@kadrisyazar_
|
ÖLÜ RUHLAR DÖNGÜSÜ
4.BÖLÜM
“Karina North” Kapalı olan göz kapaklarımı birkaç kez kırpıştırırken, vücudumu yakan güneşi hissedebiliyordum. Tenim yanıyordu ama kalkmak için gücüm yoktu sanki. Yanağımın altındaki zeminde, tenim gibi yanıyordu. Nerede ve nasıl bir durumda olabileceğimin düşüncesi, tepemin üstünde duran güneşten daha çok yakmıştı beni. Gözlerimi açmak için kendimi zorlarken, ellerimi zemine bastırdım ve yavaşça kapalı olan göz kapaklarımı açmak için direndim. Elimin altında sert bir şeyler beklerken, sadece parmak aralarıma dolan yumuşak şeyler olmuştu. Kirpiklerimin üstünde biriken ağırlık fazlaydı. Açmaya çalışınca, gözümün içine giren küçük siyah şeyler yüzünden tekrar kapatmak zorunda kaldım. Toz parçacıkları olabilirdi. Yere dayadığım ellerimden destek alarak, yüz üstü uzandığım zeminden yan tarafa dönerek sırt üstü uzandım. Canım acımıyordu, sadece ağırlık ve yorgunluk vardı üzerimde. Gözlerimi açamasam da kafamın üstüne yer alan güneş ışınları gözümü sulandırıp acıtıyordu. Sağ elimi havaya kaldırıp güneşin gözüme gelmesini engellemeye çalıştım. Aralanan dudaklarımın kuruduğunu ve dehşet bir şekilde susadığımı fark ettim. Kuruyan boğazıma rağmen yutkundum. Gözlerimi açınca beni karşılayan ilk şey, havaya kaldırdığım elimin arkası oldu. Sağ gözümü kapattım. Güneş ışınları elimin etrafında dağılmış, küçük renkli şeyler görmemi sağlıyordu. Derin bir nefes alıp kafamı sol tarafa yatırdım. Havada tuttuğum elimi de yanıma indirerek beni karşılayan manzaranın ne olduğunu anlamak için, güneş yüzünden sulanan gözlerime rağmen daha çok aralamaya çalıştım. Gözlerimi sonunda tamamen araladığım da, bakışlarımın önüne serilen sadece sonsuzluğa uzanan; sarı ve turuncu renklerle kaplı olan kumlar olmuştu. Ben çölde miydim? Evet burası çöldü. Ben çöldeydim! Ben çöldeydim! Sırt üstü uzandığım yumuşak ve sıcak zeminden doğruldum ve oturdum. Oturduğum yere bakışlarımı indirdim. Sağ elimi kumların arasına daldırarak bir avuç kumla birlikte havaya kaldırdım. Parmaklarımın arasından süzülen kum taneleri, tepesinde yakıcı güneş yüzünden sımsıcaktı. Ellerimin arasından kayıp gidişini izlerken, son kum tanesi de olduğu yere dökülünce bakışlarımı tekrar yukarı kaldırdım. Neredeydim ben? Nasıl geldim buraya? Hemen, üzerimde bulunan siyah elbisenin uçlarından tutup, önümde topladım. Ayaklarım çıplaktı. Ayakkabılarım neredeydi? Kendimi sakinleştirmem gerekiyordu. Burası gerçek değildi ve ben birazdan bu kötü rüyadan uyanacaktım. Her zaman gördüğüm rüyalardan biriydi sadece. Sakin ol şimdi Karina! Derin bir nefes al ve ayağa kalk. Hayır hayır, bura gerçek değil. Gözlerimi sıkıca yumdum. Derin bir nefes alarak, önümde topladığım, siyah yırtmaçlı elbisemin uçlarından tutarak ayağa kalktım. Kumlar, yumuşak ve sıcak olduğu için ayak tabanlarım yanıyordu. Ama çok sıcak değildi, yani ayakta durmam için yeterli sayılırdı. Elbisemin uçlarını serbest bıraktıktan sonra, kollarımı önümde birleştirdim ve ön tarafa doğru uzattım. Üzerimde siyah askılı bir elbise vardı bu yüzden kollarım baştan aşağı kıpkırmızıydı. Ne zamandır bu kumların üzerinde baygındım, bilmiyordum ama feci halde kollarım yanmıştı. Yüzümün de kollarım gibi yandığına emindim çünkü orası da feci halde acıyordu. Ellerimi bu sefer yanaklarıma dokundurdum. Parmak uçlarım yanaklarıma ufacık bir temas halinde olsa bile, acıtmıştı. Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Nasıl gelmiştim ben buraya, Ya da kim getirdi beni, birileri bana şaka falan mı yapmaya çalışıyordu? Sağ elimi alnımın üzerine koyup sadece kumların olduğu bu yeri daha iyi görebilmek için gözlerimi güneş ışınlarından korumaya çalıştım. Ama ne bir tel saçı yerinden oynatacak rüzgar vardı ne de herhangi bir canlının yaşam belirtisi. Sadece çölün ortasın da ben vardım. Benden başka yaşayan yoktu bu kahrolası yerde. Sağ elimi alnımdan indirirken, elimin ortası gözüme çarptı. Tüm anılar, kafamın içinde film şeridi gibi geçmeye başladı o an. Dolabın arkasında yer alan duvarın içinden çıkan bir kutu ve içinde bulunan ne anlama geldiğini anlamadığım taş. Dokunduğum anda avucumun ortasını deli gibi canımı acıtacak bir şekilde yakması, daha sonra annemin bu taş yüzünden beni azarlayıp içeri kapatması, Gloria’nın hazırladığı bir partiye gizlice kaçmam, lavabonun içinden çıkan sarı bir yılan ve… Bakışlarımı elimin üzerinden alıp karşıya diktim. Gözlerim yaşlarla dolarken, kuruyan boğazıma rağmen yutkundum. Ve Royan! Kalktığım yere hızlıca çöktüm. Vücuduma sarılan bir yılan vardı ve son gördüğüm yüz kardeşimin yüzü olmuştu. Yüzümü avuçlarımın içine gömdüm. Annemi dinlemeliydim. Odamdan asla çıkmamam gerekiyordu. Royan, babam, annem, arkadaşlarım… Eğer bir daha onları göremezsem? Yüzümü gömdüğüm avuçlarım, göz yaşlarım yüzünden ıslanmıştı. Artık ağlamam şiddetlenmiş omuzlarımın sallanmasına engel olamıyordum. Royan çok korkmuştu beni öyle görünce. Ya bir daha onu göremezsem, ya bir daha asla ailemden birine sarılamazsam? Hayır, lütfen bunlar bir rüya olsun. Tekrar yatağımda uyanmak istiyorum. Hıçkırıklarım, cümlelerime karışmıştı. Koca çölün ortasına oturmuş, sessizliğin hüküm sürdüğü bu yerde sadece benim sesim duyuluyordu. Yüzümü gömdüğüm avuç içlerimden kaldırdım , hıçkırıklarımın arasından zar zor nefes almaya çalışıyordum. Burnumu sertçe çekerken, hıçkırık seslerimin bölünmesine arkadan gelen küçük bir sesle durdurmuştum. Kendimi hemen üstüne oturduğum kumların üzerinden geriye ittim. Ses arkamdan gelmişti. O tarafa baktığımda, üst üste toplanmış küçük kum birikintisi çökmüş kumlar yavaş yavaş etrafına dağılıyordu. Altında bir şey mi vardı? Az önce dağılan kum tanesini incelemeye başladım. Gözlerimin içinde biriken göz yaşları, görüntüleri bulanıklaştırsa da bir daha oradan ses veya bir şey çıkacak mı diye tüm dikkatimi oraya vermiştim. Sırtımı geriye yaslamış, yere bastırdığım ellerimden destek alıyordum. Tek elimi kaldırdım ve göz yaşlarım yüzünden bulanıklaşan gözlerimi sildim. Uzun süre aynı noktayı izledim ama herhangi bir şey çıkmayınca, ellerimi yasladığım yerden çektim ve sırtımı dikleştirdim. Yanaklarımı elimin tersiyle sildim. Burada benden başka kimse yoktu. Sonu olmayan bir çöl ve asla kurtulamayacak, ölümü nasıl olacağını bilen sadece ben vardım. Ne mutlu bir son ama? Ailenden uzakta, nasıl geldiğini bilmediğin bir yer ve tek başına. Belki de ölü bedenimi bile bulamayacaklardı. Onu yiyecek hayvan bile olmayacaktı. Sorunsuz biçilmiş bir hayat, yaşanmamış güzel şeyler. Ağlamamı durdurmuş, buradan kurtulmanın bir yolunu bulmam gerekiyordu. Kumların ortasında oturup korkan bir çocuk gibi sonumun gelmesini bekleyemezdim. Belki de yakınlarda benden başka insanlar veya başka canlılarda olabilirdi. İçime doğan heyecanla oturduğum yerden tekrar ayaklandım. Kum taneleri öyle sıcak ve yumuşaktı ki arada ayağımın kayıp burkulmasına neden oluyordu. Ellerimi ağzımın kenarlarına koydum ve herhangi bir ses duyma umuduyla çölün ortasında bağırmaya başladım. “Kimse var mı? Beni duyan yok mu?” kendi etrafımda hem dönüyordum hem de duymayı beklediğim ufacık sesler için bağırıyordum. Bağırdıktan hemen sonra, herhangi ses veren olacak mı diye birkaç saniye beklemeye başladım. Ama yoktu! Sesim çölün ortasında yankı bile yapmıyordu. Yakıcı güneş; sarı, turuncu kumların üzerinde parlıyordu. Kum tepelerinin üstünde alt alta gelen çizgiler vardı. Sanki hiçbir canlı uğramadığı gibi temiz ve bozulmamıştı. “Burada öleceğim!” omuzlarım düşmüş, sıkıntılı bir derin nefes vermiştim. Ağlamak istiyordum tekrardan ama akacak göz yaşım bile kurumuştu, göz pınarlarımda. Susuzluktan çatlayan dudaklarım, birbirinin içine giren dağınık saçlarım omuzlarımın üstüne düşmüştü. Perişan haldeydim. Bu da yetmezmiş gibi açıkta kalan tenim yandığı için canım da acıyordu. Burada dikilmenin bir faydası yoktu, çölü aşmam gerekiyordu. Bu yüzden, açlıktan hâlsizleyen ayaklarıma rağmen kumların üzerinde yürümeye başladım. Sonsuzluğa uzayan bu hiçlik kumlarının arasında, kurtulmanın çaresine bakmam gerekiyordu. Kolay kolay ölmek istemiyordum. Çıplak ayaklarım, sıcak ve yumuşak kumların arasına daldırıp çıkardığımda, ayak parmaklarımın arasından süzülüp yere akan kum tanelerini tüm bedenimde yakıcı etkisini hissedebiliyordum. Susamıştım, açtım ve çok halsizdim. Çok adım atamamıştım ki tekrardan durdum ve bir elimi karnımın üzerine yaslayıp karşıya baktım. Sonu var mıydı bu yerin, ne zaman bitecekti? Tüm kötü düşünceler, kafamın içinde koşturuyordu. Yürümek için adımımı atmıştım ki, küçük fısıltıdan ibaret olan aynı sesi tekrar arkamda duydum. Adımlarımı korkuyla ileriye doğru atarken, bakışlarım arkama yöneldi. Yine küçük kum birikintisi çökmüş kumlar etrafında dağılıyordu. Kumun altında bir şey olduğuna adım kadar emindim. Çölde hangi hayvanlar olurdu ki? Yengeç, akrep. Hemen korkuyla yerimden zıpladım ve önümde duran küçük kum birikintisinin yanından uzaklaştım. Zehirli olabilirlerdi. Nereye düştüm ben ya? Ağlıyormuş gibi sesler çıkarıyordum ama akacak gözyaşım bile yoktu. Ayaklarımın biraz ilerisinde duran kum birikintisi, sanki alttan biri çıkmak için kuvvet uyguluyormuş gibi, havaya kalkıp iniyordu. Ve yine o ses. Kafenin lavabosunda duyduğum sesti bu. Tıslamaya başladı kumun altında. Korkuyla kocaman açılan gözlerim, kumun altından sadece sesi duyulan birikintiyi seyrettim. Yılan vardı ve beni takip ediyordu. Göğüs kafesim korkuyla yukarı inip kalkarken, sesin geldiği kum birikintisinden arkamı dönerek koşmaya başladım. Bir de beni sokmasına göz yumamazdım. “Kimse var mı? Yardım edin lütfen?” koşmuyordum ama adımlarım çok hızlıydı. Bağırdığım için kuruyan boğazım acımıştı. Tekrar bakışlarım koşmaya başladığım yere çevirdim., çok fazla olmasa da aramızda ki mesafeye rağmen küçük kum birikintilerinin izlerini gördüm. Arkamdan sürünerek geliyordu ve kum taneleri yüzünden izler bırakıyordu. “Lanet olsun!” Diyerek kendi kendime söylendim. Tuvalette gördüğüm sarı yılandı kendisi. Onun orada ne işi vardı ya da benim bu berbat yerde ne işim vardı? Bakışlarımı bıraktığı izlerden alım ve önüme döndüm. O arkamdaydı koşmam gerekiyordu ama benim artık tek bir adım atacak kadar mecalim kalmamıştı. Hemen dizlerimin üzerine çökerek, ellerimi yere yaslayıp destek aldım. Sıcaktı, çok sıcaktı. Alnımdan, topuğuma kadar terler süzülüyordu. Siyah elbise üzerime yapışmış, hareket etmemi zorlaştırıyordu. Kafam önüme eğdiğim için saçlarım iki yandan önüme düşmüş, görüş alanımı kısıtlıyordu. Bakışlarımın altından hareket eden kum tanelerini izledim. Hepsi sağa doğru yavaş yavaş akıyor gibiydi. Saçlarıma değen rüzgarı hissettiğim de hepsi aynı yöne doğru savruldu. Buraya geldiğimden beri ilk defa tenime değen serin rüzgarı hissetmiştim. Göz kapaklarımı kapattım ve diz kapaklarımı dayadığım yerden çekip tamamen kumların üzerine oturdum. Rüzgar, sanki arzuladığım tek şeydi. Kuruyan dudaklarımın üzerinden geçince, dilim ile üzerini ıslattım. Kapalı olan göz kapaklarım aniden açılmıştı. Sanki isteğim dışında gerçekleşmişti bu ani hareket. Birkaç metre yükseklikte olan kum tepesinin üzerinde biri duruyordu. Çöl kocamandı ve birkaç metre yükseklikte kum tepeleri vardı ve bende tam çukurda olduğum için, yukarda olan her kimse gözüme kocaman görünüyordu. Tepesinden vuran güneş ışığı, onu görmemi daha çok zorlaştırıyordu. Elimin birini alnıma çıkardım, siyah bir pelerinle tüm bedenini ve başına örtmüştü. Elinde tuttuğu siyah bir tahta parçası vardı. Rüzgar tekrar aynı yönde estiğinde, giydiği siyah pelerinin uçları uçuşmuştu. Gözlerimi kısarak daha çok incelmeye başladım. Başına örttüğü siyah pelerinin ucunun altından beyaz bir şeyler fırlamıştı. Saçlarıydı onun. Beni gözetleyen bir kadındı. Alnıma yasladığım elimi havaya kaldırdım .Biri vardı burada, bana yardım edebilirdi. Bedenimi ele geçiren heyecanın etkisiyle havaya kaldırdığım elimi kadına sallayarak bağırmaya başladım. “Yardım et, ne olursun yardım et!” kadın kıpırdamıyordu, ben ise ona el sallamaktan vazgeçmiyordum. “Buradayım ne olursun, yardım et!” nefes alışlarım düzensizleşmiş, kum tepesinin üstünde olan kadına bakıyordum. Bakışlarımı ondan ayırmadan ayağa kalktım. Güçsüz bacaklarıma rağmen hızlı adımlarla ona yetişmek için yürüdüm. Ona yaklaşmak için adımların daha çok hızlanırken, bunun da bir halüsinasyon olabileceği aklıma geldi. Beynimin bana oynadığı bir oyunu muydu bu? Ya o tepede beni bekleyen bir kadın yoksa? Adımlarım yavaşladı. Bakışlarım kafasına geçirdiği şapka yüzünden kapalı olan kadındaydı. Hareket etmiyordu ama bakışları üzerimdeydi. Yürümeye devam ediyordum, kum tepesinin önüne geldiğimde aramızda sadece birkaç metre vardı. Güneş arkasından vurduğu için, bir gölge gibi üzerime düşüyordu. Şapkasının altından yüzünün yarısını görebiliyordum. Cildinde oluşan kırışıklar vardı. Yaşlı bir kadındı. “Yardım et bana!” yalvarır gibi çıkmıştı sesim. Bakışlarımı yüzünden aldım ve baştan aşağı süzdüm onu. Siyah bir pelerin giymişti. Omuzlarından aşağı bıraktığı saçlar, belinin biraz üstünde bitiyordu. Saçları da yıllara meydan okmuş gibiydi. Bakışlarımın en son durağı, benim gibi kumların üzerinde çıplak durduğu ayaklarıydı. Üzerinde, anlam veremediğim dövmeler yer alıyordu. İkisinin üzerinde de aynı dövmeler vardı. Yanında beliren bir çift ayak daha tepeye tırmanıp bekledi. Bakışlarım yukarıya tırmandı. Yaşlı kadının yanına küçük bir kız çocuğu gelmişti. Onunda elinde tuttuğu siyah bir tahta ağaç vardı. Başına örtüğü silah pelerinin ucu yüzünden, sadece dudakları gözüküyordu. İkisine de anlam verememiştim. Elimi ağzımın üzerine kapattım. Göz pınarlarım da birikmeye başlayan göz yaşlarım, yakmaya başlamıştı canımı. Kadın, yanına saldığı kolunu havaya kaldırıp, başına örttüğü şapkayı yavaş yavaş arkaya doğru açmaya başladı. Yüzünü görmemi sağlayacak bir şekilde açtığında, üzerime gelen anılar beni yakalamıştı. Bu kadın iki kere evimizin sokağında rastladığımdı. Yanında ki kız çocuğunun da görmüştüm üstelik. Vücudum titremeye başladı. Nasıl, nasıl olabilirdi bu? Adımlarım isteğim dışında geriye doğru gitmeye başladığında, gözlerim hala yaşlı kadının üzerindeydi. Dudaklarını araladı ve konuşmaya başladı. “Evine hoş geldin.” Evim mi? Şaşkınlığın verdiği durum yüzünden gülme sesi çıkarmıştım. Ellerimi havaya kaldırıp iki yöne doğru salladım. Burası ev değildi, burası gerçek bile değildi. Adımlarım hâlâ geri geri giderken, çıplak omuzuma değen dokunuş yüzünden, çığlık atmıştım. Dokunuşun sahibine bakmak için kafamı arkaya çevirdim hızlıca. Boyu benden kısa olan erkek çocuğunun siyah saçlarında, yüzünde ve kıyafetinin her yer yerinde kumlar vardı. “Dokunma bana!” diye bağırıp onlardan uzaklaşmaya başladım. “Kimsiniz siz? Beni niye buraya getirdiniz.” Erkek çocuğu da adımlarını benimler birlikte atıyor sakinleştirmek için ellerini havaya kaldırmıştı. “Tamam sakin ol, sana zarar vermeyeceğiz.” Dedi sesini alçak tutarak. “Sakın bana yaklaşma dedim!” Yere eğilip bir avuç kumu çocuğun yüzüne attım. Ama kumdan kaçmak için küçük bir harekette bile bulunmamıştı. Siyah göz bebeği, etrafında bulunan beyazlıklara doğru genişleyip küçülmüştü. Gördüğüm şey yüzünden dudaklarım aralanmış bir şekilde erkek çocuğuna bakıyordum. Yaptığım bu hareket onu kızdırmak yerine daha çok güldürmüştü. “Bu şekilde zarar vereceğini mi düşündün Efendim?” Efendim mi? Bu gerçek dışı olan şeyi geride bırakmam gerekiyordu. Delirip ölmek yerine, sadece ölmeyi yeğlerdim. Bakışları hala üzerimdeyken adımımın birini geriye doğru attım. Yaşının benden küçük olduğunu bildiğim erkek çocuğu kafasını, kum tepesinin üzerinde duran yaşlı kadına kaldırdı. Benimde bakışlarım onunla birlikte o tarafa döndü. Yaşlı kadın bir iki saniye bekledikten sonra kafasını aşağı yukarı doğru salladı. Ben daha ne olduğunu anlayamadan, erkek çocuğu üzerime doğru koşmaya başlayınca, bende arkamı dönüp koşmaya başladım. Kum yüzünden koştuğunu anlayamıyordum, daha kendi ayak sesim bile bana ulaşamıyordu. Sağ kolum tutulunca, bırakması için eline vurmaya başladım ama küçük bir erkek çocuğuna göre epey kuvvetliydi. “Bırak beni!” diye bağırdım. Elleriyle kafamın iki tarafından tutunca, boyu benden biraz kısa olan erkek çocuğunun yüzüne odaklandım. “Gözlerimin içine bakın efendim!” düşüncelerimi ele geçirmiş gibi istediğini yaptım. Siyah göz bebeğinin rengini gri tonlar almıştı. Göz bebeği daralıp elips şeklini alınca, beyaz olan kısım daha çok ortaya çıktı. Ağzının içinden çıkardığı sivri, iki yana bölünmüş ince dilini tısladıktan sonra geri içeri soktu. Gözlerim geriye doğru kaydı, ayağımın altından yer kaymış gibi diz kapaklarımın üzerine çöktüm. Elleri hâlâ kafamın yanındaydı, dokunuşunu hissedebiliyordum. Artık kadınla, erkek çocuğun sesleri kulağıma ulaşmıyordu. Tek hissettiğim tenime değen rüzgardı .
****
Kulağıma gelen küçük uğultular vardı. Öyle ki bu sesleri derinlerden duyuyordum. Sırt üstü uzandığım yerde hafifçe kıpırdandım. Sert değildi ama yumuşak olduğu da söylenemezdi. Yattığım yerde, sırtıma bir şeyler batıyordu. Yatağın yayları mıydı sırtıma batan, bilmiyordum. Huzursuzca tekrar kıpırdandım, bu sefer uğultular kulağıma net geliyordu. Rüzgardı. Çok fazla rüzgardı hem de. Üşüyordum, ama bu öyle aşırı derece gelen bir üşüme değildi. Sadece ürperiyordum. Gözlerimi yavaşça araladım, bakışlarımı karşılayan eski tahtalarla örtülmüş bir tavan oldu. tahtaların arası boşuklar vardı ve naylonlar çıkmıştı. Üzerine biriken kumlar, onların taşmasına ve daha çok sarkmasına neden olmuştu. Tahtaların üzerini ise tozlar ve örümcek ağlarıyla doluydu. Derin bir nefes aldığımda içimi dolduran tek şey toz olmuştu. Bakışlarımı, yukardan aldım ve kafamı yan tarafıma çevirdim. Zeminde, tavandan halliceydi. Üzerinde oluşan tozlar ve üzerlerinden birinin geçtiğinin kanıtı olan ayak izleri vardı. Odanın içinde iki tane kapı bulunuyordu, biri tam karşımda diğeri ise uzandığım yatağın biraz alt tarafındaydı. Alt tarafta bulunan kapı, rüzgardan dolayı açılmaya zorlanıyordu. Altında bulunan aralıktan da içeriye tozlar giriyordu. Sırt uzandığım yataktan bedenimi kaldırdım ve odanın içine biraz daha göz gezdirdim. Tahtadan oluşan eski bir masa, etrafında da aynı sandalyeler dizilmişti. Sandalyelerin birine de asılmış bir pelerin vardı. Tabak, kaşık ve bardaklarda bulunuyordu ama hepsi çömlekten yapılmıştı. Küçük, eski, tahtalardan yapılmış bir kulübeydi. Tozdan yaşanılacak bir yer gibi gözükmüyordu. En son bir çölün ortasındaydım. Karşıma üç kişi çıkmıştı, tek hatırladığımda peşimden koşan o çocuktu. Sonrası da burada bitiyordu. Bacaklarımın üzerine örtülmüş örtüyü kaldırdım ve ayaklarımı yataktan indirerek zemine bastım. Üzerimde hâlâ aynı elbise vardı. Güneşten yanmış olan kollarım veya yüzüm acımıyordu, aksine acıları dinmişti. Yukarıdan zemine biraz kum döküldü. Tahtaların üzerine dökülen kuma bakmak için kafamı tekrar yukarıya kaldırdım. O kadar çok kum dökülmüştü ki zeminin üstünde bir kum tepesi oluşmuştu. Tozun kokusu burnuma gelince, acıyan genzim öksürmeme neden olmuştu. Elim ile ağzımı kapattım, sesimin duyulmasını istemiyordum. Buradakilerin kim olduğu ya da nasıl biri olduklarını bilmediğim için sessiz olmam gerekiyordu. Ama öksürmem dinmiyordu, aksine artmaya başlamıştı. Nefes yerine, sadece toz soluyordum. Gür bir şekilde açılan kapı, zemine bastığım ayaklarımı tekrar yukarıya kaldırmama ve bedenimi duvara yaslamama neden olmuştu. Korkudan çığlık atmamı engelleyememiştim. Karşımda ki kapı açılmış, bir tane kadın görünmüştü. Siyah botları diz kapağının altında bitiyordu. Bacaklarını saran siyah pantolon ve beline bağladığı bağcıklı deri korse, içinde de beyaz gömlek vardı. Birbirine girmiş olan sarı saçları ve elinde tuttuğu tabak ile bana doğru ilerlemeye başladı. “Uyanmış.” Dedi kafasını hafif arkaya eğerek. Kimdi bunlar? Kafamı yan tarafa doğru eğdim, diğer odanın ortasında bir yatak ve üzerinde de kafası sarılı bir şekilde yatan bir erkek vardı. “Uyanmış mı?” içerden bir erkek daha çıkmıştı. Bu ise siyahlar içindeydi. Siyah bir pantolon, göğsünü yarıya kadar açıkta bırakacak bir şekilde düğmeleri çözülmüş siyah gömlek giymişti. Kızın aksine bu erkek sırıtıyordu. “Kimsiniz siz?” dedim sırtımı duvara daha çok yaslarken. Bakışlarım tekrar arkalarında bulunan odayı buldu. Kadın elinde tuttuğu tas ile tekrar bana doğru adımını attı. Elimi durması için uzattım. “Sakın yaklaşma bana!” diye bağırdım. “Tamam sakin ol, yaklaşmıyorum.” Dedi adımlarını durdururken. “Kimsiniz dedim size, burada ne işim var?” parmaklarımı, üzerime örtülmüş olan örtüye geçirdim. Korkuyordum. Bunlar farklı kişilerdi. Çölün ortasında gördüğüm kişiler değildi. “Korkma sana zarar vermeyeceğiz.” Kızın arkasında duran erkek, ilerlemeye başlamıştı ki, kız adamın göğsüne elini yasladı ve onu durdurdu. “Bekle.” Dedi kız, gözlerini benden ayırmadan. Bakışlarımı onlardan alıp rüzgardan dolayı açılmak için zorlanan kapıyı buldu. Kaçabilir miydim buradan? Bakışlarım tekrar odanın ortasında dikilen kadın ve adamı buldu. İkisini de süzdüm, kadının kemerinde siyah bir şeyin asılı olduğunu gördüm. Bu bir bıçaktı. Bıçağın uç tarafı kullanılmaktan aşınmıştı. Korkuyla sertçe yutkundum. Kız elini ön tarafa doğru uzattı. Bir adımı bana doğru atınca konuşmaya başladı, “korkmana gerek yok, ben Yvonne…” eliyle arkasında duran adamı gösterdi. “Bu da Myron.” Dedi. Rahatlamalı mıydım? “Anlatılan hikayeden çok daha farklı. Bence gayet güzel.” Kız, dirseğiyle arkasında konuşan adamın karına geçirdi. Myron denilen adam, çıkan iniltileri bastırmak için ağrıyan karnını koluyla sardı. “Uyandı mı?” kapısı açılan odadan bağırarak çıkan, bayılmadan önce gördüğüm son yüz olan çocuğun ta kendisiydi. Nefes almadan, korkuyla oturduğum yatağı üstünden kalktım ve kaçmak için kapıyı açtım. “Dur sakın açma!” arkamdan gelen bağrışlara rağmen durmadım ve kapıyı sonuna kadar açtım. Fakat açılan kapının arasından göz gözü görmeyecek felakette rüzgar esiyordu ve kumlar etrafta uçuşuyordu. Gözlerimi kumdan korumak için kolumu yüzüme çıkardım. “Sana dur dedim!” sesin sahibi Yvonne denilen kızdı ve yüzüme kapattığım kolumdan tutularak geriye doğru çekiştirildim. Tozdan dolayı gözlerimi kapattığım için önümü görememiştim, bu yüzden kalçamın üzerine düşmüştüm. Gözlerimi açtığımda ise Karşımda dikilen Yvonne’ydi. Sanırım beni kolumdan tutarak fırlatan oydu. Kapıyı kapatmak için zorlanan Myron ve beni bayıltan o ergen çocuktu. Sonunda kapıyı kapatmayı başardıklarında, derin bir nefes alarak omuzlarını kapının arkasına yasladılar. Kafamı yukarıya doğru kaldırdım ve beni öfkeyle izleyen kadına baktım. Gerçekten sinirli gözüküyordu. Kalçamın üzerinde sürünerek geriye doğru gitmeye başladım. Tahta zeminin üzerinde biriken kum taneleri benim yüzümden dağılmıştı. Burada olmak istemiyordum, ailemi istiyordum. Kimdi bunlar, ne işim vardı benim burada? “Gitmek istiyorum, lütfen bırakın beni.” Dedim ağlamaklı çıkan ses tonuyla. “Dışarda kum fırtınası var, dindiği zaman gidebilirsin.” Öfkeyle çıkmıştı kadının sesi. “Yvonne!” dedi Myron onu uyarmak için. Kadın derin bir nefes alırken, yerde korkuyla oturan bana baktı. “Korktuğunu anlayabiliyorum ama sakin ol. Sana gerçekten zarar vermeyeceğiz. Dışarısı daha tehlikeli emin ol.” Dedi. Bu sefer sesi sakin çıkmıştı. Elbisemin yırtmacı olduğu için açılan bacağımı durmadan kapatmaya çalışıyordum. Yvonne bu durumu fark etmiş olacak ki, sandalyenin üzerine asılmış kahve rengi pelerini bacaklarımın üzerine serdi. “Neredeyim ben? Nasıl geldim buraya?” dedim beni izleyen kişilere. “Her şeyi anlatacağız merak etme.” Yere düşürdüğü tabağı aldı önce Yvonne, ardından elini bana doğru uzatarak oturduğum yerden kaldırdı. Bende az önce üzerinde uzandığım yatağın üzerine oturdum. Myron denilen adam ve yanındaki çocukta omuzlarını yasladıkları kapının arkasından çekilerek, karşıma dikildiler. Yvonne, elinde tuttuğu tabağı bana doğru uzattı. “Bu bir tür ilaç, yanan teninin üzerine sür. İyi gelir. Uyuduğun da birkaç defa sürdüm, şimdiden yanıklar kayboldu.” Başım ile onu onaylarken elinde tuttuğu tabağı aldım, “teşekkür ederim.” Dedim. Tabağı inceledim; bu da çömlekten yapılmıştı ve epeye derindi. Jöle gibi bir ilaçtı. Şeffaftı yani, rengi falan yoktu. parmaklarımı ilacın içine daldırdım ve parmaklarımın ucuyla çıkardım. Tabağı yatağın üstüne koydum, içinden çıkardığım ilacı sürmeye başladım tenime. Bakışlarımı kolumdan kaldırırken beni izleyen kişilere baktım, Myron kollarını göğsünün üzerinde birleştirmişti. Diğeri ise sırıtarak, gözlerimin içine hayranlıkla bakıyordu. Karşımda öylece dikilen kişilere baktım. Yvonne ellerini beline koymuş, yaptığım işi izliyordu. Sarı saçları, tozdan kapkara görünüyordu. Bir tutamını kafasının arkasında bağlasa da, omuzlarından birazını serbest bırakmıştı. Daha dikkatli bakınca gözlerinin farklı renklerde olduğunu gördüm, mavi ve yeşil göz rengine sahipti. Bu onu daha çekici gösteriyordu. Myron ise; dağınık siyah saçlara ve turkuaz göz rengine sahipti. Beni bayıltan çocuğun saçlarının ucunda grilikler vardı, benim gibi ama çok belli olmuyordu onun ki. Sırıtarak yüzüme bakıyordu. Hepsi bir şeyler söylemem için bekliyor gibiydiler. Yanan tenimin üzerine sürdüğüm jelimsi şey ile işim bittiğinde, ellerimi önümde birleştirerek dizlerimin üzerine koydum ve onlara bakışlarımı çevirdim. “Benim burada ne işim var?” dedim, ağlamamak için kendimi zor tutarken. “Çok uzun bir hikaye, zamanı geldiğinde anlatacağız sana.” Yvonne cümlesini bitirdiğinde arkasında duran kişilere baktı. Onlarda başıyla, Yvonne’yi onayladılar. “Ne zaman peki, zamanı gelecek.” Gergin ve korktuğum için sesim yüksek çıkmıştı. Saçma bir olayın içinde ve saçma bir yerde bulunuyordum ama kimse bir şey anlatmak yerine zamanı geldiğinde anlatacaklarını söylüyordu. Ya şimdi söylerlerdi ya da buradan çıkar giderim, anlatacak başka kişiler bulurdum. Yvonne, gözlerini kapattı ve derin bir nefes aldı. Tekrar açtığında, gözlerinin rengi daha parlak gelmişti gözüme. “Sadece Araf’ta olduğunu bil yeter.” Araf mı? Yüzümü ekşitmeden edemedim. Kaşlarımı çatıp, “Araf’ta ne oluyor?” dedim. “Geldiğin yerden, daha farklı bir yer.” Dedi, kollarını göğsünde birleştirerek yüzüme bakan Myron. Bu durum beni öfkeyle ile güldürmüştü. “Başka bir şey anlatamam, içerde uyuyan kişinin kalkmasını beklemeliyiz.” Dedi Yvonne. “Kafama bu kadar sert vurmak zorunda mıydın?” herkes sesin geldiği yer olan, arka odaya bedenlerini döndürdüler. Benim de bakışlarım o tarafa çevrildi. Yatağın içinde öylece sırıtarak uzanan kişi, gözlerimin içine bakıyordu. Ne zaman onun kafasına vurmuştum? Odanın içinde öylece duran kişiler, yatağın içinde uzanan adamın uyandığına sevindikleri için gülüşerek, diğer odaya geçtiler. Bende bacaklarımın üzerine attığım kahverengi pelerini yatağın üzerine bıraktım ve ayağa kalktım. Arkadaşlarının üzerinde olan bakışları bana çevrildi. Ama yüzündeki gülümseme hâlâ silinmemişti. Şaşkınlıktan aralanan dudaklarım ve yüzümü ele geçiren anlamlandıramadığım ifadeyle, yatağın içinde uzanan kişiyi inceledim. Sarı saçları, ucunda hafif bulunan grilikler ve sarıya yakın göz bebeklerine sahipti. "Sonunda uyanabildin!" beni bayıltan çocuk yatağın içinde uzanan kişiye sarıldı. O da kollarını çocuğa sarmıştı. Az önce kaçmak için araladığım kapının açılmasıyla kafamı o tarafa çevirdim. İçeriye sadece gözlerini açıkta bırakacak bir şekilde yüzünü ve kafasını her yerini siyah bir bez parçasıyla sarımış bir kişi girdi. Odanın ortasında tanıdık birini bekleyen adamın gözleri, şaşkınlıktan kocaman açılmıştı. "İz sürücüler geliyor!" dedi gözlerini benden ayırmadan. İz sürücüler mi? Onlar da kimdi? Nereye düştüm ben böyle?
Devem Edecek...
|
0% |