@kadrisyazar_
|
ÖLÜ RUHLAR DÖNGÜSÜ
8.BÖLÜM
"Karina NORTH" Aramızda karanlığı tek bölen Yvonne’in elinde tuttuğu okun ucunda yanan ateşti. Merdivenlerden indikten sonra, Yvonne’in bir yere gitmemizin daha iyi olacağını söylediğinde, o yerin ne olduğunu bilmeden, küçük ışıktan ve duyulan nefeslerden başka hiçbir şeyimiz olmadan yürüyorduk. En önde yanan oku tutan Yvonne, sağında ve solunda ise Myron ve Edwin vardı. Arkamdan gelen kişi ise, Otis’ti. Bazen onu arkamdan geliyor mu diye kontrol ediyordum çünkü, adım seslerini duyamıyordum. O kadar sessizdi ki, arkamda olmadığını bile düşünebilirdim. Aşağı indikten sonra, yukardan gelecek herhangi bir ses duyamamıştım. Bizden sonra, oraya gelen kişilerin iyi niyetli olmadığını, seslerinden ve ses tonlarından anlayabilmiştim. Şimdi ise göremeyen o adam orada onlarla tek başına kalmıştı, umarım başına bir iş gelmezdi. Sonrasın da ise sesleri gelen o kişiler arkamızdan gelmemişlerdi. Sanırım ihtiyar onları engellemişti. Önümdeki kişiler nereye gitse bende onları takip ediyordum bir adım mesafelikle. Ama aklım, hâlâ yaşadıklarımda kalmıştı. Ne yaşamıştım, ne duymuştum, ne hissetmiştim, çözemiyordum da, anlayamıyordum da. Garipti her şey. Burada olmam bile rüyadan ibaret geliyordu, asla gerçek değildi. Belki de rüyadaydım, çok geçmeden uyanacaktım. Çünkü bazen, rüyalarımı kontrol edebiliyordum uyurken. Ama şimdi, kontrol edemeyeceğim kadar, elimde değildi hiçbir şey. Bir kadın çığlıklar arasında adımı söylüyordu. Amaris! O ağlayan kadının ise annem olduğunu söyledi, adının Bert olduğunu öğrendiğim yaşlı adam. Benim bir annem vardı, o da evimdeydi. Bir ailem vardı benim! Onlarda, nasıl geldiğimi bilmediğim bu lanet yerden, çok uzak bir yerdeydi. Evime gidecektim ben, anneme, aileme kavuşacaktım. Bunlar sadece, saçmalıktan ibaret olan şeylerdi. Havasızlıktan bayılacağımı düşündüğüm karanlık yolları, bazen sağa, bazen ise sola dönüyorduk. Labirent gibi olan bu yerin daha nereye çıktığını bilmiyordum ama önümdeki bu üçlünün, nereye gideceğimizi bilmenin verdiği cesaretle, adımlarını sağlam atıyordular. Hiç çekinmeden. Arada beni yokluyordu, Myron ve Edwin. Yvonne ise, bakışlarını hiç karşıdan çekmiyordu. Erkeklerden daha cesur gözüküyordu doğrusu. Bende, onların verdiği bu güvenle, daha iyi hissetmiyorum desem yalan olurdu doğrusu. Çünkü korkudan titreyen bacaklarımı onların sayesinde sağlam atıyordum. Yvonne’nin elinde tuttuğu okun ucunu bile nasıl yaktığını anlayamamıştım. Ama işin en garibi, aşağı inmeden önceki o odada ağzının içinde bir şeyler mırıldanmasıydı. Myron’un ise onun büyü yaptığını söylemişti. Sanırım burası tahimlerimden çok uzak, anormal bir yerdi. Gerçek ama gerçekten saçma bir yer olmalıydı, çünkü aklıma ve fikirime sığamayacak kadar garipti. Eğer bu yaşananlara daha fazla kafa yorarsam, yoracak kafam bile olmayacaktı. “Ne zaman buradan çıkacağız?” diye sordum beni ortalarına alan bu dörtlüye. Gerçekten çok havasızıdı. Her nefes aldıkça, nefes alacak kadar, hava kalmadığını düşünüyordum. Sıcak ise cabasıydı. “Çok az kaldı efendim!” diyen Otis’in cevabıyla, Edwin ile göz göze geldim. Okun ucundan yansıyan ışık, yüzünün yarısını aydınlatıyordu. “Peki buradan çıktıktan sonra bizi ne bekliyor?” kuruyan dudaklarımı ıslattım. Yaşadıklarımı hâlâ üzerimden atamamıştım ama merak ve daha neler yaşayacağımın endişesi, kalbimi daha çok sıkıştırıyordu. “Benim evime!” dedi Yvonne. Omuzun üzerinden bana baktı. Yürüdüğümüz bu zaman diliminde asla yüzüme bakmamıştı. Şimdi ise göz göze gelmemizi sağlamıştı. Bunlar beraber burada yaşamıyor muydu? Aklıma gelen ilk soru bu oldu. Daha birbirlerinin ne olduğunu bile bilmiyordum. Arkadaş mı? Akraba mı? Ya da sevgili mi? Hiçbirini bilmiyordum. Sadece Edwin ve Lowell’in kardeş olduğunu çözebilmiştim. Diğerlerinin ne olduğunu da kendi yöntemlerimle çözecekmişim gibi duruyordu. “Oraya her gittiğim de yakalanma korkusu, beni öldürüyor!” dedi Myron. “Merak etme, Yvonne yine hünerlerini sergiler orada.” Diyen Edwin’in gülümsediğini hissettim. “Kısa süreli olduğunu biliyorsunuz. Sonrasına karışmam, başınızın çaresine bakarsınız.” Diyen Yvonne’in cümlesi ile, Myron ve Edwin, başlarını arkaya doğru uzatıp birbilerine baktılar. Gözlerimi biraz kıstığımda, Myron’un baş parmağı ile boğazını kesiyormuş gibi yaptığını gördüm. “Bu kadar korkak olmayın. Gerekirse savaşırız!” dedi arkamdan Otis. Savaşmak mı? Yok artık! Korkuyla arkamı döndüm, tek bir şaka olmadığını fark ettiğim cümlenin sahibine. Otis’te hızlıca, başımın ona dönmesinin bu nedenle olduğunu anladığında, “merak etmeyin efendim. O savaşta saçınız teline bile zarar gelmesine izin vermem!” dedi soğukkanlılıkla. Gerçekten yaşanacak bir savaşın olasılığından bahsediyordu Otis. “Savaş mı?” diye sordum, kaşlarımı çatarken. “Ne savaşı?” diye sordum korkuyla karşımdaki kişilere, önüme dönerken. Otis’in dalga geçme ihtimalini düşündüm ama asla şaka yapacak bir tip yoktu arkadaşın! Edwin’in burnundan sert bir nefes verdiğini duydum. “Otis saçmalıyor Karina. Savaş falan olmayacak. Şaka yapıyor sadece.” Dedi, hafiften dişlerini sıkarken. Yvonne, Edwin’in son cümlesine kadar ona baktığını gördüm. Başını iki yöne doğru sallayıp önüne döndü tekrardan, niye böyle yaptığını anlam veremeden. “Sizi korkuttuysam özür dilerim efendim. Öylesine söylenen bir cümleydi.” Diyen Otis’in sesinin pişman olmuş bir şekilde, yavaş yavaş kısıldığını hissettim. Öylesine söylenen uzak bir cümleydi. Ses tonuna yansıyan kararlılık bunu gösteriyordu. Onların, Yvonne’in evinde olmasının diğerlerini neden ilgilendirsin ki hem? Bide öğrenseler neden savaş çıksın? Çok saçmaydı. Derin bir nefes alıp başımı iki yöne doğru salladım, bunların etkisinden kurtulmak için. “Tamam burası!” diyen Edwin’in sesiyle, adımlarımı durdurdum. “Yvonne, ışığı yukarı doğrult.” Dediğinde, Yvonne hemen oku başının üzerinden yukarıya kaldırdı. Ben de eş zamanlı olarak gözlerimi yukarı diktim. Uzun süredir bu karanlık ve havasız yerde yürüyorduk. Sonunda durduğumuzda, tam tepemizde tahtadan bir kapı olduğunu gördüm. “Atalarımızın kullandığı sığınaklar!” diyen Edwin bana baktı. “Burada görebilir miyiz peki?” diyen Myron bir ayağını kaldırmış yere bakıyordu, iğrenerek. Tabi birazda korku vardı, yüzünde. “Seninde bizden farkın yok!” dedi Otis’te arkamdan. Neyden bahsettiklerini bilemedim. Sadece gözlerim tepemdeki kapı ve Edwin’in üzerinde gidip geliyordu. “Atalarınız kim?” diye sordum. “Onlardan çok az kaldı diyebilirim!” dedi ve bir iç çekti üzülerek Edwin. Yvonne’in de yüzüne vuran sarı ışıkla yutkunduğunu gördüm, Edwin’e bakarken. Sonra ise havaya kaldırdığı okun ucundaki, kapıya baktı. “Gidelim artık Yvonne’in evine.” Dedi Myron arkasına, sağına soluna bakarken. Ne görmekten korkuyordu bu çocuk? “Alışamadın gittin onlara!” diyen Yvonne gözlerini devirip, omuzları inip kalkacak bir şekilde nefes alıp verdi. “Ya alıştım da, bilmiyorum garip hissediyorum sadece.” Myron, Edwin’e baktı. “Alınma dostum. Biliyorsun senlik bir şey değil!” deyip sırıttı. Edwin ise gözlerini devirerek, başını iki yöne doğru salladı. Alışmış gibiydi bu hallerine sanki. “Bu yol devam ediyor mu?” diye soraraken, bakışlarımı uzayıp giden karanlık yola doğru çevirdim. “Bu yol devam ediyor. Hem de her yere.” Dedi Edwin benimle birlikte aynı yöne doğru bakarak. Başka nereye çıktıklarını merak etmiştim. “Genellikle yaşam burada sürdürülüyordu ama o-” dediğinde, Yvonne lafını kesip, “gidelim artık. Gidecek yolumuz daha çok.” Derken, çok az oku indirmiş, kaşları havadayken, Edwin’e bakıyordu. Yine ciddi insan rolüne dönmüştü bu kız. Daha bir saat önce yakınlık kuracağım cümleler sarf etmişti bana bakarak. Ama şimdi, yüzü ve sesi samimilikten çok uzak bir bir şeye dönüşmüştü. Edwin’in ona karşı söyledikleri de aklımı bulandırmıştı. Yakın oldukları bariz ortadaydı, ama Yvonne’yi kıracak ve üzecek şeyler söylemesi, şaşırtmıştı beni. “Örtüyü yüzüne çek Karina.” Dedi Edwin ve kendisi de dediğini yaptı. Yüzüne kadar çektiği peçe ile bana bakıyordu, açıkta kalan gözlerle. Dediğini sorgulamadım ve bende çektim. Myron ve Yvonne’de örtüyü burunlarına kadar çektiklerinde, arkamı Otis’e döndüm. O da çoktan yüzünün yarısını kapatmıştı. “Umarım fırtına yoktur yukarda! Duydunuz mu hiç?” diye sordu Myron, Otis ve Edwin’e bakarak. “Yukarısı çok sessiz, kimse yok.” Diye cevaplayan ilk önce Otis oldu. “Buraya onlardan çok kişi gelmez. Bir iki iz sürücüden ayrı. Ama bizden birileri olabilir. Bu yüzden bastığınız her yere dikkat edin.” Dediğinde Edwin, Myron elektrik akımına maruz kalmış gibi bedenini titretti. “Sanırım ben alınmaya başlıyorum Myron.” Dedi Otis, kırılgan bir sesle. “Tamam tamam özür. Alışacağım Otis, kusuruma bakma.” Dedi Myron’da onu ikna eder gibi. Bizden birileri olabilir deyince, benimde gözlerim karanlık olmasına rağmen, etrafı incelemeye başladı. Görmemeyi umut ettiğim bir kıpırtı ya da gölge aradı gözlerim. Umarım karşıma çıkmazdı, gözlerimin inatla aradığı şeylerden. O evden çıkmadan önce iz sürücüler dedikleri birilerinin geldiğini söylemişlerdi. Ve onların da iyi niyetli olmadığı bariz ortadaydı. Buralarda onlardan görmek, kelimesi bile tüyler ürperticiydi. “Aptal!” dedi Yvonne, Myron’a bakıp gözlerini devirerek. Myron bu kelimden alınmaktan çok gözlerinin kısıldığını gördüm ve örtünün altından kıkırdayarak cevap verdi. “Çene çalmayı bırakın artık! Kapıyı açacağım. Ama uzun süredir açılmıyor. Biraz zorlayabiliriz bizi.” Dedi Edwin ve tekrardan konuştu. “Sakın dokunmayın o süre zarfında bize. Anlaşıldı mı?” diye sordu, gözleri Yvonne ve Myron’un gözlerinin içine bakarak. Onlarla birlikte ben de başımı sallayarak onu onaylamış oldum. Neden dokunmamız gerektiği uyarısını anlamasam da, söylediği şey bir tehlike arz ediyormuş gibi konuşmuştu. Otis, “izin verir misiniz efendim?” dedi ve bir adım kenara çekildim geçmesi için. Hâlâ bana efendim diyordu. Bu sıfat gerçekten sinirlerimi bozuyordu fakat uyarılarım ondan pek işe yaramış gibi gözükmüyordu. Her zaman duyacakmışım gibi geliyordu ondan efendim kelimesini. Kenara çekilip izin verdiğimde, Otis Edwin’in yanına geçti. Üzerimizden geçen tavan çok yüksek durmuyordu. Elimi yukarı kaldırdım bunu teyit etmek için. Daha yukarıya fazla kaldırmadan, parmak uçlarımı, nemli ve yumuşak toprak karşıladı. İşaret ve baş parmağımı birbirine sürterek, bakışlarımın hizasına getirdim. Gözlerimi kocaman açmış, görmeyi amaçlıyordum. Sağım solum, üstüm ve ayaklarımın bastığı her yer topraktı. Ve soğuktu. Ama gerçekten bu soğukluğu hissedemeyecek kadar içerisi sıcacıktı. Edwin’in zorlandığını belirten sesiyle, birbirine sürttüğüm parmaklarımdan aldım bakışlarımı ve karşımda kapıyı açmaya çalışan o kişilere yönelttim. Otis’te Edwin’in bileğinden tutmuş, kapının ucundaki halkadan kapıyı açmaya çalışıyorlardı. “Kendimi zor tutuyorum, kapıyı açmamak için!” diyen Yvonne, bir ayağını geriye doğru atmış, gerçekten zorlanıyormuş gibi bir hali vardı. “Bende!” dedi Myron kollarını göğsünde bağlarken. Duruşu ve sesine nazaran, aldırış etmiyordu daha çok. “Çok az kaldı!” Edwin son cümlesinin harfini sıktırdığı dişlerinin arasından uzatırken, kapı ağır ağır aşağıya doğru açılmaya başladı. “Geri çekil!” dedi Yvonne hızla, bana bakarak. Hemen üçümüzde topuklarımız duvara temas edene kadar geri çekildik. Açılan tahta kapının arasından, yavaş yavaş zemine kumlar dökülmeye başladı. Gözlerimi kumlardan ayırmadan izlerken, kapı aniden Otis ve Edwin’in sayesinden aşağıya doğru açıldığında, beşimizin ayaklarına kadar sarı kumlar döküldü yukardan. Korkuyla ağzımdan bir inleme firar etti ve sırtım arkamda kalan duvara daha çok yasladım. Arka arkaya yukardan kumlar süzülüyordu, bir su gibi. Bakışlarımı, görmeyi beklemediğim kumlardan çektim ve yukarıya doğru kaldırdım. Şimdi ise içeriye güneş vuruyordu. Elimi alnıma çıkardım, ışınlardan korunmak için hemen. Açılan tahta kapının üstünden, içeriye olduğu gibi ışık giriyordu ve ben bakışlarımı görünen gökyüzüne kaldırdım. Tabi güneş yüzünden görmek mümkün değildi. “Hadi çıkalım!” dedi Edwin ama o esnada kulaklarıma farklı bir ses geldi. Bir tıslama. Uzayıp giden karanlık yola doğru çevirdim, geldiğimiz yönün tam tersine. Gerçekten bir tıslama duyup duymadığımı teyit etmek amacıyla kulak kabarttım ama bu sefer bir değil iki kere tıslama sesi geldi. Sırtımı duvardan ayırıp, diğerlerine söylemek için dudaklarımı heyecanla aralamıştım ki, Edwin benden önce davranıp, “Buradalar!” dedi. Kim buradaydı? Kimin olduğunu soramadan, “bizi görmemeler lazım!” dedi ve, “Yvonne atla yukarı ve hemen Karina’yı yukarı çıkar!” Yvonne başını salladı ve bir şeyler mırıldanarak dudaklarını hareket ettirdi. Elindeki okun ucunda yanan ateş içeriye doğru süzülüp yok oldu. Myron ise ikimizin ortasına geldi, iki elinin parmaklarını birleştirip, çıkması için bir basamak oluşturdu. Her şey hızlı ilerleyen bir zaman gibi işliyordu. Ben ne olduğunu anlayana kadar, yaptıkları eylem, bir su gibi akıyordu. Yvonne, Myron’un eline bir ayağını koyup, dışarıya açılan kapını iki yanından tutup kendini yukarıya doğru itti. Kollarından destek alıp, tüm bedenini yukarıya çıkardığında, elindeki yayı, sırtına astı. Hemen dizlerinin üzerine çöküp, iki elini de içeriye doğru uzatarak, “çabuk olun!” derken, parmaklarını hareket ettirdi. Korkuyla yutkundum. Tıslama giderek bize yaklaşıyordu. İçerde bir yılan daha olmalıydı. Siktir! Ben sevmediğim bu hayvanları her yerde görmek zorunda mıydım? Tabi kumların bol bol olduğu bu yerde yılanda olurdu, her türlü hayvanda. Hangi insan burada yaşamayı seçer ki? Aklıma sığamayacak kadar hayal gücümü zorluyordu. “Gel Karina!” dedi Edwin ve iki elinin parmaklarını, bedenini birazcık eğerek, aşağıda birleştirdi. “Yılan mı var içerde?” diye sorduğumda, bir ayağımı birbirine kenetlediği ellerinin üzerine basmıştım. Dengemi korumak içinde, bir elimi omuzuna koydum. “Gözcüler!” tuttuğu nefesini geri verdiğinde, bir ayağımı üzerine bastırdığım ellerini, yukarıya itti. O an da korkuyla inledim ve iki elimi de yukarıya kaldırıp, Yvonne’nin bana uzattığı ellerini tuttum. Yvonne beni tutar tutmaz yukarıya çekti. Bacaklarımda hissettiğim iki elde yukarıya çıkmam için yardımcı oluyordu. Bende kendimi yukarıya doğru iterek, o karanlık yerden sonunda bedenimi, çıkarmaya çalışıyordum. Yvonne hâlâ ellerimi bırakmadan biraz daha çekti beni o yerden. Sonunda ellerimi bırakıp kalçasının üzerine yere düştüğünde, bende avuç içlerimi yere bastırıp, korkudan kesilen nefesimi düzene sokmaya çalıştım. O karanlık ve tıslama seslerinin giderek arttığı yerden kendimi çıkarmıştım. Sıcak şimdiden ensemi yakmaya başladı. Burnuma kadar çektiğim örtünün altından derin bir nefes verdiğimde, yüzüm tekrardan yanmaya başladı. Ağır ağır kafamı yukarı kaldırdım nerede olduğumuzu görmek için. Ama değişen hiçbir şey yoktu. Sonsuzluğa uzayıp giden kumlardan başka hiçbir şey yoktu civarda. “Yine mi çöldeyiz?” diye sorduğumda ayaklarımı kalçamın altında yerleştirip, ellerimi dizlerimin üzerine koydum kendi kendime sorduğum bir soruyla yüzleşirken. Yakıcı güneş tam tepemizden olduğum yere olduğu gibi lavlar saçarken, kumların üzerinden yansıyan ışıkta gözlerimizi yakıyordu. Görmemizi daha da zolaştırıyordu. “Ne sanıyordun ki?” diyen Yvonne burnundan gülme sesine benzeyen bir ses çıkarıp, alnını elinin tersi ile sildi. Yvonne’ye baktım. Hâlâ düştüğü kalçasının üzerinden kalkmamıştı. Sıcak onu da epeyce etkiliyordu. Alnını eliyle silip, parmak uçlarına bulaşan terleri, hoşnutsuz bir ifade ile bakıyordu. Arkamdan gelen kıpırdaşmalar ve seslere bakınca, Myron’un da oradan çıktığını, hemen onun arkasında da Otis’in tırmandığını gördüm. Çok geçmeden Edwin’in de iki elini kenarla yaslayıp, o yerden çıkarak sırtını bize, önünü de açık duran o yere çevirip, elini içeriye doğru uzattı. Kapıyı tekrar kapatmak için kendisine doğru çekerken, uzun süren bir tıslama sesi, olduğumuz yere kadar geldi. Edwin hemen kapıyı çekti ve kapanan kapının altından arka arkaya vurma sesine benzer, sesler gelmeye başladı. “Siktir!” dedi Edwin dişlerinin arasından. Kapının üzerindeki, demir halkayı bırakmamıştı. “Biri var orada!” dedim dizlerimin üzerinden kapanan kapıya doğru sürünüp, kocaman gözlerle, kapattığı kapıya bakan Edwin’in yanına geldim. “Gözcüler, dedi ya!” dedi Yvonne. “Gözcüler kim? Niye orada kimseyi göremedik?” diye sordum oturan kadına. Bir silüet bile görememiştim o yerde. “Sessiz ol Karina!” diyen Myron, bir eli kalbinin üzerinde kendini sakinleştirmeye çalıyor gibiydi. Daha sonra ileriye doğru uzattığı bacaklarının, bir ayağının bileğine parmaklarını dolayıp, gözlerini bana dikti. “Seslere gelecekler! Umarım, takip etmezler sesleri!” dedi ve sırtı ona dönük Edwin’e baktı. Bende Edwin’e baktım. Bir elimi omuzuna koydum bana bakması için. Sonunda yaptığım temasa karşılık verince, göz göze geldik. “Kimdi o gelen? Ben kimseyi görmedim!” dedim endişeyle. Tekrar kapıya bakınca, vurma sesi kesilmişti. “Uzaklaşıyor!” diyen Otis’in sesi ile ona döndüm. Kulağını kuma dayamış, dizlerinin üzerinde bir duruş sergiliyordu. Niye öyle yaptığını sorgular gibi kaşlarımı çatıp Otis’e uzun uzun baktım. “İkisi de uzaklaşıyor!” dedi ve gözlerini yumup, “fakat çok hızlılar!” dediğinde, tekrardan Edwin’e baktım. “Ne oluyor? Ben orada kimseyi görmedim! Kimdi onlar?” deyip korku ve endişe ile yutkundum. Omuzuna koyduğum elimin temasını çekmemiştim. Arkamdan birinin genzini temizlediğini duydum. “Tamam korkma Karina!” diyen Yvonne ayaklanmış, kalçasına yapışan kumları iki elinin yardımıyla temizliyordu. Gözlerim bu sefer onun üzerindeydi. “Onlar göremeyeceğin kadar sessizler. Her yerde olabilirler. Burada bile!” dediğinde, kıpırdamamak ve etrafı incelememek için kendim zor tuttum. “Benim evime geçtiğimizde tek tek anlatacağız sana!” deyip etrafa göz gezdirdi. “Otis, sende bak. Civarda görünen kimse var mı diye.” dedi bu sefer, kumların üzerine kulağını yaslayan kişiye doğru. İçimdeki endişe kabukları, teker teker kırılmaya başlandı. Burada bile, yanımızda bile olabileceğini kastetti Yvonne. Ama bu sefer iz sürücüler değil, gözcüler diye bahsetmişti. Buz gibi kesilen adam baktım, Edwin’e. Kapattığı kapıyı daha bırakmamıştı ve benden daha çok korktuğuna yemin edebilirim. Çünkü hareketsizce, gözlerini ayırmadan, tahta kapıya bakıyordu. Tahta kapının üstü, toz tabakasıyla kaplanmıştı. Etrafını saran kumlar ise etrafında büyük basamaklar oluşturarak, onu daha çok alçakta bırakmıştı. Giderek daha çok kuma batacağı kesindi. Yerin altında uzayıp giden o yol her neyse, her yere çıktığını söylemişti Edwin ve sanırım bu kapılardan her yerde olması muhtemeldi. Edwin’in omuzunda duran elimi indirdip, yanıma saldım. Elimin yokluğunu hemen fark ettiğinde, bakışlarını bana döndürmeden, hafif başını olduğum yere çevirmişti. En azından, gözlerini alamadığı kapının üstünden onu kurtarmıştım. “Edwin,” diye fısıldadım ismini telaffuz ederken. “Gözcüler kim?” diye sorunca, başımı hafif ona yaklaştırıp, alttan bakışlarımı sadece yan profili gözüken adamın suratına diktim. Daha fazla göz temasını kurmayı ertelemeden gözlerimin içine baktı. Derin bir nefes aldı yanımda. Üzülüyor ve gergin bir ruh haline bürünmüş gibiydi. “Gözcüler,” dedi ve yutkundu. Ama tek bir saniye bile gözlerini kırpmadan, örtünün üstünden görünen gözlerimin içine baktı. “Bizden birileri onlar! Ama öfkeliler. Onlarda iyi değiller!” dedi tek nefeste cümlelerini. Onlardan birileri mi? İyi değiller mi? Diğerlerine çevirdim bakışlarımı. Üçü de ayakta bizi izliyorlardı. Ense kökümden bir ağrı peydah oldu. Şu anda bulunduğum yerdeki insanların çoğu iyi özelliklere sahip değildi. Dizlerimin üzerine tüm ağırlığımı verip ayağı kalkmayı başardım. Korku, tedirginlik ve endişe birer kaftan gibi sırtımdaydı. “Onlar bize zarar veremez Karina!” Edwin’de ayaklanıp tam karşımda durdu. “Çünkü artık sen buradasın. Tek kurtuluşumuz!” dediğinde, gözleri heyecanla söylediği şeyler yüzünden parlıyordu. Ama benimkiler onun tam tersi, söylediklerinden hiçbir şey anlamadığım için, şaşkınlıkla bakıyordu. Benim burada olmam ne alakaydı? Ben sadece talihsiz bir şekilde buraya düşmüş kaybolan biriydim ve en kısa sürede de buradan gidecektim. Tek kurtuluşumuz dediği kelimedeki şahısın ben olduğumu düşünmüyordum. “Anlamıyorum!” dedim hepsine tek tek bakarken. Şu anda deli gibi esiyordu ellerim. “Edwin saçmalıyor Karina!” Araya Yvonne girdiğinde, iki adımla ben ve Edwin’in yanında durdu. “Sanırım yer altında fazla kalınca, havasızlıktan ne söyleyeceğini bilemedi!” dedi ve ondan uzun olan adama başını kaldırıp baktı. Yeşil ve mavi gözlerinde uyarıcı bir bakış vardı. “Acıkmışsındır şimdi! Benim yuvama gidelim, bir şeyler atıştırırken konuşuruz.” Dediğinde, göz ucuyla son kez Edwin’e bakıp arkasını dönerek uzayıp giden kumların üzerinden yürümeye başladı. Söyledikleri yeterli gelmemişti. Aklımda tek bir şüpheyi, soru işaretini yok edememişti Yvonne. Edwin, başını bir suçlu gibi öne eğerek, salladı. Mimiklerini göremiyordum ama gözleri yorgun gibi bakıyordu. “Yolumuz uzun Karina.” Dedi Edwin, “devam edelim.” Göz ucuyla son kez kapanan kapıya bakıp, Myron ve Yvonne’in arkasından yürüyerek, asla bitmeyecek olan kumlarda yürümeye başladım. Edwin ve Otis, çıktığımız o yerin kapısını, görünmeyecek bir şekilde üzerini kumlarla kapatıp arkamdan gelmeye başladılar. Koca çölün ortasında tek bir ılık rüzgar esmiyordu. Elimi alnıma çıkarıyor, bizden başka buralarda birileri daha var mı diye kontrol ediyordum. Ama sadece havada, bir su dalgasını anımsatan dalgalar görünüyordu. Çok sıcak olduğunu bile bu dalgalardan görmek mümkündü. Yanımızda ne su vardı ne de karnımızı doyuracak tek bir lokma ekmek. Eli boş bir şekilde çıkmıştık o evden. Burada kaç saat geçirdiğimin bile farkında değildim çünkü zaman algım toz olup uçmuştu. Artık açlığı ve susuzluğu dibine kadar yaşıyordum. Çabuk o eve varmamız lazımdı, hem de en acilinden. En önde artık Edwin vardı ama asla kum ve sıcak onu etkilemiyordu hatta uzun süredir yolda değilmişiz gibi enerjik görünüyordu. Bu sefer bakışlarım omuzumun üzerinden arkama çevirdim, Otis’e bakmak için. O da sağlam gözüküyordu. Bu çocuklar sıcak nedir bilmez miydi? Yvonne’de Edwin’in bir adım arkasındaydı. Adımları arada sersemliyor, dengesini kaybetmesini sağlıyordu. Onun da enerjisinin son saflarındaydı fakat belli ettirmemek için daha büyük efor harcıyordu. Ve bu yerden nasibini alan tek kişi ben ve Myron’duk. Hatta Myron bende bile beterdi. O kapıdan çıkar çıkmaz Yvonne yine gözlerini bağlamıştı. Ben de koluna girmiş, yürütmeye çalışıyordum. Ama benimde dengemi kaybettirip üzerine birkaç kere düşmeme neden olmuştu. Durmadan itiraz eden cümlelerini, mızmızlanmalarını ve bu durumdan yakınmasını dinliyorduk. En azından bu sefer ayaklarımızın hepsi kuma batmıyordu. Yoksa asla yürünmezdi Myron ile. “Daha ne kadar devam edecek bu yol?” diye sorup yutkundum. Boğazım öyle kurumuştu ki, belki saniyede bir arka arkaya yutkunuyordum ama asla faydası yoktu. “Bir gün!” dedi Yvonne arkasını bana döndürmeden. O anda ağzımdan kocaman bir, “Ne!” kaçmıştı. “Nasıl bir gün? Şaka yapıyor olmalısın!” dedim yakına yakına. Değil bir gün, birkaç saat daha bu yerde yürümeye devam edersem, ölebilirdim. “Hayır, şaka yapmıyorum!” dedi gözlerindeki ciddiyetle, omuzunun üzerinden bana bakarken. Şu anda hepsinin nerede yaşadığını çok merak etmiştim. Yvonne’in evi de çölün ortasında mıydı? Ya da daha az yaşanılır bir yer miydi? Burası kadar kötü değildir umarım! “Bir gün boyunca çölün ortasında yürüyemeyiz! Üstelik yanımızda hiç yemek ve su da yok!” dediğimde, Myron ağlamaya benzer bir ses çıkardı genzinden. “Su deme lütfen!” dedi peçenin altından boğuk bir sesle. Ben de su deyince, daha çok susuyordum. Bu yüzden, dilimi dudaklarımın üzerinde gezdirdim. “Merak etme, hep böyle sürecek değil. Suya varacağız!” dedi Yvonne. Dalga geçiyor olmalıydı. Çünkü devasa bir kum havuzu ve başımın üzerinde yanan koca lav topunu unutuyordu. Uzayıp giden kumdan başka yoktu, gözlerimizi karşılayan. Etrafa göz gezdirdim. Civarda hiçbir şey yoktu. Sadece bu beşliden ayrı! Su bulma olan ümidim hiç yeşermediği için içimde, tükenmişlikle tekrardan önüme çevirdim bakışlarımı ve Yvonne’yi kastederek, “su bulacağımızı zannetmiyorum! Zaten dayanacak halim de kalmadı!” dedim. “Sen öyle sanıyorsun ama en dayanıklıları sensin!” derken Yvonne, Edwin’e bakmıştı. Edwin’de göz temasını hemen sağladı onunla. Ama bir şey demedi sadece kısa bir bakış atıp önüne çevirdi. Etrafımda sadece dayanıklı olan Edwin ve Otis’ti. Myron ise benim sayemde ayaktaydı, ben yine ilerlerdim ama o, biraz daha devam ederse, bayılabilirdi. Yvonne’in kendisi bile yalpalayarak yürüyordu, o da iyi değildi. Bende onlar gibiydim. Ve öyle sanmıyordum, çünkü zaten öyleydi! Daha fazla konuyu uzatmak istemedim. Zaten hiçbirinin yürümekten başka çaresi yoktu. Daha fazla bu konu hakkında konuşmak, beni de diğerlerini de epey yorardı. Ellerinden bir şey gelse, yapacaklarına emindim. “Şimdi gideceğimiz yer nasıl?” diye bir soru attım ortaya. Başka konularla ilgili merakımı giderebilirdim. “O kadın,” deyip yutkundum. “nasıl bulacağız?” Edwin burnunu çektiğini duyduğumda, hafifçe başını öne eğmiş ağır ağır sağa sola sallıyordu. Yürüdüğümüz süre zarfında hiç konuşmamıştı. Özellikle o yerden çıktıktan sonra, sessizliğie gömülmüştü. Nedenini merak etmiştim doğrusu. Düşünceli görünüyordu. “Kadın her yerde olabilir.” Nefes nefese konuşan koluna girdiğim Myron’du. “Yani belli bir yeri yok!” dediğinde, başımı Myron’dan azıcık uzaklaştırmış ve kaşlarımı anlamadığım için çatmıştım. “Nasıl bulacağız o zaman?” diye sordum. Eğer bulamazsak eve gidemezdim. Sonsuza kadar burada kalırım demekti bu. Asla burada kalamazdım asla! Ümitsizliğe kapılmak istemedim hemen, diğerlerini de dinlemem gerekiyordu. “O da arıyordur eminim ki.” Diye konuşan arkamdan dört adımlık mesafe bırakarak yürüyen Otis’ti. Neyi aradığını sormak istedim ama Otis yeniden konuşmaya başladı. “Taşı o da arıyordur. Umarım bizden önce o bulur!” dediğinde Otis ile göz göze geldim. Bert’in taştan bahsettiğini hatırlıyordum. Sanırım bu taş her neyse herkes bunun peşindeydi. Ama benim onla ne alakam vardı? Ve sanırım hiç kimse o arkamızdan gelen kişilerin bulmasını istemiyordu. “Nasıl ki bu taş, yani neye benziyor? Ben sadece buradan gitmek istiyorum.” dedim hafiften gözlerim dolarken. Taş falan umurumda değildi. Ben o kadını bulup evime göndermesini sağlayacaktım. “Kadını bulacağız Karina! Sende evine gideceksin.” İlk defa muhabbete dahil olmuştu Edwin. Sesiyle önüme dönmemi sağladı. “Seni evine göndereceğiz!” dediğinde, Yvonne uzun uzun Edwin’e baktı. İkisinin de yan profili görünüyordu. Gözlerinde okunan ifadeyi de göremiyordum. Sesi bunun vaadini veriyordu. Az da olsa içime su serpmişti. Edwin söyleyince, bunun gerçekten öylesine söylenmiş bir cümle olmadığını sezmiştim. Gülümsemeden edemedim bunun vermiş olduğu rahatlamayla. Ama kimse göremezdi bu tebessümü. Güneş yavaş yavaş yerini aldığı gökyüzünün en tepesinden uzaklaşıyordu. Batmak üzereydi ve parça parça görünen bulutların arasından gök yüzü turuncu renklerle, renk cümbüşü yaratmıştı. Şimdi ise yakıcı sıcaklığın yerini, serin hava alıyordu. “Fırtına çıkma ihtimali var mı?” diye soran Yvonne, konuşmalardan sonra uzun süren bir yürüyüşün ardından sorusuyla birlikte durmuştuk. Saat üç ya da dört olabilirdi. Bu havalar, hep o saatleri anımsatıyordu bana. Sorusu bende daha büyük bir endişeye mahal verdi. Fırtına çıkarsa eğer, kumların altında sadece cesetimize ulaşırlardı. “Şu anda bir şey yok gibi. Fakat geceyi bilemem!” diyen Edwin’de kararsızdı. Kum fırtınasından korunacak hiçbir şeyimiz yoktu elimizde. “Gözlerimi açsam artık! Çünkü baya baya kör oluyormuşum gibime geliyor.” Diyen Myron kolumdan çıkmış, kumların üzerine oturmuştu. Dizlerini de hafif karnına kadar çekerek, kollarını etrafına sardı. “Biraz daha dayan. Şafak vaktinde bizim orada oluruz!” Diyen Yvonne, “bence burada kamp kurabiliriz.” Dedi ve pelerinin iplerini çözmüş, sırtındaki yayı ve ok dolu olan sepeti yere indirmişti. Daha sonra o da yere oturdu. Otis bedenini bana yan çevirmiş, gözleriyle etrafını inceliyordu. “Sende otur Karina.” Diyen Edwin’in de onlar gibi yere oturduğunu gördüm. “Ben nöbet gözcülük yapacağım! Bir şey olursa haber ederim.” Diyen Otis, bir şey söylememize izin vermeden olduğumuz yerden uzaklaşmaya başladı. “Nöbetleri değişiriz!” dedi Edwin’de arkasından bağırarak. Otis’de sadece bir elini havaya kaldırıp selam verir gibi yaptı. Otis çoktan bir kum tepesine doğru çıkmıştı, ben de daha fazla ayaklarımın üstünde duracak halim olmadığından, kalçamın üzerinde serinleyen kumların üzerine düşüverdim. O an otur oturmaz, bacaklarımdan büyük bir sızı ortaya çıktı. Dişlerimi sıktım, acıyı en hafife indirmek için. O kadar yürümüştüm ki, oturunca anladım bunu. “İyi misin?” diye sordu Edwin, yüzündeki peçeyi aşağı indirirken. “İyim iyim, sadece bacaklarım ağrımış o kadar.” Dediğimde, bende elimi yüzüme atıp peçeyi aşağı indirdim. Yvonne’de çok geçmeden indirdiğinde, yayını ve oklarını dizlerinin yanına kadar sürüyüp elinin birini üzerine yasladı. Bir şey olsa, saniye sürmeden yayının ucuna okunu yerleştirebilirdi. Eli bunun için tetikte görünüyordu. Biraz daha bakınca, pantolonuna sıkıştırdığı aşınmış bıçağı buradan bile görebiliyordum. Güneş atık yok oluyordu. Şimdi ise buz gibi hava sarıyordu bedenimizi. Asla bir ayarı yoktu. Zaten çöldeydik, böyle olması doğaldı. Ama benim bu çölde ne işim vardı, onu çözememiştim işte! Myron iki elini birbirinin üzerine koyup, yanağının altına bir yastık gibi yerleştirmiş, uyuyordu. Yvonne’de sepetindeki okların uçlarını kontrol ediyordu, büyük bir sabırlılıkla. Edwin ile de arada göz göze gelsem de, bakışlarını ilk o kaçırıyordu benden. Ama fazla sorgulamadım bu durumunu. Bu sefer Otis’e baktığımda, bütün kum tepelerini arşınladığını söyleyebilirdim. Burada dinlenmeye başladığımız zaman asla oturmamış, hep gözcülük yapmıştı. Hava iyiden iyiye soğuyunca, dizlerimi karnıma kadar çekmiş, etrafına kollarımı dolayarak, ısınmayı amaçlıyordum. Açlık da bastırınca, ısınmak daha da güçleşiyordu. Uyumak istememiştim bu yerde. Kumlar güvenli değildi, bir şey çıkar diye ödüm kopuyordu. Ateş yakmayı teklif etmiştim dil ucuyla, ama hiç sonunu getiremeden, Yvonne ve Edwin, yerimizi kendi elimizle göstermiş olacağımızı söylediler. Haklılardı. İz sürücüler kimdi bilmiyorum ama onlara yakalanma fikri, donarak ölmenin daha iyi olacağını söylüyordu. “Evim burası gibi değil.” diyen Yvonne arkamda oturuyordu. Gece çökmüştü üzerimize, fakat gökyüzünde apaçık belli olan yıldızlar yeterli ışık kaynağıydı, birbirimizi görmek için. Bir oku elinde, gözleri ve parmaklarıyla sivri yerini inceliyordu. “Yani rahat edersin.” Dediğinde bakışlarını yüzüme çıkardı. Myron cenin pozisyonunda, Yvonne’nin yanında uyuyordu. Kıpırdayınca, bakışlarım saniyelik üzerine döndü. Hemen ayak ucunda, Edwin vardı. İki kişinin sığacabileceği kadar mesafe vardı aramızda. O da benim gibi oturuyordu. Yvonne’de bir ayağını uzatmış diğerinide katlamıştı. Burası olmadığı için şükür etmiştim içimden. Ama çıtayı çok yükseltmek istemedim. Her an her şey olabilirdi. Burnumu çekip önüme dönünce, dudaklarımdan kesik bir nefes dışarı verdim. Çenemi de dizlerimin üzerine yasladığımda, Edwin’in gözlerinin üzerimde olduğunu hissediyordum. Bulmak istediğimiz kadın aklımın odalarında geziniyordu. Onun nerede olduğunu bilmemek içimdeki kasveti harlıyordu. “O kadını gerçekten bulabilecek miyiz?” diye sorduğumda, dizlerimin üzerine yasladığım çenem yüzünden sesim biraz tuhaf çıkmıştı. “O kadını bulacağız!” dedi Edwin hiç tereddüt etmeden. “Neye benzediğini biliyor musunuz?” diye sordum. Bu sefer de yanağımı dizime yasladım ve Edwin’e baktım. Yorgunluk, üzerime çökerken, gözlerim ağır ağır kapanıyor açılıyordu. Edwin başını olumsuz anlamda salladı. Gözleri ise yıkılmış bir binanın tozunu taşıyor gibi umutsuzdu. Gerçekten neye benzediğini bilmiyordu. “Her şey olabiliyor o kadın! Karşımıza çıkmış bile olabilir, ama sezgilerimiz, bir şeyi bulma arzusu, seni o yola ulaştırıyor. Yani o kadın karşımıza çıktığında, o olduğunu anlayacağız Karina!” dediğinde Edwin, derin bir nefes alıp içtenlikle gülümsedim. İnanıyordum ona. Nasıl olduğunu bilmeden. “Uyu istersen, sabah olmadan gideceğiz!” deyip o da bana içtenlikle gülümsedi. Gözlerim giderek ağırlaşıyordu. Uyku beni çekiyordu içine yavaş yavaş. “Bende Otis’i çağırayım. O da dinlensin!” dediğinde ayaklanmış göz kırparak uzaklaşmıştı yanımızdan. Yanağımı dizimin üzerinden çekmeden Yvonne ve Myron’a baktım. Yvonne sırt üstü uzanmış, karnının üzerinde bir ok ve üzerinde yaslı duran yayı vardı. Myron cenin pozisyonunda biraz daha yaklaşmıştı yanında uyuyan kadına doğru. İkisinin başının arasında birkaç santimden fazla yoktu. Yvonne’in çenesinin ucuda, Myron’un saçlarının üzerine değiyiyor diyebilirdim. Esnemeye başladığımda, birkaç dakika uyumanın zararı olmayacağını düşündüm. Şu anda Otis’te buraya doğru geliyordu. Gözcülük görevini ise Edwin almıştı. Onlar buradaydı, rahat rahat uyuyabilirdim. Zaten biri geldiğinde bizden önce onların haberi olurdu. Ne zaman gözlerimi kapatıp uyuduğumu bilmediğim o kısacık zaman diliminde, omuzumun dürtülmesiyle gözlerimi hızlı hızlı kırpıştırıp başımı yukarı kaldırdım. Bedenini hafifçe üzerime eğen, Edwin ile göz göze gelince, dudaklarında içten bir gülümseme ile karşılaştım. “Uyandırmaya kıyamayıp, kollarımda taşımayı düşündüm seni ama,” deyip bu duruma içerlemiş gibi bir omuzunu silkeledi. Dediği şey ile bende gülümsemeden edemedim. Dizlerim hâlâ karnıma yaslıyken, bedenim iki büklüm bir şekilde uyumuştum. Fakat öyle sırtım ağrımıştı ki, gerilen sırtımın ağrısı her yerime sızınca, omuzlarımı geriye doğru atıp gevşemesini sağladım. “Gitme vakti artık Karina!” diyen Edwin’den bakışlarımı çekip çoktan ayaklanan kişilere baktım. Yvonne sırtına ok dolusu sepetini asmış, yayını ise diğer omuzuna atmakla meşguldü. Myron’da gözleri kapalı bir şekilde kollarını göğsünde kavuşturmuş arada bir esniyordu. Otis’te bizden uzakta kum tepesinin üzerinde gözcülük yapıyordu. Saat kaçtı bilmiyorum ama şafak sökmek üzereydi. Hava ise hâlâ ısınmamıştı. Soğuk tenime hücum edince dişlerimi birbirine vurmakta geciktirmedim. “Yola çıksak iyi olur artık!” dedi Yvonne pelerinin iplerini çenesinin altında birleştirirken. Yine bitmek bilmeyen bir yol macerası bekliyordu beni. Ama bu çölün nereye çıkacağını merak ediyordum, çünkü sonu yokmuş gibi geliyordu. Baktıkça daha da sıkıntı doluyordu içime. “Çok fazla yolumuz kalmadı.” Edwin tam yanımda, yüzüme bakıyordu. Sanırım yolu düşündüğümü yüzümdeki memnun olmayan ifadeden anlamış olacak ki, beni rahatlatmak istercesine söylemiş gibiydi. Uyumadan önceki düşünceli hali gitmiş gibiydi. Şimdi daha iyi görünüyordu. Otis’in de bize doğru geldiğini görünce, çoktan ayaklanmış üzerime yapışan kumları temizlemiştim. Ve yine yola koyulmuştuk. Yvonne ile Edwin yine en öndeydi. Myron kolumda, Otis ise aradaki mesafeyi çok fazla açmadan arkamızdan geliyordu. Gözleri ise hep arkada, sağımızda, solumuzdaydı. Asla başını tek bir yönde tutmuyordu. Diğerleri de öyleydi. Hazır da ve herhangi bir kıpırtıda harekete geçiceklermiş gibi tetikdeydiler. Açlık ve susuzluk kafama vurmuştu. Ama iyi dayanmıştım. Güneş ise yavaş yavaş baş gösteriyordu sıcaklığını. Sert ayazın yerini kavurucu sıcaklığa bırakıyordu. Uzun bir süre yürümeye devam ettiğimizde, gözlerim bu sefer ayak ucuma indi. Dikkatimi çeken şey ise yavaş yavaş kumların yok olduğuydu. Düz bir araziyi anımsatmaya başlamıştı. Nasıl olduğunu anlayamamıştım. “Kumlar,” dedim şaşkınlığımı gizleyemeden. “Kumlar yavaş yavaş kayboluyor!” sanki çölü geride bırakmışız gibi bir yola giriyorduk. “Evime yaklaşıyoruz.” Dedi Yvonne bana bakıp son kelimenin harfini uzatırken. O anda bir rahatlama geldi. Kumlar yok oluyordu ayağımızın altında. Her yürüdükçe, gözle görülür bir netlik kazanıyordu. Karşıya gözlerimi diktiğimde ise artık kum değil, zemini yarık yarık olan, büyük bir erozyona maruz kalmış bir yapı görünüyordu. Ama o yarıkların etrafında çiçekler vardı. Siktir! İçimden büyük bir şaşkınlığın nişanesi olan küfürler sıralarken, gördüğüm manzara beni hayrete düşürmüştü. Çiçekler vardı, ve çöl ile arasındaki bir sınır çizgisi gibi gelmişti bana. “Nasıl olabilir bu? Yarısı çöl iken, yarısı bu şekilde?” diye sorup çoktan yarık yarık olan arazinin içine adımlarımızı atmıştık. Adımlarımı durdum ve eğilip beyaz çiçeklerden birini kopardım. “Daha şaşıracağın çok şey var!” dedi Myron. Çiçek koparmak için eğildim için aşağıdan bakmıştım yüzüne. Fakat kulağıma derinlerden gelen bir ses ile, gözlerimi kısıp dinlemeye başladım. Su akıyordu. Evet su akıyordu bir yerlerde. Bir dere, ya da şelale olmalıydı. Önümde ayakta duran ikiliye baktım, Yvonne ve Edwin’e. “Bir yerlerde su akıyor!” gözlerimi kocaman açmış, bir şeyler söylemelerini bekledim. “Evet şelale var. Az kaldı oraya.” Dedi Edwin, şaşkınlığıma sırıtarak bakıp. Bir dizim yukarda diğer ise yere değerken, hâlâ ayaklanmamıştım. Önce kopardığım beyaz çiçeğe daha sonra ise, omuzumun gerisinden geldiğimiz yöne doğru baktım. Çöl görünüyordu. Kumları parlıyordu. Ama bu iki yerin arasındaki fark, çok belli olmayacak bir şekilde silikti. Ama netti de. Karışık bir durumdu. Değişik bir yerdi! Ve benim burada olmamam lazım!
|
0% |