Yeni Üyelik
8.
Bölüm

7.BÖLÜM

@kadrisyazar_

ÖLÜ RUHLAR DÖNGÜSÜ

 

7.BÖLÜM

 

"💎"

 

 

“Karina NORTH”

Evin önünde, elleri ve ayak bilekleri bağlanarak üzerime gelmeye çalışan kız çocuğunda kalmıştı aklım. Sıktırdığı dişlerinin arasından çıkardığı sesler, gözlerinin aldığı şekil, asla bir kız çocuğunda göremeyeceğim kadar korkunç bir görüntüydü.

Hafif esintiyle ayağımın dibinde birikmeye başlayan küçük kum tepesini izlerken, aklımdan sadece yaşadıklarım ve gördüklerim geçiyordu sırayla. Gideceğimiz yere kadar dayanamamış, yolun yarısında zihnime ağırlık yapan düşünceleri daha fazla taşıyamadığımdan küçük bir taşın üstüne oturarak dinlenmeye karar vermiştim.

Diğerleri de bir şey dememişti bu isteğim karşısında, fakat gergin olduklarını, sırtlarının aldığı şekilden anlaşılıyordu. Arada beni kontrol ediyorlar daha sonrada bakışlarını karşıya dikip büyük kum tepelerinin en uç kısmına dikkatlerini vermeye devam ediyorlardı.

Otis yanımızdan ayrılarak, tam karşımdaki kum tepesinde gözcülük yapmaya karar vermişti. Herhangi birini gördüğünde, bize işaret verip yola devam edecektik.

“Hayır Yvonne, sakın çıkarma onları!” Edwin’in sesini duyduğumda, gözlerimi ayaklarımın ucundan kaldırıp onlara baktım. “Burada onları kullanamazsın dedim sana!”

Yvonne’nin kolunun birini arkasını attığını gördüm. Yvonne bizden birkaç adım önde duruyordu. Edwin ve gözleri kapalı Myron’da tam önümde durarak görüş alanımı kapatıyorlardı.

Yvonne, önce bana, daha sonra da önümde nöbet tutan Edwine baktı kaşları çatılmış bir şekilde. “Onları dışarı çıkarmam gerekiyor. Herhangi bir tehlike de daha hızlı kullanabilmem için.” Dedi ve bakışları bana indi. “Ne zaman kalkacaksın o taşın üzerinden?” diye sordu.

Ne zaman ayaklanacağımı bilmiyordum. Sıcak, yaşadıklarım ve anlamadığım şeyler başımı döndürüp midemi bulandırıyordu. Hele tepemdeki yakıcı güneş, beni fena halde halsizleştiriyordu. Ben asla sıcak seven bir insan olmamıştım. Şimdi derecesinin göğün bin katına çıkan bu sıcaklıkta nefes almam bile zorlaşıyordu.

Yvonne, pelerinin altındaki bıçağının başını parmakları ile sarıp önünü tekrardan kum tepesine çevirerek, Otis’i izlemeye başladı. “İyiyim artık!” dedim. Yalandı söylediğim! İyi değildim. Hızlıca yerimden kalkarken, bakışlarımının önünde oluşan küçük kum birikintisine yavaş bir tekme savurarak etrafa dağılmasını sağladım.

“İsterseniz biraz daha dinlenin efendim.” Edwin, koluna girdiği Myron’u biraz daha kendine doğru çekerken konuştu. Edwin’i cevaplamadan önce, kafama geçirdiğim pelerinin şapkasının altından geldiğimiz evleri tekrardan kontrol ettim. Çok fazla uzaklaşmasakta o kız çocuğunu buradan bile görebiliyordum.

Uyurken, yüzünün aldığı masumiyet, uyanınca birer vahşete dönüşüyordu. Bunun asıl nedenini sorduğumda ise, Edwin’in verdiği cevap kız çocuğunun yaptığı davranışa eş değer bir korkunçluktaydı.

İblis’in Evladı Aamon!

Gerçek olmamasını, sadece Aamon denilen bu adamın kullandığı bir sıfat ya da mahlası olarak kullanmasını istedim. Ama o kadar gerçekçi geliyordu ki bu, sadece isim ve sıfattan öte bir anlam taşıyor gibiydi.

“Kumlar da ne iz var ne de herhangi bir ses.” Otis’in ne zaman yanımıza geldiğini fark etmediğim için, düşüncelerimden beni çıkarırken hafifte yerimden sıçratmıştı.

Bakışlarımı hepsinin yüzünde gezdirirken en son Edwin’de duraksadım. Kaşlarını havalandırıp, diğerlerine nazaran daha dikkatli bakan Edwin’in, az önce söylediği cümlesi aklıma gelmişti. Sanırım benden bir cevap bekliyor olmalıydı.

“Gidelim artık, sanırım yeteri kadar dinlendim. Dediğiniz bu İz Sürücüler gelmeden oraya varalım.”

Hepsi son kez gözlerini birbirlerine yöneltip, gitmemiz onaylandığında, Myron’un lafıyla ona doğru döndük. “Sanırım suya ihtiyacım var!” burnunu kırıştırıp benim gibi kurumuş olan dudaklarını ıslattı. Yvonne bir adımla Myron ve Edwin’in yanına gelerek, “uzun süre burada durduğu olmamıştı. Çabuk oraya varmamız lazım. En azından bir bardak su içer.” Endişe kırıntılarını sezmiştim sesinde. Diğerleri de başlarıyla onay verdi Yvonne’ye.

“Dayanabilirim.” Yutkundu Myron. Kurak bir çölde olmak hepimizi susatmıştı. En çok bundan, ben ve Myron etkileniyor gibiydik. Yvonne’nin de dudakları sıcaktan dolayı kuruyup kabuklaşmıştı ama diğerleri daha iyi görünüyordu, bizlere göre.

Hepimiz tekrardan, çenemiz altında duran bez parçasını gözlerimizin altına doğru çekip yüzümüzün yarısını kapatıvermiştik. Ayaklarımın altında kayarak yürümemi zorlaştırdığı kumlu yolda yürümeye devam ettim.

Hemen önümüzde, geri de bıraktığımız evler gibi birkaç tanesi yan yana dizayn edilmişti. İçlerinde en çok dikkat çeken büyük yapılı evdi. Ev demeye bin şahit isterdi çünkü baya yıkık döküktü. Etrafını saran sarı kumlardan, tahtaların arasından çıkan naylonlardan hiç bahsetmiyorum bile. Berbattı. Etrafında da birkaç ev vardı. Onlarında ortasında bulunan evden farkı yoktu diyebilirim.

Evden çıkmadan önce, gerçekleşen kum fırtınasının şiddeti, yığılan kum tepelerinden ve diz kapağıma kadar battığım yumuşak kum havuzundan anlaşılıyordu. Ki bu durumdan evlerin çevresi de nasibini almış duruyordu.

Eteğimin altında sadece bot giymiştim. Bu yüzden botların içine her kuma batıp çıktığımda, bir çay bardağı kadar içine kumlar boşalıyordu. Şimdiden ayaklarım kumlardan dolayı tahriş olmuşlardı.

Önümde, Otis ve Yvonne ilerlerken, arkamdan Myron ve Edwin geliyordu. Myron’nun bile gözleri kapalı olmasına rağmen benden daha iyi ilerliyordu bu kumların içinde. Ama arada küçük çaplı inlemler çıkarıyor, bazende omuzunun üzerinden, kumların üstüne devrilmekten kurtulamıyordu. Fakat Edwin sayesinde batmaktan kurtuluyordu. Bana da bir destek olması fena olmazdı doğrusu.

“Ne zaman varacağız oraya?” dedim nefes nefese. Boğazım, dudaklarım hatta gözlerimin içi bile sıcaktan kurumuştu. Dilimle dudaklarımı ıslatsam da fayda vermiyordu. Burnumun üstüne kadar çektiğim siyah peçe yüzünde de terliyordu yüzüm. “Niye bir çölün ortasında yaşıyorsunuz?” diye sordum arkamdan gelmeyi sürdüren Edwin’e doğru.

Burada ne işleri vardı? Bir insanın burada yaşamasını geçtim, ziyaret edecek kadar iyi bir yer değildi. Kötüydü, berbat bir şekilde kötüydü.

“Yaşamak isteyeceğimiz en son yer, inan bana!” dedi Edwin. Sesi normaldi. Ben birazdan bayılabilirdim ama. “Fakat mecbur bırakıldık!” yere diktiği bakışlarını yüzüme kaldırdı. Omuzumun üzerinden kafamı onlara çevirdiğim için, öfkeyle yanıp tutuşan gözlerini peçenin üzerinden görmek mümkündü.

Ne için mecbur bırakılmıştılar?

“Çok zorlanmaması lazımdı!” diye mırıldandığını duydum Yvonne’nin.

Seslerini duyunca, bakışlarımı tekrardan önüme çevirdim ve Yvonne’nin Otis’e baktığını gördüm. Kimden bahsettiğini anlamadığım için, “kimin?” diye sordum sık nefes verdiğim için acıyan genzime rağmen. Yvonne bana baktı omuzunun gerisinden. “Hiç kimsenin!” diye cevapladı keskin bir dille. Bozulsam da umursamadım, zaten hangi soruma düzgün cevap vermişlerdi ki?

Uzun bir sessizlik girdi araya. Çok fazla soru sormak istemedim artık. Ama birikmeye başlayan sorulara engel olamıyordum, adeta dışarıya fırlamak için savaş veriyorlardı bana.

Tekrardan pelerinin şapkasının altından ileriye diktim gözlerimi. Karşımda duran ev yakın gözükse de sanki ilerleyemiyorduk. Biz yürüdükçe karşımdaki ev uzaklaşıyor gibiydi. Ve çok net görünüyordu nedenini anlamadan. “Bu Han dediğiniz yere ne zaman ulaşacağız?” diye sordum.

“Daha var!” diye yanıtladı beni Myron.

“Çok fazla yakın, ama hâlâ yaklaşamadık!” dedim.

“Hayır yakın değil, size öyle gelmiş olabilir efendim.” Dedi tekrardan Myron.

Kaşlarım çatıldı. Ev gayet yakındı ve çok net görüyordum. Tahtaların arasından çıkan naylonlar bile gözüme ilişiyordu. Ama hâlâ çok uzak olduğunu söylüyorlardı.

Çocukken, uzak olan nesneleri çok net gördüğümü biliyordum. Ama bunun nedeni gözlerimin fazla fazla sağlam olmasıydı. Tabi kulaklarımdaki eksikliği gözlerim ile tamamlıyordum. İyi duyamasam da çok iyi görüyordum.

“Emin misin?” diye sordum Myron’u kastederek. “Bence ev yakın!” Yvonne’nin bakışları arkamdan gelen iki kişiye evrildi. “Evet yakın efendim ama kumlar fazla olduğu için gitmesi zorlaşıyor!” dedi Edwin biraz hızlı ve gergin bir şekilde.

“En azından biriniz benimle hem fikir!” dedim iğneleyici bir şekilde diğerlerine karşı. Yorulmuştum artık, konuşacak kadar halim yoktu ama merak duygusu içimi yiyip bitiren kemirgenden farkı yoktu.

Tanrı’nın bile unuttuğu bu mezba yerde, tanımadığım insanlarla yolculuk yapıyordum. Arkamızda; iyi olmadıklarına kalıbımı bile basacağım birileri vardı ve tek yardım edecek olan kişinin şu anda gittiğimiz yerde olduğunu söylüyorlardı.

Diz kapağımın altına kadar gelen; sarı, turuncu, sıcak kumlar, güneşi resmen bir sünger gibi içine emmiş kadar sımsıcaktı. Beynimi bile eritebilirdi, tepemdeki alev topu. Belki de eritiyordur çünkü burnum akıyor gibiydi. Şu anda en son isteceğim şey, burnumdan beynimin akmasıydı.

Peçenin altında dudaklarımı, yuvarlak şekline getirip ciğerlerimin tükenmemesine yardımcı olmak adına, kesik kesik nefesler verip toparlamaya çalışıyordum.

“Her an ayağımın altında sizlerden biri çıkacak diye, ödüm kopuyor.” Diyen Myron’nun kıkırdayarak güldüğünü işittim. Daha sonra küçük bir inleme ile gülüşü yarım kaldı. Kulaklarım öyle çok batıyordu ki, belki de burnumdan değil, kulaklarımdan akıyor olmalıydı beynim.

“Myron’nun gözlerini değil, ağzını kapatmak gerekiyormuş.” Dedi Yvonne, kumlara sert adımlarla girip çıkarak. Zorlanmıyordu benim gibi. Adımları gayet güçlü ve kendinden emindi.

“Ağzımın kapanmasını isteceğim yöntem o değil.” Dedi. “Gözlerimin kapanması da hoşuma gitmiyor değil, fakat koluma giren Edwin olunca, kusma isteğimi bastıramıyorum.” İmalı bir gülüş attı.

“Ağzını hangi yöntemlerle kapatmak istiyorsun ki?” diye sordu Otis, gerçekten bu soruyu merak eder gibi.

Myron daha sesli güldü. Başına taktığı pelerin saçlarının üzerinden biraz geriye doğru kayarak azıcık açıkta bırakılan Yvonne, buradan gördüğüm kadarıyla Otis’e ciddi misin der gibi bir bakış attı. “Ne var? Anlamadım dediğini.” Dedi Otis bu durum onu üzmüş gibi.

Yvonne kafasını iki yöne doğru salladı ve omuzunun arkasından Myron’a baktı. “Şu anda gözlerin kapalı olduğu için, sana neler yapabileceğimden haberin yok. Bu yüzden sus!” dedi biraz çıkışarak.

“Hoşuma gideceğinden eminim!” dedi Myron.

Onlar kendi aralarında konuşmaya devam ederken, benim aklım Myron’nun ilk dediğinde kalmıştı. Her an ayağımın altında sizlerden biri çıkacak diye, ödüm kopuyor. Neyi kastediğini anlamamıştım fakat bunun bir şaka amaçlı söylenmiş bir cümle olarak kullanıldığını düşünmek için kendime tenkinler vermem gerektiğini iyi biliyordum.

Bu insanların yanında uyanmadan önce, tek başıma bir çölün ortasında uyandığım geldi aklıma. İçimde tarif edemeceğim kadar korkuyu tüm hücrelerimde hissetmiştim. Kayıp olmanın verdiği bir duygu ile ecel terleri dökmeme neden olmuştu. Ama benim kayıp olmam değildi sorun, sorun; aileme son kez sarılamadan onlardan ayrılmamdı. Royan’nın son bakışları hep zihnimin bir köşesinde saklı kalarak, bir anda ortaya çıkıp beni yerle bir edecekti.

İçime dolan bir ürperme ile, kumların altında sesler çıkarıp iz bırakarak beni takip eden varlık gelmişti aklıma. Ve sadece o değil, buraya daha gelmeden önce çıplak bacaklarıma sarılan sarı yılan yüzünden, sanki tekrardan tenime temas etmiş gibi irkildim. Hâlâ buz gibi derisini üzerimde hissediyordum.

“Burada yılan var mıdır?” diye sordum bakışlarımı karşıya dikerken. Otis, Yvonne’ye baktı ama onun bakışları benim gibi karşıya dikilmişti. Edwin’in de genzinden öksürdüğünü işittim.

Burada da yılan görmek istemiyordum. En nefret ettiğim ve en çok tiksindiğim hayvan türü olabilirdi kendisi. Bilmiyorum, sanırım sürüngen olan her varlık beni deli ediyordu umarım bu kumların arasında, ayağım birine denk gelmezdi.

Hiçbirinden cevap gelmeyince, tekrardan sormak istedim çünkü beni ikna edecek bir şey söylemeleri lazımdı. Arkamızdan gelenler gibi onlarda tehlike arz ediyordu. Zehirlisi olanı bile vardı; sadece yılan değil akreplerde bulunuyordu. Belgesellerde hep onların zehirli olduğunu söylüyorlardı. Birde sokulup ölmek istemiyorum!

“Var mı, yok mu?” diye sordum biraz bastırarak. “Çöldesin, kumların içinde yürüyorsun, sence yok mudur?” dedi Yvonne bana bakmayarak. Bu istediğim bir cevap değildi. Zaten bir kere göz göze gelmiştim bir yılanla. Ve aklımda ondan kalan en son şey, bacaklarıma dolanmasıydı.

Kalbim sıkışmaya başladı. “Onlar size zarar veremez efendim!” dedi Otis, pelerinin altına elini yerleştirirken. Cılız bir rüzgar esti kumların üstünden ama kalbimin üstüne yığılan kum birikintisini dağıtmaya yetmedi. “Bayılmadan önce…” dedim yutkunurken. Onlara, burada uyanmadan önceki yılanı söylemek istiyordum.

Bir hayal ürünü müydü yaşadıklarım, gördüklerim bilmiyorum. Bazen kalabalık bir ortamda bulunurken, her şey gerçeklik algısını yitirir ve kendinizin de gerçek olmadığını sanarsınız ya, işte tam o anlardan birindeydim. Buradaydım ama yok gibiydim. Varlığımı hissediyordum ama koca bir boşlukta savruluyordum.

Berbat bir histi. Çocukluğumdan beridir bu durum yüzünden rahatsızdım. Beni öyle bir anlarda yakalıyordu ki, o an çığlık atarak gerçeğe dönmek istiyordum. “Evet?” dedi Myron’un meraklı bir ses tonuyla. Boşlukta savrulmaya ramak kala beni kurtarmıştı sesi.

İnanır mıydılar bana?

Bedenime sarılan yılana inanır mıydılar?

Mantıksızdı kendime sorduğum sorular, çünkü adamlar bir hafta bile zor dayanacağım bir çölün ortasında yaşam sürüyorlardı. Asıl benim onlara inanmamam lazımdı. Fakat arada görünmeyen bir bağla sanki onlara sonsuz bir şekilde güveniyor ve inanıyordum. Çok fazla zaman geçirmediğime rağmen neden böyle hissettiğimi anlayamıyordum.

“Yaklaştık!” diye tiz bir ses ile bağırdı Yvonne. Söyleyeceklerim dilimin ucunda yuvarlanıp yok oldu. Direkt karşıya baktım. Yaklaşmıştık, dedikleri yere. “Karina?” adım ile seslenen Edwin’e dönüp yürümeyi durdurdum. Diğerleri de benim gibi yürümeyi bırakmıştı. Myron’un kolundan çıkıp iki adımla tam karşımda durdu.

“Beni niye bıraktın Edwin?” diye söylenen Myron, kollarını öne uzatıp bırakan kişiyi aradı. “Yok olmazsın ya, az bekle!” dedi Edwin omuzunun üzerinden baktığı kişiye gözlerini devirip bana çevirdi.

Peçenin üzerinden görünen sarıya çalan gözlerini, dikkatlice gözlerime kenetlemişken, elini yüzüne attı ve çenesinin altına kadar indirdi siyah peçeyi. Yüzü düşmüştü, aldığını şekilden anlaşılıyordu. “Şimdi Karina,” dedi burnunundan sert bir nefes verirken. “Han’a girdiğimizde, sadece sakin olmanı ve ne görürsen gör fevri bir harekette bulunmamanı istiyorum.”

“Kısacası, evden çıkarken bir aptal gibi çocuğu kurtarmak istemen gibi…” diyen Yvonne’nin lafını, kağıt gibi, ikiye böldü Edwin’in sert sesi. “Kim olsa, o küçük çocuğu kurtarmak isteyebilirdi Yvonne!”

“Ben istemezdim. Bilmediğin bir yerde, bilmediğin birini kurtarmak aptal inanların yapacağı şeydir.” Gözleri beni buldu. Ve cılız bir şekilde tekrardan parladığını gördüm göz bebeklerinin. Tepemizden vuran güneş ışığının etkiside olabilirdi bu, ama apaçık belliydi parladığı.

“Belki de insan olması bunu tetikliyordur. Hiçbirimiz onun kadar cesaretli olacağımızı düşünmüyorum. Hele sizin hiç!” dedi Edwin. Cümleleri birer kılçık gibi insanın boğazında kalacak türdendi.

“Edwin!” dedi Myron onu uyarıcı bir dille.

Yvonne, yüzündeki peçeyi aşağı indirdi ve öfke ile düz çizgi haline almış dudaklarını gördüm. Adımlarını Edwin’e doğru attı ve bir elini bana yaslayıp geriye doğru sarsak adımlar atmamı sağlayacak bir şekilde itti. Artık Edwin ve benim ortamızda duruyordu. “Sakın beni geçmişim ile vurma!” dedi dişlerinin arasından. “Kan aynı kan, Yv-“ dediğinde Edwin, yan tarafımda bir hareketlenme gördüm. Myron, gözlerine bağladığı bezi çözmüş, Yvonne’ye doğru hızlı adımlar atarak parmaklarını koluna doladı.

Yvonne’nin kollarının iki yana doğru düştüğünü gördüm. Arkasında kaldığım için yüzünü göremiyordum. “Evet haklısın, kan aynı kan. Ve sen de bende, bunu içimizde yıllarca taşıyacağız.” Dedi yine sert ses tonuyla. Fakat sesinde bunu beklemediği için parçalanmış duygular yer alıyordu. “Gözlerini bağla!” dedi Yvonne, omuzunun üzerinden önce Myron’a sonrada arkaya çevirdi. Göz göze geldim parlayan bir çift gözle.

Sesi gibi, gözlerinde de vardı parçalanmış duygular. Peçesini yüzüne tekrardan çıkarırken, yavaş yavaş bir mum gibi sönmeye başladı gözleri. Gerçekten parlayıp sönüyordu. Gerçekten görüyordum bunu.

Az önce yaşananlar kalbimi, iki yönden baskı yapan bir makine gibi sıkıştırmaya başladı. Yaşananlara ve söylenenlere anlam veremedim. Nefesimi tuttum, Yvonne aramızdan çekilirken. “Sakın bir daha gözlerini burada açma.” Diye uyardı Yvonne, Myron’u.

“Yvonne…” dedi Edwin pişmanlık tozları dökülmüştü dilinin üzerine. “Sus, Edwin. Şu andaki öfkesi ile kelleni bedeninden ayırır.” Dedi Myron. “Ondan hiç şüphem yok!” derken bizden uzaklaşarak yürüyen Yvonne’nin arkasından baktı Edwin.

Otis’de yanımıza gelip bakışlarını Edwin’den ayırmadan, gözlerini tekrardan bağlayan Myron’un koluna girmişti. Uzaklaşmadan önce, başıyla bana reverans yapıp ilerlediğimiz yönde yürümeye başladılar.

“Neydi şimdi bu?” diye sordum diğerlerinin arkasından bakarken. “Söyledikleriniz şeyler, imalarınız da neyin nesiydi?” diye sorarken, artık Edwin’e bakıyordum. Gözlerini kapattı ve araladığı dudaklarından derin bir nefes aldı ciğerlerine. “Özür dilerim efendim.” Dedi pişmanlık yansıyan bir sesle. “Saçmaydı yaşananlar, bir daha olmayacak söz veriyorum efendim.”

Uyardığım halde bana efendim demesi sinirlerimi bozmak üzereydi. Bu yüzden sıkıntılı bir nefes bıraktım peçenin altından. Alıp verdiğim nefesler bile, yüzümün önünde ateş yakmışlar gibi ısınıyordu.

Yvonne geldiğimden beridir agresif davranıyordu bana. Fakat Edwin’in ona bu şekilde çıkışarak yüklenmesi iyi olmamıştı. Fakat sıraya dizilmiş olan düşüncelerimin en önünde şu an Edwin’in az önce bana söyledikleri yer alıyordu. Buradan gitmem gerekiyordu, hem de çabuk olacak bir şekilde. Ailemin özlemi, sırtıma kambur olmak üzereydi.

“Ne göreceğim bu Han’da?” diye sordum. Ellerimi önümde birleştirip parmaklarımı kütletmeye başladım.

“Çok farklı şeyler!” dedi. “Kimsenin gözlerinin içine bakma. Kafan hep önünde olsun. Dediğim gibi kimse senin burada olduğunu bilmemeli!”

Son parmağımı da kütletip bu dediklerini anladığımı belirtmem için gözlerimin içine bakarak cevap bekliyordu. Onu çok bekletmeden, başım ile onayladım. Gözleri kısılıp rahatlamamı ister gibi tebessüm etti.

Soyutlanmak istiyordum her şeyden ve her yerden. Şu anda tüm duyguları hissediyor, yaşanan soyut şeyler artıyordu. Ama ben istiyordum soyutlanmayı. Kalbim kulaklarımı delip geçecek bir şekilde atarken, yakıcı bir rüzgar daha esti üzerimizden. Pelerinin altına yerleştirdiğim saçlarım dışarıya firar ederken, saçımın ucunda yer alan gri tutamlar yüzümün yarısı kapattı.

“Onları hemen pelerinine geri yerleştir!” dedi hızlıca. Sarıya çalan gözleri korkuyla kocaman açılıp karşıyı incelemeye başladı. Aceleyle, yüzüme doğru gelen gri tutamları tutup pelerinimin altına sıkıştırdım. “Kimse görmemli seni!” göğüs kafesi kesik kesik nefeslerle inip kalkamaya başladı. Gözleri ise hâlâ karşıdaydı.

“Merak etme aptalca bir şey yapmayacağım!” dedim ve pelerini gözlerimin bile kapanacağı bir şekilde alnımı kapatacak kadar çektim. Endişeli olması beni de endişeye boğuyordu. Geldiğimden beridir ilk defa böyle görmüştüm kendisini. Bu yüzden negatif hisleri benide etkiliyordu.

“Aptal bir şey yapmayacağına emimin!” dedi yumuşak sesle. “Sadece sakin kalmaya çalış, her şey yoluna girecek merak etme.” Başımı sallayarak onu onayladım. Rahatlamak istiyordum ama içime doğru kasvetli sis dalgası akın ediyordu.

Edwin’den bakışlarımı aldım ve karşıya baktım. Çoktan diğerleri gideceğimiz yere varmışlardı. Myron gözleri kapalı olmasına rağmen Yvonne’ye, ellerini hareket ettirerek bir şeyler anlatıyordu. Aralarında pek bir mesafe yoktu, sanırım evinin önünde dikildikleri için kimsenin duymasını istemiyorlardı. Otis ise gözlerini ayırmadan bizim olduğumuz yere bakıyordu. Gözlerini bile kırpmadığına eminim. Arada etrafımızı saran kum tepelerine baksa da, son durağı bizim üzerimde oluyordu.

“Gidelim!” dedi Edwin.

Derin bir nefes çektim içime ama o kadar işe yaramıyordu ki çabam boşa çıkıyor gibi hissediyordum. Zaten her içime çektiğim nefesimde, dört duvarın arasına sıkışıp içinde ise büyük bir ateş yakmışlar gibi burun deliklerim yanıyordu.

Edwin’e bakmadan adımlarımı tekrardan kumların içine attım ve bizi bekleyen kişilerin yanına yürümeye başladık.

 

****

 

Harabeden hallice yerin önüne vardığımızda, buranın bir şehir içinde olduğunu söylemişlerdi evden çıkmadan önce. Ama değil burası şehir içi, terk edilmiş evlerden daha beter haldeydi.

“Gözlerimi açayım mı?.” Diye sordu Myron. “Hayır, birazdan açarsın!” hemen onu cevaplayan Yvonne olmuştu. Gözleri ise hâlâ karşısında olan kişideydi.

Benim ise bakışlarım karşısında beklediğimiz kapıyı incelemekle meşguldü. Tahta kapının üzerine, yılan işlemeli bir desen çizilmişti. Kuyruğu kapının tam başından başlarken, başı ise aşağı da bitiyordu. Metal rengindeydi. Kapının kulpu da yılan başından oluşuyordu. İkiye yarılmış dili ise dışardaydı. Sevmediğim bir hayvanı her yerde görmem şaka olmalıydı! Kapının üzerinde ise tahtadan yapılmış bir tabela vardı ve iki ucuna bağlanmış zincirlerle yukardan asılmıştı.

“Burada konuşmayın!” diye fısıldayarak uyarıcı bir dille konuşan Edwin’nin sesini işittim. “En küçük sesi bile duyacak kadar kuvvetliler, biliyorsunuz!”

Bir şeyler söyleyen Edwin’de kulağım olmasına rağmen gözlerim tabelanın üzerindeki semboldeydi. Tabelanın tam ortasında elmasa benzeyen bir taş duruyordu. Etrafında ise sarılmış bir yılan, başı ise birkaç santim arayla elmasın baş ucunda yer alıyordu.

Koluma değen dokunuşla, hafif yerimden sıçramış bir adım kapıdan uzaklaşarak, tutuşun sahibi Edwin’e baktım. “Kafanı eğ!” dedi fısıldayarak. Dediğini ikiletmeden kafamı eğdim. Bakışlarımın önünde bir çift ayak göründü. Botları hep toz içindeydi. Gözlerimi ayak ucundan biraz yukarıya doğru kaldırdım. Botlarının içine soktuğu pantolonun üstünde de hep toz içindeydi.

O an gelen kişinin bir yabancı olduğunu anlamıştım. O kadar sessiz ve ne zaman geldiğini anlayamamıştım ki, kalbim yine yüksek frekansta atmaya başlamıştı. “Kapının önünde beklemeyin!” dedi kalın, yabancı bir erkek sesi. Giydiği boz renkte pelerin geriye doğru uçuştu ve önünde beklediğimiz kapının geriye doğru açılma sesini işittim.

Bedenimi biraz yan çevirerek, Edwin’e doğru sokulmuştum. Sesinden erkek olduğunu anladığım kişi artık görüş alanımda değildi. Bu yüzden açılan kapının diğer tarafında ne olduğunu görmemiştim.

“Birazdan bizde içeri geçeceğiz!” dedi gülümsediğini sesinden anladığım Edwin. Eli hâlâ kolumdaydı, bırakmamıştı. İstemsizce bedenimi daha çok ona yaklaştırdım. Diğerlerini de kontrol etmek için kafamı omuzuma doğru çevirdim. Edwin’in omuzunun biraz altında olduğum için görüş alanımı kısıtlasa da yine de görebiliyordum onları.

Myron kafasındaki şapkayı yüzüne kadar indirmişti bu yüzden gözlerinin üstündeki bez parçası görünmüyordu. Yvonne’de önünde bir kalkan oluşturarak önünde duruyordu. Pelerinin altında ise sadece dudakları ve burnu görünüyordu fakat eli, pelerinin altındaydı. Her an kullanmaktan çekinmeyeceği bıçağın tuttuğundan emindim. Otis ise Edwin’in diğer yanındaydı. Yavaşça gözlerimi o ikisinden aldım ve Otis’e çevirdim. Edwin ile hemen hemen aynı boydaydılar bu yüzden yüzünün yarısı gözler önüne seriliyordu.

Gözlerini ayırmadan içeriye geçen kişinin üzerindeydi. Daha kapının kapanma sesini işitmemiştim. Bu yüzden tuttuğum nefesim içimde patlamak üzereydi. Bacaklarım ise elektrik akımına uğramış gibi titriyorlardı. Edwin sayesinde ayakta durabiliyordum.

Adam uzun süre konuşmadı. Sessizlik rahatsız ediciydi. Edwin’nin genzinden öksürdüğünü işittim. Benim bakışlarım da yerdeydi. Kaldıramıyordum kafamı yerden. Gözlerimi ise kırpmadan, titreyen bir mum ışığı gibi dalgalanıyordu.

“İyi bakalım.” Dedi adam. “Çok beklemeyin burada. Fısıltılar rahatsız ediyor hepimizi.” Edwin’in kafasını salladığını hissettim. Sonunda kapı sesini işittiğimde, başımı kapanan kapıyı görmek için sola çevirdim. Adamdan geriye kalan sadece, kumların üzerindeki ayak iziydi.

Derin bir nefes verip Edwin’den uzaklaştım. Sırtımı kapıya çevirip bakışlarımı diğerlerinin üzerinde gezdirdim. Hepsinin omuzlarının rahatlamış gibi aşağıya düştüğünü ve derin nefes alıp verdiklerini gördüm. Oldukları yerde tedirgin bir şekilde kıpırdaşmaya başladılar.

“Hangi ara geldi o adam? Neden görüp işitmedik?” diye sordum diğerlerini incelemem bittikten sonra. Hâlâ üzerimdeki gerginliği ve korkuyu atmış değildim. Adam aniden ortaya çıkınca şaşırtmıştı beni.

“Buradaki kimseyi görüp duyamazsın! Her an yerden çıkabilirler.” Dedi Yvonne. Edwin Yvonne’ye baktı ama bu sefer sert değil yumuşaktı bakışları.

“Nasıl?” Diye sordum bu sefer. Kalbimin kulaklarımdaki atışını duyabiliyordum. “İçeri geçelim efendim. Az kaldı her şey için!” dedi Otis. Ona baktım bu sefer.

“İçeri geçelim!” dedi Edwin, Otis’i onaylar bir sesle. Yanımdan geçip kapalı olan kapının tam önünde durdu.

“Korkmana gerek yok, her şey olması gerektiği gibi ilerliyor.” Dedi Myron bu sefer.

Hiçbir şey olması gibi ilerlemiyordu. Nehir tersinden akıyordu; hızlı ve insanı öldürebilecek bir derinlikle. Boğuluyordum, yaşamım ellerimden akıp gidiyordu, beni sürükleyen nehir yüzünden. Bir ışık dahi görünmüyordu gözlerimin önünde. Sadece aklımda ailem vardı. Ve tabi ki de… Ölüm!

Kurumuş dudaklarımı ıslattım. Sağıma ve soluma Yvonne ve Myron geçmişti. Konuşmadan öylece bekleyen Otis vardı karşımda. Arkamda da Edwin duruyordu.

Görünmez, uzayan bir bağ vardı bu beşlimizin arasında. Görmüyordum ama hissediyordum tıpkı burada olmam gibi. Gerçek gibi değildi belki burası, ama yaşanıyordu. Bu bağda bunun gibi bir şeydi. İçimdeki dürtüye engel olamadan bunu bana hissettiriyordu.

Yvonne başını bana çevirdi. “Her şeyin bir zamanı, bir nedeni ve sonucu vardır, Karina. İstemesende yaşanır, engel olamazsın ama merak etme, nedenlerin sonucunda ölüm yok. Senin için! İzin vermem!” dedi son kelimlerini söyleyip yutkunurken. Gözlerimin dolmasına engel olamadan, kafamı ona kaldırdım. Onun ağzından ilk defa böyle cümleler duymuştum. Kalbim yay gibi iki yöne doğru açılarak, onu sıkıştıran göğüs kafesimden kendini kurtarmıştı. Midemdeki taş erimiş gibi acısı geçmişti. “İzin vermeyiz!” dedi bu sefer pürüzlü bir sesle Edwin.

O bağ gerçekti hem de gerçek olamayacak kadar!

Kapıyı yavaşça araladığında, kulaklarımı tırmalayacak gıcırtılı bir ses çıkardı. Yavaşça bende önümü onlar gibi evin önüne çevirdim. İçime sızdırmayı başardıkları küçücük bir ışık sayesinde, rahatlamıştım ama oradaydı karanlık. Her an başını gösterip sarabilirdi içimi.

İlk önce Edwin girdi içeriye. Onun arkasından Yvonne. Myron’nun da elini yüzüne atarak, gözlerine bağladığı bezi çıkardığını gördüm göz ucuyla. O da çok beklemeden Yvonne’nin arkasından içeriye girdi. “İlerleyin efendim, her zaman arkanızda olacağım.” Diyen Otis’i başım ile onayladım.

İçerden hemen farklı bir ses konuşunca, önünde beklediğimiz eşiğe kadar gelmişti. “Edwin, hoşgedin. Buraya gel evladım!” Dedi yaşlı bir adam sesi. Hemen adımımı kapıdan içeriye attım. Bakışlarıma reverans çıkaran, yuvarlak tahta masalar olmuştu. Etrafına ise kurulan sandalyelerde boz renginde pelerinli adamlar oturuyordu. On veya on beş kişi kadardılar.

Önlerinde duran siyah kupa bardakları kafalarına dikerek içindekilerini tek nefeste içip sert bir şekilde tekrardan masaya bırakıyorlardı. Önümde şu an Yvonne ve Myron duruyordu. Edwin ise kollarını iki yöne doğru açmış gülerek karşıya doğru ilerliyordu. “Hangi kumlar seni buraya attı.” Dedi aynı yaşlı ses.

Benim bakışlarım ise sağ tarafımda yukarıya çıkan merdivenlerdeydi. Tahtadan yapılmış çoğu basamak çürümüş hatta üzerlerinde tahta kurusu bile vardı. İçime dolan ürpermeye dikkat ederek, sadece sakin olabilmek için kendime telkinler verdim.

Yukarıya çıkan merdivenin en tepesinde gülüşerek beliren bir çift göründü. Balık etli, kırmızı yanaklı bir kadının giydiği dekolteli kırmızı elbisesi pastan ve kirden görünmeyecek kadar rengi solmuştu. Adamın ise ondan kalır yanı yoktu. Kadının dışarıya fırlayacakmış olan göğüslerini saran elbisesinin göğüs dekoltesini düzeltirken, adamda sararmış dişlerini göstererek, kemerini bağlıyordu.

“Burada gürültü istemiyorum diye, size kaç kere söyleyeceğim.” Diye yuvarlak masalardan birinde oturan iri kıyımlı bir adam elinde tuttuğu kupayı zemine fırlattı ve ayağı kalktı. Bardağın içindeki suya benzeyen sıvı olduğu gibi aralıklı duran tahta zeminin altına süzülemeye başladı.

Yvonne ve Myron’nun bir adım geriye doğru attı ve artık aramızda bir adımlık mesafe bırakmışlardı. Otis’inde bana yaklaştığını adım sesinden anlamıştım. Önümdeki iki kişinin omuzunun ortasından ileriye baktım. Edwin dirseğini yasladığı tezgahtan ayırdı ve durduğumuz yere baktı. Tezgahın arkasında da yaşlı bir adam duruyordu.

“Bağırma Hugh!” dedi tezgahın arkasındaki adam. “Birde siz birbirinize kötü davranmayın.”

Bağıran adama baktım. Hâlâ ayakta öylece dikiliyordu. Kafasını hafif aşağıya eğmişti mahcup olmuş gibi. Gülüşen çiftlerden biri olan adam, alelacele dışarıya atmıştı kendisini. Kadında üst katta gözden kaybolmuştu.

Edwin’in gelmemiz için eliyle gel hareketi yapmıştı. Myron ve Yvonne aynı anda adımlarını ileriye doğru attılar. Pelerinleri geriye doğru uçuşsa da adımları kendinden emindi. Diğerlerinin bakışlarını üzerlerine çekse de, dik duruşları korkunun k’sinin bile olmadığını gösteriyordu.

“Göz temasından korun!” dedi Yvonne, başına geçirdiği şapkanın altından. Omuzunun üzerinden kafasını hafif yana doğru çevirmişti ama göz temasını benimle sağlamamıştı.

Onların arkasından bende ilerledim. Yan tarafımdaki masanın sahiplerinin kıkırdayarak bir şeyler söylediğini işittim. Kendime engel olamadan onlara baktım. “O da annesi gibi bir fahişedir. Dua edelimki bizim olduğumuz yere gelmesin, yoksa onu kendi ellerim ile öldüreceğim.” Öfkeyle kurulmuş cümlenin sahibiyle göz göze geldiğimde, sertçe yutkundum. Göz bebeği elips şeklinde, rengi ise simsiyahtı. Gözlerinin akı dışarıya akacak kadar fazlaydı.

“Önünüze dönün efendim!” dedi Otis arkamdan. Hızlıca adamdan bakışlarımı aldım ve karşıya diktim korku pençelerini bedenime geçirirken. Gözleri gerçekti, lens olmayacak kadar gerçekti. Lowell’de de aynı şeyi görmüştüm. Bunlar beynimin bana tuzak kurması kadar korkunç bir olaydı.

Kimden bahsettiklerini ve öfkelerini anlayamamıştım. Umarım hiçbir şeyi fazlasıyla öğrenmeden buradan ayrılırdım.

Edwin ve tezghanın arkasındaki yaşlı adama doğru yürümeye devam ederken, Yvonne sağ tarafa, Myron’da sol tarafa geçerek görüş açımı genişlettiler. İkisi de geçtikleri yöndeki tezgahın önündeki sandalyelere oturdular.

Yaşlı adamı incelmeye başladım. Giydiği dökünüklü siyah uzun giysinin üzerinde, göbeğinin altına kadar gelecek bir şekilde örülmüş kalın gri sakalları vardı. Sakalları sadece çenesinin altında ve üzerinde bitmişti. Toz lekeleri ile dolu olan yanaklarında sakal yoktu. Uzun gri saçlarını da örmüş başının ortasında, toplamıştı.

Gözleri içeriye doğru düğümlenmiş gibiydi. Ve onları pür dikkatle üzerimde hissediyordum. Elini ileriye doğru uzattı. Dudakları yavaşça aralanıp parmaklarını hareket ettirmeye başladı. “Yanıma…” dedi. “Yanıma gel hemen, yanıma getirin.”

“Geç!” dedi Edwin. Kendisi tezgahtan uzaklaşıp arkama geçerek güvenli bir alan oluşturmuştu. Sırtı bana dönük bir şekilde, kupalarından bir şeyler içen adamlardaydı gözü.

Tezgahın arkasına geçtiğimde, adam hızlıca kolumdan tuttu. “Gerçeksin!” dedi titreyen bir sesle. Yüzünde sayısız kırışıklar vardı. Derisi de yer çekimine engel olamamış gibi aşağıya doğru sarkıyordu. “İnanmadım, öldü dediler! Ama o gün rüzgar…”

“Bert!” dedi Edwin uyarıcı bir dille. Hâlâ olduğu yerde dikiliyordu ama ona bakmadım. Şu anda gözleri açık olmadığı halde yüzümün üstünde dört dönen adamdaydı bakışlarım. “İçeri götür onu!” dedi ve pelerinini geriye savurarak bacaklarına dolanmasından kurtarmıştı Edwin.

Korku, kanatmak ister gibi pençesini sapladı kalbime. Damarlarımdaki ısınan kan, tenimi bile alev topuna çevirmişti. Hemen solundaki kapıyı eliyle geriye doğru itekledi bakışlarını benden ayırmadan. “İçeri geç Irkların Efendisi!” deyince endişeyle yutkundum.

“Nöbetteyim ben!” fısıldayarak konuşan Otis’in sesini duydum. Kolumdan tuttuğu gibi açtığı kapıdan içeri geçtim. Arkamdan Myron, Yvonne ve Edwin’in de geldiğini arkamı döndüğümde gördüm.

“Ne oluyor?” diye sordum korku ve endişe kırıkları dilimin üzerine yayılmaya başladığında, sesime de yansımıştı. “Korkma, korkma efendimiz.” Dedi adının Bert olduğunu öğrendiğim adam. Yaşlı adamın arkasında kalan kişilere baktım. “Gerçeği öğreneceksin!” dedi Edwin.

Evden çıkmadan önce yardım edeceğini söyledikleri kişi bu adam olmalıydı. “Annesine benziyor.” Dedi ağlamaklı bir sesle. Beni gördüğünden emin bile değildim. Gözleri yumuluydu çünkü.

“Annem mi?” diye sordum anlamayarak. “Annemi nereden tanıyorsun? Ne zaman gördün onu?” kaşlarım çatılmış hiçbir şey anlamadan yüzlerine bakıyordum.

“Anneni herkes tanır. Gerçek bir Efendi’idi.” Dediğinde, gülmeden edemedim. Tek kaşım havalandı. Yüzümdeki alaya engel olamadım. “Efendi kelimesinden bıktım. Annem efendi değildi, bende değilim!” dedim cümlelerimi bastırarak.

“Geldiğin yerdeki annenden bahsetmiyorum.” Dediğinde, elinin birini pelerinimin üzerinden kalbime bastırdı. Şakaklarımdan, ensemden başlayan bir zonklama ile, görüntüler bir sis gibi gözlerimin önüne yayılmaya başladı. Bin parçaya ayrılmış aynaya benzeyen parçalarının biri gelip diğeri giderken, üzerinde yansıyan görüntüler net değildi.

Bir kadın ağlaması geldi kulaklarıma bir anda. Derinlerden gelen çınlama sesi kulaklarımı tırmaladı. İstemsizce ellerimi iki yandan kulaklarıma bastırdım. Dişlerim parçalanacakmış gibi ağzımın içinde birbirine kenetlendi. Amaris ağlayan kadının çığlıklarının arasından bir isim yankılandı. Ve acı bir çığlık koptu, ağlamalar birbirine karıştı.

Kalbimin üzerindeki el çekilince, gözlerimin önüne dağılmış olan sis içeriye doğru çekildi ve küçücük olup yok oldu. Derin bir nefes çıktı dudaklarımın arasından. Bacaklarım titreyince, olduğum yere yığılacağım sırada bir elin belime sarıldığını hissettim. “İyi misin?” diye sordu boğuk gelen bir erkek sesi. Edwin’di anlayabiliyordum. Kafamı iki yöne doğru salladım, kendime engel olamadan. İyi değildim. Başım dönüyordu, midem bulanıyordu.

“Buraya aitsin Amaris. İsmin bu. Herkes duydu.” Dedi yaşlı adam. Yaşayamadığım anılardı bunlar ama canlı canlı şahit olmuşum gibi kalbimin üzerine taş bağlamış gibi ağırlık yapmaya başladı.

“O kadın…” dedim, yeşil gözleri dolu doluydu. Zihnime bir mıknatıs gibi çekilmişti gözleri. “O kimdi?” dediğimde adımlarım sağa sola doğru yalpaladı. Edwin daha sıkı sarıldı belime. “Annendi.” Dedi adam yanaklarından çenesine doğru akan göz yaşını silerken.

“Hayır!” dedim kafamı iki yöne doğru sallarken. Böyle bir şey olması imkansızdı. “Aşk, onu mahvetmesine göze aldı. Ama seni kurtarmayı başarmış, yarattığı ve pişman olmayacağı tek taşsın onun için!” dedi yaşlar akın akın süzülürken.

Benim annem evdeydi. Onu yalnız bırakan bendim. Söyledikleri yalandı, berbat bir yalandı.

Boğazım yanmaya başladı. Ağlamamak için kendimi zorlarken, boğazımın etrafına iğneler batıyor gibi canımı acıtmaya başlamıştı. “Buradan gitmek istiyorum!” dedim. “Buradan gitmek istiyorum!” dedim dişlerimin arasından.

“Sen taşı bulmaya ve yeni hayatlar kurulmasına yardım edecek tek kişisin Amaris.” Dedi kafasını iki yöne doğru sallayıp elinden bir şey gelmediğini belli eden bir ifade takınarak.

“Benim adım Karina!” dedim bağırarak. Edwin’i itekledim ve ayakta zar zor dursam da karşımda öylece duran adama bakışlarımı diktim. Dudaklarım titriyor, gözlerim ağlamamak için göz yaşlarımın önüne bir set çekiyordu. “Ben Karina’yım. Annem evde ve sende buradan gitmem için bana yardım edeceksin!” dedim adama bir adım yaklaşarak.

Yaşlı adam kafasını yanımda duran Edwin’e çevirdi. “Buradan gitsen bile kan çeker, yurduna dönmen için baskı yapar.” Dedi tekrardan kafası bana dönerken.

“Bu saçma yer benim evim değil. Buraya ait değilim.”

Elinin biriyle odanın içinde duran kişileri göstererek, “Onlara bağladın değil mi, anlayamadığın bir şekilde?” dediğinde kesik bir nefes vermemi sağladı. Nereden biliyordu bunu? Nereden anlamıştı bu hissettiklerimi?

Kısa süren bir sessizlikten sonra tekrar konuştu. “Çünkü kan çeker, kanını bilir ve onu tanır! Bu annenin o kadın olduğunu gösterir.”

“Saçmalık!” dedim bastırarak. “Dediğin her şey zırvalıktan öteye geçmez!”

Yvonne hareketlenip, odanın diğer ucuna gitmeye başladığında dikkatimi ona verdim. Yuvarlak ahşap bir masanın üzerinde duran sürahiyi alıp yanında duran boş bardağın içine su doldurmaya başladı. Tekrar yerine gelirken, elindeki bardağı Myron’a uzattı. “İç bunu, eve geçene kadar idare eder seni.” Dedi. Myron bardağı alır almaz kafasına dikti. Her yudumunda gözleri kapanarak, büyük bir açlıkla içmeye başladı.

Derin bir nefes alırken, parmaklarımı alnıma çıkardım ve sert bir şekilde ovaladım. Ellerimi beynime geçirip bu olayların yaşanmaması için söküp çıkarmak istiyordum.

Kapı hızlıca açılarak içeriye Otis girdi. Alnıma koyduğum parmaklarım çekilirken, kollarım iki yanıma düştü. Diğerleri hemen oldukları yerde hazır ola geçmiş gibi hareketlendiler. “İz sürücüler buradalar!” dedi telaşla. Bunların üstüne tuz biber oldu o gelenlerde. Bravo çok iyi!

Bert hemen dizlerinin üzerinde yere çömeldi. Odanın ortasında duran halıyı eliyle yan tarafa doğru çekerek siyah demir halkadan oluşan kulpu tutup kendine doğru çekti.

“Sürüngenlerin keyfi nasılmış bakalım?” kulaklarım ve gözlerim, içerden gelen bir adam sesiyle kapalı olan kapıya saplandı. “Uzun süredir bu çölü ziyaret etmiyorduk. Nasıl gidiyor çölde sürünmek?” dedi ve bir kahkaha attı. Masalardan birinin devrildiğini işittim.

“Çabuk ol Bert!” dedi Edwin telaşla.

“Yardım et bu tahtayı yukarı kaldıralım!” deyince yaşlı adam, Edwin hiç vakit kaybetmeden dizlerinin üzerine çöktü ve elinin birini adamın bileğine sardı. Dişlerini sıkıp var güçlerini kullanarak, zemine monte edilmiş olan kare şeklindeki tahta parçasını halkasından yukarıya çekmeye çalıştılar. “Sizi her yerde arıyacaklar, bulana kadar vazgeçmeyecekler…” dedi Bert ve bir daha halkadan çekmeye çalıştı. “Dünyadaki etkileşimi kesildi, burada olduğunu biliyorlar!” dediğinde, içeriye doğru düğümlenmiş gözlerini bana kaldırdı.

Ellerim buz kesti. Dediklerinden hiçbir şey anlamıyordum. Göğüs kafesim zorlukla inip kalkarken, dudaklarımın arasından kesik kesik nefesler dışarıya doğru akın ediyordu. Ciğerlerim iflas etmek üzereydi.

Kollarımı sanki bu olaylardan korunmak adına koynuma bağladım ve içerden gelen bir bağırışma sesiyle kapıya odaklandım. Parmaklarımı giydiğim gömleğinin kollarına geçirdim. Ama tenime batıyordu tırnaklarım.

“Bağırma sürüngen.” Dedi içerden boğuk bir ses. “Bağırma, yoksa efendimiz bu sefer kuyruksuz bırakır sizi!” derken, alaylı ses tonunu işitmemek elde değildi. “Tüm odaları arayın!” deyince, ayak sesleri tüm yerde yankılanmaya başladı.

“Ne arıyorsunuz?” diye sordu biri. “Bize ait olan bir şeyi!” dedi dişlerinin arasından.

“Bir şey yapamaz mısın? Buraya girmemeliler!” dedi Myron Yvonne’ye bakarak. Yvonne kafasını aşağı yukarı salladığında, dudaklarını hareket ettirerek bir şeyler mırıldanmaya başladı. Ve o an, bu zamana kadar gördüğüm şeyin gerçek olduğunu, bir hayal ürünü olmadığını bana gösterdi. Yvonne’nin mavi ve yeşil rengindeki göz bebekleri bir fener gibi yanmaya başladı. Dudaklarını hareket ettirdikçe, gözleri pasparlak bir renk almaya devam ediyordu.

Kapı gürültülü bir şekilde vurulmaya başlandı. İrkilerek olduğum yerde bir adım geri çekildim. Kollarımı göğsümden çözerken, bu sefer ellerim eteklerimin kenarlarından sımsıkı tutundu. Kapının kulpu aşağı yukarıya doğru hareket ettirilince, arkasından bir ses duyuldu. “Hey yaşlı sürüngen aç kapıyı!” dedi bağırarak.

Kapıyı kilitlediğimizi hatırlamıyordum. Bakışlarımı kapının kulpundan çektiğimde, Yvonne’ye baktım. Gözlerini arkamdaki duvardan ayırmadan ağzının içinde bir şeyler mırıldanıyordu. Fakat ayaklarının yalpaladığını, arada bir dudaklarının birkaç saniye hareketsiz kaldığını görebiliyordum.

“Çabuk olun Edwin! Büyü onu etkiliyor, çok fazla dayanamaz.” Dediğinde, gözleri Yvonne’yi buldu Myron’nun.

Büyü mü yapıyordu Yvonne?

Kalp ritmim hızlandığında, tahtayı kaldırmayı çalışanlara baktım. Ama hâlâ dışardakiler kapıya güç uyguluyorlardı. Kuruyan dudaklarımın sızladığını hissettim ve dilim ile ıslattım.

Edwin, kalçasının üzerine düştü ve Bert’in bileğinden tutarak son gücünü verip açmak istedikleri tahtanın ucu yavaş yavaş zeminden yükselmesini sağlamayı başarmışlardı. Azıcık bile açılan kısımdan olduğu gibi tozlar odanın içine doğru süzülmeye başladı. “Yıllardır açılmıyordu!” Bert’in zorlandığını belli eden sesler çıkarıyordu ve sonunda kapı sonuna kadar açılmıştı.

“Çabuk ol!” dedi Edwin, kolumdan tutup zeminde açık duran kapının olduğu yere beni sürükledi. Biraz daha yaklaştığımda, karanlık olan yere inmeyi sağlayacak bir merdiven bulunuyordu.

“Teşekkürler Bert!” gülümseyerek Bert’in yüzüne baktı Edwin. Sesi zorlukla çıkıyordu. “O kadını bulun, o size yardım eder. Taşı bulun.” Dediğinde Bert bana çevirdi başını. “Eğer onlardan önce bulursanız, tüm taşların gücü onu yenilmez yapar. İzin vermeyin.” Elimi tutup ortamızda yukarıya kaldırdı. Benim elimi göğsüme yaslayıp, “kumları dinle, kulak ver onlara. Yardım istediğinde, gün yüzüne çıkacak onlar!” elimi bıraktığında yanıma düştü. “Şimdi gidin, arayın.” Edwin’e baktı bu sefer. “Irk’ına da güvenme, çünkü hepsi öfkeli. Gizle onu Edwin.” Edwin dudaklarını düz bir çizgi haline aldığında hızlıca başıyla onayladı.

Diğerlerine baktım. Yvonne, pelerinin ipini çözmüş, pelerini ise Myron’nun kolunun üstüne koymuştu. Yayına taktığı ok ile hazırda bekliyordu. Gözlerindeki ışık içeriye doğru çekildi ve dudakları hareketini durdurdu. “Kapı fazla dayanmaz, çabuk olun!”

İlk önce ben indim merdivenden, daha sonrada Yvonne’nin arkamdan geldiğini gördüm, arkasından Myron ve Otis. Karanlıkta nereye bastığımı bilmeden sonunda basamakları bitirmiş, ayaklarımı zeminle buluşturmuştum. Edwin’de merdivenin başında göründüğünde, Bert açtığı kapıyı tekrardan bizi karanlığa gömecek bir şekilde üzerimize kapattı.

Yvonne bir şeyler daha mırıldandı ve yayına taktığı okunun ucu yanmaya başladı. İrkilmekten kendimi alıkoyamamıştım. “Bu işin piri olmak üzeresin!” dedi Myron hayranlıkla. “Çok bir şey değil.” Dedi Yvonne’de mütevazi bir sesle.

Sertçe yutkunduğumda, çember şeklinde durduğumuz bu dörtlünün üzerinde korkulu bakışlarımı gezdirdim. Ortamızda sadece Yvonne’nin okunun ucunda yanan ateş vardı. Yüzlerinin ortası, gölgelerle dalgalanıyordu.

Yukardan ses gelmiyordu. Konuşacak kadar, soru soracak kadar kendimde değildim. Dilim düğümlenmiş, dudaklarım mühürlenmiş gibiydi. Yaşadıklarım gördüklerim, bir insanın yaşayacağı kadar normal şeyler değildi.

Hepsi derin derin nefes alıyor, ortamızda büyümeye başlayan korku uzayıp yükseliyordu. Uzun süren sessizliği Edwin böldü. “Bu yer, her yere çıkabilir. Eliyle uzayan karanlık koridoru gösterdi. “Tabi ki yine, bizim bölgelerden birine.”

“O zaman bu yerden çıkıp bizim Irklara gidelim.” Diyen Yvonne’yi herkes başıyla onay verdi.

Korkuyla cebelleşen kalbim, konuşmak için dilime bile müsaade vermemişti.

 

 

Devam Edecek...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%