Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1.⭐

@kadrisyazar_

 

yeni kurgumla herkese merhaba. ilk bölümü ayağınız alışsın diye atıyorum jfkdfjk ilerleyen zamanlarda tatlış, sevimli lise kurgumuzun diğer bölümleri de gelecektir. lütfen yorumlarını yazmayı unutmayın çünkü devam edip etmeyeceğim buna bağlı. şimdiden teşekkür ederim <3

 

 

 

YILDIZLARA GÖÇ

 

 

1.BÖLÜM

 

 

♪ Arctic Monkeys- I Wanna Be Yours

 

 

“Sen, ben, gitar… Hoşlandığımız birkaç şarkı.

 

Ve aşk!

 

En çok aşkı yanımıza alalım.”

 

 

“Bu seneki en barzo taraftarlar, sizler olacaksınız!”

Okulun ceketini beline bağlayıp, kravatını ise başının etrafına dolayan ve şu anda okulu bile inletecek kadar yüksek sesle bağırarak, sandalyenin üzerine çıkıp tüm sınıfı etrafına toplayan sınıf arkadaşım Okan’ı bir diğer tabirle, kader ortağım’ı izliyordum. Gömleğinin birkaç düğmesini açmış, pantolonun kenarlarından çıkararak, serseri bir görüntü kazandırmıştı kendisine.

“Kıro olacaksınız, hanzo olacaksınız, öyle ki saha sizin sesinizle inleyecek.” İşaret parmağını sallayıp tek tek yüzümüze baktı. Ardından, sınıfın diğer kenarına doğru bakıp, “pankartlar hazır mı?” diye resmen böğürdüğünde, oturduğu yerde korkuyla zıplayan Cıvıl, baş parmağını damağına bastırıp, “ne bağırıyorsun gerizekalı, hazır!” dedi. Cıvıl’ı bile, hakaret ettirecek kadar bıktırmıştı.

Cıvıl ile beraber birkaç kişi de pankartları yarına hazırlamak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Tabii, Cıvıl’ın el yazısı güzel olunca, bütün iş ona düşmüştü.

Başında, pembe tüyü olan kalemi havaya kaldırıp, pespembe olan karton kağıda, gururla bakan Cıvıl, “ay, bugüne kadar yazdığım el yazılarımdan bile güzel oldu!” diye cırtlak bir ses tonuyla bağırdığında, sesinden dolayı birkaç kişi yüzünü buruşturdu. Ama ben alışıktım, olur olmadık yerlerde bağırmalarına.

“Getir hemen canım.” Dedi Okan’da gülümseyip heyecanla ellerini ovuştururken.

Kitaplarımı göğsüme bastırırken, kalabalığın en arka kısmında, sınıfın ortasındaki rekabet ruhlu arkadaşımı izliyordum. Yanımda Zelem, arkamda ise Togan vardı. “Bu çocuk işi baya abartıyor.” Diyen Togan’a omuzumun üzerinden baktığımda, söylediği şeye kıkırdamıştım. Koluna taktığı siyah çantayı düzeltip, Zelem’e bakarak, “sanki biraz seni etkilemeye çalışıyor gibi ha?” deyip imalı imalı kaşlarını kaldırıp indirdi Togan, dirseği ile Zelem’i dürterken. Zelem sadece burnundan gülme sesi çıkarıp, “her zaman ki hâli işte!” deyip, dudağının bir kenarını yukarı kaldırmış, boş ve yüzünü ekşiterek izliyordu karşısındaki kişiyi.

Cıvıl, koşar adımlarla hazırladığı pankartı Okan’a doğru getirdi. Sandalyenin üzerindeki kişiye doğru uzattığında, Okan’ın surat ifadesi anında ekşidi. Ardından Cıvıl’a bakıp, “bu ne Cıvıl?” diye sordu hoşnut olmayan bir sesle. “Ne, ne? Pankart işte!” dedi Cıvıl’da tersleyerek.

“Rakibi kızıştıracak pankartlar hazırlayın dedim, şevke getirecek değil!” dedi Okan, pankartın yazı kısmını Cıvıl’a doğru çevirirken. Pankarta yazılan yazıyı okumaya başladım o anda.

DOSTLUK KAZANSIN

Yanında ise birden fazla gülücük ve kalp vardı. Tam Cıvıl’dan beklenir bir yazıydı. Yazıyı okur okumaz, gülmemek için kendimi tutup, başımı hafif öne doğru eğdim. Çünkü Cıvıl’ın kırılmasını istemiyordum. Zelem’de hafiften kıkırdayıp benim gibi başını eğdi ve göz göze geldik. “Başını diğer tarafa çevir, yoksa büyük bir gülme krizi yükleniyor bana.” dedi Zelem mırıldanarak. Hemen başımı diğer tarafa çevirip, elimin birini dudaklarımın üstüne bastırdım.

“Ne güzel yazmış işte ne var!” diyen Bahri, arkadaşı Okan’ın yanında ayakta dikiliyordu. O da kravatını başına, ceketini de beline dolamıştı. Cıvıl’a göz kırpıp, “yazın da baya güzel olmuş Cıvıl’cığım.” Dedi.

Okan hemen araya girip, “he kanka çok güzel yazmış.” Dedi gözlerini devirerek. “Bu yıl ki maçı dostluk değil, Yılkan öğrencileri kazanacak!” deyip, yumruk yaptığı elini havada sert bir şekilde salladı.

“Off, ver o zaman pankartımı. Girişte kendim tutarım canım pankartımı.” Diyen Cıvıl yırtar gibi Okan elinden çekip aldı. Bahri’ye ise gülümseyerek karşılık vermeyi de ihmal etmemişti Cıvıl.

Okan bir elini ağzının kenarına yaslayıp kimsenin duymasını istemiyormuş gibi, Bahri’ye doğru eğilerek, “Bahri, o pankartı yok et!” dedi. Fakat Cıvıl dahil herkes duymuştu. Bahri ise bir asker gibi dik duruşa geçip kollarını göğsünde birleştirerek, başı ile onayladı.

“Bize güçlü sloganlar lazım. Salya sümük ağlatacak tarzda. Morallerini bozup, rakibi nakavt ettirecek şeyler!” dedi Okan, herkesi gaza getirmek ister gibi. Kalabalıkta, Okan’ı onaylar nitelikte sesler çıkarıyor, birbirlerine bakarak, başlarını sallıyorlardı. “Bizler Yılkan öğrencileriyiz, istediğimizi elde etmeden bırakmayız!” deyip iki elinde yumruk yapıp havada salladı.

Her sene okullar arası düzenlenen voleybol maçında yine Yılkan Lisesi vardı. Yani bizler! Her yıl düzenli olarak farklı bir lise ile yarış yapıyor, çeyrek finale kalmadan eleniyorduk. Tabii Okan, en büyük suçun hiç tezahürat yapmayan taraftarlarda olduğunu söylüyordu. Kendisi ise her yıl takımın içinde olan oyuncuydu! Şimdi ise yine bu maçın düzenleneceği zamana gelip çatmıştık.

İlk önce erkekler, ardından da kızlar arasında yapılacaktı voleybol maçları. Kızlarımız, erkeklerime oranla daha iyiydi.

Ve Okan, dünden bu yana durmadan bizlere direktifler veriyor, nerede nasıl bağıracağımızı söylüyordu. Bu konuşmayı yapana kadar gidip çalışsaydı belki de birinci olabilirdik. Ama hayır o bizlerle uğraşıyordu!

“Öyle gür sesle bağıracaksınız ki, ses telleriniz size ana avrat küfür edecek.” Dedi Okan yeniden tüm dikkatlerin onda olmasını sağlayacak bir sesle. Bizim olduğumuz tarafa bakıp, “sen çok bağırma Zelem, sana kıyamam!” dedi yumuşak bir sesle. Tüm gözler olduğu gibi Zelem ve bana çevrildi. Fısıldaşmalar ve gülüşmeler kalabalığın arasından artamaya başladığında yanımda duran arkadaşıma baktım. Zelem binlercesini duyduğu bu sözcüklere, her zaman ki gibi burnundan soluyup gözlerini devirerek, “aptal!” dedi. “İşine dön!”

Okan sesli bir şekilde burnundan güldü. Gülüşü buruktu. “İşim sensin işte!” Dediğinde Okan, başını bir omuzuna yatırarak, Zelem’e aşkla bakmaya başladı. “Sesin kısılırsa dayanamam!” dedi. Zelem’in yerinde birçok kız olsa bu cümlelere çoktan erimişti. Ama benim arkadaşım taştan yapılmış gibi ifadesizdi suratı.

Zelem, dilini yanağının içinde gezdirmeye başlarken, kollarını göğsünün altında bağladı. “Haklısın, sana ağır küfürler edemem!” Dedi. Okan sadece gülerek karşılık verdi. Zelem’in ise yüzünde bir tebessüm olmasa da, gözlerinin içi gülüyor gibime geliyordu ve yandan bir bakış Okan’a atıp başka yerlere çevirdi gözlerini.

Zelem dahil, tüm okul Okan’ın Zelem’e olan aşkını biliyordu. Birinci sınıfın ikinci yarısında görüp, ilk görüşte aşık olduğunu söylemişti. Hatta; neden ilk yarı da neden benimle karşılaşmadın? diyerek Zelem’e trip atmayı bile ihmal etmemişti. Ve o günden üçüncü sınıfa kadar tabiri caizse it gibi peşinden koşuvermişti.

Fakat Zelem, Okan’ın ona hissettiklerinin çeyreğini bile hissetmediğini söylüyordu. İlk görüşte aşka inanmıyordu. Tabii arkadaşı, yani benimde Okan gibi aynı şeyleri yaşadığımı biliyordu. Bana da böyle şeyin olmadığını, sadece kandırmadan ibaret olduğunu ve vazgeçmemi söylüyordu. Ama ben… Bilmiyordum. Akışına bırakmak daha iyi gibi.

Ve Okan ile burada kader ortağı oluyorduk. En azından Okan’ın aşkı biliniyordu herkes tarafından.

“Abi ne voleybolu ya!” Sitemlenerek içeri giren Kerem ile tüm dikkatler ona yoğunlaştı bu sefer. “Adam gibi futbol oynayalım!” dedi. Kerem, yan sınıfın öğrencisiydi. Üzerinde futbol forması vardı ve yüzü, burnu birer domatese dönmüştü. Buz gibi havada, saatlerce futbol oynamış olduğu ortadaydı.

“Adamlık, futbol ile mi oluyor?” diye sordu sınıf arkadaşımız, Elif. Gözler bir Elif’in bir de Kerem’in üzerinde gidip gelmeye başladı. “Ne alaka kızım?” dedi Kerem, futbol topunu diğer kolunun altına alırken. “Ben senin kızın değilim. Ayrıca erkeklerde voleybol oynayabilir, tıpkı kadınların futbol oynadığı gibi.” Deyip bir yarışın kazanını gibi kollarını birleştirdi göğsünde Elif.

“Yersiz, feministliğini yerim senin Elif. Fakat şu anda konumuz bu değil, asıl konumuz sloganlar!” dedi Okan ortamı yumuşatmaya çalışarak. Tüm dikkatlerinde onda olmasını sağlıyordu. “Çattık iyi mi?” dedi Kerem’de, ne işlere kaldık der gibi. “Tamam, sus be abiciğim!” dedi Okan, Kerem’e konun daha fazla uzamaması için.

Okan kollarını yanında asker duruşuyla yanında dikilen arkadaşlarının omuzlarına dolayıp, “hadi hadi Yılkan Lisesi.” Deyip tezahüratlar atmaya başladığında, önünde toplanan sınıfta ona karşılık verip oldukları yerde zıplamaya başladı.

“Yine müdür gelip ceza verecek sınıfa!” dedi Zelem, gürültünün içinde sesini bana duyurmaya çalışarak. Başım ile onaylamaya fırsat verilmeden, kalabalığın içinde bile duymama engel olmayan sesi yankılandı. Kalbimde!

“Okan!”

Olduğum yerde çivilenmeme neden olan ses ile, hızla çarpan yüreğimi bastırmak için kitaplarıma daha sıkı sarıldım o anda. Tüm bakışların kapının girişine döndüğünü hissedebiliyordum fakat benim gözlerim şu anda hareketsizce zemine sabitlenmişti.

“Abiciğim!” diye karşılık verdiğini duyum Okan’ın da bağırarak.

“Gelmiyor musun?” diye sordu kadife sesi. Konuşurken bile şarkı söylüyor gibiydi.

Gözlerimi kapatıp ıslattığım dudaklarımı birbirinin üzerine bastırdım. Derin nefesler almaya çalıştım burnumdan. Rahatlamak istiyordum. Başarılı olduğum söylenemezdi. Gözlerimi yavaşça araladım.

“Geliyorum.” Dedi Okan’da. Sandalyeden yere zıpladığını hareket eden karartılardan anlıyordum. Birkaç kişide, yer açmak için geriye doğru kaymıştı.

Zelem, koluma dirseğini geçirdiğinde, “senin ki burada!” dedi hafif bana doğru yaklaşıp, gülümseyen bir tonla. “Yine müzik odasında gelmiş gibi duruyor!” diyen Togan’ın da bana yaklaştığını biliyordum. Bakmak için deliriyordum. Fakat öyle ki, beş saniye bile sürmüyordu onu incelemem. Utançtan bakışlarımı çabuk kaçırmak zorunda kalıyordum.

Duruşumu hafif dikleştirdim. Gergince yutkunuşun ardından, bakışlarımı karşıya kaldırdım bu sefer. Okan’ın bize doğru geldiğini gördüm. Gözleri Zelem’in üzerindeydi.

“Ne istiyorsun?” diye sordu Zelem bıkkınca. “Kahve içmeye çağıracaktım.” Dedi Okan, mahcup bir sesle. “Sen önce, şu haline bir çeki düzen ver. Okul müdürü görüp, azarlamasın!” dedi kızgın bir sesle Zelem. “Ee kahve?” diye sordu Okan, diğer söylediklerini duymamış gibi. “Almayalım biz!” dedi Zelem, sahte bir tebessüm attığına emin olduğum bir sesle. “Belfü sen gel güzelim. Belki inatçı arkadaşın da gelir.” Deyip güldü Okan. Bana baktığına emindim Okan’ın fakat ben ona bakamazdım.

Kitaplarımı biraz daha bastırıp göğsüme, “birazdan geliriz, belki.” Dedim mırıldanarak. Sesim içime kaçmış vaziyetteydi. Halbuki yakınımda bile değildi çocuk. Ama buradaydı ve kesinlikle salak Okan yüzünden bize doğru bakıyordur.

“Tamam üçünüzü de bekliyorum!” derken Okan, “Togan, yeni saç stili yakışmış.” Dedi çapkınlıkla. “Hep aynı yaptığım tarz.” Dedi Togan’da düz sesle. Togan’ın saçları üç numaraya vurulmuştu. Kendisi, erkek arkadaşımızdı. Okul kulüplerinde tanışmıştık ikinci sınıfta ve şimdi ise en yakın arkadaşımızdı.

Zelem ise okulun ilk günü yanımı boş görüp, “oturabilir miyim?” diye sorduğunda, arkadaşlığımız başlamıştı, hiç bitmeyecek bir bağla bağlanırken.

“İyi tamam görüşürüz o zaman.” diyen Okan’ın cümlesiyle, bakışlarımı bizimkilere doğru çevirdiğimde, Okan’ın sohbeti bitirdiğini, sınıfın girişine doğru ilerlediğini gördüm. Girişte ise toplaşan birkaç kişi vardı ve onlarda kenara doğru çekildiğinde, kadife sesin sahibini gördüm.

Toprak!

İlk aşkım…

Belki son…

Ve son olmasa bile, ilk aşkım olarak kalacağına emin olduğum tek kişi…

Birkaç saniye önce karıştırdığına emin olduğum karamel rengi saçları; birbirine girmiş vaziyetteyken, birkaç tutamı alnına düşmüştü. Yüzüne orantılı küçük burnu, şu anda kendisine doğru gelen arkadaşını görüp gülümsediği için kırışmıştı. Gülümserken, iki yanağında belli olan derin çizgiler; oraya dudaklarımı bastırmak için can attığım gamzelerle doluydu. Tüm renkleri içinde barındıran ela gözleri, sonbaharı andırıyordu.

Onları çok fazla yakından görmemiştim fakat gördüğüm o kısacık saniyelerde bile hafızama kazınmıştı. Bu yüzden hangi renk olduklarını gayet iyi biliyordum.

Onun gözleri sonbahardı!

Ben sonbaharı, kışı sevmezdim ama onun gözleri sonbaharı andırdığı için artık benim için özeldi o mevsim.

Siyah okul forması yine her zamanki gibi ütülenmiş, tek bir bozulma olmadan düzenli bir şekilde giyinilmişti. Okan’ın aksine, onu bir kez bile dağınık görmemiştim. Tabii, bu voleybol maçlarına hazırlanırken dahil olan bir durum değildi. Ve durmadan parmaklarını daldırdığı saçları. Çok fazla oynuyordu saçlarıyla.

Sırtına astığı gitarını düzeltti ve Okan’a bir şeyler söyledi hâlâ gülümserken. Kesinlikle, Okan’ın bu keşmekeşliğiyle dalga geçiyordu. Okan, hemen üzerine bakışlarını indirdi. Arkadaşının bu haline güldüğünü kanıtladı. Ve Okan her ne dediyse, Toprak’ın gözleri olduğumuz yere doğru çevrildi. Çok kısa göz göze geldik o an. Kalbimin durmasına yetecek kadar uzun gelmişti ve ölmemek için hızla gözlerimi kaçırdım ondan, gülüşünün daha çok derinleştiğini görürken.

Yılkan Lisesi’nin düzenleyeceği voleybol maçında o da olacaktı. Her sene olduğu gibi! Kaybetseler de vazgeçmiyordular. Aslında, bizimkiler çok kötü değildi sadece karşı karşıya kaldıkları lise, fazlasıyla spora yaktın öğrenciler yetiştiriyordu. Bu yüzden elleri boş dönmek zorunda kalıyorlardı. Ama onu sahada izlemek benim için görsel şölendi.

Çok sık görmezdim onu okulda. Bazen birkaç gün gelmediği bile oluyordu. Zelem’e zorla Okan’a sorduruyordum durumunu. Okan ise ağzında bakla ıslanmayan çocuğun, Toprak’a gelince, bilmiyorum der gibi hareketlerde bulunuyordu. Tek bir bilgi bile vermeye yanaşmıyordu. Halbuki yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen ikiliydi. Zelem’e bile söylemiyordu, işte o kadar ağzı sıkı oluyordu Toprak’a karşı.

Okan’ın aksine ben şanslıydım. Çünkü ben Toprak’ı birinci sınıfın ilk döneminde görüp aşık olmuştum. Tabii o zaman aşk kavramı benim için çok yabancı olsa da, bu duygunun aşk olduğunu biliyordum. Şimdi ise varsa yoksa Toprak vardı benim için. Ama Toprak, bilmiyordu ona olan aşkımı. Hiçbir zaman ona açılmaya cesaret edememiş, görmek istediğim için tüm okulu onun için fıldır fıldır gezsem de, utancımdan kaçıp saklanan, korkak biriydim.

Derin bir nefes alıp, gözlerimi kaçırdığım yere doğru baktığımda, oldukları yerin boş olduğunu gördüm. Büyük bir hayal kırıklığı yüreğime çöküverdi o anda. Ne çabuk gitmişlerdi ya?

“Canım kahve içmek istemiyor hiç.” Diyen Zelem’in isteksiz sesiyle ona döndüm.

“Neden?” diye araya girdim hemen. “Diğer dersin başlamasına daha bir saat var. Gidelim nolur.”

Diğer hoca kendi dersini bir saat erken bitirdiği için, diğer derse başlamaya daha çok vardı. Ve şu anda tüm Yılkan öğrencisi orada olacaktı. Toprak bile! Sırtına astığı gitardan da anlaşılacağı üzere, müzik dersleri bitmişti. Bu saat aralığın da dersi pek yoktu.

“Bence de gidelim. Hem benim uykum daha açılmadı, bir kahve iyi gelir.” Dedi Togan’da koluna astığı çantayı, omuzuna takarken.

Benim derim kahve içmek falan değildi. Toprak’ı görmekti! Dün gelmemişti ve şu anda yüzüne doyana kadar bakmak istiyordum.

“Kızlar?” Diyen Cıvıl şen şakrak sesiyle, ona döndüğümüzde, başına taktığı kulaklı pembe tacı ile bir adımla zıplayıp tam karşımızda durdu. Tebessümü dudaklarının iki yanına yayılmıştı. Cıvıl gerçekten adını taşıyan bir kızdı. Çok fazla moralinin bozuk olduğunu görmez, her zaman neşeli takıldığına şahit olurduk. “Bu gece bize geliyorsunuz değil mi?” Diye sorduğunda, Zelem kollarını iki yanına saldı, bıkkınlıkla. “Odanın her yeri pembe Cıvıl, kusacağım ama.” Deyip ağlamaklı bir sesle kafasını geriye doğru attı. Öfke ile soluyan Cıvıl, “ay ne var sanki odamda? Hem azalttım sayılır pembeyi.” Deyip bebek sarısı saçlarını geriye doğru attı. Fakat açık kahverengi gözleri, asla öyle demiyordu.

Cıvıl’ı pek sinirli görmezdik fakat sinirlendimi de çığırından çıkardı. Ama pembeden vazgeçmesi olanaksızdı. Pembe demek, Cıvıl demekti. Sadece dolabının üzerine yapıştırdığı, pembe stickerleri çıkarmıştı. O da pembeyi azalttığını sanıyordu.

“Şimdi kahve içmeye gideceğiz sen de gelsene.” Diye söylediğimde, Cıvıl heyecanla ellerini önünde kenetleyip sağa sola hareket ettirmeye başladı bedenini. “Sizinle kahve içmeye sonra gideriz. Ben şimdi Bahri’nin antrenmanını izlemeye gideceğim.” Utangaç bir tavırla gözlerini kaçırdı.

“Hmm.” Dedim ima ile. Tek kaşımı havaya kaldırıp, “yoksa bu bir date mi?” diye sordum. Cıvıl hemen onayladı beni heyecanla.

“Hay, Bahri’nin yapacağı date sıçayım!” diye söylendi Zelem. “Kızı nereye götürüyor, Allah’ım ya.” Deyip ayıplar nitelikte cık cıkladı.

“Deme öyle.” Dedi Cıvıl boynunu büküp üzülürken. “Söylerken bile eli ayağına dolandı çocuğun.” Dedi. Sırıtmasına engel olamıyordu. “Zaten benimde salonda işim var. Diğer kızlarla dans gösterisine hazırlık yapacağız.”

Cıvıl, okulun birkaç fenomen kızlarıyla birlikte okulun amigo kızlarının arasındaydı. Cıvıl’da çok güzel bir kız olduğu için okuldaki erkekler arasında epey beğeniliyordu.

Hemen Cıvıl’ın söylediği şey beynime yeni dank edince, gözlerim irice açıldı. “Çabuk o zaman kantine gidelim. Toprak’ta antrenmana gider kesin!” Kitapları yanımdaki bir masanın üzerine bırakıp, Togan ve Zelem’in kolundan sıkıca tuttum. “Hadi hareket edin. Yürüyün!” deyip çekiştirmeye başladım.

“Okan’ın suratını hiç göresim yok. Ama neyse, gidelim!” dedi Zelem söylene söylene.

“O zaman akşam beraber çıkıyoruz!” diye seslendi Cıvıl arkamızdan.

“Tamam, tamam!” deyip omuzumun üzerinden Cıvıl’a bakıp seslendim. Çok geçmeden bizimkilerle sınıftan çıkmıştık.

Bizimkileri çekiştire çekiştire kantine doğru götürürken, birkaç öğrenciye çarpmış, küfür etkisi yaratan bakışlarına maruz kalmıştık. Tabii Zelem’in de karşılık veren bakışlarıyla, hiçbiri ağzını açıp bir şey diyememişti. Şimdi ise kantinin önünde, nefesim kesilme raddesine gelmiş vaziyette duruyorduk.

Yılkan lisesi, soğun ve rüzgarın fazlasıyla etki edecek bir konuma sahip olmasını sağlayan yüksek bir yamacın eteğine konumlandırılmıştı. Derslikler, kantin ve etkinliklerin yapıldığı her sınıf; bilinen okulların ki gibi değil, bir mağarayı anımsatıyordu. Bir dağın içinde mağara açılmış ve o mağarayı oyarak, daha güzel hale getirilmiş gibiydi. Her yer taştan ve tavanları sarı ışıkla aydınlatılmıştı. Aynı şekilde duvarların dibi de, sarı floresanlar yerleştirilmiş, ayrı bir hava katılmasını sağlamışlardı.

Yılkan Lisesi, her evin dışından görünecek kadar büyük ve görkemliydi. Ait olduğumuz yerdi ve bir yere gerçekten ait olduğunu gösteriyordu Yılkan Lisesi.

Yılkan’ı seviyordum. İçindekilerini daha çok seviyordum!

Gözlerim kantinin içinde Toprak’ı aradı. Tüm sınıflar buradaydı ve birazcık kalabalık görünüyordu. Herkes birbiriyle sohbet ediyor, gruplar halinde bir şeyler konuşuyorlardı. Alt sınıfların sınavları başlamıştı, bu yüzden ellerinde notları vardı, birbirlerini çalıştırıyorlardı. Birkaç haftaya kadar da bizim sınavlar başlayacaktı.

“Burada yoklar sanırım!” diyen Zelem, hafif parmak uçlarında yükselmiş kantinin içine doğru bakıyordu. “Spor salonuna gitmiş olmasınlar?” diyen Togan ile, yüzüm düşmek üzereydi. Toprak’ı görmem için bir saat vardı ve koca okulda onu aramak zorunda kalacaktım.

“Hanımlar ve beyler yer açar mısınız?”

Arkamdan sesi gelen Okan ile yerime çivilendim. Yanımda duran Zelem ve Togan’ın da aynı anda sesin geldiği yöne doğru döndüklerini anladım.

Fakat benim, arakaya bakacak kadar cesaretim yoktu!

“Hani kantine gelmeyecektin?” diye sordu Okan, kime sorduğunu bilmeden. Fakat kesinlikle sorusu, Zelem’e idi. “Canım bir anda kahve içmek istedi, sana ne?!” diye Zelem hızla lafa girip azarlar gibi konuştu. “İyi, peki.” Dedi Okan. “O zaman yer açın da girelim.”

Girelim?

Çoğul konuşuyordu ve kesinlikle yanında Toprak vardı.

Omuzlarımı hafif içe doğru gerip, kuruyan dudaklarımı ıslattım. Direk gibi ortada dikilmek olmazdı! Bir adım ileriye doğru atıp, kızların arasından çıktım. Zaten Zelem ve Togan’da çoktan yan tarafa doğru kaymışlardı.

Bedenimi hafif yan döndürüp, bakışlarımı usulca arkaya doğru çevirdiğimde, sırtına astığı gitar ile, ellerini cebine yerleştiren Toprak’ı gördüm. Tebessüm ederek, hâlâ kendisine çeki düzen vermemiş olan arkadaşı Okan’ı izliyordu.

Sonbaharı andıran gözleri kısılmış, gamzeleri belirginleşmişti. Onu bu kadar yakından görmek, kalbimin ömrünü azaltacak kadar hızlı atmasına sebep oluyordu. Sanırım kalbime garezi vardı bu çocuğun. Bende bu kadar hızlanmasını sevmiyor değildim doğrusu. Bunlar güzel duygulardı. Bir insana sadece bir kere nasip olurdu!

Dudaklarım aralandı sık nefeslerimi, kolaylıkla bıraka bilmek için. Şu anda gözlerimin ona hayranlıkla baktığına emindim. “Bir kahve içmeye gelirsiniz artık yanımıza.” Diyen Okan’ın sesiyle, Toprak gözlerini önce Zelem’in üzerinde ardından Togan ve hepsinin en önünde duran bana çevirdi. Sertçe yutkundum. Kalbim sanki daha çok hızlanırmış gibi daha da hızlanıverdi.

Bir bakışı, bir ömür eder gibiydi!

Dudağının kenarı yukarı doğru hafiften kalkarken, gözlerimi ondan kaçırdım. Lanet olsun! Çocuk ondan hoşlandığımı anlayacaktı. Böyle anlamasını tabii ki istemiyordum. Ama bakışlarım kesinlikle kendisini ele veriyordur. Ama üç senedir anlamıyordu bunu! Belki de gerçekten aşk dolu bakamıyordum. Olabilir miydi acaba? Olabilirdi!

Kimse Okan’ın söylediği şeye cevap vermedi. Okan ve Toprak hareketlendi. Adımlarını kantinin içine doğru atmaya başladıklarında, bir adım arkaya doğru gitmek istediğimde, Toprak’ın kolu hafiften benim, koluma sürtündü. Gitarı ise gözüme girmek üzereyken, ellerimi yukarı kaldırıp kendimi korumak istedim. Kıkırdama sesi duyunca bakışlarımı tekrar yukarı kaldırdığımda, Toprak’ın bana bakarak sırıttığını gördüm. Başını belli belirsiz sağa sola salladığında, ikisi beraber kantine girdiler birbirleriyle konuşa konuşa.

Toprak gülüyordu!

Bana bakarak, gülüyordu hem de!

Sonbahar gözleri, daha çok kısılmıştı!

“Hadi bizde girelim.” Diyen Togan sesiyle, yürüme yetisini kaybeden ayaklarıma rağmen kantinin içine girebilmiştim. Toprak’ı bir süre, yerlerine oturana kadar izledim. Ardından Zelem’in bize seçtiği masalardan birine oturduğumuzda, Zelem karşıma, Togan yanıma, ben ise Toprakları görebilecek şekilde karşılarında oturmuştum.

Togan çantasını masanın üzerine bıraktıktan sonra, “kahve almaya gidiyorum ben.” Dedi hâlâ ayakta dikilirken. “Ben de sana yardıma geleyim.” Diyen Zelem’de tekrar oturduğu yerden ayaklandı. “Şekerli demi Belfü?” diye sordu Zelem. “Evet, evet şekerli lütfen.” Deyip gülümsedim bizimkilere.

Kaçamak bakışlarımı da, Toprak’ın oturduğu yere atmayı ihmal etmiyordum. Gitarını yere koyup masaya yaslamıştı. Birkaç kişi daha vardı oturdukları masada ve Okan’da tam karşısına geçip oturmuştu. Kantinin diğer tarafında ve çaprazıma düşüyordu masaları. Ama yüzü tam gözümün önündeydi.

Bir şeyler konuşuyor, masadaki herkes gülmeye başlıyordu. Ellerini, mimiklerini fazlasıyla kullanıyordu. Okan’da yanındaki kişilere heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyor, hafif masaya doğru eğiyordu üst bedenini. Ne konuştuklarını merak ediyordum doğrusu.

Kesinlikle voleyboldu. Ya müzik.

Çok geçemden, Togan ve Zelem ellerinde kahvelerle masaya geldiler. “Bu akşamda fazla yağışlı diyor.” Diyen Togan memnun olmayan bir ifade ile kahvesini masaya koyup sandalyesini geri çekerek oturdu. Zelem’de elindeki kahvenin birini bana, birisini de kendi önüne bıraktı. “Buranın yağmuruna alışman gerekiyordu.” Deyip güldü Zelem.

Biz bu şehrin ebedi konuklarındandık fakat Togan ve ailesi daha beş altı senedir bu şehirdelerdi. Fazlasıyla güneş alan bir yerden gelmişlerdi ama şimdi, yaz aylarında bile yağmurun bol olduğu Yılkan’da sonbahar ve kış ayları yağmurdan geçilmiyordu. Hava hep kapalıydı.

“Bu gece bir şeyler alacak mıyız?” diye sordum arada diğer masayı yoklarken. Hâlâ konuşup gülüyorlardı. “Cıvıl’a sormak lazım.” Dedi Zelem. “Annesi kızıyor abur cubura.”

“Bizde gizli sokarız eve!” dedi Togan’da gözlerini kısıp gülerken. “Yakalarsa, Cıvıl fena azar işitir.” Dedim endişeyle. Cıvıl’ın annesi fazlasıyla takıntılıydı böyle şeylere. Kızını sağlıksız şeylerle beslemek yerine, en doğalını ve en tazesini almaya özen gösterirdi. Çantalarımızı aramazdı fakat sanki içini görecekmiş gibi iyice incelerdi. “Bizde evde ne varsa ondan yeriz.” Dedi Zelem. Başım ile onayladım. Bize kızmazdı Cıvıl’ın annesi, fakat biz gittikten sonra epey azar işitirdi Cıvıl.

“Toprak!” kantinin girişinde gelen cırtlak bir sesle, oraya dönerken, Toprakların masaya el sallayan Ceyda’yı gördüm. Kaşlarım saniyesinde çatıldı. Ne işi vardı şimdi bu kızın burada? Sınava hazırlanması gerekmiyor mu?

Bu sorularım Zelem’de de merak uyandırmış olacak ki, “hani bu kız sınava hazırlanıyordu?” diye sordu. Ceyda son sınıf öğrencisiydi ve okul son sınıf öğrencilerine tolerans gösteriyordu. Üniversite sınavına evde çalışmalarına izin veriyorlardı, bu yüzden devamsızlık diye bir şey olmuyordu. Bir yeri kazanmaları için ellerindeki tüm imkanı kullanıyordu Yılkan Lisesi.

Ama Ceyda buradaydı! Ve Toprak’tan hoşlandığını tüm okul biliyordu.

Toprak’a baktım. Yerinde hafif doğrulup, dudaklarını içe gömerek tebessüm etti. Çok kısa bizim olduğum yöne doğru baktığını fark ettim ama öyle kısa bir andı ki bu, gerçek olup olmadığını kestiremedim.

Ceyda koşar adımlarla yanına gitti, sarıya dönük saçlarını omuzunun arkasına savururken. Başka masadan bir sandalye kapıp oturdu. Bir kolunu da Toprak’ın omuzuna atıp, bir şeyler anlatmaya başladı. Bu dokunuştan rahatsız olduğunu görebiliyordum Toprak’ın fakat bir şey demiyor, sadece yerinden hafiften kıpırdanıyordu. Fakat gamzelerini belli edecek derecede de gülüyordu!

Okan’ın bizim olduğumuz yöne doğru baktığını gördüm. Yanaklarını hava ile doldurup geri üflerken, elinin birini de ensesine atıp sertçe ovalıyordu. O anda Zelem ile göz göze gelip Ceyda’nın yanlarına oturuşundan dolayı epey rahatsız olan ifadesi silinmişti. Zelem’e bakıp sırıttı ve göz kırptı. Zelem burnundan soluyup, bunaldığını belli eden bir ses çıkardı. Gözlerini devirerek önüne döndü.

Toprak’ın içine düşmek üzere olan Ceyda’ya baktım. Ben daha ona açılamazken, Ceyda bin kere çıkma teklifi etmiş, aşkını dile getirmişti. Ama karşılık alamamıştı Toprak’tan. Yan yana çok görüyordum geçen sene ama asla bir sevgili yakınlığı yoktu. Tabii Ceyda aşırı flörtöz olduğu için çoğu kişi tarafından yanlış anlaşılıyordu.

“Al buradan yak!” diyen Zelem’in sesiyle ona döndüğümde, “tüm son sınıflar niye burada?” diye sordu Togan. Zelem kaşlarıyla kantinin girişini işaret ettiğinde, omuzumun üzerinden arkaya doğru baktım. Kantinin girişinde içeriyi izleyen Rüzgar, bizim masayı arıyormuş gibi bakışları tam üzerimizde durdu ve bulduğuna sevinmiş gibi gözleri parlayarak bize doğru gelmeye başladı.

Sırtına astığı sırt çantasını omuzunda hizalarken, gülüşü silinmeden beni izleyerek, tam masamınız önünde durdu. “Selam herkese.” Diye selam verdiğinde, bizimkilerde selam verip kahvelerini içmeye başladı. Zaten Rüzgar’da bizimkilerle ilgilenmiyor, gözlerinin içi gülerek bana bakıyordu.

“Nasılsın Belfü?” deyip çekingen bir sırıtış takındı. “Kütüphaneye geldim okulun, hazır gelmişken seni de göreyim dedim.”

İnce düşüncesinden dolayı, tebessüm edip, “teşekkür ederim Rüzgar. İyi yapmışsın.” Dediğimde, masayı göstererek, “bir kahve iç istersen?”

“İyi olur.” Deyip, Zelem ve Togan’a bakıp, “sorun olmaz değil mi sizin için, yani yanınıza oturmak?” diye sordu.

“Hayır tabii ki şekerim, geç otur.” Diyerek ilk konuşan Togan oldu. Zelem sandalyesini kenara doğru çekip, ayağı kalkarak, masaların birindeki sandalyenin birini çekip, Rüzgar’ın oturması için verdi. Masadaki kızlar Zelem’e tip tip baksa da, Zelem’de aynı şekilde onlara bakıp gözlerini devirmişti.

“Şu okulun kızları da ne siktiri boktan!” diye söylendiğinde, yan masadaki kızların duyabileceği bir desibelde, konuşuvermişti. Kızlar, hemen birbirine kısa bir bakış atıp kahvelerini hızla alıp masadan kalkarak kantinden çıkmışlardı. Zelem’e çatmak istemiyorlardı. Haklılarda! Ben bile bazen, onunla ters düşmemek için susuyordum!

Rüzgar, Zelem’in oturması için çektiği sandalyeye geçip oturduğunda, sırtına astığı çantayı çıkarıp ayaklarının ucuna koydu.

“Ben sana bir kahve alayım.” Diyerek ayağı kalktı Togan.

“Sen zahmet etme, ben alırdım.” Diyen Rüzgar’a Togan, “ne zahmeti ya, zaten kendime de alacaktım.” Deyip gülümsedi. “Nasıl olsun?” diye sordu Togan, bir iki adımla arkama geçerken. “Sade olsun. Hatta acı olursa sevinirim.” Kıkırdayarak bakışlarını bana indirdi Rüzgar. “Sınav bitene kadar uyku yok bana çünkü.”

“Tamamdır o zaman.” diyen Togan, kahveleri almak için gitmişti.

Kollarımı üst üste koyup masaya yasladım. “Sınava hazırlık nasıl gidiyor?” diye sordum.

Kaşları havalandı Rüzgar’ın, iyi geçmediğini belirten bir surat ifadesiyle. Ben de hemen yüzümü ekşitip kıkırdadım. “Zor ve katlanılamaz!” deyip başını iki yana doğru salladı.

“Seneye aynı şeyleri yaşayacağımı bilmek, şimdiden beni de tüketiyor!” dedim.

“Zorlandığın şeyler olursa Belfü,” dudaklarını ıslatıp yutkundu, Rüzgar. “Yani anlatırım. Yardım ederim yani sana.” Diyerek, ellerini masanın üzerinde birbirine kenetledi.

“Teşekkür ederim.” Deyip içtenlikle gülümsedim.

“Bence sen bu sene kazanırsın.” Diyen Zelem, kahve bardağını dudaklarına yaslamıştı. “Ki, zaten okulun birincisi belli. Dördüncü sınıflardan birinci çıkacak olan sensin.” Deyip, kahvesinden bir yudum aldı, gözlerini Rüzgar’dan ayırmadan.

Rüzgar derin bir nefes alıp, mütevazi bir şekilde gülümsedi. “Başa baş gittiğim çok dördüncü sınıf var. Erken konuşmak olmaz.” Dedi.

“Var mısın iddiasına?” diye küçük parmağını Rüzgar’a doğru uzatan Zelem’e, Rüzgar dünyanın en saçma şeyini söylemişler gibi yüzü ifadeye bulandı. Kaşlarını çatıp, Zelem’in uzattığı parmağına baktı. “Sen okulun birincisi olacaksın. Ve ben, hiçbir iddiada kaybetmem.” Deyip gururlu bir ifade ile çenesini dikleştirip, iki dudağının kenarını aşağı sarkıttı.

Şu anda ben bile Rüzgar’ın suratı gibi bakıyordum Zelem’e. Olup olmadık yerlerde, saçma iddialarına alışıktım fakat Rüzgar, ilk defa bu tepkiyle karşılaştığı için tepki veremedi.

“Zelem.” Dedim, ne yapıyorsun? Der gibi bir bakış attığımda, zoraki bir şekilde gülümseme takınmıştım. “Zaten Rüzgar’ın birinci olacağı belli. Ne bu iddia şeyi canım arkadaşım?” dedim bastıra bastıra.

“Aman bir şey demedim.” Deyip üst bedenini masaya yayıp, yumruk yaptığı elini şakağına dayayarak, bakışlarını kantine çevirdi, kahvesinden yudumlarken.

Rüzgar, başka konuya geçmek ister gibi kuru bir öksürükle, bana çevirdi tekrar bakışlarını. “Senin okulda durumlar nasıl? Bir sorun yok demi?” diye sordu.

O sırada elinde kahvelerle Togan yanımıza geldi. Birini Rüzgar’ın önüne bıraktığında, “teşekkür ederim.” Deyip gülümsedi Rüzgar. Togan’da gülümseyip yerine otururken, Zelem ile beraber sohbet etmeye otur oturmaz başlamıştı.

Derin bir nefes alıp, okul deyince ilk aklıma gelen kişiye bakışlarımı çevirmek istedim. Toprak!

Okulu da, dersleri de sevdiren tek kişiydi bana. Sabah saatlerindeki dersleri bile onun yüzünden seviyordum. Çünkü onun da sabah saatlerinde dersi vardı ve okula resmen beraber giriyorduk. Tabii, önce onun girmesini bekliyordum, birkaç metre arkasında ise ben oluyordum.

Tabii, Toprak, sabah saatlerinde derse girmek yerine ilk işi spor salonuna gitmek oluyordu. Ya da gitar çalmak için müzik odasına giderdi. Bu yüzden, derse hep geç kalıyordum. Birkaç dakika sadece onu izliyordum. Güne güzel başlamak için!

“Okul güzel. Her şeyiyle.” Rüzgar’ın sorusunu cevaplarken, bakışlarım usulca Toprak’a kaymıştı. Hâlâ Ceyda ile konuşuyordu. Grubun diğer kalanı, resmen sandalyelerin üzerine bir un çuvalı gibi yayılmış, boş boş etrafa bakıyordu. Okan bile sessizdi.

Rüzgar’da nereye baktığımı görmek için omuzunun üzerinden geriye doğru baktığında, “anladım.” dedi sadece. Hemen duruşumu düzeltip, bakışlarımı karşıdaki masadan çektim. Anlamasını istemiyordum.

“O zaman, yarın ki maçta görüşürüz Belfü.” Deyip yerdeki sırt çantasını alıp tek omuzuna astı. “Daha kahveni içmedin?” Dedim ayağı fırlayan Rüzgar’ın yüzüne bakışlarımı kaldırırken. “Uykum yeterince dağıldı. Gerek yok artık kahveye.” Dediğinde, son kez, Toprakların masasına bakıp, hızlı ve büyük adımlarla kantinden çıktı.

“Sınav, şimdiden çocuğun psikolojisini bozmuş.” Dedi Zelem, gizemli bir şey söylüyormuş gibi gözlerini kısarken.

“Seneye Allah bizim yardımcımız olsun. Biz ne hale düşeceğiz acaba?” diyen Togan şimdiden tedirgin olmuş gibiydi.

“Bence,” deyip Toprakların masayı kaşlarım ile işaret ettim. “Cırtlak sesli Ceyda’yı etkiliyormuş gibi gözükmüyor!” deyip alayla güldüm.

“Bence o kız sınavı falan takmıyor.” Dedi Zelem.

“Ay cırtlak dedin de aklıma geldi. Umarım bu kız mezuniyet gecesi şarkı falan söylemez.” Togan iğrenerek, yüzünü buruşturdu.

“Bakalım son sınıflar bizi baloya alacak mı ki?” diye söylediğimde, Toprak ve diğerlerinin ayaklandığını gördüm. Ceyda ise kalkmamış, Toprak’a el sallıyordu, oturduğu yerde.

Okan hâlâ dağınık halini düzeltmemiş, elleri ceplerinde ve ıslık çaldığını belirten dudaklarıyla yaylana yaylana, çıkışa doğru ilerliyordu. Toprak ise sırtındaki gitarıyla ve tek bir dağınıklığı olmadan, arkadaşının yanında yürüyordu.

Ne Toprak buraya bakmıştı, ne de Okan olduğumuz yere.

Ben ise o gruptan gözlerimi ayırmadan, çıkana kadar onları izlemiştim.

“Antrenman yapmaya gidiyorlardır kesin.” Diyen Zelen’e, bakışlarımı çıkıştan ayırmadan, başım ile onaylamıştım.

“Hadi bizde derse gidelim.” Dedi Togan ve onlarla birlikte ben de ayaklanmıştım.

Şimdi ise Toprak’ı bir saniye bile görememenin hüznü kalbime çoktan çöküvermişti bile. O suratsızlıkla, sınıfın yolunu tuttum.

 

****

 

Dersler, her zamanki gibi aynı monotonlukla devam ettikten sonra, günü bitirdiğimiz için burnumdan derin bir soluk bırakmıştım boşluğa doğru. Masanın üzerindeki kalemlerimi ve kitaplarımı çantama yerleştirirken, coğrafya hocasının hepimize iyi günler dilemesiyle, tüm sınıf hep bir ağızla ‘görüşürüz hocam.’ Demiştik.

Dışardan sınıfın içerisini dolduran gök gürültüsüyle, ellerim çantamın içerisine koymaya çalıştım kitapla birlikte havada asılı kaldı. Bakışlarım pencereye döndüğünde, gri bulutların yavaş yavaş gökyüzünü esir aldığını gördüm.

“Umarım gecede yağar!” dedi yanımda oturan Zelem. Onun da bakışları benim gibi penceredeydi. “Hayır ya, yağmasın!” diyen şimdiden havadan dolayı memnun olmamaya başlayan arka sıramızda oturan Togan’ın kendisiydi. “Ne olacak ya az ıslansak?” Dedi Zelem gülerek. “Yağmuru gece dinlemek daha hoş oluyor.” Dedikten sonra Zelem, çantasını yerleştirmeye başladı.

Zelem haklıydı. Yağmuru bende çok severdim. Özellikle, gece yağıp, çatıya hafif hafif vuran yağmur damlaları en sevdiğimdi. Sesi huzur gibiydi. Tabii Toprak’tan sonra. İlk sırada hep sonbahar gözlü çocuk vardı benim için.

Okan’ın da hâlâ derslere katılmadığına göre beraber spor salonunda antrenman yapıyor olmalılardı. Bahri ve Cıvıl’da yoktu. Bahri, date niyetine Cıvıl’ı yapacakları maç için alıştırmalarına götürmüştü. Bahri ve Okan izinliydi maçın yapılacağı güne kadar. Cıvıl’da büyük ihtimalle izinliydi.

Toprak ise başka sınıftaydı. Onu görmek benim için daha da zorlaşıyordu. Yani onu, ya kantinde ya spor salonunda, ya müzik odasında ya da okul girişinde yakalamam gerekiyordu. Yoksa, görmek imkansızlaşıyordu.

“Hadi gidelim o zaman.” deyip, çantamı bir omuzuma atıp ayaklandım. Benimle birlikte, Zelem ve Togan’da ayaklandı. Masanın üzerinde kalan son kitabı da, alıp göğsüme bastırdım. Ama ilk önce eve gitmek değil, Toprak’ı görmem gerekiyordu.

Bizimkilere beraber, sınıftan çıkarken, okulun içinin de havadan dolayı karamsar bir hava aldığını gördüm. Pencerelerden, git gide kararan havayı görebiliyorduk. Ama sorun değildi. Bu hava mükemmel hissettiriyordu. Yılkan gibi!

Çıkışa az olduğunu gördüğümde, durdum. Bizimkilere, yönümü çevirip, “siz gidin benim bir işim var. Size yetişirim.” Dediğimde, ikisi de kollarını göğsünde birleştirerek, yeme bizi bakışı attılar. “

İşinin Toprak olduğunu biliyoruz.” Dedi Togan, tek kaşını havaya kaldırarak.

“Sen bu çocuğa aşık falan değilsin kızım ya. Aşk diye bir şey yoktur.” Diyen Zelem, aşk kelimesini bile dile getirirken, gözlerini devirip, tiksiniyormuş gibi surat ifadesi takındı.

Zelem yanılıyordu.

Eğer aşk diye bir şey yoksa, neden kalbim bu kadar hızlı atıyordu?

Neden onu durmadan görmek istiyordum?

Neden Toprak ile ilgili her detayı öğrenmek için can atıyordum?

Aşk vardı işte!

Olmasaydı hissetmezdim! Vardı!

Dudaklarımdan derin bir soluk bırakırken, gülümsemeye çalışıp kafamı iki yöne doğru salladım, Zelem’in dediklerini umursamamaya çalışarak. Zelem’in de bir gün yanılmasını isterdim. Güzel bir deneyimle tabii ki.

“Sen bunu umursama. Hadi okuldan ayrılmadan son kez gör gel seninkini.” Diyen Togan, kaşlarıyla da gitmem için işaret etmişti. Seninki! Böyle bir şeyin varlığı bile mutluluk vericiydi. Gülümsemeden edememiştim. Başımı bizimkileri onaylar nitelikte hızla sallayıp, “beni bekleyin o zaman.” diyerek, arkamı onlara dönmeden önce el salladım. “Tamam.” Dedi ikisi de aynı anda.

Onlar okul binasından çıkarken, ben de spor salonun yolunu tuttum, kitabımı daha sert göğsüme bastırırken. Görme fikri bile ayaklarımı uyuşturuyordu. Heyecanla koridoru yürürken, sınıflardan birkaç öğrenci de çıkıyordu. Çoğuna göz aşinalığım vardı. Kimisi sevgiliydi, kimisi ise kendi arkadaşlarıylaydı. Ben ise onların tersi yönüne gidiyordum. Bu yüzden uzun süre üzerimde bakışlarını tutuyorlardı.

Spor salonuna çok az kalmıştı ki, kapısının açıldığını gördüm. Hemen, kapısı açık bir sınıfa kendimi atıp, kendimi gizlemeye çalıştım. Sınıftan çıkmak üzere olan iki kızla göz göze gelince, birbirilerine ne yaptığımı anlamaya çalışıyorlarmış gibi bakıştılar. Şu an gerçekten garip bakışları hak ediyordum.

Çekingen bir şekilde gülümseyip el sallayarak, sınıftan çıkana gözlerimi ayırmadım. Fakat onlar karşılık vermeyip alayla gülüştüler. Gıcık şeyler!

Bir elimi de kapının sövesine yaslayıp, çok minik kafamı ileriye doğru çıkardım, yalnız kaldıktan sonra. Spor salonundan çıkan kişi; Bahri ve Cıvıl’dı. Cıvıl’ın ağzı kulaklarında, Bahri’ye bakıyordu. Bahri ise antrenman yaptığını açık açık belli ettiren yanakları kıpkırmızıydı. Fakat Cıvıl’a gülümsemeden de geri kalmıyordu.

Ama asıl beni sessizce kıkırdamama sebep olan şey, Cıvıl’ın sabah taktığı pembe kulaklı tacının, Bahri’nin kafasında olmasıydı. Elimi hızlıca dudaklarımın üzerine kapatıp, duyulmamasını sağladım. Bahri’ye daha çok yakışmıştı doğrusu. Onlar yan yana önümden yürüyüp giderken, spor salonun kapısı tekrar açıldı ve bir sürü gibi bağıra çağıra çıkan Okan ve yanında birkaç kişiydi.

Okan slogan atıyor, yanındakiler ise ona eşlik ediyordu. Ellerini ise yumruk yapmış, havada sallıyorlardı. Okan onları daha çok gazlıyordu. Arada da daha yüksek bağırmaları için direktif veriyordu. Hepsi domatese dönmüştü. Epey çalışmışlardı. Yarın artık son gündü. Bugün ne çalıştılarsa artık!

Yılkan. Yılkan. Yılkan.

Bana slogandan çok, okulun adını ezberliyorlarmış gibi geldi.

Kendimi, biraz daha gizleyip çıkan bu sürünün beni görmemesini umut ettim. Okan’ın gözleri fel fecir okuyordu. Beni görme ihtimali yüzde yüzdü. Yüksek sesle sloganlarını ata ata giderlerken, birkaç kişi de bu mallar ne yapıyor? bakışları atmışlardı. Ben bile demiştim.

Biraz daha saklandım olduğum yerde, başka kimse çıkıp çıkmayacağını görmek için. Okan bile çıkmıştı, fakat Toprak yanında yoktu. Ya o, onlardan önce gitmişse? Hayır, son gördüğüm kişi o olmalıydı ve ilk gördüğüm kişi de o olmalıydı. Yoksa, günüm iyi geçmez, uyuyamazdım.

Daha fazla olduğum yerde beklemeyip, parmak uçlarımla spor salonun kapısının önüne doğru ilerledim. Yarısına kadar cam ile kaplıydı. Adımlarımı, kapının önünde durdurup, burnumun altında biten yarı cam olan kapıdan içerisini iyice görebilmek için parmak uçlarımda yükseldim. Ve hâlâ spor salonunda olan Toprak’ı gördüm. Gülüşüm olduğu gibi yüzümde yayıldı. Tek başınaydı. Kimse yoktu yanında. Dudaklarımı, dişlerimin arasına hapsederken, topu bir elle havaya kaldırıp, diğer elinin avuç içiyle vurarak, duvara doğru fırlatıp sert bir şekilde topun kendisine gelmesini sağlayan çocuğu izledim. Top duvara öyle sert çarpıyordu ki, koca salonda sadece toptan çıkan ses yankılanıyordu.

Üzerinde, okulun forması vardı. Siyah şort ve siyah tişörttü. Üzerinde ise büyük harflerle, YILKAN yazıyordu. Arkasında ise maçta oynayacak kişilerin soyadı ve isimlerinin baş harfi yazardı. Çünkü, soyadı ünlü çok kişi vardı okulda. Bunu belirtmek, okulun ve öğrencilerin hoşuna gidiyordu. Reklam iyidir!

Fakat Toprak’ın soyadı yerine, sadece kendi ismi, soyadının ise baş harfi vardı. TOPRAK A.

Toprak’ın soyadının Ataman olduğunu biliyordum. Zaten bir ismini bir de soyadını biliyordum. Bir de gitar çalabildiğini… Ve gözlerinin rengini.

Ne kadar öğrenmeye çalışsam da, çok fazla bilen kişi çıkmıyordu. Okan onun kara kutusuydu fakat söylemiyordu asla. Belki o da bilmiyor bile olabilirdi. Emin değildim.

Okula kayıt için geldiğinde yanında bir adam vardı ve üzerinden zaman geçtiği için hatırlamıyordum. Ya da sadece dikkatim Toprak’ta olduğu için bile olabilirdi.

Top duvardan yer çarptı ve bir kere sekerek, ayağına kadar geldiğinde, ayağının ucuyla topu kaldırıp birkaç kere sektirdi. Havaya fırlattı topu ve top olduğu gibi elinin üzerine düştü. Ve aynı şeyi tekrarlamaya devam etti. Saçları dağılmıştı. Kızardığını ve terlediğini bile buradan görebiliyordum. Nefes nefese kalmıştı fakat hâlâ çalışmaya devam ediyordu.

Parmak uçlarım acımaya başladığında, dişlerimin arasında hafif inleyip yere indim. Ayak ucuma baktığımda, beyaz converslerimin üzerinin ezildiğini gördüm. Umurumda değildi. Bakmakta saniye kaybetmemek için tekrar parmak uçlarımda yükseldiğimde, Toprak’a su götüren Ahsa’yı gördüm.

Ne? Nasıl?

Kaşlarım saniyesinde alnımın üzerine devrilirken, onu burada beklemediğim için şaşkınlıktan dudaklarım aralanmış, gözlerimi kırpmadan Ahsen’i izlemiştim.

Ne zaman gelmişti?

Hep orada mıydı?

Ben neden görememiştim?

Suyu Toprak’a uzattı. Toprak gülümseyerek suyu alıp dudaklarına götürüp içti. Yüzü bana dönüktü, Ahsen’in ise arkası. Üzerinde pembe rengindeki amigo kıyafetleri vardı. Ve etek çok kısaydı. Hem de çok kısa. Ve Toprak ile aynı yerde bulunuyordu. Lanet olsun!

Amigo kızlarının başıydı Ahsen. Okuldaki çoğu erkeğin de hayalini süsleyen güzel ve alımlı kızıydı. Çok çıkma teklifi aldığını ve çoğu gönderen kişiyle de dalga geçtiğini öğrenmiştim. Bizimle aynı sınıftı fakat ayrı sınıflardaydık. Üçüncü yılında bile bu kadar popüler olmasını, oluşturduğu gruplara ve güzelliğine bağlıyordum.

Minyon bir tip ve esmer bir tene sahipti. Uzun siyah saçları kalçasına kadar geliyordu ve şu anda yuvarlak yüzünü ortaya çıkardığına emin olduğum bir at kuyruğu yapmıştı. Toprak neden etkilenmesin ki hem? Güzeldi kız. Hem de çok!

Toprak suyu içtikten sonra geri uzattı. Ahsen ise suyu aldıktan sonra gülerek Toprak’ın yanında ayırılıp az önce nereden çıktıysa oraya doğru gidiyordu. Benim ise yüzümden düşen bin parça olduğuna emindim. Bu ikisi şimdi neden aynı yerdeydi ki?

Yükseldiğim parmak uçlarımda dengemi kaybedip, yere düşerken, minik bir çığlık dudaklarımdan firar etmiş, yüzümü son anda kapıya yapıştırmaktan ellerimi bastırarak kurtarmıştım. Kapıdan ise çarptığım için ses çıkmıştı. Toprak’ın bakışları olduğu gibi kapıya doğru çevrildi.

Gözlerim irice açılırken, kendimi yan tarafa doğru atmış sırtımı duvara yapıştırmıştım. Göz göze gelmiştim çok kısa an. Hayır, hayır, hayır! Umarım benim olduğumu anlamazdı. Ağlamaklı bir ifade ile kendimi koşar adımlarla okuldan atmak için binanın girişine doğru yürüdüm.

Hangisine yanayım ben? Ahsen’in orada olduğuna mı, yoksa kapıya bir sinek gibi yapıştığıma mı? Bence salak olduğuma yanmalıydım!

Okulun girişine geldiğimde, yağmurun yavaş yavaş yağdığını gördüm. Okulun çatısından ise zemine doğru çarpıyor, yerden birkaç santim yükseliyordu. Hafif esen rüzgar ise, saçlarımı geriye doğru savurdu. Nefes almamı kolaylaştırmıştı.

Bizimkilerin ise dışarda olduğunu gördüm. Togan ve Zelem aynı şemsiyenin altında, Okan ve Cıvıl ise aynı şemsiyenin altında bekleyerek birbirleriyle konuşuyorlardı. Üzerindeki desenlerden anlaşılacağı üzere şemsiye Cıvıl’a aitti ve Okan’da Zelem için bekliyordu. O gitmeden o da gitmeyecekti. Sanırım Okan’da benim gibi son gördüğü Zelem olmasını istiyordu.

Adımımı, dışarıya atar atmaz, yağmurdan korunmak için okul kitabını başımın üzerine tutup, bizimkilerin yanına gitmek için koştum. Yüzümdeki ifadeyi de düzeltmek için elimden geleni yapmaya çalıştım fakat koca salonda sadece o ikisinin yalnız olması, yüreğimi yakmıştı.

Zeminde birikmeye başlayan yağmur birikintilerine bastıkça su, ayakkabıma oradan da çıplak bacaklarıma sıçrıyordu.

“Oo güzelim tuvalette miydin?” diye sordu Okan gülerek. “Ne alaka?” dedim anlamayarak. Yanlarına varmıştım ama hâlâ kitabı başımda tutuyordum.

“Utanma benden Belfü yabancı değilim. Acı biberi çok yediğin için karın ağrısı yapması normal.” Deyip güldü. “Eve kadar dayanamazdın.”

“Ne saçmalıyorsun Okan ya? Tuvalette değildim hem olsam bile utanmam söylerdim.” Deyip gözlerimi devirdim.

“Tuvalete gideceğim dedin ya?” Zelem kaşlarıya Okan’ı işaret etti. “O yüzden seni bekliyoruz.”

Şimdi anladım Okan’ın neden öyle söylediğini. Ee kızlar, Toprak’ı dikizlemek için gittiğimi söylemeyeceğine göre, sıçmak için gittiğimi söylemişlerdir. Off, Okan gider söyler de şimdi Toprak’a, Belfü okul çıkışında sıçmaktan geliyor diye!

“Ay Okan artık gider misin? Şemsiyem küçük, ben ıslanıyorum.” Dedi Cıvıl homurdanarak.

Gerçekten Okan ve Cıvıl birbirlerine yapışmış vaziyetteydi ıslanmamak için. Okan gömlekle olduğu için ellerini önünde bağlamış, iki büklüm vaziyette titriyordu. Altında ise şort vardı. Gömleğinin içindeki tişörtü de belli oluyordu.

“Tamam be!” dedi Okan daha çok titrerken. Bu sefer dişleri bile takırdamaya başlamıştı. “ Önce siz gidin. Zaten ben Zelem’i gördüm yeterli.” Deyip sırıttı. “Keşke beni, kendine maruz bırakmasaydın!” deyip göz devirdi Zelem. “Bir doz Okan olmadan olmaz sana. İyi gelir.” Deyip göz kırptı çapkınca sırıtarak Okan. “Iyy!” diyen Zelem gözlerini devirip bana baktı.

“Toprak’ı bekliyorum. O bırakacak beni.” dedi Okan dişleri takırdarken. Gözleri arkama kaydı. “Geliyor işte.” Dediğinde, omuzumun üzerinden geriye bakmak yerine, arkamı direkt dönmüştüm. Yağmurluğunun fermuarını çenesinin altına kadar çekmiş, sırt çantasını ise tek omuzuna asmıştı. Gitarı yoktu bu sefer. Antrenman yaptığı, kıyafetleriyleydi.

Ahsen neredeydi?

Yanında yoktu fakat yine de rahatlamamıştım!

“Hadi görüşürüz.” Dediğini duydum Okan’ın. “Rüyanda beni gör Zelem.” Dediğinde, tam karşımdaydı artık. Tekrar bizimkilere bakmak için önünü çevirmişken, adımları geri geri gidiyordu. Öpücük atarken, bunu Zelem’e ait olduğunu biliyordum. “Ben hissederim.” Deyip arkasını dönüp koşarak Toprak’ın yanına gitti.

“Bu çocuk beni kanser edecek!” diye söylendi Zelem. “Ne var ya tatlı çocuk, seviyor seni.” Dedi Togan’da güldüğünü hissettiğim tonla. “Aman eksik kalsın.” Dedi Zelem’de.

“Sen de bizim buradan götümüzün donmasına sebep oldun Belfü he!” diyordu Zelem öfke ile ama benim gözlerim Toprak’taydı. Mavi scooter motoruna bindiğinde, bir kaskını arkasına binen Okan’a uzatmış, diğerini ise kendisine takıvermişti.

Motorunu çalıştırdığında, olduğumuz yere doğru sürmeye başladı ve yanımızdan geçerken, alnının üzerine dökülmüş olan saçları geriye doğru savruluyor, kirpiklerinin üzerine düşen yağmur damlaları yüzünden bakışlarını kısmak zorunda kalıyordu. Fakat dudaklarının kenarları… İşte orası belli belirsiz kıvrılmıştı. Gülüyor muydu? Kesinlikle gülüyordu.

Okan, “yarın kazanıyoruz o maçı.” Diye bağırıp, bize el sallarken, Toprak’ın gülüşü daha çok derinleşti, gamzeleri birer ok gibi kalbime saplandı. Ve uzaklaştı bizden.

“Bizde gidelim.” Dediklerinde, herkes kendi bisikletine binmişti bile. Son gördüğüm yüz Toprak’ın yüzü olurken, önce eve uğrayıp oradan da, Cıvıl’a uğramak için hazırlanmam gerekiyordu.

Yağmur çiselerken, başımın üzerine yasladığım kitabımı indirmiş, sırt çantamı öne doğru getirerek içine koymuştum. Çantamın içinden ise kulaklığımı çıkarıp, Cihan Mürtezaoğlu Sen Banasın şarkısını açarak, iki kulağıma yerleştirdim.

Şarkı giriş yaptığında, bisiklete bindim. Şehre yağmur yağıyor, en sevdiğim şarkı çalıyordu ve aklımda Toprak vardı.

Zelem, Togan ve Cıvıl en önde gidiyorlardı. Yağmurda ıslanmak kimse için sorun edilmiyordu. Togan hariç. Yağmurluğunun şapkasını çoktan başına geçirmiş, kendini korumaya çalışıyordu. Onlar evlerine giden yollarına ayrıldığında, çoktan sırılsıklam olacağımızı biliyordum.

“Kim var kalbini yere serip

Kim var gönlünü eğleyip

Kim var gökleri şen edecek

Ben buradayım işte.”

Şarkının nakaratına eşlik ederken, dudaklarımda derin bir tebessüm vardı. Saçlarım yağmurda ıslandı, koyu tutamlarım daha da koyulaştı. Bisikletin pedallarına daha çok yüklendim.

 

 

 

Devam Edecek...

 

 

Loading...
0%