Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2.BÖLÜM

@kadrisyazar_

 

 

ÖLÜ RUHLAR DÖNGÜSÜ

 

 

 

2.BÖLÜM

 

 

“Karina North”

Üstümde yağan yağmura çevirdim bakışlarımı. Yağmur beni ıslatmıyordu fakat etrafım yağmur sularıyla kaplanmıştı. Üzerime ise yağmur damlasından bir tanesi bile gelmemişti,kupkuruydu. Bakışlarımı bu sefer ayaklarıma çevirdim. Çıplak ayaklarım asfalt yol üzerinde duruyor, ayaklarımın üzeriyse çamur ve yağmur damlaları yüzünden kirlenmişti. Çıplak olmasına rağmen tabanlarım acımıyordu.

Bulunduğum yeri hızlıca incelemeye başladım. Büyük bir ormanın içinde, etrafı sık ağaçlarla çevirili, ortasından da upuzun nereye gittiği belli olmayan bir yol vardı ve yolun üzerinde kırmızı bir elbiseyle duruyordum. Ağaçların arasından garip sesler geliyordu. Bunların kuş olduğuna emindim fakat onlardan herhangi bir iz yoktu. Ağaçların dalları esen rüzgar tarafından sallanıyor, rahatsız edici hışırtı sesler çıkarıyordu.

Olduğum yerin biraz uzağında küçük bir çocuğun ağlama sesini işittim. Oraya gitmek için bir adım atmıştı ki ağlama sesi, kulaklarımı yırtmaya yetecek kadar tiz bir ses dönüştü. Kulaklarımı bu sesten korumak için hızla kapattım ama ses git gide yaklaşıyordu. Ağaç dalları daha çok sallanıyor, esen rüzgar saçlarımı arka tarafıma doğru götürüyordu. Artık ağlama sesi gitmiş, yerine ise acı çığlıklar atan bir kadının sesine dönüşmüştü. Gözlerimi kapattım. Kendimi engelleyemdiğim bu çığlığa, benimde sesim karışmıştı. Artık bende yüksek sesle çığlık atıyordum.

 

 

“Anne!” Kendi sesimin uykumdan bölünmesine sebep olmuştu. O kadar yüksek sesle bağırmıştım ki boğazımın acıyordu. Yorganı çenemin altına kadar çektiğim için bedenim ter içinde kalmıştı. Açtığım gözlerimi birkaç kez kırpıştırdığım da yanaklarıma değen ıslaklığı hissettim. Sayıklarken ağlamıştım. Kolumu yorganın altından çıkarıp elim ile yanaklarımı sildim. Hep aynı rüyayı görüyordum ve aynı ter kan içinde kalarak kalkıyordum yataktan. Özellikle on sekiz yaşımdan sonra bu durumlar belirmişti.

Üzerimden yorganı kaldırıp attım. Ayaklarımı yataktan sarkıtarak biraz öyle bekledim oturduğum yerde. Resmen pijamalarım üzerime yapışmıştı. Royan bugün okula, babam da işe gittiği için pijamalarımın içinden çıkarak, sadece siyah iç çamaşırlarımla kaldım. Kafamı sağ tarfa yatırarak, sağ elimi enseme yerleştirip okşamya başladım. Rüyamda beni kesin dövüyorlardı. Her yerim ağrıyarak uyanıyordum.

Bu düşüncelerimden sıyrılarak, odanın kapısını açıp kendimi koridora attım. Bir an önce duş alıp iş görüşmesine gitmem gerekiyordu. Ama bugün başımdan kalkan ağrı uyumam için beni resmen zorluyordu.

Hala iç çamaşırlarımla banyonun ortasında dikilirken, aynadan kendi yüzümü incelmeye başladım. Siyah uzun saçlara, sağ tutamında uzanan grilik vardı. Yeşil gözlerimi daha güzel gösteriyordu bu durum. Kendimi beğeniyordum hatta güzeldim de. Çok büyük olmasa da dolgun göğüslere, beyaz vücuda ve uzun bir boya sahiptim. Kendimi seviyordum, arkadaşlarımda beni güzel buluyordu. Tek sorunum olması gereken yerlerde, öz güvenimi sağlayamıyordum. Bu da benim eksik yönüm diyebilirdim.

Aynadan kendi yansımamı izlerken, banyo kapısını tıklatılmasıyla oraya döndüm. Annemden başka kimsenin olmadığını bildiğim için rahatladım. “Karina?” Kapının arkasından hemen annemin sesi duyuldu. “Efendim anneciğim?”

“İyi misin tatlım? Yine sayıkladığını duydum.” Sanırım geceleri yüksek sesle konuşuyordum, ev halkıda bu durumdan haberdardı.Her sabah, ne kadar çok bağırarak konuştuğumu bile söylüyorlardı. Bazen uykudan uyanamayınca annem odaya gelip uyandırırdı. Ne zaman kendi sesime uyansam en son hatırladığım ve son söylediğim kelime anne oluyordu.

Sorduğu soruya cevap vermeyince tekrar konuştu. “ Erken uyanmışsın.” Erken mi uyandım? Saatin kaç olduğuna bakmadan direkt banyoya gelmiştim. “Saat kaç anne?”

“Saat daha beş buçuk.” Oha ne? Nasıl fark etmedim bu kadar erken uyandığımı. Sanırım iş görüşmesi heyecanı aklımı başımdan almıştı. Üzerimdekilerine göz gezdirdim. Ya babam ya da Royan görseydi beni. Elim ile alnıma vurdum. Mal mısın kızım ya? Diyerek kendime söylendim.

“Bir şey mi dedin kızım?” Tekrar kapıyı tıklatıp sormuştu soruyu annem. “Yok yok anne. Sen git uyu, ben banyo edip odaya geçerim.”

“Tamam kızım. Ben seni tekrar uyandırırım, daha var iş görüşmesinin zamanına.” Kapının arkasından esnediğini duyduğumda, artık ayak sesleri koridordan gelmeye başladı.

Banyomu yaptıktan sonra üzerime beyaz bir bornoz alarak, banyodan çıktım. Odama giderken, diğerlerinin daha uyanmadığını anlayabiliyordum. Hatta koridorun içine güneş bile girmemişti. Karanlık olduğu belliydi dışarısının. Bir de kış ayı olunca sabah olduğunu anlamak mümkün olmuyordu.

Odama geçip yatağın ucunda duran komidinin üzerinden telefonumu alarak saatine baktım. Saat 06.45’ti. Yarım saatten fazla banyoda kalmıştım. Suyun altında,erken kalktığımı nasıl fark edemediğim için, bu salaklığıma da kızmadan edemiyordum. Telefon ekranında, Lucas’ın mesaj attığını gördüm. Mesaj tam 02.15’te atılmıştı. Bu saate kadar niye uyumamıştı bu çocuk? Ona attığım mesaj gece 11’deydi, o ise, çok geç cevap verip hemen çıkmıştı interetten.

“Doğum günü kutlamanı sabırsızlıkla bekliyorum. Alkol kullanmak serbest mi?” cümlesinin sonunda gülen emoji ve göz kırpan emojiyi göndermişti. Sonuçta koca insanlardık, serbest olması normal olurdu diye düşünerek, onu onayladım. Telefonu yerine bırakıp, oturduğum yerden ayağa kalktım.

Saçlarıma sardığım havluyu çıkarıp yatağın üstüne attıktan sonra, üstümdeki bornozu soyunarak yere düşmesine izin verdim. Tamamen çıplak kaldığımda, dolabımdan üstüme bir şeyler giymek için odanın ortasından o tarafa doğru yürüdüm.

Dolabın kapağını açtım, gözüme ilk çarpan bugün iş görüşmesinde giymeyi düşündüğüm kıyafetlerim olmuştu. Blazer bir ceket, içine beyaz gömlek ve altınada kumaş pantolunu giymeyi düşünüyordum. Biraz resmi olmak benim için iyi olabilirdi.

İlk önce iç çamaşırlarımı, daha sonra ince pijamalarımı üzerime geçirerek, yatağın içine uzanmak için elime telefonu alıp, öyle geçmiştim yatağa. Daha iş görüşmesine vakit olduğundan rahattım. Bu yüzden sosyal medayada takılıp zamanın dolmasını bekleyebilirdim. Akşam erken uyumama rağmen, kendimi hiç dinç hissetmiyordum. Sebebi ise her zaman erken uyanmam oluyordu. Bence tüm işler saat 10’da falan başlamalıydı ki, sabah kendimize gelebilelim. Elimi, esnediğim için ağzıma kapatmıştım. Banyo ve erken uyanmak uykumu tekrar getirmişti.

“Karina!” omuzuma değen dokunuşla gözlerimi araladım. Annem yatağımın ucunda durup yüzüme bakıyordu. Oturduğum yerden sırtımı biraz dikleştirerek doğrulmuştum. “Anne!” dedim uyklu bir ses tonuyla.

“Hadi hazırlanman lazım, geç kalacaksın yoksa.” Bakışlarımı kucağıma yönelttim. Telefonun ekranı açık bir şekilde karnımın üzerinde duruyordu, üstümde hiçbir şey olmadan uyuya kalmıştım. “Nereye anne?” Dedim, daha uyku üzerimden gitmemişti. Annem kafasını yan tarafa eğerek, ne dediğime şaşırmış gözüküyordu. Nereye gideceğim aklıma gelince, hızlıca yataktan fırladım. “Geç kaldım, geç kaldım. Nasıl uyuyup kalırım ben ya?” Elim ayağım birbirine dolanmış, odanın içinde etrafımda deli danalar gibi dönüyordum.

“Karina dur kızım, bir yerini inceteceksin.” Annem, kollarımı iki yanından tutup, etrafımda dönmeyi durdurmuştu. “Geç kaldım anne işe!” sesim ağlamaklı çıkıyordu.

“Geç kalmadın tabiki, daha iki saatin var. Senin geç kalmanı sağlar mıyım hiç?” Tebessüm ederek yüzüme bakıyordu. “Ne, daha iki saatim mi var?” hemen annemin yanağına sulu ve kocaman öpücük kondurmuştum. “Seni yerim ben. Canım annem.” Dedim sevincimi sesime yansıtacak bir şekilde.

“Hadi sen hazırlan.” Bir adım geri çekilerek annemi inceledim. “Sen nereye gidiyosun bakalım böyle hazırlanıp?”

“Nereye olacak hastaneye. Teyzen yine bileğini incitmiş. Onu görmeye gidiyorum.” Sesi artık ondan bıkmış gibi çıkıyordu. Teyzemin bu olayına ailecek alışmıştık. Günü hep hastanede geçtiği söylenebilirdi, durmadan ya ayak bileğini ya da kolunu falan incitmeden duramıyordu. Resmen artık yalama olmuştu kadının bilekleri.

“Arabayla bırakmamı ister misin?” Kolumu okşayarak, “Yok, sen rahat rahat git gel. Ben kendim giderim taksiyle.”

“Sen bilirsin. Teyzemi de benden taraf yanaklarından öp. Ayrıca onu çok seviyorum lütfen dikkat etsin.”

“Tamam söylerim ama biliyorsun asla dikkat etmez.” İkimiz de gülmüştük fakat bir taraftanda bu durumuna üzülmeden edmiyorduk.

 

Kırmızı ruju dudaklarıma sürdükten sonra, aşağıya indirdim. Bir taraftan ruju dudaklarıma iyi mi ya da kötü mü sürmüşüm diye kontrol ederken, bir taraftan da saçlarıma ve kednime bakıyordum.. Saçlarımı ensemde toplamıştım. Gri tutamlarımı saçlarımın içine sıkıştırmaya çalışmıştım ama ön taraftan kabak gibi görünüyordu. Annem, çok görünmemesine dikkat etmemi söylemişti. Bende biraz denesem de becerememiştim. Kırmızı rujumun kapağını ağzına kapattıktan sonra, gözlerime fazla gelen bu rengi silmek için masamın üzerinde duran peçeteyi elime aldım. Peçeteyi dudaklarıma çok bastırmadan, kırmızı rujun rengini az da olsa hafifletmeye çalıştım. Tekrar aynaya baktım. Bu şekilde daha iyi görünmüştü. Bakışlarımı, dudaklarımın izi çıkan peçeteye çevirerek masanın üzerine bıraktım.

Blazer ceketimin yakalarını düzelttikten sonra, kulaklarımın boş kalması dikkatimi çekti. Boynuma, bileğime bir şeyler takmamıştım, bu yüzden kulaklarım boş kalınca, küçük bir küpenin çok hoş olacağından emindim. Kendi küpelerimin olduğu kutuyu açtım. İçini incelediğim de tüm küpelerim birbirinin içine girdiğinden çıkarmak mümkün değildi.

Aklıma annemin takıları geldi. En sevdiğim şey, eski yıllara ait kıyafet ve takı gibi şeyleri kullanmaktı. Genellikle annemin gençlik yıllarında giydiği şeyleri giyinip dışarı çıkardım. Çoğu şeyini saklayarak çok iyi etmişti annem.

Ayağıma giydiğim topuklu ayakkabının çıkardığı sesleri göz ardı ederek annem ile babamın odasının yolunu tuttum. Babam işe gitmişti. Annem de zaten hastaneye teyzemin yanındaydı. Royan ise okuldaydı. Evde sadece ben vardım, topuklu ayakkabı boş evde daha çok ses yapıyordu. Rahatsız etmek yerine, bu ses daha çok hoşuma gitti. Hep topuklu ayakkabı giysem ne güzel olurdu ya.

Annemlerim odası, bizimkilerine göre daha büyük ve daha temizdi. Ama eşyalarını bulmak daha zordu. Şimdi annemin en güzel takılarını bulmam gerekiyordu. Düzenli bir kadın olduğu için, benim takı kutum gibi içindekiler birbirine girmemiş bir şekilde bulacağıma emindim.

Makyaj masasının önüne geldim. Birkaç parfüm, çok denilmeyecek kadar makyaj malzemesi ve kahve rengi bir kutudan başka hiçbir şey yoktu masasının üzerinde. Hemen o kutuyu masadan kaydırarak elimin altına getirip içini açtım. Birkaç yüzük, iplik ve işime yaramayacak ıvır zıvır vardı. Bunlar benim işime yaramayacığı için kutuyu aynen yerine koydum. Annem bunlara çok dikkat ederdi. Hangi eşya nerden alınıp nereye koyulduğuna kadar anlardı. Buna çok çok dikkat etmem gerekiyordu. Kızmazdı ama izin almam gerektiğini de söylerdi, şimdi müsait olmadığı için alamazdım. Zaten benimde izin almaya yetecek kadar yoktu.

Hemen makyaj masasının çekmecelerini karıştırdım. Orada da kıyafetlerden başka bir şey yoktu. Beyaz, tüm duvarı boydan boya kaplayan elbise dolabının kapısı biraz aralıklı duruyordu. Adımlarımı hemen oraya yönelltim. Genellikle burada olabiliyordu takıları, hatta hepsi bile burdaydı diyebilirim.

Elbise dolabının kapısını kaydırarak sonuna kadar açtım. Elbise falan ikiside çok almazdı bu yüzden kıyafetler dolabın içinde daha az duruyordu. Dolap daha büyük olduğu için, bu fark daha çok göz önüne seriliyordu. Dolabın içini biraz inceledikten sonra, üst üste duran pembe takılar hemen gözüme ilişti. Kumaş pantolonumu, diz kapağımdan yukarı doğru çekerek, dizlerimin üzerinde oturmamı daha çok kolaylaştırdım. Topuklu ayakkabılarla oturmak zor olsada, vakit kaybetmeden hemen kutuları aşağı indirerek, bana uyan küpeyi seçmeye başladım.

Pembe kutunun içi küçük bölmelere ayrıldığı için tüm küpeleri seçmek daha kolaydı. Siyah bir küpe dikkatimi çekince elime aldım. İlk tekini sağ kulağıma takmaya çalışıyordum ki, kıyafetlerin arasında, küçük bir aralık dikkatimi çekti. Küçük diktörgen şeklinde bir bölme vardı. ilk defa böyle bir şey görüyordum. Bir parmağın sığacağı kadar aralıklı duran bölmeye, işaret parmağım koyup kendime doğru çektim. Önümde duran kıyafetleri sol elimle hızlıca ittim ve üst bedenimi dolabın içine daha çok sokarak, küçük dikdörtgen şeklindeki bölme de ne olduğunu anlamaya çalıştım.

Duvar delinmiş, içinde ise küçük bir kutu duruyordu. Duvara açılan bu delik görünmemesi için, dolabı önüne getirmişlerdi. Annem ya da babam altın falan mı saklıyordu burada? Elimi uzatıp, delinen duvarın içinden kutuyu çıkardım.

Siyah sade bir kutuydu. Bir numarası görünmüyordu. Kulağımın önüne getirip salladım. İçinde bir şeylerin olduğunu, kutunun içinden gelen küçük sesten anlaşılıyordu. Neydi ki bu kutu, annemler bu şekilde saklamayı seçmişti? Kutuyu incelemiyi bırakıp, duvarın içinden açılan deliğe tekrar baktım. Başka bir şey daha vardı içinde. Hemen elimi uzatıp onu da çıkardım. Bu bir oktu. Okun uç tarafı kırmızı ve yanlarından diken gibi çıkan şeyler vardı. Alt tarafı ise siyahtı. Parmağımı sivri yerinde gezdirdiğim de okun uç kısmında bulunan sivri şeyler, parmağıma batmasıyla hızla dokunmduğum yerden elimi çektim. Ah kahretsin! Parmağıma kanatmıştı. Kanayan parmağımı, dudaklarımın arasına alıp emdim. Parmağımdan akan kan, ağzımın içinde paslı bir tat bırakmıştı.

İkisinin de ne olduğu anlamamıştım, özellikle bu okun orada ne işi vardı? Amacı neydi? Niye böyle bir şeyi sakladıkları aklımı kurcalarken, elimde tuttuğum oku yere bırakıp, oturduğum yerden ayağa kalktım. Siyah kutunun kenarlarında herhangi yazı veya bir şey var mı diye baktım, gördüğüm tek şey tozdan başka bir şey değildi. Siyah kutunun içinde ne olduğunu görmek için kapağını yavaşça yukarıya doğru kaldırdım.

İçinde sadece bir taş ve eski bir kağıt parçası vardı. Siyah renkte olan bu taşın ortasında, kuyruğu kıvırılmış, kafası ise yukarıda olan soluk bir renkte bir yılan sembolü vardı. Sanırım rengi griydi ama çok anlaşılmıyordu. Yanında ise rengi beklemekten sarı renge dönüşen, katlanmış bir kağıt parçasıydı. Parmağımın ucuyla kağıt parçasını aldım. Kolumun altına kutuyu yerleştiridikten sonra, katlanan kağıt parçasını okumak için açtım. “Taş dokun” Taş dokun mu? Kağıt parçasını biraz daha yaklaştırdım, doğru okuyor muyum diye. Ama bazı harflerin silindiği belliydi. Fakat okuyamıyordum.

Kağıt parçasını avucumun içine aldım, kolumun altındaki kutuyu tekrar elime alınca, siyah ortasında ise yılan figürü olan taşa biraz daha inceledim. Çok büyük olmasa da güzel ve değerli bir şey olduğu barizdi. Taşı elimde incelemek için, kutudan onu almak için taşa dokundum. Avucumun ortasına değen taş, sönük siyah rengi bir anda daha canlı bir renge dönüşürken, ortasında bulunan yılan figürüde parlak bir griye ve sembolün yanlarından sarı ışıklar çıkmaya başladı. avucumun içinin, kızgın ateşe sokmuşçasına yandığında, arkamdan gelen büyük gürültüye benim de çığlığım karışmıştı. Elimin acısını umursamadan arkamı döndüm. O an taş kutuyla birlikte yere düştü.

Pencere sonun kadar açılmış, şiddetli bir şekilde esen rüzgar yüzünden perde odanın oratsına doğru uçuşuyordu. Rüzgardan etkilenen yüzümü korumam için elim ile kapattım. Taşı tuttuğum avucumun içi ateşe bastırmışım gibi yanınca yumduğum eli açıp taşın yere düşerken çıkardığı sesi, rüzgarın uğultusuna karıştığını duydum. Hemen avucuma baktım. Ortası kızarmış ve git gide daha çok yanıyordu. Hay içini ya! Bir taraftan kendime söylenip yanan elimin acısının azalması için havada sallıyordum. Dışardan gelen rüzgar da öyle şiddetli esiyordu ki pencereyi yerinden sökmek üzereydi. Bu rüzgarda nereden çıktı şimdi?

Ayağım ucundaki taşa umursamadan, pencereyi kapatmak için önüne doğru yürüdüm. Taş yüzünden yanan elimi kullanmdan sol elimle, kapanmayı reddeden pencereyi zorda olsa kapata bilmiştim.

Odanın içine giren rüzgar kesilince, hemen elimin ortasına baktım. Yuvarlak bir şekilde kırmızı bir nokta vardı. Avucumun içi yanıyordu ve acı tüm elimde hissediyordum.

Niye yaktı şimdi bu salak taş elimi? Dizlerimi kırıp, taşı inceledim. Soluk renkleri, canlı renkte yanmaya devam ediyordu, birkaç saniye sonra taş eski haline geri döndü. Taş beni korkutmaya başlamıştı. Hemen kutuya geri koyup aldığım yere bırakmam lazımdı. Elimi taşı almak için uzatıyordum ki hemen geri çektim. Bir daha mı elin yansın salak Karina? Ayağa kalkıp, taşı kutuya geri koyabilmek için bir şey aradım. Direkt annemin , çalışma masasının üzerinde duran kalemler dikkatimi çekti. Uzanıp kalemlerden birini alarak, kutunun iç kısmını yere koyup, taşı içine sürükledim. Kağıt parçasını da nasıl bulduysam aynı şekilde katlayıp içine koydum.

Elbise dolabının önüne gelerek, kutuyu duvarın içine açtıkları deliğe geri yerleştirdim. Kanımın bulaştığı oku da aynı şekilde yanına koyarak, dolabın kapağını sonuna kadar kapattım. Dışardan gelen uğultulara bakmak için pencerinin öüne doğru gelmiştim. Ağaçlar, rüzgardan dolayı bir o tarafa bir bu tarafa yatıyor, dışarda bulunan insanlar rüzgardan kurtulmak için evlerine koşuyordu. Kara bulutlar yavaş yavaş gökyüzünü kapatarak, gelecek yağmurun haberini veriyorlardı. Avuç içimi gözümün önüne getirdikten sonra, yanan kırmızılıktan gözlerimi alıp dışarıyı izlemeye başladım.

 

ARAF;

Soğuk hava, kurumaya yüz tutmuş denizler, kuru, ince ağaçlara sahip ormanlar… Üstlerinde durmadan uçan kara kuzgunlar ve her evi dinleyen kara gölgeler. Her yerdeydiler, her canlının arkasında ve üstünde. Tüm Araf’ı esir almışlardı, onlardan kurtulan kimse yoktu. Gördükleri, duydukları her şeyi efendilerine götürmek için emir almışlardı.

Yüz yıllar önce yaşanan bir felaket, tüm ırkların sonunun gelmesine sebep olmuştu. Yuvalarından dışarı kafalarını çıkarmaya ne güçleri vardı ne de savaşmaya cesaretleri. Hepsi boyun eğmekten başka seçenekleri olmadığını iyi biliyordu. Cennet ve Cehennem’in ortasında bulunan bu yer artık Cehennem’in bir diğer yüzüne dönüşmüştü.

Kuru dalları yerinden oynatan, derin suların üstünde büyük dalgalara sebebiyet veren, sıcağın baş gösteridiği kumların etrafında fırtına çıkarmaya yetecek kadar sert bir rüzgar, Araf’ın üzerinden esmeye başladı. Tüm ırklar yıllardır bekledikleri haber sonunda onlara ulaşmıştı. Yeri yurdu yerinden oynatacak rüzgar gökyüzünden onlara ulaştığında, hepsi yuvalarına kadar haber getiren bu rüzgarı hissetmeye başladılar. Ağaçların en tepesine kadar çıkan Orman’ın Peri’leri; Drayd’lar ve Hamdrayd’lar, ilk defa suyun üzerine başlarını çıkarıp, dalga yaratan bu habere bakan Siren’ler,kurtarıcılarının varlığının kanıtlandığına sevinen Yer altının Sürüngenleri ve bir zamanlar kraliçeye sırtını dönen Tarafsızlar. Belki yeniden kurulacak bir hayat, ya da sonsuza kadar yok olacak yaşamlar. Hiçbiri rüzgarın onlara ne getirdiğini bilmiyordu. Tek bildikleri onun yaşadığıydı.

Büyük yıkım tekrar başlıyordu!

“O yaşıyor.” Diye haber getirmişti deniz erkeği, ormanda tek başına ok atışı yapan Tarafsızların kızına. Kraliçe’e sırtını dönen Araf’ın Tarafsızları yemin etmişti ondan geriye kalan her şeyi koruyacaklarına ve o gün gelmişti. Kız, tepesinde esen rüzgara bakmak için kafasını yukarı kaldırdı. Artık zamanı gelmişti.

Elinde tuttuğu yayı sırtına alıp, her zaman buluştukları yere doğru koşmaya başladılar.

Dağın eteklerinde uçan binlerce kuzgun. Ateş’in Evladından haber alıp başka diyarlara götürmek için, hiç bıkmadan kanat çırpmaya devam ediyorlardı. Dağın yamacına vuran karanlık sular, kuzgunların çırptıkları kanat seslerine karışarak, Araf’ın diğer ucunda duyulmaya yetecek kadar güçlüydü.

Kara bir kuzgun Araf’ın içinden efendisinin bulunduğu bu dağa doğru geliyordu. Dağın eteklerini kaplayan bembeyaz karın üstüne konmadan, kara kuzgun siyah pelerin giymiş bir kadına dönüşmüştü. Başına örttüğü şapka ile sadece dudakları görünüyordu. Haberci kuzgundu. Her zaman buraya uğrmadığını bildikleri için tüm kara kuzgunlar dağın yamacına konarak kanat çırpmayı bırakmışlardı.

Karın üzerinde, sürüdüğü peleriniyle ayak izleri bırakan bu kadını izlemeye başladılar. Artık tek duyulan ses, ayak basılan kar ile kayalara çarpan dalgalardı.

Aşk, bir insanı sonsuza kadar acı çekmeye mahkum edebilir miydi? Tüm Araf biliyordu, Ateş’in Evladı İblis’in kalbinin yaralı olduğunu. Hepsi buna can verdiklerinde şahit olmuşlardı.

Dağa kendini hapis eden Aamon’un çoktan haberi olmuştu. O gün bu olay yaşandığında, tüm ırk’arın yuvalarından taşları söküp almıştı. Kız, taşa dokunur dokunmaz yanında bulunduğu taşlarında yüz yıllar sonra ilk defa bu kadar canlı parladığını görmüştü.

“Kız yaşıyor efendim.” Dedi kadın başını kaldırmadan, arkası dönük bir şekilde dağın içinde açtığı pencereden dışarıyı izleyen efendisine. Gözünü kırpmadan kuzgunlarını izliyor, bir taraftan da onu rahatladan dalga seslerini dinliyordu.

“Bulun onu!” Dedi buz kesen sesiyle.

Siyah pelerinli kadın onu onaylar bir şekilde kafsını sallayıp dışarı çıktı.

Dağın içindeki duvarlar yanan meşaleler ve nöbet tutan gölgeler duruyordu.

Ateşin Evladı İblis, elinde tuttuğu asayı üç kez zemine vurdu, dağın hafif yerinden oynmasına sebep olmuştu .

Duvarların üstünde yanarak duran meşaleler söndü. Nöbet tutan kara gölgeler, hızlıca bulundukları yerden ayrılarak, Araf’ın içinde bulunan ırkları kontrol etmeye gitmişlerdi. Efendi Aamon’dan önce kimsenin kıza ulaşmasını istemiyorlardı.

Dağın eteğine konan bütün kuzgunlar da yerinden uçarak, efendisinin isteğini yerine getirmek için oraya varmaya gidiyorlardı.

Kız bilmeden geçiti açmıştı. Şimdi onu yakalamak isteyen Araf’ın Irkları, dünyasına doğru uçmaya çoktan başlamıştı.

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%