediyorduk. Hepimiz pelerinlerimizin şapkalarını, gözlerimizi bile kapatacak şekilde örtmüştük. Birkaç dakika içinde Yvonne’nin evine varmıştık. Dördümüzde soluk soluğa duvara, kapıya yaslanmış nefeslerimizi düzene sokmaya çalışıyorduk. Koşmasak da hızlı adımlar atmak epey yormuştu bizi. Ama yakalanmadan eve varmak yorgunluğumuzu unutturacak kadar iyi bir şeydi. “Yvonneler daha gelmemiş!” diyen Myron ellerini bel boşluklarına dayamış, kapısı kapalı olan evi izliyordu. “Oradan hemen ayrılmaları göze batar!” dedi Edwin. “Biraz bekleyelim.” “Ya buradaki Gezginler görürse?” diye sordu Myron. Edwin bilmiyorum der gibi bir dudak hareketi yaptı. Artık nefesimi düzene sokmuştum ama şu Gezginler dedikleri şeye yakalanma düşüncesi, rahat bırakmıyordu. Kuruyan dudaklarımı ıslattıktan sonra, Edwin’e dönüp, “sizin orada da Gezginler var mı?” diye sordum. Her diyardan Gezginler olduğunu söylemişti. Eminim ki, orada da onlardan biri vardır. İz sürücüler, Gözcüler ve duyabileceğim bir çok kelime. Ve hiçbiri iyi bir şey yapmıyordu sanırsam. Edwin başı ile onayladığında sorumu, dudaklarımı kemirmeye başladım. Tahmin etmiştim. Her diyarda olduğunu söylüyordu. “Bizlerde yok ama,” diyen Myron etrafa kısa bir göz gezdirdikten sonra gözleri tam üzerimde durdu. “Su onlara haber verir ve lanetler. Yıllar geçse bile öl-” Myron’u dediklerini pür dikkat dinlerken, “çocuklar.” Diye bağırarak yanımıza koşar adımlarla gelen Yvonne’nin sesi yarıda kesti. Arkasında ise Valentino vardı ve her zamanki gibi sırıtıyordu. Myron’nun söyledikleri çoktan zihnimde yer edinmişti. Ama şimdi Yvonne’yi burada görmek, hatta Valentino’yu bile burada görmek beni sevindirmişti. Yvonne’nin sesi, yıllar sonra bir arkadaşımı görmüşüm gibi heyecanlanmama ve gülümsememe sebep oldu. Bizde olduğu gibi, bize koşarak gelen Yvonne’nin önüne doğru hızla adımlarla ilerledik. “İyi misiniz?” diye sorup gözlerini hepimizin üzerinde tutmaya başladı. Hepimiz bir çember oluşturduk, Yvonne ve Valentino’ya baktık. Yvonne’nin beti benzi atmış gibi rengi bir tık beyazlamıştı. Korkmuş gözüküyordu. Öyle ki, uzun süre koşmuş gibi soluk soluğaydı. “İyiyiz!” dedi Myron. “Sen nasılsın?” diyerek oluşturduğumuz çemberin içine bir adım attı. “Ben iyiyim,” dedikten sonra yutkundu Yvonne. Myron’un gözlerinin içine bakamıyor gibiydi, durmadan gözlerini kaçırıyor, bir saniyeden fazla göze göze gelemiyordu. Utanıyor muydu? En sonunda bakışları bende hizalandı. “O karanlıkta sizi göremedim, sonra baktığım da ise orada yoktunuz!” deyip derin bir nefes verdi. “Eve geleceklerini söylemiştim, bu kadar telaş yapmana gerek yoktu!” dedi Valentino. “Onlara yakalanmamak büyük bir başarı.” Deyip dudağının kenarı usulca yukarı kalktı. “Tabii ki küçük kardeşim sayesinde.” Bir adım önünde duran kardeşine bakışlarını indirip, “artık büyüyü iyi yapıyor olmalı!” dedi alayla. Yvonne gözlerini benden ayırmadan, burnundan nefes aldığını inip kalkan göğüs kafesinden anladım. Bir şey demek için düz çizgi haline getirdiği dudaklarını, aralamadı bile. Valentino bir Gezgin’di. Diyardan, başka yerlere haber götüren biri. Şimdi burada, diken üzerinde kalacaktım. Ya bizi arayan kişilere, yerimizi söylerse? Ateş’in Evladı dedikleri kişi bizi bulursa? Silmeye çalıştım bu korkunç soruları zihnimin içinden. Elimden tek gelen şey, Valentino’nun bizi onlara söylememesini umut etmekti! “Niye bu kadar erken geldiniz?” diye sordu Edwin endişeyle. “Bundan sonrasını kimse hatırlamaz. Herkes sarhoş olup uyumaya geçti bile.” Dedi Yvonne Edwin’e bakarak. “Hiçbir şey anlamadım bu festivalden. Geçen yıl ki daha güzeldi.” Deyip dudak büktü Valentino, bakışlarını yukarı kaldırıp memnun olmamış gibi. Otis ağzının içinde homurdandı. Edwin ise bir şey demedi ama gözleri çok şey anlatır gibi Valentino’dan ayırmadı. “Bu baloda nereden çıktı?” diye sordu Edwin. “Burada konuşmayalım.” Dedi Yvonne, göz bebekleri etrafı kolaçan ederken. “Eve girelim!” deyip kaşlarıyla evi işaret etti. Hepimiz sessizlikle, dediği şeyi onaylamış kadar olduk. Valentino’ya kısa bir bakış attım. Şüphelerim çoktan artmıştı ona karşı. Ama bir gündür evindeydik ve bir aksaklık yaşayacağımız bir olay yaşanmamıştı. Yvonne evin kapısını açtıktan sonra hepimiz sırayla içeriye girdik. Yvonne ve Valentino hariç, hepimiz pelerinlerimizin şapkasını örtmüştük. Girer girmez hepimizin eli oraya gidip başımızdan indirdik. Yvonne hızla pelerinin iplerine attığı düğümleri çözerken, “inan bana bizde şaşırdık.” Dedi az önce Edwin’in sorusunu cevaplarken. “Oraya daha önce diğer ırklardan giden olmadı, tabii Tarafsızların ırklarından başka.” Dedi bu sefer Otis’te. Duvarın bir köşesinde hazır duruşta, ellerini arkasından bağlayarak bekliyordu. “Buradan giden ırklarda parmak sayısını geçmeyecek kadar az!” pelerinin iplerini çözmüş olan Yvonne, Valentino ile göz göze geldi. “Sen ve abin hariç!” dedi Edwin kaşlarını havalandırırken. Bir şeyleri mma etmeye çalışıyordu. Gözlerim sadece Yvonne’de asılı kaldı. Oraya gittiğini bilmiyordum. Zaten ben ne biliyordum ki? Yvonne, sadece başı ile onayladı. “Sadece zorunlu olduğu için.” Dedi Myron, gözlerini Yvonne’den ayırmadan. Daha sonra da, kollarını göğsünün altında bağladı. Yvonne kısa bir bakış attı, Myron’a. Dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm vardı fakat seçilmiyordu. Myron’un onu savunması hoşuna gitmiş olmalıydı. Bize döndü tekrardan. Karşısında; ben, Edwin ve Myron vardık. Otis benim yan tarafımda, fakat biraz arkamda kalıyordu. Yvonne ve Valentino’da ilk girişe koydukları yemek masasının önündeydi. “Hasılatı götürmek için gidiyorum.” Duraksadı. “Oraya gitmek benim için kötü değil aksine, benim için bir fırsattı.” Kaşlarını çattı. “Büyü yapmayı öğrenemezdim yoksa!” dedi Yvonne, herkesle göz teması kurmaya çalışırken. Ama en çok benim gözlerimde kalıyordu, renkli gözleri. Valentino’nun burnundan verdiği sert nefesiyle, herkesin bakışlarını ona döndü. Pelerinin iplerini çözmüş, sertçe omuzlarından çıkararak yan tarafında duran koltuğa fırlatmıştı. Yvonne’nin büyü yapması onu epey öfkelendiriyordu. Çünkü tehlikeliydi. “Büyü yapmayı bilmiyor muydun?” diye soru sorarken buldum kendimi bir anda. Gözlerimi Valentino’dan çekmiş Yvonne’ye bakmıştım. Büyü yapmayı, gittiği yer her neresiyse orada öğrendiğini dile getirmişti. Bu durumda aklımı kurcalamıştı. Yvonne bir süre beni izledi, ardından kaşları hüzünle alnının üzerine çöküverdi. Öfke ile karışık bir yüz ifadesine büründü suratı. Başını olumsuz anlamda sallarken, “sadece yıllar önce için geçerliydi büyü yapmak ve unutuldu!” kesik bir nefes çekti içine. “Atalarımızdan kalan son şeyde, silinip gitti!” dedi. “Unutturuldu!” dedi dişlerinin arasından Valentino. Yan profilini sunuyordu bize. “Çok çok önceydi!” diyen Edwin’in sert sesiyle karşılaştım daha sonra. Yanımda duran Edwin’e baktığımda ise, yüz ifadesinde alayla karışık kin vardı. Bazen bu öfkesini onlara kusarken buluyordum. “Böyle bir şey hatırlanmayacak kadar önceydi hatta!” çenesini dikleştirip, alay kırıntıları yerleştirmişti bu sefer gözlerine Edwin. Yvonne, başını eğdi bir şey demedi. Valentino ise yan bir bakış atıp öfkesini sundu Edwin’e. Bir tartışmanın daha alevlenmesini istemiyordum ve Myron’da benim gibi düşünüyor olacak ki, huzursuz eden birkaç saniyelik sessizliği, konuşmasıyla yok etti. “Bu baloya gidecek misiniz?” diye sordu. Derin bir nefes alıp vermemek için kendimi tuttum. Az da olsa gerginliğimi yok etmişti Myron. “Bu balo işi palavra!” dedi Valentino. Yvonne’de başı ile onayladı. Kaşlarım çatıldı anlamayarak. “Kendi bölgelerine başka ırkı sokmayacak kadar gaddarlar!” diyen Valentino, önünü bize dönmüş, kalçasını ise sandalyenin arkasına yaslayarak ellerini, başlığına yaslamıştı. “Öylesine davet edildik.” Dudaklarını ıslattı Yvonne ve söylemek istemiyormuş gibi çekingen bir tavır takındı. “Tarafsızlığımızı, taraf olarak göstermek için!” dedi ve birkaç saniye Edwin’in üzerinde durdu gözleri. Bir şey söylemesini bekledi. Ama Edwin ve Otis sessiz kalmıştı. Valentino burnundan sesli bir şekilde gülüp Yvonne’ye yan bir bakış atarak başını iki yöne doğru salladı yavaşça. Gözlerini devirmemek için kendini tuttu. “Asla öyle bir şey gerçekleşemez!” dedi Valentino kindar bir sesle. “Taş.” Dedi Edwin mırıldanarak. Ona döndüm. Bakışları zemindeydi. “Her yerde olabilir.” Bir şeyleri hatırlamış gibi, yüzünde aydınlanma vardı. Eğer elimi yakan taştan bahsediyorsa, onu en son annemin sakladığı yere koymuştum! Edwin kafasını yukarı kaldırdı ve tek tek gözlerini herkesin üzerinde gezdirdi. “O baloya bizimde gitmemiz hiç fena olmaz!” deyip bakışlarını bana çevirdi. “Sessizliğin ve duyulan tüm seslerin efendisi olarak, o baloya sende gitmelisin!” dediğinde, sarı irisleri bir altın gibi parladı, dudağının kenarı yukarıya doğru şahlandı. Aynı şekilde benimde kalbim, baloya gitme fikriyle bile şahlanmıştı! “Oraya nasıl gidileceğini iyi biliyorum!” diyen Yvonne, başını ağır ağır aşağı yukarı sallayarak, dudağının bir kenarı, aklına kötü bir fikrin nişanesi olarak, yukarı havalanmıştı.
Devam Edecek...
Yorum ve oy atmayı unutmayın lütfennnnn :)
|
0% |