@kadrisyazar_
|
ÖLÜ RUHLAR DÖNGÜSÜ
6. BÖLÜM
Şiddetli esen rüzgar artık durmuş, hepimiz tahta kapının arkasında bekleyerek birbirimizin gözlerinin içine bakıyorduk. Yanımda ve karşımda dikilen kişiler endişeli bir şekilde kaşlarını çatmış bedenleri ise kasılmıştı. Sanırım dışarda bizi bekleyen her neyse fazla büyük bir sorun olacağı belliydi. Edwin derin bir nefesin ardından gözlerimin içine bakarak konuşmaya devam etti. “Karina…” ismimi söylemek onu hafif güldürmüştü, ama çok geçmeden ciddi tavrını takınıp konuşmaya devam etti. “Varacağımız yere kadar kimse ile göz temasını kurup konuşma, yoksa başımız daha büyük belaya girebilir.” Titrek bir nefes alırken, ciğerlerime yetmemişti aldığım bu nefes. Nereye düştüğümü bilmeden, birde dışarda hangi tehliklerin beni bulacağı endişesi düşmüştü yüreğime. Korku beni mahvetmesini istemiyordum ama burası bilmediğim bir yer ve insanlar ile doluydu. Fakat şu an bu insanlara güvenmek zorundaydım. “Oraya gitmek zorunda mıyız?” parmaklarımı birbirine kenetleyip beni izleyen yüzlere çevirdim bakışlarımı. Parmaklarımı kütlettiğim için hepsinin bakışları ellerime indi. Endişeli ve heyecanlı olduğumda hep bu şekilde yapardım, sesin geldiği yöne dikkatimi verirdim ki heyecanımı unutabileyim diye. Ama şu an o sesler bile dikkatimi dağıtacak kadar güçlü değildi, kafam da dönen delice sorular her şeyiyle beni ele geçirmişti. “Oraya gitmemiz lazım, çünkü birini bulmamız gerek.” Yvonne sol tarafımda kaldığı için, kafamı o tarafa doğru çevirdim. Kaşlarını havaya kaldırmış, arkadaşlarının bir şeyler söylemelerini bekliyormuş gibi onları süzüyordu. “Çünkü bize yardım edebilecek tek kişi o.” Yvonne’nin yanında duran Myron konuşmuştu. Yardım edecek olan o kişi bize nasıl yardım edebilirdi ki? Aklıma gelen o soruyla bir anda heyecanlanıp öne doğru atılmamak için kendimi zor tutmuştum. Belki de buradan gitmem için bana yardım edebilirdi, ya da en kötüsü buraya nasıl geldiğimi ya da buranın ne olduğunu bana açıklayabilirdi en azından. Karşımda dikilen kişilerin ağızlarını bıçak bile açmıyordu, hepsi o yere gitmemiz gerektiğini söyleyip duruyordu. “O kişi buradan gitmeme yardım edebilir mi?” omuzlarıma astığım yeşil pelerinin içinden ellerimi çıkarıp havaya kaldırmıştım. Edwin boğazını temizlerken, kapının kolundan tutan Otis ise gözlerini kaçırır gibi yeri izlemeye başladı. Myron ve Yvonne’ye çevirdim bakışlarımı bu sefer. Yvonne gözlerini benden ayırmazken, Myron ise sıkıntıyla dişlerini dudaklarına geçirip o da yeri izlemeye başladı. Lowell’de kollarını göğünde kavuşturup abisini izliyordu. Verecekleri herhangi cevaptan ötürü, havaya kaldırdığım ellerimi yumruk yapıp sıktırıyordum. Gitmek istiyordum; annemi, babamı, Royan’ı görmek istiyordum. Onları şimdiden çok özlemiştim. “Bilmiyorum.” Dedi Edwin, “hiçbirimiz bilmiyoruz. Güçlü biri ama buradan çıkmana yardım edebilir mi bilmiyoruz.” Sesindeki tınısından üzüldüğünü anlamıştım. Bakışlarını, karşısında bulunan arkadaşlarına hızlıca değdirip tekrar bana çevirildi. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes çekerek, başımı olan ve olacak her şey için olumlu bir şekilde sallamıştım. Başka çarem yoktu, burada yaşanan her şeye boyun eğmekten başka. Dolan gözlerimi umursamadan tekrar açmıştım. “Ama merak etme, aklında oluşan tüm soru işaretleri cevaplanacak.” Dudakları beni rahatlatmak ister gibi kıvrılınca, gülümseyerek yüzüme baktı Edwin. “Belki her şeyi öğrenince bura-“ “Edwin!” lafının yarıda kesilmesine neden olan Yvonne’nin dişlerinin arasından onun ismini söylemesi olmuştu. Sert olan ifadesi Edwin’in üzerindeyken, göz renginin tekrar parladığını gördüm. Aşırı parlak bir renk değildi ama gerçekten bir anda ışıldadığını fark etmemek elde değildi. Gözlerimi kısıp gerçekten öyle mi diye anlamaya çalıştım. Myron’nun tedirgin bakışları benim üzerimdeyken, bu sefer odak noktası Yvonne olmuştu. Taktığı mavi pelerinin altından elinin birini çıkararak, “Yvonne!” diye fısıldadıktan sonra parmaklarını Yvonne’in koluna doladı. Dokunuşun sahibine bakmak için Yvonne’nin bakışları koluna indi. Derin bir iç çekişin ardından uyardığı kişiye tekrar bakışlarını çevirdi. Nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde gözlerinin aldığı o parlaklık sönmüştü. Edwin ne söylmek istiyordu ki, Yvonne ani bir şekilde sinirlenip onu susturmuştu. Yvonne’nin sinirlendiğini, yüzünün ve bedenin aldığı gerginlikten dolayı kasılmasından anlayabilmiştim. “Varacağımız yere kadar konuşmamız gerek, değil mi Edwin?” kafasını aşağı yukarı ağır ağır sallarken onu onaylamasını bekliyordu Yvonne. “Yoksa işler daha kötü yere gidebilir!” bakışları yavaşça bana doğru çevrildi. “Sadece senin iyiliğin için Karina!” ismimi bastırarak söylemişti. Onu onaylamadan önce Edwin’e baktım. Sanki bir şeylerden pişman olmuş gibi yüzü düşerken, gülmek zorundaymış gibi tebessüm etti. Gülüşü gerçekten insanı rahatlatacak kadar güzel ve sakindi. Ona bakınca bende gülmeden edemiyordum. İyi geliyordu. “Yvonne haklı Karina, oraya gidene kadar beklememiz lazım.” Dedi Edwin. “Beklemekten başka çarem yok gibi.” Pelerimin altından kollarımı göğsümde birleştirdiğimde çıplak göğüslerimi hissettim. Beyaz gömlek giyindiğim için belli edecek korkusuyla kollarımı daha çok göğsüme gömdüm. İyi ki pelerin giymiştim yoksa… sus Karina şu an düşünmen gereken canın, ölürsen düşünecek memelerin bile kalmaz. “Niye kızardın Karina?” Myron’un sorusuyla bocalayark kollarımı çözüp, gerçekten yanaklarımın yandığını fark ettim, ve evet utanmıştım bu yüzden yanaklarım gerçekten kızarmış olmalıydı. Çünkü aklıma çıplak göğüslerim gelmişti, biri fark ederse diye ödüm kopuyordu. Bu insanlar niye bu kadar dikkatli! Utançla yutkunarak, “yoo kızarmadım. İyiyim ben.” Göz kapaklarım hızlı hızlı kapanıyor, bana bakan kişilere çeviriyordum bakışlarımı. Neden kızardığımı onlara söyleyemezdim netice de. Myron omuzlarını silkelediğinde, neden kızardığımla ilgili merak duygusu silinmişti. Bende kimsenin sorgulmamasına şükür ederek titrek bir nefes geri verdim. Omzularıma astığım pelerinin uçlarından tutarak, tamamen göğüslerimin üzerine gelecek kadar çekip kapatmıştım. “Artık çıkalım!” Yvonne’nin sesi ile birlikte herkes omuzlarını dikleştirip kendini hazırlamıştı. “Bekle Myron…” az önce Myron’un tutması için verdiği siyah bez parçasını alarak, Myron’un omzularından tutup kendine doğru çekti. Myron’un yüzünde hemen bir gülümseme oluşunca, Yvonne, “yüzüne yumruk yemek istemiyorsan bu gülüşü hemen yok et!” dedi düz bir sesle. Myron dudaklarını birbirine bastırıp, ellerini de havaya kaldırarak sorun yokmuş gibi salladı. Gülüşü silinse de hâlâ dudaklarının kenarları yukardaydı. Elindeki bez parçasını Myron’un gözlerine bağlamaya başladı. Bunu neden yaptığı ile ilgili kaşlarım çatıldı, soru sormak dilimin ucuna geldi ama sonra bu düşünceden vazgeçtim, çünkü bu sorumda cevapsız kalacaktı. “Dışarda oluşan kum fırtınası yüzünden zarar görebilir diye gözlerini bağladı.” Kollarını göğünde bağlayarak beni izleyen Edwin’e baktım. Sanırım yüzümde oluşan bu merağı anlamış olacak ki açıklamak zorunda kaldı. “Bizimkiler de bağlanacak mı?” sorduğum soruyla birlikte kafasını olumsuz anlamda salladı Edwin. “Hayır, Myron’un gözleri hassastır, bu yüzden bağlanmak zorunda.” Onu anladığımı belirtmek için kafamı salladım. Ama anlamamıştım, sonuçta bizimki de gözdü, onunkinin farkı neydi? Tekrardan Yvonne ve Myron’a çevirdim bakışlarımı. “Bunu hep bağlamak zorunda mıyım? Bence gözlerim alıştı buraya.” Bir taraftan söylenirken, elleri Yvonne’in belinin kenarında, oraya değmeyecek bir şekilde havada tutarak bekletiyordu. “Ben yanındayken bağlamak zorundasın, tek başına istediğini yapabilirsin.” Myron ondan uzun olduğu için bir adım atarak, ayak parmaklarının üstünde yükselip kafasının arkasından ellerini geçirerek bez parçasını bağlamaya çalışıyordu. Son düğümü de attığında yükseldiği parmak uçlarında tekrar yere inmek için ayaklarını yere bastırmaya çalışınca, topuklarının üzerinde geriye doğru giderek sendelemişti. Myron hemen, havada tuttuğu ellerini Yvonne’in belinin kenarlarına yaslayıp geriye daha fazla gitmesini engelledi. “Tuttum seni.” Güldü Myron hoşuna gider gibi. Belinin kenarına yaslı olan ellere, kendi ellerini yaslarken, dokunuştan rahatsız olmuş gibi olduğu yerde kıpırdanıp sertçe yutkunmuştu Yvonne. Hemen Myron’un ellerini iterek ondan uzaklaştı. “Düşüp bir yerimi kıracak değilim ya? Düşmem sonuçta!” gözleri bağlı olan Myron’a bakışlarını kaldırdı, Myron’da dişleri görünecek bir şekilde sırıtıyordu. “Bende düşeceksin diye tutmadım zaten!” kıkırdayarak söylemişti. “Herkes hazır mı?” omuzlarını dikleştirip elinin birini pelerinin içine attığında yanına astığı bıçağın başını tutup konuşmuştu Yvonne, bu konuyu daha fazla uzatmamak için. Edwin, işaret parmağını Yvonne’nin pelerinin iç kısmını göstermek için ileriye doğru uzatarak, “onu asla burada kullanamazsın Yvonne!” diye uyardı. “Kullanacığım en son o merak etme.” Deyip kafasıyla arkasını gösterdi Yvonne. “Oklarını da kullanamazsın!” sıkıntıyla oflayıp gözlerini devirdi Yvonne. “Peki tamam, sadece tehlike de olduğumuzu hissettiğimde kullanacağım.” Myron, Yvonne’in hemen ikna oluşuyla birlikte onu başıyla onayladı. Kullandıkları aletler, giydikleri kıyafetler hep ilkel zamanları hatırlatıyordu bana. Eski bir çağda olabilir miydim? Acaba dinozorların yaşadığı bir çağda mıydım? Aslında öyle olsaydı hiç fena olmazdı, hep gerçek bir dinozor görmek istiyordum ne de olsa. “Sen burada kalıyorsun Lowell!” Edwin yanında duran, kardeşi olduğuna emin olduğum Lowell’e gözlerini çevirip söylemişti. Duyduğu cümleden dolayı sinirlenen Lowell, bir adım geriye doğru giderek, ellerini niye der gibi iki yöne doğru açarak, şaşkın bakışlarını Edwin’e dikti. “Niye gelmiyormuşum, hem burada durup ne yapacağım? Bende sizinle geleyim abi lütfen.” Yalvarır gibi çıkan sesiyle birlikte abisine doğru gelip pelerininden tuttu. “Olmaz Lowell, eve gelen iz sürücüler ikimizi de burada görmezse şüphelenirler.” İkna olmuş gibi abisine bakarken, “ya eve gelip seni sorarlarsa, ne diyeceğim?” diye sordu. “Onlara Han’da olabileceğimi söyle, zaten ordan başka bir yere gitmeyeceğimizi bilirler.” Hemen başka bir şey konuşmaması için koluna dokundum,çünkü biz oraya gidiyoruz ve onlardan kaçarken niye oraya yönlendiriyordu anlam verememiştim. “Ama biz oraya gidiyoruz Edwin!” başını beni ikna etmek için sallarken, “evet oraya gidiyoruz, ama orada saklanabiliriz daha doğrusu saklarlar bizi. Lowell’i de eğer evde göremezlerse, yaşadığımız bu yeri yerle bir eder, diğerlerini de konuşturabilmek için öldürürler.” Dediğinde koluna yasladığım elim yere düşmüştü. “Neler yapabileceklerini tahmin bile edemezsiniz efendim.” Otis, elinin birini taktığı siyah peçesine doğru çıkararak burnunun ucuna kadar çekilmiş olan örtüyü tekrar yukarıya doğru kaldırdı. Korkunçtular bu iz sürücüler, her kimdilerse gözlerini kırpmadan haberleri olmayan diğer insanları da acımadan öldürebilirlerdi. Vücudumu saran ürpermeyle irkilmiştim, düşünmek bile istemiyordum onları. Lowell, gelmediği için üzülese de kafasını olmulu anlamda sallayabilmişti, “bu maceradan yoksun kaldığım için kendimi öldürebilirim.” Diye homurdandı. Aslında ben öldürebilirdim seni, sonuçta bacak kadar boyuyla beni bayıltmıştı. Onu daha sonra soracktım kendisine. Beni nasıl bayılttığını bile anlayamamıştım. “Çıkalım.” Otis konuştuğunda artık dışarda ki şeyler bizi gülümseyerek karşılayacaktı, tabi yersen. Tüm sorular cevaplarını bekliyordu. Onları öğrenebilmek için dışarıya çıkmam gerekiyordu ki evde bile güvende değildim. Kurtulana kadar peşimizdekiler her kimse onlardan kaçmak zorundaydım. Neden kaçtığımı bile anlamadan. Derin bir nefes alırken, tüm herkes ellerini arkalarına geçirerek, pelerinin ucunda olan şapkayı öne doğru getirip başlarına geçirmişti. “Sende tak Karina.” Diyen Edwin’in ardından, şapkayı başıma örtmüştüm. Herkes hazırdı, yanımdakiler iyi ve güçlü olduklarına emindim ve beni koruyacaklarınada. Bunu nerden bildiğimi sormayın ama biliyordum, bunu, kalbmin ve düşüncelerimin en derin kısımlarında bile hissediyordum. Hem de her şeyiyle.
---- Otis, tuttuğu kulpu aşağıya doğru eğip kendine doğru çektiğinde, dışarda insanı bile havada döndürecek olan fırtınadan dolayı, tahta kapının önüne yığılan kumlar, saniye geçmeden içeriye doğru dökülmüştü. Ayaklarımızın önüne kadar gelen kumlar yüzünden hepimiz bir adım arkaya doğru çekilmiştik. Kapının önüne bile bu kadar biriktiyse dışarısı nasıl bir haldeydi çok merak etmiştim. Tepede parlayan güneş, içeriye doğru tüm ışıkları gelirken, gözlerimi yakan bu ışıktan dolayı kısmıştım. Edwin, Lowell ve Otis’e kısık bakışlarımı çevirdim, onlar içeriye giren bu güneş ışığından etkileniyor gibi gözükmüyordu. Yvonne, sağ kolunu yüzüne çıkarmış, ışıktan korunurken, Myron’un zaten gözleri siyah bir bez parçasıyla kapatılmıştı. “Edwin, Myron’un koluna girip yürümesine yardımcı ol!” Yvonne kolunu yüzünden inidirken, bende artık gözümü yakmaya çalışan güneş ışınlarına alışmıştım. Önümüzde olan Otis, ilk adımı o atarak dışarıya çıkmıştı. Yere serpilen kumlara bastığı için, yere biraz daha dağılmıştı kum taneleri. Yan tarafımda olan Edwin, Yvonne ve Myron’un olduğu yere arkamdan geçerek, yanlarına varıp Myron’un koluna girmişti. “Buraya birkaç defa gözümde bir şey olmadan geldim, şimdi niye takıyorum ki!” gözlerine takılan bezden dolayı rahatsız olan Myron, söylenmeye devam ediyordu. Yvonne, Otis’in hemen arkasından dışarıya çıktığı için Myron’un ne dediklerini duymamıştı. “Gözlerini Yvonne’nin çıkarmasını istemiyorsan bence takmaya devam et, hem sen geldiğinde hiç kum fırtınası çıkmıyordu Myron.”diyerek onu ikna etmeye çalışıyordu. “Güzel gözlerimi kaybetmek istmem doğrusu.” Arkamdan gelen inleme sesi ile birlikte, bedenimi onlara doğru çevirmeden sadece omuzumun üzerinden baktım sesin geldiği yere. Myron, bastığı yumuşak kumlardan dolayı ayağı burkulup koluna giren Edwin sayesinde son anda yere düşmekten kurtulmuştu. “Gözlerimi korumak isterken, ayak bileğimden olacağım. Sakın bırakma beni Edwin.” Bir çocuk gibi çıkmıştı sesi. “Bırakmam bırakmam, merak etme.” Edwin gülerken, kolunu daha iyi dolamıştı Myron’a. “Dikkatli ol Lowell ve sakın gelenlere bulaşma.” Kardeşine seslendikten sonra, sadece üçümüzün içerde olduğu bu yerde, derin bir nefes alırken, ayağımı önüme yığılan kum tepesine basarak dışarıya doğru adımlarımı atmıştım. Güneş, delice yakan ışıklarını tepemizden vururken, elimin birini alnıma doğru çıkarıp beni karşılayan bu manzaraya göz gezdirdim. Aynı tahta evler yan yana dizilirken ortasında kirli bir su birinkintisi vardı. Tüm sarı kumlar evin ve tüm çevreyi kapladığını fark etmem uzun sürmedi. Kumlar her yerdeydi. Bir kum tepesinin ortasında kurulan tahta evler ve ortasında kirli bir su birikintisi. Berbat bir yerdi! Öyleki sıcaktan bunladığımı, ağzımın kenarları susuzluktan dolayı kuruduğunu hissettim. Uzun süre bu yere bakmak insanı susatıyordu. Yutkunurken, bakışlarım birkaç basamaktan oluşan tahta evin önünde, bedeninin etrafını kaplayan kumlarla kaplanan bir kız çocuğunun gözleri kapalı bir şekilde kıpırdamadan oturduğunu gördüm. Şaşkınlığın verdiği dürtüyle yanımdakilerin duyabileceği bir şekilde sorumu sordum. “Karşıda bir kız çocuğu var ve gözleri kapalı, ölmüş olabilir yardım edelim mi?” Kafama geçirdiğim şapkanın altından, siyah saçlarını ve bembeyaz yüzünü kaplayan, gözleri kapalı kız çocuğuna baktım. Yüzündeki masumiyet canımı acıtmıştı. Neden onu bu şekilde bırakmışlardı? Niye içeriye almamışlardı ki? “Kimse ile temas kurmamanı istemiştik Karina!” Yvonne birkaç adım önümde bekliyor, başını sağ tarafına çevirerek bana bakmadan kurdu cümlesini. “Ama o, küçük bir kız çocuğu, ne zararı olabilir? Ve dışarda olan bu kum fırtınasına hepimiz şahit olduk, o kız çocuğu bundan zarar görmüş olabilir! Yardım etmemiz gerek!” diye üzüldüğümü belli ederek konuşmuştum. “Zaten ona şu an yardım ediyorlar!” Yvonne’nin bu cümlesinden hiçbir anlamamıştım ama kum fırtınasına bırakılarak yardım ettiklerini düşünmüyordum. Deli saçması olabilirdi bu yaşadıklarım ama o kız çocuğunun yardıma ihtiyacı vardı, hemde hemen! “Hiçbir şey açıklamamanızdan bıktım!” sinirlerim bozulmuştu bu yaşnanlara, çoktandır sakinliğimi koruyordum. Evet o insanlara açıklayamadığım bir şekilde güveniyordum fakat bu kadar sessiz kalmaları sinirimi bozuyordu. Önümde bekleyen Yvonne ve Otis’i umursamadan yanlarından geçerek, kumların arasında kıpırdamadan bekleyen kız çocuğuna doğru hızlı adımlar atmaya başladım. “Karina bekle!” Edwin’in dişlerinin arasından adımı sessizce fısıldadığını duysam da yürümekten vazgeçmedim. Gözleri kapalı masumca bekleyen kız çocuğuna elimi uzatıp ne olduğunu sormak için uyandırmak istemiştim ki, aniden kapalı olan gözleri açılmış, benim ise koluma değen dokunuşla geriye doğru çekilmiştim. Kız çocuğu oturduğu yerden aniden kalkınca, omuzuna kadar yığılmış olan kumlar yere doğru savrulup, üzerime doğru beni yakalamk için atıldı. O an buraya gelmeden önce Lowell’in beni bayıltmadan gördüğüm o gözler gibi elips şeklini alıp siyah göz rengi, griye çalmıştı. Korkuyla yutkunup, üzerime doğru gelmeye çalışan kız çocğuna baktım. Dişlerinin arasından tıslamaya benzer sesler çıkarıyor, sol kolunuda bana doğru uzatarak yakalamaya çalışıyordu. “Sana ne demiştik Karina!” Yvonne’in sesiydi bu, ama gördüğüm tek görüntü ve ses; kız çocuğun öfeklye deliye dönen yüzü ve elinin bileğine bağlanmış kalın demir bir bileklik ve ucununda tahta merdivenlere bağlanmış olan zincirin sesiydi. Onu buraya bağlamalarının sebebi bu kadar yırtıcı olması mıydı? Küçük bir kız çocuğu neden bu kadar öfkeyle dolmuş olabilirdi ki, anlayamamıştım. “Devam etmeliyiz, daha fazla kimsenin bu sesi duymaması lazım.” Arkamdan sesi gelen Edwin’e döndüm. Otis,Yvonne ve Edwin benim yanımdayken, myron ise az önce için den çıktığımız kumlara batan evin önündeydi. Yanında da Lowell bekliyordu. “B- bu kız çocuğu neden böyle?” korkudan kekelediğim için sesim daha alçak ve tedirgin çıkıyordu. Korku ile dolan gözlerim, kolumu tutan Yvonne, Otis ve Edwin’in üzerinde gidip geliyordu. “Lanetlerimizden biri!” dedi Edwin. Lanetleri mi? “Çocukluktan, ergenliğe geçene kadar bu şekilde vahşileşiyorlar. Herkes için zor, bu yüzden bu şekilde muhafaza edilmeleri lazım…” Üzüntüyle merdivenlerin başında, kolunu demir bileklikten sökmek istercesine çırpınan kız çocuğuna bakışlarını çevirdi Edwin. “Yoka evde yaşayan kimse kalmaz.” Tekrar bakışları bana indi. Birbirine kenetlenen, tekrar çözüp dişlerini birbirine vurarak sesler çıkaran kız çocuğuna baktım. En fazla yedi sekiz yaşında olan bu kız çocuğunun bu kadar tehliklei olabileceği aklımın ucundan geçmezdi. “Eğer bu şekilde tutulmaza peki?” dedim, vereceği cevabı az buz tahmin ediyordum ve çok korkunç bir cevaptı onu da biliyordum. “Herkesi yer!” diyen Yvonne, bakışları kız çocuğundaydı. “Hemde diri diri!” başını yavaşça bana çevirdi. “Gidene kadar işimiz var seninle.” Tuttuğu kolumu serbest bırakarak, az önce olduğumuz yere doğru arkasını dönerek gitti. Gözlerim, duyduğum cümleler yüzünden kocaman açılmış, damarlaımda akan kanları bile buza çevirmişti. Fazla korkunçtu her şeyiyle. Neden böyle olduğunu sormak için yanımda duran Edwin ve Otis’e çevirdim bakışlarımı. “Peki neden lanetlendi?” Herkes mi böyleydi, yanımda duran bu kişilerde bunları yaşamışlar mıydı? Ya da bu şekilde bağlanmayan çocukların aileleri de… gözlerimi kapatıp düşünceden sıyrılmaya çalıştım. “Her şeyi başlatan Aamon yüzünden!” öfkeli çıkmıştı Edwin’in sesi. Otis’in de çenesini sıkıtırdığını görebiliyordum. Bu durum ikisini de kötü etkilemiş gibi öfke ve üzüntüyle üzerimize doğru gelmeye çalışan kız çocuğunun üstündeydi. “Aamon mu?” diye sordum merakla. “Ateş’in Evladı Aamon!” sorduğum soruya kin ve nefret ile cevaplayan Edwin’in cevabı, mecaz anlamda kurulan cümleden öteye gitmedi. Gözlerimin önündeki bu görüntü sadece ne kadar bilmediğim şeylerin sadece bir damladan ibaret olduğunu gösterdiği için sadece yutkundum. Ve cevabı mecaz anlamda kurulan bir cümle olmasını diledim.
|
0% |