Yeni Üyelik
10.
Bölüm

9.BÖLÜM

@kadrisyazar_

ÖLÜ RUHLAR DÖNGÜSÜ

 

9.BÖLÜM

 

 

 

“Karina North”

Dizimi birini kırarak oturduğum bu yerde, iki parmağımın arasında tuttuğum beyaz çiçekle yarık yarık olmuş arazinin derinlerden gelen su sesini gözlerimi kapatmış dinliyordum. Burada olduğum bu zaman diliminde görebildiğim sadece kumdu. Tabii ki bir de beyin eriten güneş vardı! Şimdi ise derinlerden gelen su sesi, istemeden mutlu etmişti.

Derin bir nefes çektim, gözlerimi açmadan. Buradan bile havasının çok farklı koktuğunu hissedebiliyordum. Çünkü ılık bir rüzgar, hafiften yüzüme çarpıyor oradan da saçlarımı geriye doğru yatırıyordu. Bahar esintisini olduğu gibi burnumun ucuna getirmişti. İlerisinde çok daha güzel şeylerin olacağını şimdiden sezmiştim. Göz kapaklarımın üstünü, serin bir rüzgar daha okşadığında, yavaşça araladım.

Gözün alabildiği kadar beyaz çiçeklerle doluydu. Çatlamış duvarların içinden çıkan, açmaktan asla bıkmayan çiçekler gibiydiler. Her yerde, her çatlağın baş ucunda yer alıyordu. Arkamda kalan yer ise sadece kumdu. Sadece kum! Buranın farklı oluşu, gerçekten beni şaşırtmıştı.

“Çok bir yol kalmadı!” dedi Yvonne, bakışlarını karşıya dikmişken. Çiçek olmayan elimi, saçlarımın üzerine kapattığım, pelerine ait olan şapkayı aşağı indirdiğimde, bir rüzgar daha ziyaret etti saçlarımı. Gözlerim, tüm bedenimde hissettiğim bu rüzgarın tatlı dokunuşuyla yeniden kapatma isteği uyandırmıştı.

“Bende gözlerimi açabilir miyim artık?” diye sordu Myron. Edwin bir adım önünde duran Yvonne’ye baktı. Çok geçmeden Yvonne’de bakışlarını yanımda duran Myron’a bakıp, “çıkarabilirsin, kum yok artık burada!” dedi. Myron bunu bekliyormuş gibi gözlerinin üzerindeki bez parçasını çıkarıp, gözlerini birkaç kez kırpıştırdı. Gözlerindeki uyuşma çekilip, tamamen açıldığında, “gözlerimi artık daha çok seviyorum. Biraz daha bağlı kalsaydı, kör olma ihtimalim artmıştı.” Deyip bacaklarının dibinde oturan bana bakıp sırıttı. Turkuaz gözleri capcanlıydı. “Bunun için uğraşıyoruz ya, kör olma diye!” Yvonne, yalancı bir gülüş atıp önüne döndü.

Edwin’ e baktım. Oturan sadece bendim, o da şaşkınlık yüzünden. Sanırım bu iki yerin arasındaki olağan farklılık, ayaklarımdaki tüm kanın çekilmesine neden olmuştu. Kuruyan dudaklarımı yalayıp, burnumdan gülme sesine benzer bir ses çıkardım. Başımı iki yöne doğru sallayarak, idrak edememenin siniriyle, kendime kızıyordum. “Yarısı çöl,” dedim ve bir elimin işaret parmağıyla arkamdan kalan yeri gösterdim. “Bildiğimiz çöl yani. Fakat burası bambaşka bir yer!” şaşkınlığımı gizleyemedim sesimde.

Yvonne, Edwin’e baktı. Otis bizimle değil, etrafı kolaçan etmekle ilgileniyordu. Myron ise hâlâ uyuşan gözlerini kendine getirebilmek için ovalıyordu. “Yvonne’nin evine geçtiğimizde daha rahat oluruz. Burada konuşamayız!” diyen Edwin, bir elini havaya kaldırmış sakinleşmemi ister gibi havada sallıyordu. Aslında sakindim.

Tabi, evinden ve ailenden uzakta, peşinde bilemediğin kişilerin olması, açıklayamadığım bu iki yer, sakin olmam için yeterdi artardı da!

Burnumdan derin bir nefes verip, kırdığım dizimin üstüne elimi yaslayarak destek alıp ayağı kalktım. Parmaklarımın arasında tuttuğum beyaz yapraklı çiçeği izledim. Bu yer için güzel gözüküyordu. Atmak içimden gelmemişti. Şakaklarımdan göğsümün üzerine dökülen gri tutamlarım dikkatimi çekince, bu çiçek kulağımın arkasında daha iyi duracağını düşündüm.

Buradan giderken yanımda bunu götürmek iyi olurdu!

Çiçeği kulağımın arkasına koymadan önce, gri tutamlarımı kulağımın arkasına yerleştirdim. Hepsinin şu an beni izlediğini biliyordum ama benim bakışlarım ayaklarımın ucunda koparılmamış diğer beyaz çiçeklerdeydi. Hatta Otis’in bile dikkatini çekmişti bu yaptığım hareket. Çiçeği kulağımın arkasına koyduğumda, varlığını şakağıma değen yapraklarından hissettim.

Sonunda diğerlerine kaldırdım gözlerimi. Nedense utanmıştım, tüm gözler bende olunca. Edwin ve Myron içten bir şekilde sırıtarak bana bakıyorlardı. Az buçuk Myron’da çapkınlık hissetmedim desem yalan olurdu. “Güzel biri olacağını söylemiştim size!” dediğinde Myron derin bir nefes verdi yanımda. Yvonne, Myron’a bakıp gözlerini devirdi, daha sonrasında ise tekrar önüne döndü. “Sizde inanmadınız!” dedi Myron tekrardan. Yvonne’nin hareketini görmemişti bile.

“Ben inanmıştım!” dedi Edwin bir omuzunu silkelerken. “Erkek demiştin sen?” diyen Myron kaşlarını çatmış başını hafif geriye yatırmıştı. Şu an ikisi de hayran hayran bana bakıyorlardı. “Nasıl yani?” diye sordum ama şu anda utanıyordum. Böyle bahsedilmesinden hep utanmışımdır. Güzel olduğumu tabi ki biliyordum ama utanmama engel değildi bu.

Myron bir şeyler söylüyordu ama anlayamadığım bir dile konuşuyormuş gibi bir çıkarımda bulunamıyordum. “Şu anda saçmalıyorlar!” Yvonne omuzunun üzerinden, Edwin ve Myrona tiksinerek bakıp, “hayatınızda hiç mi kadın görmediniz? Birazdan çeneniz, ayaklarınızın ucuna düşecek!” deyip tekrar göz devirdi.

Gergin bir şekilde tekrar derin bir nefes aldım. “Şapkanızı geri örtseneniz iyi olur efendim!” dedi Otis en önde durarak. Grubun beş altı adım ilerisinde duruyordu. Bakışları burada da olsa, dikkati her yerdeydi. Büyük bir güven aşılıyordu bu dikkati bana.

Yvonne bir şey demeden ilerlemeye başladı. “Büyük bir ziyafet çekelim!” dedi Myron’da hemen onun arkasından ilerlemeye başladığında. “Bir şeyler avlayıp getirmezsen neden olmasın.” Dedi Yvonne’de yarım bir gülüşle. Edwin yürümem için bakışlarıyla işaret etti. Bende başım ile onu onaylayıp, şapkayı geri saçlarımın üzerine kapadım. Omuzumun üzerinden dökülen bütün saçlarımı da, ensemden toplayıp içine gizlemiştim şapkamın. Otis’te arkamızdan gelmeye başladığında, yanımda yürüyen Edwin’di.

Gideceğimiz yer için epey heyecanlanmıştım. Bakışlarımda hiç ayaklarımın dibinden ayırmıyordum. Çiçekler beni cezbetmişti. Kurak arazide çıkmaları daha da güzeldi. Hâlâ bir şeyler için umut olduğunu simgeliyor gibiydi. Öyle de olmasını istiyordum!

Biz yürüdükçe, çiçekler daha da artıyordu. Hatta yarıklar git gide yok oluyor, yerini ise çimenler ve düz bir arazi alıyordu. Gördüklerim, bunca zaman yürümenin yorgunluğunu bir nebzede yok ediyordu. Öyle ki, arkamızdan iz sürücüler dedikleri kişiler gelmemişti. Ya da başka yılan tıslaması duymamıştım. Burada da yılan olabilirdi ama bir çöl kadar değil elbet.

Kulağıma gelen inceden su sesi git gide artıyordu. Sanırım şelalenin olduğu yere yaklaşıyorduk. Artık kum değil, çimen ve çiçek kokusunu alıyordum. Yeni yağmur yağdığını belli eden ıslak toprak kokusu, burnumun direğini sızlatıyordu. Ama acı veren değil, hoş eden bir şekilde. Derin derin nefesler alıyordum diğerlerine belli etmeden. Şaşkınlığım artık her adımda ona katlanıyordu. Güzeldi, göz alıcı güzellikteydi.

Çöl geride kalmıştı. Şimdi ise yemyeşil çimenler, ortasında biten renkli renkli çiçekler vardı. Yürümeye devam ederken, bir tur kendi etrafımda dönüp şapkanın altından etrafımı inceledim. Bir taraftan da düşmemeye dikkat ettim. O sırada, göz ucuyla, Edwin ve Otis’in bana olan tebessümlerini yakalamıştım. Şaşkınlığımı garipsememiştiler. Aksine normaldiler. Çünkü anormal olan ben değil, burasıydı.

Nasıl olabilir bu! Dedim kendi kendime mırıldanarak. Myron, Yvonne’nin yanında yürürken, bu sefer önünü bana çevirdi ama yürümeye devam ediyordu. Gözlerinin içi gülüyordu. “Bende ilk geldiğimde böyle hissetmiştim!” dudaklarını aşağı sarkıtıp, ellerini iki yöne doğru açtı. “Sonra alışıyorsun bir süre sonra.” Dediğinde dudaklarımı ısırdım. Myron önüne döndü, adımlarını durdurmadan.

“Birazdan göreceğin şeyler içinde sakla şaşkınlığını!” dedi Edwin sıcak bir gülümsemeyle. Daha neler görecektim acaba? Umarım çiçek, böcek ve doğa gibi şeyler olurdu. En kötüsünü kaldıramazdım. Yvonne ve Myron adımlarını durduğunda, artık net duyulan su sesine kulak kabarttım. Etrafı incelemekten, su sesini duyamaz olmuştum. “Dere var az ilerde!” dedi Yvonne.

Heyecanımı bastıramadan, “dere mi var?” diye sordum. Ayaklarımın ucunda yükselip, önümdeki iki kişinin başlarından ileriye bakmaya başladım. Tepemizde parlayan fakat asla yakmayan güneş ışınları olduğu gibi ilerde duran şeye vuruyordu. Evet o suydu ve dereydi!

Ve şelale tam yanımızdaydı. Şarıl şarıl akan şelalenin sesi, ayaklarımızın altına serilen bin bir çiçeğe müzik dinletisi gibi gelmişti. Sağ tarafımdan geliyordu bu ses. Hemen görme isteğiyle yanıp tutuştum. “Gidelim o zaman!” dediğimde öndekiler yürüdü, bizde onları takip ettik.

Düz bir arazinin ortasından akan dereye vardığımızda, suyun dibini görebileceğimiz kadar berrak ve temizdi. Fakat asıl şaşkınlığım, derenin dik bir yamaçtan aşağı düşmesiydi. Ve orası şelaleyi oluşturuyordu. Aşağı akan su, aşağıdaki kayalara çarpıp yukarıya doğru çıkıyordu. Şu anda derenin tam karşısında duruyordum. Şelaleye bakmadım. Ama öyle gür ve hızlı akıyordu ki, tenimize çarpan serinliği ve kokusu, beni kendisine çekiyordu.

Derenin kenarına oturup, ellerimi yere bastırdım. Başımı suya eğdiğimde yansımamla göz göze geldim. O kadar net görüyordum ki kendimi, suyun dibinde tek bir kirlilik göremezdiniz. O anda yanımda hareketlilik sezdim, Myron dizlerinin üzerine çökmüş avuç avuç doldurduğu suyu nefes almadan içiyordu. Avuç içlerine gömdüğü bakışlarıyla göz göze geldim. Elini ağzından çekip, “temiz su görmeyeli uzun zaman olmuştu.” Dedi ve yine kana kana içmeye başladı.

Doğrusu bende feci halde susamıştım. İki elimi birleştirip temiz suya daldırdım. Avuçlarımın içine doldurduğum suyu içmeden önce burnumun ucuna kadar getirip, gözlerimi kapadım, suyu koklamadan önce. Su kokar mıydı? Bu su kokuyordu. Tarif edemezdim. Dudaklarımı su dolu avuç içime yaklaştırıp içmeye başladım. Şu anda böbreklerim mutluluktan bayram ediyorlardır. Hatta şu anda kelebekler uçmaya başlamıştı.

İlk defa ve son kezmiş gibi bende Myron gibi içtim. Tadı bile başka gelmişti damağıma. Az ilerideydi şelale fakat derenin bir dik yamaçtan düştüğünü görebiliyorduk. Farklılık diye buna derim.

Önümüzden akıp giden dere çok fazla derin değildi. Ortalarında çıkan büyük kayalar ve görünen küçük küçük taşlar mevcuttu. Sanırım karşıya geçmemizin tek yolu bu dereyi aşmaktı. Bir avuç daha doldurup, bu sefer serinlemek için buz gibi suyu yüzüme çırptım. Su yüzüme çarpınca, bedenimden büyük bir akım geçmiş gibi irkildim. Aşırı soğuktu su.

Yüzüme, oradan enseme doğru suyu açıkta kalan yerlerime i temas ettirdim. Sıcak ve kumdan sonra buz gibi soğuk su iyi gelmişti. Rahatlatmıştı beni. Diğerleri de sadece bir avuç su doldurup içmişlerdi. Ben ve Myron kadar değil tabii ki. İkimizde epey susamıştık.

Sonunda dizlerimi yasladığım derenin kenarından doğruldum. Yvonne’ye baktım. Derenin içinde görünen taşlara basarak, karşıya doğru ilerlemeye başladı. Ellerini ise sırtına astığı yaydan hiç çekmemişti. Myron’da kollarını iki yöne doğru açıp, Yvonne’nin bastığı yerlere basarak tek tek taşlardan ilerledi. Edwin yanımda duruyordu. “Geç istersen. Korkmana gerek yok!” dediğinde tebessümünü yüzünde koruyordu. Dere sığ değildi, geniş ya da büyükte değildi. Bu yüzden korkacak bir şey yoktu.

Sonunda başım ile Edwin’i onaylayıp diğerlerini takip etmeye başladım. Edwin ve Otis’te arkamdan geldiğinde, artık derenin diğer tarafındaydık. “Şimdi.” Dedi Yvonne. “Şapkalarınızı sakın başınızdan indirmeyin. Dikkat çekecek herhangi bir şeyde yapmayın!” dediğinde, göğsüm yine daraldı.

Burada da gizlenecektim galiba. Gizlenmekten şimdiden yorulmuştum. “Fazla yüzünüzü saklamanıza gerek yok! Daha çok dikkatlerinizi üzerinize çekersiniz!” dedi Yvonne tekrardan. Yvonne’nin söyledikleri endişelerimi arttırdıkça, gözlerim diğer kişilerin yüzünde gidip geliyordu. Onlarda endişeli gözüküyordu, buralara fazla gidip gelmelerine rağmen.

“Yüzümüzü saklamamıza gerek yok mu?” diye sordum. Sonuçta Edwin’in evinden çıkarken, yol boyu yüzlerimizi gizlemiştik. Bir de burada yabancıydım ve peşimde tanımadığım birileri vardı. Bu yüzden anlayamadım dediğini.

Konuşmak için Yvonne dudaklarını açmıştı ki, araya Edwin girdi. “İşte burada Yvonne’nin hünerleri devreye giriyor!” kafamı geriye atıp, anlamadığı belirten bir surat ifadesi takındım. “Büyü!” dedi Myron.

Yvonne’ye baktım direkt. Orada da büyü yaptıklarını söylemişlerdi. Ben büyüye inanmazdım. Aşırı saçma bir şeydi bana göre. Hem de gerçek olamayacak kadar saçma bir şeydi. Fakat buradaydım, saçmalığın tam ortasında. Her şey olabilirdi!

Yvonne diğerlerinin dediklerini bir baş hareketiyle onayladı. Büyü yapabiliyordu. “Göz önünde olacaksınız fakat çoğu umursamadan geçecek!” dedi. Derin bir nefes çekince, artık buradaki bahar kokusu fayda vermiyordu. Boğuluyormuşum gibi hissetmeye başlamıştım. “Ya umursamaya başlarlarsa?” diye bir soru istemeye istemeye sordum. Verecekleri cevap ya da sessizlikleri beni, düşündüklerime götürebilirdi.

Otis’in yanımda hareketlendiğini gördüğümde göz ucuyla baktım. Elinin birini pelerinin altında görünen kılıcının başını kavramıştı. Yol boyunca fark etmemiştim bile. Ama tutuşuna bakılırsa, dediğim şey onu öfkelendirmişti.

Edwin’de öfkelenmişti hatta gözlerini kaçırdı, görmemizi istemiyormuş gibi. Öfkenin yanında hüzünde vardı. Yvonne’de ona baktı. Fazla sayılmayacak bir ölçüde kaşları çatılmış diyebilirdim. “Bir şey olmasına izin vermeyiz!” dedi Yvonne, aramızda süren kısa bir sessizlikten sonra. “Umarım!” dedi Edwin’de mırıldanarak. Myron’un bakışları da Edwin’e çevrildi ama ben bakmadım. Bakışlarım Yvonne’nin yüzündeydi. Üzülüyormuş gibi bir hali vardı. “Gidelim artık!” dedi Myron bakışlarının son durağı Yvonne olurken.

Umarım fark etmezlerdi ve umarım bir şey olmazdı!

Yürümeye devam ettik, etrafımızı saran su sesiyle birlikte. Dere artık arkamızda kalmıştı ama şelalenin gürültülü akan sesi, bizimle beraber geliyormuş gibiydi. Alabildiğine artık düz bir arazideydik. Çok değil sadece beş dakika yürümüştük ki, düz bir arazi değil, dik bir yamacın üstünde olduğumuzu fark ettim.

“işte yuvam!” dedi Yvonne. Ama hâlâ ortada bir şey yoktu. Fakat ilerisine bakılırsa, yolun yarısı aşınılmıştı. Aşınılmış yol aşağı iniyordu. Oradan sonrası görünmüyordu. Orada bitki falan yoktu. Bu sefer ileriye doğru değil yan tarafıma doğru yürüdüm. Dik bir yamaçtı burası. Yürüdüm yürüdüm ve o an gördüğüm şey ile ağzım bir metre açıldı.

Şarıl şarıl akan şelalenin altından uzayan bir dere varken, şelalenin biraz ötesinde ise yaşam vardı. Çocuklar, kadınlar, erkekler, hayvanlar… Köpeklerle koşturan çocuklar, derenin kenarında gülüşerek bir şeyler yıkayan kadınlar ve kızlar, şelalenin altında ise birkaç erkek, ellerinde tuttukları sopalarla bir şeyler avlıyordu.

Burası bir cennetti. Burası bir rüyaydı.

Taşlardan yapılan evlerin duvarları, yeşil yosunlarla kaplanmış, dar sokaklarından gülüşerek insanlar geçiyordu. Şaşkınlıktan kaşlarım havalanırken, “nasıl?” diye sordum. Şaşkınlıktan ne konuşacağımı bilemeden, saçma saçma sesler çıkarıyordum.

Dik bir yamacın altına kurulmuş bir hayat vardı. Seslerini yürüdüğümüz yol boyunca duyamamıştım çünkü şelalenin akan gür sesi buna izin vermemişti. Omuzumun üzerinden, arkamda yan yana duran o dört kişiye çevirdim. Bir şey demeden sadece bu şaşkınlığıma tebessüm ederek bakıyorlardı.

Yvonne aşınılmış yolun aşağısına doğru indiğinde arkasından takip etmeye başladık. Kalbim ağzımın içindeymiş gibi ne kapatmama izin veriyordu ne de yutkunmama. Alnımın üzerine kapattığım şapka ile, açıkta kalan gözlerim ile etrafı incelemeye başladım.

Aşınılmış yolu inip şaşkınlıktan çenemin bir karış aşağı düşmesine neden olan ortama adımlarımı atmaya başladım. Hareket etmemi sağlayan tüm uzuvlarımın engel olamadığım bir biçimde tir tir titriyordu. Gördüklerim beni dumura uğratmıştı.

Ayaklarımın altına kaldırım taşları döşenmiş, az ilerde ise dikdörtgen şeklindeki taşlarla yapılan evlerin duvarları boydan boya yosun ve çiçeklerle kaplanmıştı. Yolun iki tarafında da meyve sebze satan adamlar vardı ve onlardan bir şeyler alan kadınlar erkekler etrafta dört dönüyordu. Konuşmalar, gülüşmeler her yeri sarmıştı.

Kol kola giren kadınlar, yanlarından geçen erkeklere bakıp gülümsüyor, dudaklarının üzerine ellerini kapatarak hızlı adımlarla kaçamak bir bakış atarak uzaklaşıyordu.

En önde Yvonne ve Myron vardı. Onun arkasında ise ben ve Edwin, bizim arkamızda ise Otis geliyordu. “Merhaba Yvonne.” Dedi bir kadın bel boşluğuna yasladığı hasır bir sepetle. “Merhaba!” diyen Yvonne’nin sesiyle, önümüzden geçip bir tezgahın önünde duran kadını inceledim. Genellikle, uzun renksiz bir elbise giyiniyorlardı. Başlarında ise çenelerinin altında bağladıkları şapkalar mevcuttu. Erkeklerde genellikle aynı giyinmişti. Erkeklerin çoğunun sırtında, ok ve yayda vardı.

Bazı kadınlar Yvonne’nin ok ve yayına yargılayıcı bakışlar atıp alay eder gibi kıkırdaşıyorlardı kendi aralarında. Yvonne’nin yüzünü göremesem de öfkelendiğine adım kadar emindim. Sanırım bir kadının ok ve yay taşıması onlar için alışası bir durum değildi. Ve sadece Yvonne’de görmüştüm bunları, genellikle erkeklerde vardı.

Birkaç kişiyle göz göze geliyordum ama dedikleri gibi kimse umursamıyordu. Üzerimde çok oyalanmadan bakışlar, ilgilendikleri işlerine geri dönüyorlardı. Şimdilik bir sorun yoktu, rahattım.

Ayaklarımın üstünden atlayan beyaz bir şeyle irkilerek geriye doğru adımlayıp, parmaklarımı yanımda duran Edwin’nin koluna sardım ne yapacağımı bilemeden. O da hemen elimin üstüne yasladı elini. “Bir şey yok!” dediğini duyar oldum. Ama benim gözlerim, üzerinde sebzeler olan tezgahın altına giren beyaz şeydeydi. Ne olduğunu tam görememiştim çünkü aşırı hızlıydı.

Çok geçmedi ki iki çocuk gülüşerek önümden birbirini kovalamaya başladılar. “Oraya kaçtı!” dedi en öndeki erkek çocuk parmağını karşıya uzatarak. “Tezgahın altına girdi.” Dedi diğeri de. “Uzaklaşın buradan sizi küçük veletler. Geçen tezgahımı yerle bir ettiniz!” diyen öfkeli adam tezgahın altından sopa çıkarmış çocuklara sallamaya başladı. Fakat çocuklar bu tepkiden korktuklarını söyleyemezdim. Heyecanları yüzlerine yansımış gibi, bakışları tezgahın altındaydı, benim gibi.

Tezgahın üzerine serilmiş olan örtünün altından çıkan bir beyaz tavşanla, gözlerim irice açıldı. “Tavşan!” dedim diğerlerinin de görmesini sağlamak için. “Burada onlardan çok var!” diyen Edwin’in sesi kulağıma çok yakın bir yerden gelmişti.

Tavşan iki elinin arasında tuttuğu şeyle bir şeyler kemiriyordu, ama o iki çocuk aynı anda atlayarak tavşanı yakalamaya çalıştılar. Tavşan tekrar tezgahın altına kaçarken, o ikisi de yüz üstü düşüp kafalarını birbirlerine çarpmıştı. Tezgahın arkasındaki adam ise daha çok öfkelenip elindeki sopayla çocukları kovalamaya başladı. Gülmeden edemedim o an.

“Gidelim mi?” diye sordu Yvonne bana bakarak. Son kez o adam ve çocuklara bakıp başım ile onayladım. Şimdi Yvonne’nin evine gitme vaktiydi. Dar sokaklarından geçtiğimiz her evi incelemekten zevk almaya başlamıştım. açlığımı, yorgunluğumu unutmuş bu yerin güzelliğine büyülenmiştim. Yukardan akan şelale diğer evlerin tam karşısında, suyu olduğu gibi akıp gidiyordu.

Son bir dar sokaktan geçtiğimizde, kapıları ve pencereleri kapalı olan bir evin önünde durmuştuk. Diğer evler yan yana dizilmişken, bu ev diğerlerinden uzak yapılmıştı. Yosunlar ve çiçeklerde her duvarın taşını sarıp sarmalamıştı. “Evim, güzel evim!” dedi Yvonne, burnundan bir nefes vererek. Tahta kapının kilidini açtığında, geçmemiz için yol verdi. Evini gördüğü için mutluydu. “Dağınık olursa kusuruma bakmayın, uzun süredir evde değildim!” dedi. Kumlarla dolu olan yerden iyi olduğuna emindim. Buna da razıydım.

Sanırım yalnız yaşıyordu. Ailesi var mı, yok mu, diye merak etmiştim. Sormak istedim ama vazgeçtim. Belki daha sonra sorardım. Myron ilk girdi, onun peşinden de ben girdiğimde, Edwin’in evi ile alakası olmadığını gördüm.

Yuvarlak bir masa odanın ortasında dururken, üzerinde temiz bir örtü, etrafında da sandalyeler diziliydi. Yeşil koltuklardan biri, duvarda açılan yuvarlak pencerenin önünde, diğeri de hemen yan tarafındaydı. Üzerlerinde ve yerde de birkaç kıyafet vardı.

Bulunduğumuz yerin iki tarafında da odalar mevcuttu. Bir adım daha atıp içeriye girdiğimde, ilk sağ tarafımda kalan odayı inceledim. Orada da oturma grubu vardı ve oradan da başka bir odaya açılan bir kapı mevcuttu. Bu sefer bakışlarım, sol tarafıma döndü.

“İstersen pelerinini çıkarabilirsin.” Dedi Yvonne ok ve yayını masanın üzerine koyarken. Başım ile onayladığımda, gözlerim sol tarafta kalan mutfak olduğunu anladığım odanın üzerindeydi. Tahtadan masa ve bir tabak meyve vardı üzerinde. Tabaklar ve bardakların dizildiği kahverengi bir terek mevcuttu, duvara monte edilmiş bir şekilde. Tavanı ise yüksek değildi, alçak bir yapısı vardı.

Sıcak ve hoş bir koku evin içinde hakimdi. Güzeldi, yaşanabilecek kadar yeterli sayılırdı. Hatta sayılmazdı, yaşanılırdı. En azından insanın nefesini kesen tozla mevcut değildi, ya da çıkabilecek bir kum fırtınası yoktu. Yanı başında akan bir şelale, neşeli sesleriyle etrafta dolaşan insanlar vardı. İsviçre’nin doğayla iç içe olan köylerine benziyordu. Hayalimdi oralarda yaşamak, ama şimdi ise nerede olduğum belli olmayan, tanımadığım insanların yanındaydım.

Düşünecek, kafa yoracak çok şey vardı. Hepsini bastırıyordum.

Pelerinin iplerini çözerken, bakışlarım evin her bir köşesini geziyordu. Ayıp olduğunu biliyordum bu şekilde bakmanın ama kendimi durduramıyordum. Sonuçta yabancı ve nerede olduğumu bilmeyen bir insandım ben. Bakmam normaldi.

Myron kendini koltuklardan birine atıp ayaklarını ileriye doğru uzatarak başını geriye yaslamış, hoşuna gider gibi sesler çıkarıyordu. “O kadar yorulmuşum ki!” deyip, gözlerini kapadı. Edwin ve Otis ayaktaydı. Yvonne’de pelerinini çözmüş, sandalyelerden birinin üzerine atmıştı. Bende pelerinimi çıkarıp, yanındaki sandalyenin üzerine astım.

“Odam mutfaktan sola dönünce.” Dedi Yvonne bana bakarak. Pantolonun kenarına soktuğu, tutmaktan aşınılmış olan bıçağı görebiliyordum artık. Yol boyunca, ok ve bıçak kullanmamalarına sevinmiştim. “Orada duşunu alabilirsin, sana temiz kıyafetlerde veririm.” Dediğinde, bu sefer kapının önünde dikilen Edwin ve Otis’e baktı. “Özel bir davet bekliyorsanız eğer kusura bakmayın öyle bir hizmetimiz yok.” Eliyle oturacakları yerleri gösterdi.

İkisi de çekiniyor gibiydi. Kapıyı kapatmıştık ama onlar kapının dibinden ayrılmamışlardı. Otis, Edwin’e baktı, sanırım ondan talimat bekliyordu, oturmak için. “Önce konuşmamız gerek!” dediğinde Edwin sıkıntılı bir nefes verdi burnundan. Yvonne’nin yanında duran bana kısa bir bakış atıp, tekrar Yvonne’nin üzerinde durdurdu.

Bende Yvonne’ye baktım. Kaşlarının şüphe ile çatıldığını gördüm belli belirsiz. “Ne konuşacağız?” diye sordum kuşkuyla. “Seninle ilgili değil Karina.” Dedi Edwin tek kaşı havalanıp hâlâ Yvonne’ye bakarken. Sesi bu dediğini çok fazla tasdiklememişti. İçime aniden şüphe kırıntıları serpildi. “Emin misin?” diye sordum kaşlarımı belli etmeyecek bir şekilde çatarken.

Bana baktı Edwin. Kapının arkasından bir adım daha atmamıştı içeriye. Öylece Otis’le beraber bekliyorlardı. Bir yabancı gibi. Sorduğum soruya karşılık başını hafif hafif sallayıp, “eminimin.” Dedi ve yutkunduğunu gördüm.

İçim rahat değildi. Yüz ifadesi olmamam için büyük bir gayret sunuyordu. “Dışarı çıkalım!” dedi Edwin başıyla çıkışı göstererek. “Burada konuşsak ya. Bacaklarım ağrıyor. Dışarıya kadar yürüyemem!” Dedi Myron homurdanarak. Gözlerini açmamıştı hâlâ. Gerçekten de yorgun gözüküyordu. Ben de otursam, yorgunluk bir su gibi bedenimden akacağına emindim.

“Kalk!” dedi Yvonne komut verir gibi. Bakışları Edwin’deydi. Sanki gözleriyle anlaşmış, ne dediğini çözmüş gibiydi. Ama ben alık alık bakıyordum Edwin ve Yvonne’nin suratına. Dışarıda konuşacak ne gibi bir konu olduğunu anlayamamıştım. Umarım beni ilgilendiren, korkunç bir şey değildir.

Fakat istemeden de güveniyordum. Sonuçta buraya kadar bana bir şey olmadan getirmişlerdi. Bundan sonra da zarar vereceklerini sanmıyordum ama tedbiri elden bırakmamak lazımdı. Kendimi, kendim korumam gerekiyordu, eve gidene kadar.

Myron, Yvonne’yi hiç ikiletmeden yerinden kalktığında kolları iki yanına düşmüştü. Dudaklarını ise bir çocuk gibi aşağı sarkıtmıştı. Yvonne’de masanın üzerine bıraktığı oku ve yayını aldığında, “akşam yiyecek bir şey yok, Myron ve ben oradan da avlanmaya çıkarız!” dedi.

“Burada yalnız kalamam!” deyip araya girdim hemen. Burayı bilmiyordum ve şu anda güvendiğim sadece bu kişilerdi. “Merak etme, benim için birkaç dakikadan uzun sürmüyor avlanmak!” dedi Yvonne yarım bir gülüşle. “Tabii avlanacak hayvan varsa..” deyip güldü Myron tek kaşını havaya kaldırırken. Tiye alır gibiydi. “Ben avlanacağımız yerleri iyi biliyorum, orasını bana bırak.” Dedi Yvonne. Cümlesinin sonunda ise göz kırptı.

Myron’nun dudaklarının kenarını belli belirsiz bir tebessüm kapladı. Gözleri ve tebessümünde hayranlık sezmiştim, Yvonne’ye bakarken. Sanırım göz kırpması onu etkilemişti. “Odamdan kıyafetlerimi alabilirsin.” Dedi Yvonne, yayını başından geçirip omuzuna asarken. Ok dolusunu yayı da sırtına astığında, “burada kimse kimseyi rahatsız etmez, evime kimsenin gelmeyeceğine emin olabilirsin.” Dedi. “Yalnız kalmayacaksınız efendim.” Diyerek araya Otis girdi. Tebessüm ederek karşılık verdim, Otis’te başını yere eğip mahcubiyetini belli eden bir ifade belirmişti yüzünde.

“Evden fazla uzaklaşmayacağız. Gözümüz burada olacak. Konuşur konuşmaz geri döneceğiz.” Dedi Edwin’de yumuşak bir sesle.

Başım ile onayladım hepsini. Edwin kapıyı açıp, Yvonne ve Myron’un en önce çıkmasını sağladı. Onları da Otis takip ettiğinde, Edwin son kez bana bakıp gülümseyerek evden çıkmıştı.

Derin bir nefes alıp geri üfledim. Ellerim ile yüzümü sıvazladıktan sonra saçlarımı geriye doğru yatırdım. Kulağımın arkasına taktığım beyaz çiçek parmaklarıma değince, çıkardım oradan. Ne konuşacaklarını merak etmiştim. Edwin benimle ilgisi olmadığını söyledi ama içimdeki endişe buna mahal vermiyordu.

Bilmiyorum sonuçta benden öncede bu insanlar vardı. Kendi özel hayatlarıyla ilgili sıkıntılarda olabilirdi. Ama içimde büyüyen korkunun gölgesine engel olamıyordum. Bir an önce o kadını bulmamız gerekiyordu. Yoksa korku beni öldürecekti.

Bakışlarım parmaklarımın arasında tuttuğum beyaz çiçekteyken, kirli düşünceler beynime sızıyordu. Kendimi korkutmakta ise bir numaraydım. Beyaz çiçeği yanımdaki masanın üzerine bırakıp mutfağa doğru yöneldim. Saçım başım hep kum içindeydi. Yalnızken banyo yapmak istemiyordum ama Yvonne bana güven aşılamıştı.

Zaten evin etrafından çok uzaklaşmayacaklardı, buralarda konuşacaklardı ne konuşacaklarsa. Şimdi de onu merak etmeye başlamıştım. acaba geldiklerinde sorsa mıydım? Saçmalama Karina, belki kendileriyle ilgilidir. Olamaz mı?

Mutfağa girdikten sonra, sağ tarafında duran mavi renkte bir kapıya karşılaştım. Burası odası olmalıydı, çünkü başka kapı falan görünmüyordu. Ama odaya girmeden önce, masanın üzerinde duran meyve tabağının içindeki kırmızı elma ağzımı sulandırmıştı. Yol boyunca hiçbir şey yememiştim. En azından bir ısırık alarak, açlığımı bastırabilirdim. Banyodan sonra ise gelip devamını yerdim.

Tabağın içindeki elmadan bir ısırık alıp, anında gözlerim kapanmıştı. Dişlerimle parçaladıkça, tatlı suyu ağzımın etrafına yayılıyordu. İlk defa doğru düzgün bir şey yiyordum şu an. Damarlarımda akan kanın bile damağımda yayılan tattan sonra, daha hızlı akmaya başladığını hissettim. Gerçekten acıkmıştım. Tekrar bir ısırık alıp masanın üzerine bıraktım. “Beni burada bekle elmacık, dönüşte hepinizi yiyeceğim!” deyip odanın kapısını açıp içeriye girdim.

Kapıyı arkamdan kapatırken, gözlerim çoktan odanın her yerini incelemeye başlamıştı. Bir yatak, dolap ve bir masa karşıladı beni. Fakat odanın duvarlarına asılan hayvan postları olduğum yerde irkilememe neden oldu. iki tane tilki postu ve yatağın başlığın üzerine asılmış ise bir kurt postu duruyordu. Hemen yanında ise iki tane yay asılmıştı.

İnsan odasına neden hayvan postlarıyla doldururdu ki? Sanırım bu duruma akıl erdiremeyecektim. Yvonne ve diğerleri için belki de bunlar normal olmalıydı ama Edwin’in evinde böyle şeyler görememiştim.

Yatağın karşısında, sadece bir pencere vardı. Onun manzarası ise dağa bakıyordu. Ucunda ise yine tahtadan yapılmış mavi bir kapı mevcuttu. Banyoyu görememiştim ama orası olduğuna emindim. Sıcak bir duş almak, hem zihnime hem de bedenime çok iyi geleceğini iyi biliyordum.

Şu anda tek ihtiyacım oymuş gibi hissediyordum.

Kapının arkasından çekilip, pencere ile arasında çok bir mesafeye olmayan kapalı mavi kapıya yönelmiştim ki, zeminden çıkan ince bir sesle durdum. Sesin geldiği yöne yani arkama omuzumun üzerinden bakmayı amaçladım fakat, boynuma batırılan sivri şeyle adımlarım olduğu yere çivilendi. Arkaya bakamadım.

Dudaklarımdan kesik bir nefes kaçtı.

Arkamda biri vardı.

Siktir!

Gözlerim karşımdaki penceredeyken, ne olduğuna bakmak için, bakışlarımı pencereden çekip, boynuma batırılan sivri şeye çevirdim. Bir oktu! Net göremesem de seçebilmiştim ne olduğunu. Tam şah damarımın üzerinde hissediyordum. Biraz daha olduğu yere sert bastırırsa, bayılmam kaçınılmazdı.

Arkamda duran kişinin alıp verdiği sessiz nefeslere kulak kesildim. Sivri şeyi biraz daha boynuma bastırdı. Başım biraz daha omuzuma doğru yatırıp, bakışlarımı tekrar pencere çevirdim. Dilimi yutmuş, korkudan titremeye başlamıştı bedenim.

Ellerimi yavaşça, teslim oluyormuş gibi yanıma kaldırdım. Ne yapacağımı ne söyleyeceğimi bilemeden, şah damarımın üzerine bastırılan okun sivri kısmının tenime yaydığı acısını hissetmeye başladım.

Bir daha bakmak istedim arkamdaki kişiye ama izin vermeden biraz sert bastırıp kafamı önüme çevirdi. Uzun bir sessizliğin sonunda arkamdaki kişinin sesini duydum.

“Kimsin sen?” diye sordu.

Ve boynuma bastırdığı okun sahibi bir erkekti. Duymadığım, benimle birlikte bu eve gelen erkeklerin sesine benzemiyordu. Bir yabancıydı, evde yalnızdım ve şah damarımın üzerinde bir ok duruyordu.

Asıl o kimdi?

 

 

Devam Edecek...

 

 

 

 

İnstagram Hesabım:

_.kadris

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%